III. Kısım

29


oddard nihayet Rana Favaz’ın apartmanının önüne varmıştı.

Taksiden dışarıya çıkarken, kendisini bekleyen Lemieux aksi bir sesle, “Neden böyle geç kaldınız?” diye sordu.

Goddard bu kinayeye aldırış etmeyerek, “Beyrut’tan buraya varmam için uzun bir yol kat etmem gerekiyordu” diye yanıtladı. “Mervan’dan bir iz var mı?”

Hayır, her şey son derece sakin.”

Ya kız?”

Her şeyin sakin olduğunu söylemiştim.”

Goddard ısrarla sordu: “Ama her ikisinin de içeride olduğundan eminsiniz?”

Lemieux, “Bu aşamada hiçbir şeyden emin değilim. Artık daha fazla vakit kaybedemeyiz. İçeriye girmemiz lazım. Dilerim Mervan’ı bir şaşkınlık anında yakalarız.”

Apartmanın lobisine girdiler. Kapıcı bu kez uyumuyordu. Lemieux kimlik kartını göstererek konuştu: “Bayan Rana Favaz’ı arıyoruz. Kendisi bu apartmanda yaşıyormuş.”

Kapıcı yanıt verdi: “Bayan Favaz mı? Elbette, kendisi burada oturuyor. Çok iyi bir kızdır. O ve ev arkadaşı Leyla, yedinci kat, 701 numaralı dairede yaşıyor. Size eşlik etmemi ister miydiniz?”

Lemieux, “Buna gerek yok” diye yanıt verdi ve Goddard’a dönerek, “Siz merdivenlerden çıkıp güvenli olup olmadığını kontrol edin. Dairenin önünde buluşuruz” dedi.

Sonra tabancasını çıkarıp asansöre bindi.

Goddard da kendi silahını çıkardı. Kapıcıya ses çıkarmamasını vegiren çıkana hiçbir şey söylememesini tembihledi. Ardından sessizcemerdivenlerden 7. kata çıkmaya başladı. İçinden bu berbat olayın olaysız çözümlenmesi için dua ediyordu. Mervan’ın bir katil olduğuna hâlâ inanası gelmiyordu. Lemieux’nün bu konudaki tahlilinde doğru olmayan bir şeyler vardı. Yine de tedbiri elden bırakmamak lazımdı. Ne de olsa Mervan Akat adam öldürme konusunda eğitim almıştı.

Lemieux 701 numaralı dairenin önünde kendisini bekliyordu. Sesçıkarmadan el hareketleriyle bir saldırı planı kararlaştırdılar. Yine ses çıkarmadan üçe kadar saydıktan sonra, Goddard kapıyı tekmeyleaçtı. Her iki adam ellerinde silahlarıyla eve daldılar. Evin içinde Goddard’ı korkunç bir manzara bekliyordu – Rana ve ev arkadaşınıncansız bedenleri yerde yatıyordu.

Lemieux hemen, “Mervan Akat onları öldürmüş. Çok geç kaldık!” dedi.

Goddard ise hâlâ gördüklerinin şaşkınlığını yaşıyordu. “Ama Mervan bunu niçin yapsın?” diye sordu.

Lemieux kendinden emin bir yanıt verdi: “O önemli değil. Asıl önemli olan bir başkasını daha öldürmeden Mervan’ı ele geçirmek. Derhal emir verin, dairedeki parmak izleri ve diğer kanıtlar incelensin. Ama ilk önce Mervan’ın resmini Fas’taki bütün polis merkezlerine, uçak, otobüs, tren ve denizyolu terminallerine ve TV istasyonlarına gönderin. Bu ülkede bulunma olasılığı oldukça fazla. Bu kez kaçmasına izin veremeyiz.”



30


umartesi sabahı, Tarık’ın uydu telefonu çaldı, ama o aldırış etmedi. Dalya’ya yatakta kahvaltısını veriyordu ve telefonu açmak istemedi. Telefon bir saat sonra yeniden çaldı, ama bu sefer de duş alıyordu ve sesini işitmedi. Bir saat sonra tekrar çaldı, ancak telefonunu yanına almamış, kızın evinde bırakmıştı. Dalya ile birlikte dışarı çıkmışlardı, bu yüzden Rami’nin bütün aramaları cevapsız kaldı.

Kış mevsimi neredeyse gelmek üzereydi, oysa Tarık Cemil ve Dalya Nur’un aşkı ilkbaharda çiçeklenen Nil deltası gibiydi. O soğuk Pazartesi sabahı Kahire Kulesi’ni gezmeye gittiler. 185 metre yüksekliğindeki kulenin tepesinden kentin panoramasını el ele seyrederken, kentin simgesi olmuş merkezi noktaları kim daha önce tanıyacak diye küçük çocuklar gibi birbirleriyle yarış ediyorlardı. Kalabalık kentin karmaşık cadde ve sokakları arasından ilk önce Arkeoloji Müzesi’ni, kaleyi ve Refik Ali ve İbni Tulun camilerini farketiler. Ama bunların gerisinde kentin silueti sonu gelmeyen oteller, apartmanlar ve ofis binalarının tozlu ve kahverengi görüntüsü arkasında gitgide belirsizleşti.

Dalya, “Hiç piramitlere gittin mi?” diye sordu.

Tarık, “Söylemeye utanıyorum, ama hayır. Piramitleri görmeye hiç fırsatım olmadı” diye yanıt verdi.

Dalya, “Benim de!” diye bağırdı. “O zaman haydi, gidelim. Onları yakından görmek ve çölde deve yarışı yapmak istiyorum.”

Tarık sordu, “Yani çölde deveye binmekmi istiyorsun?”

Dalya’nın gözlerinde muzip bir parıltı vardı, “Hayır. Ben deve yarıştırmaktan söz ediyorum!”

Tarık kızın enerjisine ve yaşam arzusuna hayrandı. Onunla olan birlikteliği öylesine tazeleyici ve bağımlılık yaratan bir deneyimdi ki – omuzlarını silkip, “O zaman haydi, yarış başlasın!” diye karşılık verdi.

Hemen bir taksiye atlayıp Gize’ye gittiler. Sonra Büyük Piramit’in içindeki tünele tırmanıp içi boş olan muazzam lahdi yukarıdan seyrettiler ve bu dünya harikasının bir zamanlar sakladığı hazineleri hayal ettiler. Daha sonra bir rehber ve iki deve kiralayıp çöle çıktılar. Naguib Mahfouz’un ölümle burun buruna gelmesinden, Tarık’ın anne babasından ya da geçirdiğini söylediği araba kazasındanartık hiç söz etmiyorlardı. Goddard, Lemieux, Monte Carlo ve RefikRemzi’den de söz açılmadı. Dalya ile birlikte olmak, Tarık için her şeyden özgür olmak demekti. Ne zan altında olduğunu, ne de polis tarafından arandığını aklına getiriyordu. Genç âşıkları oynamak, Tarık’ın kavrulmuş susuz yüreğini doyuran ferahlatıcı bir pınar gibiydi.

Tarık, haydi Sfenks heykeline kadar yarışalım! Yarışı kaybedenakşam yemeğini ısmarlar.”

Dalya bu sözler ağzından çıkar çıkmaz, devesinin arkasına hızla vurdu ve Tarık’ı beklemeden kum tepelerine doğru süratle gitmeye başladı. Birden rekabet duyguları kamçılanan Tarık ise onun ardından devesini koşturmaya başladı. Rehber ise çok geride kalmış, çaresizce onlara yetişmeye çalışıyordu. Dalya çok iyi bir sürücüydü. Şimdiden Tarık’ın 40-50 metre kadar önündeydi. Ama Tarık da yarışı bırakmak niyetinde değildi. Hayvanın üzerinde eğildi ve daha hızla tekmelemeye başladı. Yavaş yavaş arayı kapatıyordu.

İlk kum tepesini tırmanıp öbür yanından aşağıya indiler. Ardından bir başka tepeyi aştılar. Bu yarış en son kum tepesine gelene dek böyle sürüp gitti. Dalya bir anlığına gözden kayboldu. Ama Tarık hemen ardından yetişti.

Dalya ara sıra arkasına bakıp alaycı bir şeyler bağırıyordu. Bu davranışı Tarık’ın kazanma hırsını kamçılıyordu. Tarık deveye dahafazla yüklendi. Üç yaşındaki hayvanı son gücüne dek kullanması için epey zorladı, yine de bu çabası galibiyetiyle sonuçlanamadı. Dalya Sfenks heykelinin yanında duran bir grup turistin şaşkın bakışları arasında yarışı Tarık’ın yarım baş önünde tamamladı. Ardından hayvanı tekrar çöle doğru döndürerek hızını yavaşlattı.

Dalya gözlerinden yaşlar gelircesine gülüyordu. Tarık da ona katılmıştı. Genç adamın yüreği, Rana dışında bir başkası için asla duyamayacağını düşündüğü derin bir tutkuyla sarsıldı.

Birbirlerine sarılırken Dalya, “Benim için bir şey satın al” dedi.

Tarık şaşırdı, “Satın mı alayım? Ne gibi?”

Kız gülerek, “Bilmiyorum” dedi ve ona sokularak boynunu, kulaklarını öpmeye başladı. “Özel ve farklı bir şey olsun. Bir daha gerigelmemek üzere kaybolup gittiğinde, bakıp seni anımsayabileceğimbir şey olsun” dedi.

Tarık sordu: “Ne demek istiyorsun. Niçin böyle konuşuyorsun?”

Dalya, “Erkekler hep böyle davranmaz mı?” diye karşılık verdi. “İstediklerini elde ettikten sonra, hiç beklenmedik bir anda ortadan kaybolurlar.” Gözlerinde hâlâ muzip bir gülümseme vardı, ama sözcükleri –her ne kadar çocukça ve gülerek söylenmiş olsa da– istenenetkiyi yarattı. Tarık birden ateşle oynamakta olduğunun farkına vardı. Birisi, hem de yakın bir zamanda, bu kızın yüreğini fena yakmıştı. Şimdi kendisi de bu ateşin közlerini yeniden canlandırmaktaydı. Dalya kendini isteyerek ona vermiş olmasına rağmen, bu sözleriyle kalbiyle oyun oynanmasını ve hafife alınmak istemediğini de açıkçaortaya koyuyordu. Dalya Tarık’ın o ana dek yüzleşmeyi hiç istemediği bir konuyu açmıştı.

Dalya için hisleri ne kadar güçlü olursa olsun, beraberliklerinin uzun süremeyeceği kesindi. Zaten nasıl olabilirdi ki? Birkaç gün ya da birkaç hafta içinde Rami kendisini arayıp izinin bulunduğunu ve kaçması gerektiğini söylemeyecek miydi? O zaman da en beklemediği bir anda Dalya’yı yüzüstü bırakıp gitmesi gerekecekti.

Eğer sadece birkaç günlük geçici bir ilişki peşinde olsaydı, durum Tarık açısından daha kolay olurdu. Ama Dalya’ya karşı beslediği duyguların yaşamında önemli bir yer kapladığını şaşkınlıkla fark ediyordu. Bu kızın gerçekten tutulduğu bazı yönleri vardı ve onu asla incitmek istemiyordu.

Dalya’yı kendisine çekerek yavaşça öptü ve, “Bazı erkekler bu dediğini yapabilir. Ama ben asla” dedi.



31


ente geri döndüklerinde Kahire’nin turist dolu sokaklarında kolkola gezinmeye başladılar. Az sonra Mısır’ın ünlü papirüslerinin yapıldığı semte geldiler.

Tarık konuyu değiştirmek amacıyla vitrinine baktıkları bir mağazanın önünde Dalya’nın kulağına şöyle fısıldadı: “Bu mağazadan istediğin herhangi bir şeyi senin için alabilirim.”

Dalya’nın gözleri sevinçle parladı, “Ne istersem olabilir mi?”

Elbette. Sen sadece ne istediğini söyle yeter.”

İçeri girdiler. Genç kız mağazanın duvarlarını kaplayan, üzerlerinde son derece canlı renklerle boyanmış harika resimler olan büyük papirüs tomarlarını hayranlıkla incelemeye başladı.

Satış görevlisi, “Size yardımcı olabilir miyim? Fiyatlarımız çok uygundur” diyerek yanlarına yaklaştı.

Tarık, “Mağazanın içindekileri bize gösterebilir misiniz?” diye sordu. Dalya da başıyla onayladı.

Genç satış görevlisi, “Gayet tabii. Memnuniyetle, efendim” diye yanıt verdi.

Genç çifti ilk önce arka bölüme götürerek papirüs bitkisinden nasıl kâğıt yapıldığını anlatmaya başladı. Papirüsün sapları ince uzun şeritler halinde kesiliyor ve içerdiği doğal şekerden arınması için uzun süre su içinde bekletiliyordu. Ardından bu şeritler zikzak ve üstüste gelecek biçimde konulup sıkıca presleniyor ve günler boyunca kurutuluyordu. Bu işlemin sonunda olağanüstü dayanıklı papirüs tabakaları elde ediliyordu. Daha sonra usta zanaatkârlar bu tabakalarınüzerine çoğu eski Mısır’a ait çeşitli efsaneleri resmediyordu.

Satıcı açıklamasını bitirdiğinde, Dalya bir resmi işaret ederek, “Bana bunun ne olduğunu anlatabilir misiniz?” diye sordu. Nefis ahşap bir çerçeve içindeki büyük tabloda insanlar, hayvanlar ve hiyeroglif yazılar göz alıcı mavi, kırmızı ve altın renkleriyle bezenmişti.

Satış görevlisi, “Bu çok ünlü bir tablodur” dedi. “İsmi ‘Son Yargı’. Bu resmin kopyaları Mısır’da her yerde, evlerde, tapınaklarda asılıydı” dedi.

Tarık sordu: “Neden? Ne anlam taşıyor?”

Satış görevlisi açıkladı: “Eski Mısırlılar öldüklerinde, yaşarken yaptıkları hakkında Tanrı’yla bir hesaplaşma ve son bir yargı olacağına inanıyordu. Sol üst köşedeki diğerlerinin önünde diz çöken adamı görüyor musunuz?”

Evet.”

O adam ölümden sonraki yaşamındadır. On dört yargıç önünde diz çökerek suçlu olmadığına yemin ediyor ve onlara kurbanlar sunarak cennete gitmesine izin verilmesi için yalvarıyor.”

Tarık, “Peki, bu alttaki adam kim? Aynı kişi mi?” diye sordu.

Sol köşedeki mi?”

Evet.”

Satış görevlisi, “Evet, aynı kişi. Suçlu ya da suçsuz, iyi ya da kötü olduğunun belirleneceği adalet sarayına götürülmekte. Önündeki o devasa terazileri görüyor musunuz?”

Evet.”

Satıcı devam etti: “Ölen kişinin kalbi terazinin sol kefesine koyulur; sağ kefede ise adaleti simgeleyen tek bir tüy bulunur. Eğer ölen kişinin kalbi tüyden ağır gelirse, yüreğinin günahla dolu olduğu anlamına gelir. Yani cennete gitmeye uygun olmadığı için doğrudancehenneme gönderilecektir. Ama ölen kişinin kalbi eğer tüyden hafifgelirse, o zaman iyi – pak bir insandır ve cennette gidecektir. Resimdeki adamı görüyor musunuz? O pak bir insandı, bu nedenle elinde sonsuz yaşamın anahtarını tutan kişi tarafından cennetin taht odasına götürülüyor. Tabloyu beğendiniz mi?”

Konudan rahatsız olduğu açıkça belli olan Dalya, “Hayır, beğenmedim. Başka bir şeyler daha gösterir misiniz?” diye sordu. Sonra dikkatini bir ağacın üzerine tünemiş iki beyaz güvercin olan başka bir tabloya çevirdi. Tarık ise Son Yargı adlı resme takılıp kalmıştı. Tabloyu büyük bir dikkatle incelemeyi sürdürürken, “Kesin olarak nasıl bilinebilir?” diye sordu.

Satış görevlisi, “Neyi efendim? diye karşılık verdi.

Kişinin yüreği yeterince paksa, cehennem yerine cennete gideceği kesinlikle nasıl bilinebilir?”

Satış görevlisi bu soruyu yanıtsız bıraktı. Belli ki bu konuda hiçbir fikri yoktu. Tarık da aynı durumdaydı. Birden bir korku dalgasının bütün bedenini sardığını hissetti. Bu soru ruhunda defalarca yankılandı. Yazgısı kesinleşmeden önce, Tarık’ın bu sorunun yanıtını bulması gerekiyordu.

Tarık Dalya için çok güzel ve pahalı farklı bir resim satın aldı. Resimde iki sevgili Nil Nehri boyunca bir yelkenlide gitmekteydiler. Ama yine de Son Yargı adlı resmin yarattığı endişeyi bir türlü üzerinden atamıyordu. Tarık sanki tüm yaşamı boyunca yaptığı budalaca ve bencilce seçimler yüzünden ağlayan, ona yolunu değiştirmesini ve vakit geç olmadan yeni bir başlangıç yapması için yalvaran annesinin sesini duyar gibiydi.

Ama bu başlangıcı nasıl yapacaktı? Yol göstermesi için kime dönecekti? Değişiklik yapmaya kararlıydı. Yaşamı parça parça kırılıp dökülüyordu. Ama “yol değiştirme”, söylemesi kolay, yapması zorbir işti.

Akşam Dalya’nın evine döndüler. Genç çift duş alıp üstlerini değiştikten sonra havaalanının yakınındaki Mövenpick Oteli’ne giderek mum ışığında bir akşam yemeği yedi. O gece Dalya’nın Londra uçuşu vardı. Genç kız son derece mutluydu. Tarık ise daha mutsuz olamazdı.

Dalya, “Sana söylemeyi unuttum. Dina ve Merve dün gece bana bir elektronik posta göndermişler” dedi.

Tarık dokunulmamış tabağından gözlerini kaldırmadan, “Gerçekten mi?” diye karşılık verdi.

Hâlâ New York’talar. Bir ev bulmuşlar. Dina gelecek hafta sonuburaya gelip eşyalarını toparlayacaklarını yazmış.”

Bir an durduktan sonra, “Onların gerçekten gideceklerine hâlâ inanamıyorum. Sanırım yeni ev arkadaşları bulmam gerekecek. Kendi başıma o evin kirasını asla ödeyemem.”

Tarık çatalıyla yemeğine dokunarak, “Evet, haklısın” dedi.

Dalya, “Tarık, sen iyi misin?” diye sordu.

Üçüncü kadeh şarabını dolduran Tarık, “Evet, iyiyim” diye karşılık verdi.

Ama bu sabahki gibi – bütün hafta sonunda olduğun gibi değilsin. Sanki çok uzaklardasın, dikkatin başka yerlerde gibi.”

Hayır, hayır. Ben sadece…”

Tarık sözlerini bitirmedi.

Dalya, “Sadece ne?” diye sordu.

Tarık ona yalan söylemek istemiyordu. Kalbinin olduğundan daha fazla ağırlaşmasını istemiyordu. Bu düşünce kendisini o güne dekhiç olmadığı kadar rahatsız ediyordu. Ama o an itibariyle tüm yaşamı bir yalandan ibaret değil miydi? O Tarık Cemil değildi. Brüksel’den gelen bir bilgisayar danışmanı değildi. Kıza söylediği gibi Kahire’de bir şube açmaya gelmemişti. Kendisine ne bir sevgili ne de bir eş arıyordu. Aslında kıza anlattıklarının hiçbiri değildi.

En sonunda Dalya’ya bakarak, “Seni özleyeceğim de ondan” dedi. “Şu son günlerde gerçekten mutlu olmuştum.”

Dalya ellerini tutarak karşılık verdi: “Ben de, Tarık.”

Sen çok özel bir kızsın.”

Dalya hâlâ gülümsüyordu, bununla birlikte yüzünde aniden kuşkucu bir ifade belirmişti. “Birlikte daha uzun zaman geçirmekmi, yoksa her şey çok güzeldi, ama beni bir daha göremeyeceksinanlamına gelen “özel” mi demek istiyorsun?” diye sordu.

Tarık kızın ellerini sıkıca kavradı ve, “Seninle çok daha uzun zaman geçirmek istiyorum” diye konuştu. “Yarın saat kaçta geri dönüyorsun?”

Öğleye doğru burada olurum – sanıyorum.”

Harika, seni bekleyeceğim.”

Söz mü?”

Söz.”

32


arık geceyi tek başına Dalya’nın evinde geçirdi. Ev sahibi tarafından tutulan tamirciler ve temizlikçiler bütün gün kendi dairesinde çalışmışlardı, ama evin durumuna bakıldığında yapılan iş belli bile olmuyordu. O evde yapılması gereken daha çok şey vardı. Ayrıca Dalya’nın dairesi kendisininkinden daha küçüktü ve radyatörler çalıştığı için çok daha iyi ısınıyordu. Üstelik içerisi daha iyi döşenmişti ve Tarık kendisini orada evinde gibi hissediyordu.

Pencerelerde perdeler ve mutfak masasının üzerindeki renkli vazolarda taze çiçekler vardı. Yatak odasında ise rahat ve temiz yatak takımları, yumuşacık yastıklar ve Dalya’nın gittiği yerlerden aldığı çeşitli hatıra eşyaları vardı. Mutfakta ise bulaşıklar yıkanmış, buzdolabı yiyecekle dolu, ocaksa çalışıyordu. Yani orada kalması için hertürlü neden vardı.

Tarık kendine bir fincan kahve yapıp mutfakta bulduğu çöreklerden yemeye başladı. Bu arada Dalya’nın eşyalarına göz atıyor ve nasıl bir kişi olduğunu daha iyi anlamaya çalışıyordu. Salondaki müzik/TV köşesinde en yeni Mısır, Avrupa ve Amerikan filmlerinden oluşan alfabetik sıralı bir DVD ve CD koleksiyonu göze çarpıyordu.Dolapların içindeyse düzgünce katlanmış yeni giysiler ve kutular içinde ayakkabılar, kadife muhafazalar içinde takılar ve bir yığın Vogue, Cosmo ve benzeri dergi vardı. Gözüne çarpan diğer eşyalar arasında deniz dalış takımı, Akdeniz ve Karaipler’deki tatil merkezlerinin broşürleri ve Naguib Mahfouz’un romanlarından oluşan tam bir set vardı. Tarık sonunda Dalya’nın gizli bir yerde sakladığı marihuanayı buldu ve bir sigara yaktı.

Tarık, aslında Dalya Nur’un gerçekten kim olduğunu keşfetmeyeçalışıyordu, oysa garipti ki bütün bu eşyanın arasında ne kişisel bir günlüğe ne de aile resimlerine rastlayabilmişti. Bu kız nereden geliyordu? Nereye gidiyordu? Kıza âşık oluyordu, ama birden onu ne kadar az tanıdığını fark etti.

Dalya’nın Ürdün’de büyüdüğünü biliyordu, ama ülkenin hangi bölgesinde yaşamış olduğunu bilmiyordu. Dalya ona on sekiz yaşındayken evden ayrıldığını söylemişti, fakat nedenini açıklamamıştı. Yüksek öğrenimini Fransa’da yaptığını biliyordu, ama hangi üniversitede ve hangi dalda okumuştu bilmiyordu. Dünyayı bedavaya görmek için British Airways’de hostes olarak çalışmaya başladığınıbiliyordu. Ayrıca şimdiye dek yirmi üç ülkeyi gezdiğini ve yıllık iznini derin dalış için mükemmel yerlerin olduğu Avustralya’da geçirmeyi tasarladığını da biliyordu. Bunun dışında Dalya hakkında başkaca bilgiye sahip değildi. Görünüşe bakılırsa, her ikisi de birbirleri için eşit derece muammaydı.

Tarık kafasındaki soru işaretlerine yanıt bulabilmek için yatağın yanındaki komodinin çekmecesini açtı ve Sharm el-Sheikh’e (Mısır’ın Kızıldeniz kıyısında turistik bir tatil bölgesi) ait kısa süreli tur programlarının broşürlerini gördü. Belli ki, Dalya seyahat etmeyi oldukça fazla seviyordu. Oysa kendisi en son ne zaman tatile çıkmıştı anımsamıyordu bile. Anlaşıldığı kadarıyla, Dalya mümkün olduğukadar fazla yer görmeyi ve yaşamın her anını değerlendirmeyi kendisine amaç edinmişti. Bir iki günlük izni olsa, farklı egzotik bir yere seyahat ediyordu. Ama niçin? Kaçmaya çalıştığı şey aslında neydi?

Tarık çekmeceye göz gezdirmeyi sürdürdü. Hilton, Ritz Carlton,Four Seasons, Marriott, Mövenpick, Jolie Ville ve benzeri büyük otel zincirlerine ait bir yığın broşür vardı. Yığının en altındaysa üzerinde British Airways logosu olan bir not defteri buldu. Defterde üç kişilik bir dairenin geceleme fiyatı, olası seyahat tarihleri ve her tatilbeldesinin iyi ve kötü yanları gibi şeyler not edilmişti.

Tarık hepsini çekmeceye geri koymak üzereyken, Dalya’nın seyahat için en uygun zaman olarak not aldığı, ancak sonradan üzeriniçizdiği tarihlerin yaklaşmakta olan Noel ve yeni yıl arasında olduğunu fark etti. Dalya’nın bunu neden yaptığını birden fark etti. Dina ve Merve işleri gereği başka bir ülkeye transfer olmuşlardı. Dalya ise Sharm el-Sheikh gibi pahalı tatil yörelerine gitmeyi bırak, tek başına evin kirasını ödeyecek durumda bile olamayacaktı. Bu gerçek, Tarık’ı düşüncelere sevk etti. Ama eğer…

Ertesi gün Dalya’nın eve dönüş vakti geldiğinde, seyahat planı yapılmış, uçak biletleri alınmış ve bavullar hazırlanmıştı bile. Tarık, Dalya’nın dalış takımları dâhil her şeyi hazırlayıp bir taksiye yerleştirdi, sonra kapının önünde elinde koca bir buket çiçekle kızın geri dönmesini bekledi. Bu manzarayla karşılaşan Dalya’nın bakışları herşeyi anlatıyordu. Gördüklerine inanamıyor gibiydi. Birlikte Sharm el-Sheikh’e mi gidiyorlardı? Gerçekten mi? Bütün masraflar ödenmişti ha? Ama Tarık nasıl bilmişti? Bütün bu hazırlıkları bu kadar kısa bir süre içinde nasıl yapmıştı? Onun gibi bir erkek arkadaşı olduğu için ne kadar şanslıydı!

Tarık bütün bu soruları Sina yarımadasına bir saatlik uçuşları sırasında yanıtladı. Dalya’nın neşeli, şaşkın ve içten tepkisi onu etkilemişti. Tarık yaşamı boyunca hiç bu kadar spontane davranmamıştı(anlık hareketler yapmamıştı), ama bunun iyi bir başlangıç olduğu düşüncesiyle kendini oldukça iyi hissediyordu. Birçok nedenden dolayı Kahire’den uzaklaşmak çok iyi olmuştu. Zihnini meşgul eden düşüncelerden kurtulmak için güneşe, kuma ve denize ihtiyacı vardı. Ayrıca Dalya ile mümkün olduğunca fazla zaman geçirebilmeyi arzuluyordu.

Dalya en sonunda, “Bu yaptığın olağanüstü bir cömertlik, ama nedenini hâlâ anlayamıyorum” dedi.

Uçakları alana yaklaşmak üzereydi. Tarık, “Çünkü seni çok özlemiştim” diye yanıtladı.

Kız kolunu sıkarak, iyice yanına sokuldu.

Gülümseyerek, “Gerçekten mi?” diye sordu.

Tarık, “Gerçekten” diye yanıtladı ve ekledi, “Kahire’deki evin çok şirindi, ama sen olmadan aynı değil. Orada yalnızlık çekiyordum. Ardından not defterindeki takvimde bu günlerde iznin olduğunu fark ettim. Kendimi tutamadım. Sana sormadan bütün hazırlıklarıbir anda kendiliğimden yapıverdim.”

Öyle olmuş, ama beni bundan daha fazla mutlu edemezdin.”


33


harm el-Sheikh’teki Ritz Carlton Oteli’ne giriş yaptılar ve iki gün boyunca yeni evli bir çiftmiş gibi davrandılar. Sabahları geç kalkıp yatakta kahvaltı ettiler. Havuz başında güneşlendiler. Öğledensonra Kızıldeniz’de Tiran Adası’nın (Suudi Arabistan kıyılarına yakın olan) açıklarında dalış yaptılar. Geceleri en şık restoranlarda yemek yedikten sonra, dairelerine çekilip tutku dolu geceler geçirdiler.

Gündüzleri hava sıcaklığı 25 derecenin üzerindeydi, ara sıra kuzeyden hafif bir rüzgâr esiyordu. Geceleri ise ısı 15 derecenin altınadüşüyordu. Yağış yoktu. Hava kirliliği yoktu. Çalan telefonlar yoktu.Elektronik posta mesajları yoktu. Bundan mükemmeli olamazdı ve Tarık bu günlerin bitmesini hiç istemiyordu.

Tarık üçüncü gün erkenden kalkıp sabah serinliğinde koştu. Monte Carlo’da aldığı yaralar tamamen iyileşmek üzereydi. Genç adam gücünü tekrar kazanıyor ve kendini her açıdan harika hissediyordu. Kahkahalarla gülüyor, duş alırken şarkı söylüyordu. Aşk sarhoşu olmuştu. Ama bütün bu duygularına bir açıklama bulamıyordu.

Tarık o güne dek Rana dâhil hiçbir kıza böyle bir duygu beslememişti. Rana için yüreğinde hâlâ birtakım duygular vardı ve bununhep böyle kalacağını düşünüyordu. Ama Rana’ya beslediği derin sevgiye karşılık bulamamıştı. Hele Dalya’nın verdiği karşılık gibisini asla. Dalya onu istiyordu. Ona ihtiyacı vardı. Ona özel biri olduğunu hissettiriyordu. Bu kıza tutulmuştu ve her şey büyük bir hızla gelişmekteydi.

Tarık kumsalda altı kilometrelik koşusunun ardından otele geri döndü. Odaya girdiğinde Dalya’nın hâlâ uyumakta olduğunu gördü.Genç kız o kadar sakin ve huzurlu görünüyordu ki, adeta bir meleğebenziyordu. Bütün bunlar bir rüya gibiydi.

Tarık fazla ses çıkarmamaya çalışarak duş alıp giyindi. O günkü programları için çevreyi gezip alış veriş yapabileceklerini düşünüyordu. Belki bisiklet kiralarlar, belki de “para-sailing” yaparlardı. Aslında ne yapacakları hiç önemli değildi. Yeter ki birlikte olsunlar,Dalya ne isterse onu yapabilirlerdi.

Banyodan çıktığında, Dalya mahmur bir sesle, “Günaydın” dedi.

Tarık kızı şefkatle öperek, “Sana da” dedi ve sordu: “Nasılsın?”

Genç kız gülümseyerek, “Harika ve çok aç” yanıtını verdi.

Tarık, “Ben de” dedi. “Çabucak bir duş alsan ve kahvaltıya inseknasıl olur? Bugünkü planlarımızı yemek yerken yaparız.”

Dalya tekrar öpülmeyi beklerken, “Çok iyi fikir” diye mırıldandı.Ardından banyoya girip kapıyı kapattı.

Tarık onu beklerken, bir yandan da odayı toparladı. Dalya’nın balkonda asılı duran çamaşırlarını içeriye aldı ve düzgünce katlayıp bavuluna yerleştirdi. Yatağın altına düşmüş olan cep telefonunu ve anahtarlarını da buldu. Bunları kızın çantasına koyarken birkaç mektup dışarı fırladı. Açılmamış bu zarflar büyük olasılıkla hâlâ ödenmemiş olan yeni faturalardı. En alttaysa, Tarık’ın özellikle dikkatini çeken bir zarf duruyordu.

Bu bir fatura değil, mektuptu ve bir hafta önce Ürdün’den gönderilmişti. Üstelik bu zarf diğerleri gibi kapalı da değildi. Tarık merakına hâkim olamayarak mektubu dışarı çıkardı. Okuduklarının ne olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu.


Sevgili Dalya,


Son mektubuna çok teşekkür ederim.

Kalim ile artık görüşmediğine annenle ben ne kadar sevindik bilemezsin. Onun yaşam tarzını hiçbir zaman tasvip etmediğimizi biliyorsun – uyuşturucu, alkol ve geç saatlere kadar süren gece hayatı. O senin için uygun bir eş olamazdı. Bir Hıristiyan değildi. Dahasıiyi yürekli ve ciddi bir insan bile değildi. Ondan ayrıldığın ve kendine yeni bir yol çizdiğin için seninle iftihar ediyoruz.

Senin için iyi ve Tanrı’yı seven, seni sonuna dek sevecek ve gözetecek uygun bir eş bulmamızı ister miydin? Yusuf hakkında ne düşünüyorsun? Geçen ay onu kilise önder yardımcılığı görevine tayin ettiğimi biliyor musun? Kilisede, özellikle çocuklarla Kutsal Kitap çalışmalarında, Pazar okulunu yönetiminde ve gençlik grubunda mükemmel işler başarıyor. Sana hâlâ büyük ilgi duyduğuna inanıyorum. Telefon numaranı ona verip seni aramasını söylememizi ister misin? Kabul edersen, anneni ve beni çok mutlu etmiş olursun.

Eve ne zaman geliyorsun? Seni çok özledik. Hem Yusuf’u da görmüş olursun. Bütün kuzenlerin seni tekrar görmekten mutlu olacaklar. Mektubunu dört gözle bekliyoruz.


Sevgiler,

Baban


Mektup “Petra İncil Kilisesi” antetli bir kâğıda yazılmıştı ve Ürdün’ün güneyindeki küçük bir kasabadan posta kutusu adresiyle gönderilmişti.

Tarık şaşkına döndü. Bu neydi? Yani Dalya bir Hıristiyan mıydı?Babası gerçekten bir kilise önderi miydi? Bu nasıl mümkün olabilirdi? Hiç de inanılır değildi.Dalya içki içiyor, uyuşturucu kullanıyordu. Evli olmadıkları halde kendisiyle birlikte olmuştu. Bu durumda Hıristiyan bir kilise önderinin kızı nasıl olabilirdi?

Ayrıca, Dalya şimdiye dek bu konudan neden hiç söz etmemişti?Tarık onun bir Hıristiyan olduğuna dair en ufak bir işaret fark etmemişti. Üzerinde bir haç taşımıyordu. Görünüşe bakılırsa bir Kutsal Kitap’ı dahi yoktu. Bildiği kadarıyla Dalya da kendisi gibi kaybolmuş bir ruhtu. Tarık için din asla önemli olmamıştı. Ama o bir Tanrı adamı tarafından yetiştirilmemişti! Dalya, yaşamının bu çok önemli yönünü kendisinden nasıl saklayabilirdi? Kalim de kimdi? Ya Yusuf, o kimdi? Neler oluyordu, kızın kendisinden sakladığı daha nelervardı?

Tarık birden Dalya’ya söylediği onca yalanı hatırladı. Kendisininde ondan sakladığı birçok sır vardı.



34


arık hâlâ mektubun içeriğini düşünürken, uydu telefonu çalmaya başladı. Birden şaşırarak ekrandaki numaraya baktı; arayan, kardeşi Rami idi.

Selam, Rami?” dedi.

Kardeşi heyecanlı bir sesle, “Mervan, nerelerdesin?” diye sordu. “Kaç gündür seni arıyorum. Çok korktum. Öldüğünü zannettim.”

Tarık sakin bir sesle yanıtladı: “Ben iyiyim. Sadece… Biraz meşguldüm o kadar. Neler oluyor?”

Rami, “Meşgul müydün? Ne yapıyordun?” diye sordu.

Seni ilgilendirmez.”

Rami, “Mervan, sen çıldırdın mı?” diye sordu. “Ben burada kendihayatımı riske atıp senin canlı kalman ve de hapse girmemen için çalışıyorum. Sense günlerce kaybolup bir de seni ilgilendirmez diyebiliyorsun!”

Tarık, “Aslında haklısın” diye yanıt verdi. “Bunun için gerçektenüzgünüm.”

Rami öfkesini kontrol etmeye çalışarak, “Umarım öylesindir” diye karşılık verdi. “Sen ortadan kaybolduğundan beri neler oldu farkında değilsin. Bir sonraki uçakla Bağdat’tan ayrılıp Beyrut’a dönüyorum. Monte Carlo’daki savcılık makamından müfettiş Goddard tarafından sorguya çekilmem için mahkeme emri çıkartılmış.”

Uzunca bir sessizlik oldu. Tarık kötü bir şeylerin olduğuna emindi. Rami arayı daha fazla uzatmadan konuşmasını sürdürdü.

Rana’nın Kazablanka’ya taşındığını bana niçin söylemedin?”

Tarık şoke oldu. Rami bunu nasıl biliyordu?

Sen neden söz ediyorsun pek anlayamadım…”

Bırak bu ağızları, Mervan. Bana işlemez. Senin orada olduğunubiliyorum. Ve nedenini öğrenmek istiyorum. Bana bir yerlerde saklanacağını, ortalıkta görünemeyeceğini, arkadaş ve tanıdıklarınla birlikte olmayacağını söylemiştin. Böyle yapacağına söz vermiştin.”

Tarık, “Başka nereye gideceğimi bilemedim, onun yardımına muhtaçtım” diye itiraf etti.

Rami ise, “Ama niçin?” diye yineledi.

Çünkü yaralanmıştım, Rami. İşte öğrendin. Şimdi tatmin oldun mu? Monte Carlo’daki katillerin birisi beni vurmuştu. Ne orada, ne de Fransa’da hastaneye gitmem mümkün değildi. Çünkü bir an önceoradan uzaklaşmam gerekiyordu. Peşimdekilerin kimler olduğunu bilmiyordum. Kime güveneceğimi bilmiyordum. Aklıma yalnızca Rana geldi. Bu yüzden onun yanına gittim. O bana baktı, iyileştirdi. Ama ondan sonra yok olmamı söyledi. Bu yüzden ben de buraya geldim.”

Rami, “Bu yaptığın budalaca bir hataydı, Mervan” dedi.

Tarık kardeşine hak verdi. “Belki de haklısın. Ama işe yaradı. Öyle değil mi?”

Hayır, yaramadı.”

Ne demek istiyorsun?”

Rana öldü.”

Tarık birden nefesinin kesildiğini hissetti.

Sen ne diyorsun? Bu nasıl olabilir?”

Tarık düşünemiyordu. Nefes alamıyordu. Rana ölmüştü. Bu nasıl olabilirdi?

Rami, “Polis onu ve ev arkadaşını Kazablanka’daki evlerinde ölü bulmuş. Her ikisine de birkaç el ateş edilmiş” diye açıkladı.

Bütün bunlar gerçek olamazdı. Oradan ayrılalı o kadar az zamangeçmişti ki. Rana’nın kendisine sıkıca sarılışını bir saat öncesi gibi hatırlıyordu.

Rami, “Müfettiş Goddard ofisteki telefonuma sesli mesaj bırakmış” dedi. “Ben de böyle öğrendim. Suç mahallinde parmak izlerinibulduklarını bildiriyor. Ayrıca, Rana’nın divanındaki yastıklardan birinde senin saç tellerini bulmuşlar. Köşe başındaki bir mağaza sahibi de seni tanımlamış ve çevrede dolaşırken gördüğünüsöylemiş. Kiraladığın arabayı da birkaç kilometre ötede bulmuşlar. Lemieux cinayetleri senin işlediğini söylüyor. Tutuklanmam için emir çıkartılmış. Goddard bu konuda bir açıklaman varsa, bir an önce ortaya çıkmanı ve konuşmanı, aksi takdirde sana kimsenin yardım edemeyeceğini söylüyor.”

Tarık daha fazlasını duymak istemiyordu. Midesi bulanıyor, kendisini çok berbat hissediyordu. Her yanı öfkeden titriyor, acı gerçeğidüşündükçe yerindeduramıyordu.Elindentelefonufırlatmaküzereyken, Rami konuşmasını sürdürdü: “Korkarım daha kötüsü de var.”

Tarık, “Nasıl” diye sorabildi. Bundan kötüsü ne olabilirdi?

Lemieux ve Goddard senin Mısır’da olduğunu biliyorlar.”

Ne?”

Bana nasıl diye sorma. Goddard bunu açıklamıyor. Ama Lemieux ile birlikte oradalar. Kahire polisinin elinde fotoğrafın var. Üstelik teslim olmadığın takdirde vurulman için emir almışlar.”

Tarık, “Ama Rana’yı ben öldürmedim. Yemin ederim” dedi.

Rami, “Biliyorum” dedi.

Tarık, “Arkadaşını da ben öldürmedim. Bunlar Claudette’in adamları olmalı” diye sürdürdü.

Haklısın, Brezilya’ya bir ekip daha gönderdim. Claudette’in artık Sao Paolo’da olduğunu sanmıyorum, muhtemelen dağlarda bir yerlerde kalıyordur. Onu ve birlikte çalıştığı kişileri bulacağız. Sanasöz veriyorum. Ama bu iş zaman alacak – seninse zamanın yok. Biran önce –derhal–oradan ayrılmalısın.”

Tarık’ın son birkaç gündür yaşadığı tatlı rüya birdenbire bitmiş ve geçmişteki kâbusu yeniden başlamıştı.Tekrarkaçmazamanıgelmişti.

Kabul etmek istemese de, Rami haklıydı. Claudette Remzi’nin tuttuğu katiller Rana’yı Fas’ta nasıl buldularsa, kendisini de Mısır’da kolaylıkla bulabilirlerdi. Onu işlemediği cinayetlerle suçluyorlardı. Avrupa ve Kuzey Afrika’daki bütün güvenlik birimleri onu arıyordu. Bu durumda Kahire’ye kesinlikle geri dönemezdi. Ama Dalya’yıyalnız da bırakamazdı. Ona âşık olmaması gerektiğini biliyordu, ama artık iş işten geçmişti. Bu konuda elinden hiçbir şey gelmezdi. Eğer şimdi ona da bir zarar gelirse, Tarık kendisini asla affedemezdi.



35


alya banyodan çıktığında üzerine kendisine çok yakışan açık mavi bir plaj elbisesi ve uyumlu ayakkabılar vardı. Her zamanki gibimuhteşem görünüyordu, ama Tarık’ın aşka ayıracak zamanı yoktu. Son sürat düşünüyordu – zihninden Dalya’nın babasından gelen garip mektup ve Rami’nin biraz önce söyledikleri geçiyordu. Ne yapması gerekiyordu? Nereye gitmeliydi?

Bir an için aklından her şeyi –aslında kim olduğunu, ne iş yaptığını, neden kaçtığını ve peşinde kimlerin olduğunu– Dalya’ya söylemek geçti. Dürüst olan da buydu, ama bunu yapmak iyi olur muydu? Tarık bu konuda kararsızdı.

Ardından bu düşüncesinden istemeyerek vazgeçmek zorunda kaldı. Dalya ne kadar az şey bilirse, onun için o kadar güvenli ve iyiolurdu, üstelik üzülmezdi de. Eğer kızı gerçekten seviyorsa, katiller,bombalar ve her an için karşılarına çıkabilecek keskin nişancının düşüncesiyle onu dehşete düşürmeye ne gerek vardı? Her şeyi açıklamak dürüstçe bir davranış olabilirdi, ama adilce olmazdı.

Tarık saatine göz attı. Bir plan yapması gerekiyordu, hem de süratle. Ama daha bir şey söylemeye fırsat bulamadan, Dalya hâlâ elinde tutmakta olduğu zarfı fark etti.

O elindeki nedir, Tarık? Onu nereden buldun?” diye sordu.

Tarık tam cevap vermeye başlamışken, Dalya sözlerini kesip sertbir sesle konuştu: “O babamın mektubu mu? Çantamın içinden mi aldın? Hangi cesaretle?”

Tarık kızın bu ani ve sert tepkisinden şaşırmış bir halde, bir açıklama yapmaya çalıştı: “Odayı toparlamaya çalışıyordum. Orada öylece duruyordu. Ne olduğunu bilmiyorum.”

Kız uzanıp mektubu elinden hışımla çekti. İfadesi tamamen değişmişti – yüzü kızarmaya ve elleri titremeye başlamıştı. “Okudun mu?” diye sordu. “Bana okumadığına yemin et.”

Tarık kekeleyerek, “Söylediğim gibi. Ne olduğunu bilmiyordum.Ama çok ilginç. Yani, sen bir Hıristiyan mısın? Baban gerçekten birkilise önderi mi?”

Dalya, “Bu konu seni ilgilendirmez” diye bağırarak elindeki mektubu buruşturdu. Ardından koşarak banyoya girdi ve kapıyı çarparak kapattı.

Olayın böyle gelişmesi karşısında şoke olan Tarık, “Sorun nedir?” diye sordu. “Mesele ettiğin nedir? Babanın gönderdiği bir mektubu okudum. Bunda ne var ki?”

Dalya kapının ardından,“Buna hakkın yoktu”diye bağırdı. Tarıkonun ağladığını işitebiliyordu. “Özel eşyalarımı karıştırmaya hakkınyoktu, Tarık Cemil. Beni yargılamaya da hakkın yok. Beni duyuyor musun? Buna hakkın yok.”

Tarık, “Sen neden söz ediyorsun?” diyerek banyoya girmeye çalıştı, ama kapı içeriden kilitlenmişti. “Senin özel eşyalarını karıştırmıyordum. Ayrıca seni yargılamıyorum da. Bunu neden yapayım? Ben sadece merak ettim, o kadar. Haydi, lütfen aç kapıyı, içeri gireyim Dalya.”

Dalya içeriden, “Hayır!”diye bağırdı. “Beni rahat bırak, git buradan.”

Tarık soğukkanlı, ama kararlı bir sesle yanıt verdi: “Ben hiçbir yere gitmiyorum. Ben sana âşık oluyorum. Senin hakkında her şeyi bilmek istiyorum. Aileni ve inandığın her neyse onu, kısacası senin hakkında her şeyiöğrenmek istiyorum. Erkek arkadaşın kimdi ve niçin ayrıldınız bilmek istiyorum. Her şeyi.”

Kızın ağlamayı sürdürdüğünü işitebiliyordu. Kapı kolunu yokladı, ama hâlâ kilitliydi. Üzüntü ve şaşkınlıkla yere çökerek, delice âşık olduğu bu kızı çözmeye çalıştı.

Durumu bir süre kafasında tarttıktan sonra sözlerine, “Dalya, lütfen beni bağışla” diye başladı. “Son derece üzgünüm. Gerçekten özür dilerim. O mektubu kazayla buldum, yemin ederim. Ama söylediklerinde haklısın. Okumamalıydım. Ama seni incitecek bir şey yapmadım, lütfen buna inan. Bu kadar üzüleceğin aklımın ucundan bile geçmedi. Rüya gibi mutluluğumuzu bu olayın bozmasına lütfen izin verme.”

Dalya’ya yalvardığının farkındaydı, oysa yalvarmaya hiç alışık değildi. Ama bu tutumu kızda istediği etkiyi yaratıyor gibi görünüyordu. Dalya yavaş yavaş sakinleşmeye başlamıştı. Artık ağlamıyor,sadece burnunu çekiyordu; nefes alışları da oldukça sakinleşmişti.

Tarık yumuşak bir sesle, “Sana kendimi nasıl affettirebilirim? Neistersen söyle, yapayım?” diye konuştu.

Birkaç dakika sonra, banyo kapısı aralandı.

Dalya hâlâ burnunu çekerek konuştu, “Sakın bana bakma. Gözlerini kapat. Korkunç görünüyorum.”

Tarık, “İşte bu olanaksız” dedi, ama yine de gözlerini kapattı. Kapının biraz daha aralandığını işitebiliyordu.

Uzunca bir aradan sonra Dalya, “O söylediklerin gerçek miydi?”diye sordu.

Tarık, “Hem de hepsi” diye yanıt verdi.

Gerçekten bana âşık mı oluyorsun?”

Evet. Sana kesinlikle delicesine aşığım. Öyle olmasaydım, seni Kahire’den kaçırıp bu cennete getir miydim?”

Tarık ağzından çıkanlara inanmakta güçlük çekiyordu. Bu kızı hemen hemen hiç tanımıyordu. Kız da onu tanımıyor sayılırdı. Sürekli bir ilişkiye girecek durumda değildi, ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bu kızda dayanılmaz bir şeyler vardı ve içindeki bir sessanki sürekli olarak onu elinden kaçırmamasını söylüyordu.

Dalya sakin bir sesle, “Bilmiyorum. Bu konuyu hâlâ düşünüyorum” dedi.

O zaman beni afettin, değil mi?”

Dalya durakladı. “O konuyu da hâlâ düşünüyorum.”

Kız çok geçmeden Tarık’ın yanına yere oturup onun ellerini avuçlarına aldı ve gözlerini öptü. Ve en sonunda kendisine bakmasına izin verdi. Dalya’nın gözleri kızarmış, maskarası akmıştı, ama her zamankinden daha güzel görünüyordu. Tarık onun niçin bu şekilde davrandığını bir türlü anlayamıyordu. Ama son gelişmeler karşısında, bunun gerçekten önemi var mıydı? Bir şeyler yapacaksa, hiçvakit kaybetmeden acilen harekete geçmesi gerekiyordu. Zamanı tükenmek üzereydi. Lemieux, Goddard ve Mısır polisi onun izini bulup bütün kaçış yollarını kapatmadan, bir an önce Sharm el-Sheikh’ten uzaklaşması gerekiyordu. Ama nasıl?



36


alya marihuanalı bir sigara yaktı, bir tane de Tarık’a uzattı.

Tarık bir yandan kafasında en uygun acil kaçış planını tasarlamaya çalışırken, “Böyle mi barışacağız?” diye sordu.

Dalya başıyla evet hareketi yapıp, sigarasından derin bir nefes çekti. Tarık da kendisine sunulan barış armağanını kabul ederek içmeye başladı. Birkaç dakika sessizce durdular, odanın içi duman dolmaya başlamıştı.

Nihayet Tarık, “Bir şey sormama izin var mı?” diye sordu.

Tabii, sorabilirsin.”

Biraz önce bana neden öyle patladın?”

Dalya omuzlarını silkip başını öte yana çevirdi ve, “Bilmiyorum” dedi.

Elbette biliyorsun.”

Dalya sigarasından bir nefes daha çekti ve konuştu: “Galiba mahcup olmuştum.”

Tarık, “Niçin?” diye sordu.

Benim bir Hıristiyan olduğumu düşündüğün için – çünkü aslında değilim. Ailem Hıristiyan, ama ben asla kabul etmedim. Küçükbir kızken inanıyormuş rolü yaptım. Ama aslında anne babamın inandıklarına hiçbir zaman gerçekten inanmadım. Evden ayrılma nedenlerimden biri de buydu.”

Bu kaç yıl önceydi?”

Epey zaman oldu, üniversiteye gitmek üzere ayrıldığımdan berisanırım.”

O zamandan beri görmeye gitmedin mi aileni?”

Hayır.”

Evini, aileni, dostlarını özlemiyor musun?”

Dalya biraz düşündü.

Aslında evet, özlüyorum.”

O zaman niye gitmiyorsun?”

Dalya içini çekerek, “Çünkü babam bir zorbadır” dedi.

Bir zorba mı?”

Bilirsin işte, inancının gereği uyulması gereken kurallar, koşullar öne sürer. Anlayacağın, atacağın her adım onun yoluna uygun olmalıdır, aksi ise zaten yanlış yoldasındır. Ben bu kurallara uyarak yaşamak istemedim. Bu yüzden evden ayrıldım ve bir daha geriye dönmedim.”

Bunlar ne gibi kurallardı?”

Dalya, “Ne önemi var ki?” diye sordu. Sonra birden ayağa kalkıpkendini yatağın üzerine attı. “Bildiğin kurallar işte – erkek arkadaşlarla flört etmek yok, içki içmek yok, uyuşturucu kullanmak yok, o yok, bu yok, yok işte yok…”

Tarık da yatağa uzanıp gözlerini tavandaki pervaneye dikti ve sordu: “Babanın ne demesini bekliyordun ki? O bir baba. Babalar kızlarını korumak zorundadır, öyle değil mi?”

Dalya, “Sen kimin tarafındansın?” diye sordu.

Yapma canım, senin de bir gün kızın olursa onun içki ve sigara içmesini ve benim gibi erkeklerle çıkmasını onaylayacağını mı söylemek istiyorsun?”

Dalya ona bakıp gülümsedi ve, “Belki de senin gibileriyle çıkmasına izin vermezdim” dedi.

Tarık da gülümsedi ve bir başka konuya yöneldi. Zihnindeki planyavaş yavaş somutlaşmaya başlıyordu.

Demek baban gerçekten bir papaz.”

Yani, aslında bir kilise önderi, ama öyle de denebilir.”

Aradaki fark nedir?”

Aslında bir fark yok.”

O kiliseyi yöneltir, insanlara İsa Mesih’i anlatır, yoksullara yardım eder. Bu tür şeyler yapar, öyle değil mi?”

Kız başıyla onayladı ve isteksizce, “Evet, öyle sayılabilir” dedi.

Bu Petra İncil Kilisesi nedir?”

Ben o kilisede yetiştim. Babam ben doğmadan önce de o kilisenin önderliğini yapıyordu.”

Büyük bir kilise mi?”

Dalya omuz silkti. “Aslında gittikçe büyüyor. Ben çocukken toplulukta 30-40 kadar inanlı vardı. Kendi yaşıtım çocuklar vardı denemez. Ama şimdi, en azından en son duyduğuma göre, yüz elli kişi kadar olmuşlar. Büyük bir kısmı da yeni evli çiftler ve ailelerden oluşuyormuş – ayrıca bir sürü çocuk da varmış.”

Bu Kalim ile orada mı tanıştın?”

Dalya, “Pek sayılmaz” diye yanıt verdi.

Nerede tanıştınız?”

Üniversitedeki ikinci yılımda. Kız arkadaşlarımla birlikte hafta sonunda Paris’e gitmiştik. Onunla bir kafeteryada karşılaştık.”

Ve sonra?”

Sonra ne olsun? O beni, ben de onu beğendim. Çıkmaya başladık, ama ilişkimiz fazla sürmedi. Çok da önemli bir olay değil.”

Tarık, “Ama baban için oldukça önemli gibi görünüyor” diye araya girdi.

Evet, babam ondan nefret ediyordu.” Dalya bir an durakladı ve sözlerini düzeltti. “Aslında Kalim’den nefret etmiyordu. Babam kimseden nefret edemez. Ama onu kesinlikle tasvip etmiyordu.”

Niçin?”

Çünkü Kalim bir Hıristiyan değildi. Aslında o bir şeye inanmıyordu. Tanrı ve dinle hiçbir ilgisi yoktu. Bu da babamın hiç hoşuna gitmiyordu. Daha küçüklüğümden beri bir Hıristiyan’la evlenmemi istemişti. Bu konu onun için son derece kesindi.”

O zaman niçin Kalim ile birlikte oldun?”

Dalya isyankâr bir tavırla başını geriye doğru atıp karşılık verdi: “Babamın laflarını kim takar ki? Ben, babam sevse de sevmese de kendi istediğim biriyle evleneceğim. Bu benimyaşamım, onun değil.Kiminle evleneceğim onu ilgilendirmez. Zaten evlensem bile, onun kurallarına göre yaşamadığım için beni yargılamasına izin vermeye niyetli değilim. Sen baksana, babam ve eski erkek arkadaşımın dışında başka bir konudan konuşamaz mıyız? Bu sohbet hiç de neşeli olmuyor.”

Tarık kafasında tasarladığı planın işleyip işlemeyeceğinden artıkpek emin değildi, ama, “Elbette” diye karşılık verdi. “Karnın aç mı?”

Hem de nasıl!”

İyi, benim de. Aşağıya inip kahvaltı edelim. Ayrıca sana vermekistediğim bir armağanım var.”

Dalya’nın gözleri birden sevinçle parladı.

Heyecanla sordu: “Gerçekten mi? Nedir?”

Tarık gizemli bir tavırla yanıt verdi: “Biraz bekle. Göreceksin.”



37


as’taki işlerini tamamlayan Lemieux ve Goddard nihayet Kahire’ye indiler ve havaalanı güvenlik amiriyle buluştular.

Saatler boyunca güvenlik kameralarının kayıtlarını incelediler ve bilgisayarlardaki pasaport giriş ve çıkış bilgilerini araştırdılar. Amaçları Mervan Akat’ın Kahire’ye gerçekten gelip gelmediğini ortaya çıkarmaktı. Karşılaştıkları zorluklardan biri de, Mervan’ın büyük bir olasılıkla “Jack Cardell” takma adıyla seyahat etmediği, dolayısıyla hangi ismi kullanmakta olduğuydu. Mervan, bu adla Mısır’a giriş yapmış olsa bile, şu anda hâlâ ülkede miydi? Eğer başka bir isim kullanıyorsa, bu isim neydi?

Lemieux “önsezisine” dayanarak bir ekibini İskenderiye’ye, diğerbaşka ekipleri de Abu Dabi ve Kuveyt’e göndermişti. Goddard’a Mervan’ın Kahire’ye geldiğine emin olduğunu ve araştırmalarını o kentte yoğunlaştırmaları gerektiğini söyledi.

Goddard’ın telefonu çaldı. Numaraya baktığında yardımcısı DuVall’in aradığını gördü. Hemen telefonu açtı.

Bana yeni bir şeyler bulduğunuzu söyleyin, Colette.”

DuVall sözlerine, “Öyle sayılır, efendim” diye başladı. “Bu önemli bir bilgi olabilir.”

Mervan’ın nerede olduğunu buldunuz mu?”

Hayır, efendim.”

Goddard ısrarla sordu: “O zaman nedir?”

Refik Remzi’nin apartmanındaki güvenlik kamerası kayıtlarını anımsıyor musunuz?

Evet.”

Anımsarsanız, kamera kayıtlarında Mervan, Remzi’ye büyük sarı bir zarftan çıkardığı bir şeyi gösteriyordu?”

Elbette, anımsadım. Bir fotoğrafa benziyordu.”

Aynen öyle.”

Neymiş bu resim, Colette?”

Teknik ekibimiz en sonunda o görüntüyü bilgisayarda büyütereknetleştirmeyi başardı. Ne bulduklarına asla inanamayacaksınız.”

Mısır’daki zamanı zaten kısıtlı olan Goddard sabırsızlıkla sordu:“Nedir?” Bir saat içinde Rami Akat’ı sorguya çekmek üzere tekrar Beyrut’a uçması gerekiyordu. Yardımcısıyla evet-hayır oyunu oynamaya hiç vakti yoktu.

DuVall durumu şöyle açıkladı: “Bu görüntünün Claudette Remzi’nin resmi olduğunu ortaya çıkardık. Fotoğraf Brezilya’nın Sao Paolo Kenti’ndeki bir bankanın güvenlik kamerası tarafından kaydedilmiş.”

Bu bilgi Goddard’ı neredeyse konuşamayacak derecede afallattı.Goddard odadan ayrılmak için Lemieux ve diğerlerinden izin istedi.Bu izi kendisi sürmeliydi ve Lemieux’nün işine burnunu sokmasınaizin vermemeliydi. Bu nedenle yardımcısıyla kimsenin duymayacağıbir yerde konuşmak istiyordu.

Claudette Remzi mi? Bundan kesinlikle emin misiniz?” diye sordu.

DuVall, “Evet, ta kendisi. Resimler yüzde yüz uyuyor” diye yanıtladı. “Fotoğrafın alt köşesinde tarih ve saat damgası var. Ayrıca Bayan Remzi’nin sol omzunun arkasındaki duvarda bankanın logosuaçıkça görülüyor. Ayrıntılı bilgilerin tamamını biraz önce size elektronik postayla gönderdim.”

Goddard duyduklarına inanmakta zorluk çekiyordu. Bu son derece önemlibir gelişmeydi, ancak ne anlama geliyordu? Bu konuda hiçbir fikri yoktu. Şaşkınlığı hâlâ süren Goddard, kafasındaki bu soruyu DuVall’e yöneltti. Yardımcısı en azından bu resimden çıkarılabilecek anlamlar üzerinde düşünmek için zaman bulabilmişti.

DuVall ise kendisi gibi şaşkındı. “Bilmiyorum, efendim. Ben de sizin kadar şaşırdım.”

Goddard, “Peki, bunun ne anlama gelebileceğini düşünüyorsunuz?” diye ısrarla sordu. “Aklınıza gelen en güçlü olasılık nedir, söyleyin.”

Bana öyle geliyor ki, Mervan Akat, Bayan Remzi’nin nerede olduğunu biliyor ve bu nedenle Refik Remzi’ye yapılan şantajla doğrudan bir ilişkisi var. Aksi takdirde neden böyle bir resme sahip olsun ki?”

Bu beklenmedik gelişmeyi her yönüyle dikkatle değerlendirmeye çalışan Goddard, “Olabilir” dedi. “Ama bu teoride gerçeklerle uyuşmayan bir şey var.”

DuVall, “Ama neden?” diye sordu.

Goddard da kendisine aynen bu, “Ama neden?”sorusunu soruyordu. Bulunduğu yerden havaalanının bekleme salonuna çıktı ve geniş alanı adımlamaya başladı. Bir yandan bu konuda kafa yoruyordu. Müfettiş Lemieux olmadan, tek başına düşünmeye ihtiyacı vardı. Bu önemli bir ipucuydu. Goddard ise İskelet konuyu öğrenip işe burnunu sokmaya başlamadan, bu bilgiyi iyice tartıp kavramak istiyordu.

Bir gazete satıcısının önünde durdu ve manşetteki haberlere göz attı. Yarın sabah olduğunda Mervan Akat’ın resmi ve Monako’dan Fas’a uzanan ve şimdi de büyük bir hızla Kahire’ye odaklanan kanlıöykü hepsinin baş sayfasında yer alacaktı. Yirmi dört saat içinde Mısır’daki herkes olayı bütün ayrıntılarıyla öğrenecekti ve Mervan’ın kaçacağı başka bir yer kalmayacaktı.

Goddard büfeden bir kahve satın aldı ve yürümeye devam etti.

En sonunda şöyle dedi: “Colette, eğer Mervan Akat gerçekten Claudette Remzi’nin kaçırılmasıyla ilişkiliyse, o zaman niçin Refik Remzi’nin evine gidip onunla yüz yüze görüşsün? Neden kendisini ve yaptığı gizli işi açığa çıkarmak istesin? Mervan Akat, Arap dünyasının en zengin ve en güçlü işadamıyla yüz yüze görüşecek kadar aptal olmuş olsa bile –ki ben öyle olduğunu sanmıyorum– niçin aynıodada birlikteyken adamı öldürtmüş olsun? Bütün bunlar sana mantıklı geliyor mu?”

Uzun bir sessizlik oldu. Ardından DuVall konuştu: “Belki de bu işle bir ilgisi olmadığını göstermek için bir görgü tanığı olsun istedi.”

Goddard, “Olabilir” diye kabul etti. “Ama arabasına konan bomba ne anlama geliyor? Mervan bu bomba yüzünden neredeyse ölüyordu. Ya Monte Carlo’daki Le Meridien Oteli’nde kendisi öldürmek isteyenlere ne dersiniz? Eğer Mervan adam kaçırma, şantaj ve cinayetlerin sorumlusuysa, bu olanların hiçbiri mantıklı gelmiyor. Öyle değil mi?”

Haklısınız, efendim. Mantıklı gelmiyor.” Ardından devam etti: “Ama Bayan Remzi’nin fotoğrafını nasıl ele geçirebildi? Bir de Kazablanka’da öldürdüğü o iki kadın var. Onlara ne demeli, efendim?”

Goddard, düzelterek yanıt verdi: “Öldürdüğü iddia edilen.”

DuVall, “Ama efendim, Mervan Akat’ın parmak izleri Rana Favaz’ın dairesinin her yerinde bulundu” diye karşılık verdi. “Mervan kesinlikle o evdeydi. Kanıtlar son derece kesin ve yanılmaz. Üstelik evde ondan başka biri olmadığı da ortaya çıktı. Bu gerçeği nasıl açıklarsınız? Bu durumda iki kadınının ölümünden Mervan Akat’tan başka birinin sorumlu olamayacağı sonucu ortaya çıkıyor, öyle değil mi?”



38


ervan Akat –diğer adıyla “Tarık Cemil”– Ritz Carlton Oteli’nde kahvaltı sevisinin yapıldığı verandada iki kişilik bir masada oturmuş, palmiyelerin gerisindeki Kızıldeniz’i izliyor veDalya’nın açık büfe sırasından dönmesini bekliyordu. Önündeki masada yeni yapılmış bir omlet, taze portakal suyu, meyve tabağı ve kahve vardı.Oysa Mervan yemek düşünecek durumda değildi.

Zihni son sürat işliyordu. Kalbi heyecandan hızla çarpıyordu. Butasarladığı plan tutmazsa –ki zaten tutması son derece zayıf bir olasılıktı– diğer birkaç planı daha vardı, ama bunları uygulayacak çok azzamanı kalmıştı. Tabağındaki kavun dilimine çatalıyla şöyle bir dokundu, ama yemek yiyemeyecek kadar gergindi.

Yanından geçen garsona işaret ederek, “Bu kahvenin yerine kafeinsiz olanını getirebilir misiniz, lütfen?” dedi.

Elbette, memnuniyetle efendim.” Garson masadaki kahveyi aldıve yerine yeni bir fincan kafeinsiz kahve getirdi.

Tarık kahvesine şeker ve krema eklerken, Dalya elinde tabaklarlamasaya döndü. Genç kız kendisi için üzeri krema ve çilek kaplı kreplerden almıştı. Tarık yerinden kalkıp onun masaya oturmasına yardım etti. Bunu yaparken ne kadar muhteşem göründüğünü ve kendisine ne uygun bir yemek seçimi yaptığına dair iltifatta bulundu.Bunların hepsi doğruydu, ama Tarık planını uygulamak için fazlasıyla geciktiğinin bilincindeydi. Oldukça gergindi, ama artık zamanıgelmişti, daha fazla bekleyemezdi.

Tarık kendi sandalyesine oturmaktansa Dalya’nın yanında yere eğildi ve ellerini avucuna aldı.

Kız biraz şaşkınlıkla, “Tarık, ne yapıyorsun?” diye sordu. “Haydi, kahvaltını et, sanırım çok açıktın” dedi.

Tarık, “Evet, açım. Ama söyleyeceklerim yemekten çok daha önemli” diye yanıtladı.

Dalya tam bir espri patlatmak üzereyken, genç adamın elinde tuttuğu küçük kadife kutuyu gördü. Kutunun kapağı açılmıştı ve içindebelki de hayatında gördüğü en güzel ve en değerli pırlanta yüzük duruyordu. Kızın yüzünde beliren şaşkınlık ve sevinç ifadesi, Tarık’ın özlemle beklediği şeydi. Bu ifadeyi birkaç ay önce Rana’nın yüzünde görmeyi ümit etmişti, ama kısmet olmamıştı. Şimdiyse gerçek olduğuna emindi.

Dalya” diye sözlerine başladı. Hayatından ilk kez sesi titriyordu. “Bunun çok çabuk olduğunu biliyorum. Ama seni herkesten çokseviyorum – bir insanı böylesine sevebileceğimi asla düşünemezdim. Her şey çok çabuk gelişti ve sanırım ben de biraz acele ediyorum. Ama insan bir şeyin doğru olduğunu bildiği zaman –ki ben de bunun doğru olduğuna eminim– yani sözün kısası yaşamımın geri kalanını seninle birlikte geçirmek istiyorum, Dalya. Seni dünyanın en mutlu kadını yapmak istiyorum. Ve senin de –eğer eşim olmayı kabul edersen– beni dünyanın en mutlu erkeği yapacağına eminim. Dalya Nur, benimle evlenir misin?”

Dalya çöl sabahının güneşiyle parıldayan pırlanta yüzüğe bakıyordu. “Tarık, ben… ben ne diyeceğimi bilmiyorum” diye tutuk konuştu. “Bu çok hızlı oldu. Oysa ben biraz önce odada sana son derece kaba davrandım; bana ailem hakkında basit bir soru sorduğunda kendimi tamamen kaybettim. Böyle birisiyle niçin evlenmek isteyesin ki?”

Tarık yumuşak bir sesle yanıt verdi: “Çünkü sen benim yazgımsın. Sonsuza dek birlikte olmam gereken kişisin.”

Dalya bakışlarını pırlantadan ayırdı ve Tarık’ın gözlerinin içine derin derin baktı. Sessizce ağlamaya başlamıştı. “Bunlar hayatımda işittiğim en tatlı sözlerdi” dedi. “Evet, seninle evleneceğim, Tarık Cemil. Bundan onur duyarım.”

Dalya ona bir öpücük vermek için davrandı, ama Tarık eliyle onudurdurdu.

Kızı bir kez daha beklemediği bir anda yakalayarak, “Ama bir şartım var” dedi.

Bir şart mı?” diye şaşkınlıkla sordu. “Ne gibi bir şart bu?”

Tarık biraz bekledi ve derin bir nefes alarak konuştu. “Beni Ürdün’e, ailenle tanıştırmaya götürmelisin ve onlarla yeniden uzlaşmaya çalışmalısın.”

Dalya bir anda gerginleşerek, “Bunun hiç de iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum” dedi.

Tarık ise, “Bunu yapmalıyız” dedi.

Dalya derin bir nefes alıp başını olmaz anlamında salladı. “Babamın bir zorba olduğunu sana söylemiştim. İlk iş olarak senin Hıristiyan olup olmadığını öğrenmek isteyecektir. Eğer Hıristiyan olmadığını söylersen, seni evden kovacaktır. Eğer Hıristiyan olduğunu söylersen de, yalan söyleyip söylemediğini anlamak için seni saatlerce sorguya çekecektir. Sen onları tanımıyorsun, Tarık. Ve inan bana, tanımak da istemezsin.”

Üzgünüm, Dalya, ama bu şartım tartışılmaz.”

Tartışılmaz mı?”

Kesinlikle. Bak, ben seninle sanki yanlış ve utanç verici bir şey yapıyormuşuz gibi gizlice evlenmek istemiyorum. Ben babanın evliliğimizi bereketlemesini istiyorum. Bütün ailenin bu evliliği bereketlemesini istiyorum.”

Kız alaycı bir kahkaha atarak, “Sana bol şanslar dilerim, Tarık. Ama bu isteğinde başarılı olamayacaksın” dedi.

Tarık ise, “İnan bana, ben babanı idare edebilirim” diye yanıt verdi.

Bunu niçin isteyesin ki?”

Çünkü insanın ailesinden daha önemli bir şey yoktur, Dalya.” Kızın yanağını okşayarak sözlerine devam etti: “İnan bana. Ailemi geri getirmek için her şeyimi verirdim. Bu benim için artık olanaksız. Ama senin için öyle değil.”

Dalya, “Neyin içine girdiğini bilmiyorsun, Tarık” diye uyardı. “Gerçekten, bilmiyorsun.”

Tarık, kız belki de haklı diye düşündü. Ama Dalya’nın kendisi deneyin içine girdiğini henüz bilmiyordu. Dalya’ya –sırası geldiğinde–bütün gerçeği anlatmak zorunda kalacaktı. Ama henüz bunun zamanı gelmemişti. İlk önce evlilik teklifini ve (Petra’ya) Ürdün’e gitmelerini kabul etmesi gerekiyordu. Ancak o küçük ve güvenli kasabayavardıklarında, müfettiş Lemieux, Goddard ve Claudette Remzi’nin katillerinden uzakta olduklarında Dalya’ya bütün gerçeği itiraf etmeyi düşünebilirdi. Kesinlikle daha önce olmazdı.

Dalya, “Senin için bu kadar önemli demek” diye konuştu.

Tarık, kızın gözlerinin içine bakarak, “Evet, gerçekten çok önemli” dedi.

Dalya en sonunda, “Peki, dediğin gibi olsun” dedi. “Ne zaman gitmemizi istersin? Yılbaşı haftasından önce birkaç günlük iznim var.”

Hayır, o kadar uzun beklemeyelim. Hemen şimdi gidelim.”

Dalya, “Ne?” diye karşılık verdi. “Sen çıldırdın mı? Şimdi gidemeyiz!”

Tarık, “Neden olmasın?” diye sordu. “Ailene bir sürpriz yapalım.Onları ani bir baskınla şaşırtalım. İnan bana, en iyi saldırı taktiği budur. Seni gördüklerine öylesine sevinecek ve şaşıracaklar ki, seni oraya getirdiğim için beni beğenip övecekler.”

Dalya, “Bilmiyorum” dedi. “Bu hafta tekrar uçuşum var. Ve ertesi hafta tamamen doluyum.”

Tarık, “İşyerine evleneceğini söyle” dedi. “İzin hakkın vardır, değil mi? Onu kullan. Biraz da kendin için yaşa!”

Dalya, “Ama bir türlü anlayamıyorum. Bütün bu acelen niye? Ailemi beş altı yıldır zaten görmüyorum. Kendimi bu iş için kafaca ve duygusal açıdan hazırlayana dek neden birkaç hafta daha beklemiyoruz?”

Tarık, “Hayır, olmaz” diye ısrar etti. “Sana söylediğim gibi, seni seviyorum ve sensiz bir gün bile yaşayamam. Haydi, hemen şimdi toparlanıp gidelim. Elinde bu yüzükle kapıdan içeri girdiğinde, ailenin yüzünde belirecek şaşkınlık ifadesini bir düşün…”

Pırlanta yüzüğü dikkatlice kutudan çıkarıp Dalya’nın parmağına geçiriverdi. Yüzük son derece göz kamaştırıcı görünüyordu, Dalya da öyleydi. Genç kız bunun farkına varır varmaz, yumuşadı ve Tarık’ın önersini kabul etti.



39


eni nişanlılar öğlen vakti Ritz Oteli’nden ayrıldı ve bir taksiyle Mısır’ın kuzeyindeki bir liman kenti olan Nuveybe’ye doğru yol almaya başladı. Bu arada öğle yemeği yemiş ve Dalya’nın ailesi için hediyeler satın almışlardı. Bunun ardından Ürdün’ün en güney ucundaki Akabe Limanı’na giden deniz otobüsü için iki kişilik gidiş-dönüş bileti almışlardı. Gemi saat üçte limandan ayrıldı ve deniz yolculukları sadece bir saat sürdü. Akşam yemeği vakti Petra’ya ulaşmış ve Dalya’nın çocukluğunun geçtiği evin önünevarmışlardı bile.

Dalya, belki de yüzüncü kez, “Bunun gerçekten iyi bir fikir olduğundan emin değilim, Tarık” diye tekrarladı. Heyecandan karnına sancılar saplanıyor ve midesi bulanıyordu.

Tarık, “Her şey çok iyi olacak, inan bana sevgilim” diye onu yatıştırdı. Ellerini sıkıca tutup bavullarını taşımasına yardım etti. Kendisi de bu söylediklerinin gerçekleşmesini yürekten ümit ediyordu.

Apartmana girdiler ve merdivenle beşinci kata çıktılar. Artık Dalya’nın dairesinin kapısına varmışlardı. Genç kızın elleri titriyordu. Tarık cebinden çıkardığı temiz bir mendille kızın anlındaki terleri sildi.

Sonra ellerini avuçlarına alarak, “Seni seviyorum” diye fısıldadı.

Dalya onun gözlerine bakarken, endişesini giderecek bir işaret arar gibiydi. Aradığını bulduğu anda, “Ben de seni seviyorum” diye fısıldadı.

Tarık gülümsedi ve derin bir nefes alarak kapıyı çaldı.

İçerden gelen bir kadın sesi, “Nedim”diye bağırdı. “Kapıda birisi var. Beklediğin bir misafir mi vardı?”

Hayır, hayatım kimseyi beklemiyorum. Telefonda konuşuyorum, kapıyı sen açabilir misin?”

Elbette. Bir dakika bekleyin lütfen, geliyorum.”

Dalya fısıltı gibi bir sesle, “Bu konuşan annem, Rima” dedi.

Babanın ismi de Nedim, öyle mi?”

Evet.”

Dalya’nın avuçlarında tuttuğu elleri biraz daha sıkıldı. Kıza verdiği nişan yüzüğünü takmadığı dikkatini çekti. Bu konuda bir şeylersöylemek üzereydi, ama buna zamanı kalmadı. Belki de Dalya haklıydı. Böylesine önemli bir haberi kızın ailesine hazırlıksız vermek doğru olmayabilirdi. Öncelikle başarması gereken –buna hayatta kalmak denebilirdi– çok daha acil işleri vardı.

Kapı aniden açıldı. Bayan Rima Nur yıllardır yüzünü görmediği kızıyla karşı karşıya duruyordu. Bayan Nur ellili yaşların ortasındaydı. Saçları biraz beyazlamış, hafif kilo almıştı, ama hâlâ oldukça çekiciydi. Tarık, Dalya’nın güzel gözlerinin annesine benzediğini fark etti.

Yıllardır görmediği kızını karşısında bulan Bayan Nur’un heyecandan nefesi kesildi. Şaşkınlıkla ellerini ağzına götürdü. Adeta bir hayalet görmüş gibiydi, hayretten konuşamıyordu. Bir anlık bir duraksamadan ve gözlerini birkaç kez açıp kapadıktan sonra gücünü toplayıp konuştu: “Dalya, kızım. Gerçekten sen misin?”

Evet, anneciğim benim. Seni özledim.”

Bayan Nur, “Ah, bebeğim benim”diye ağlamaya başladı. “Ben de seni çok özledim. Tanrı seni bereketlesin, yavrum benim. Seni neçok özledim!”

Seni seviyorum, Anne.”

Ben de seni yavrum. Ben de seni.”

Bayan Nur kollarını açarak kızına sarıldı. Ana kız öpüşüp koklaşırken ikisinin de gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Tarık geriye çekilmiş, bu duygusal anı saygıyla izliyordu. Ana kızın birbirine duyduğu derin sevgi ve şefkatten açıkça etkilenmişti. Onların yıllar sonra yeniden kavuşması Tarık’a kendi ailesini, özellikle annesini ne kadar özlediğini hatırlattı.

Tarık’ın kalbi hızla çarpıyordu ve bir an için kendisini orada istenmeyen ve gereksiz bir yabancı gibi hissetti. Bayan Nur kendine gelip orada durduğunu fark ettiğinde acaba nasıl bir tepki gösterecekti? Belki de onun orada olduğunun farkında bile değildi. Kendisini taksi şoförü ya da bavulları taşıyan birisi sanmış olabilirdi. Tarık kim olduğunu ve orada bulunma nedenini açıkladığı zaman ne söyleyecekti? Daha da önemlisi, Bay Nur kızıyla Tarık’ı birlikte gördüğünde ne yapacaktı? Dalya’nın söylediği gibi gerçekten bir zorba mıydı? Tarık bu konuda hiçbir şey bilmediğinin farkına vardı. Ailesi bir yana, Dalya’yı bile çok az tanıyordu. Ama bunları düşünmenin bir anlamı yoktu. Nasılsa birazdan ne tür insanlar olduklarını öğrenme fırsatını bulacaktı.

Dalya nihayet, “Anneciğim, sana bir şey söyleyeceğim” diye söze başladı. Bir yandan da Tarık’ın mendiliyle annesinin gözyaşlarını siliyordu.

Söyle, yavrum?”

Anne, seni birisiyle tanıştırmak istiyorum.”

Tarık gülümsedi. Bayan Nur’un yüzünü ise yeniden bir şaşkınlıkifadesi kapladı.

Ah, özür dilerim. Ben sandım ki…”

Dalya, Tarık’ın elini tutarak, “Önemli değil, anneciğim” dedi. “Seni Tarık Cemil ile tanıştırmak istiyorum. Beni bunca yıl sonra eve gelmem ve sizi görmem için yüreklendiren kendisidir.”

Bayan Nur, “Gerçekten mi?” diye sordu ve devam etti. “O zaman, Tarık Cemil, siz dualarıma yanıt oldunuz. Lütfen, lütfen içeriyebuyurunuz. Hep birlikte bir çay içelim.”

Tarık saygıyla gülümseyerek, “Çok iyisiniz Bayan Nur. Dalya’nın kime çektiğini şimdi anlıyorum” dedi.

Ayakkabılarını çıkartıp eve girdiler. O sırada kapı eşiğinde Dalya’nın babası belirdi.

Bu gürültü de nedir, Rima? Telefonda karşımdakinin sesini işitemiyordum…”

Cümlesinin tam ortasında Dalya’yı fark etti ve aniden durdu. Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kaldı. Birden gözlerine yaşlar dolmaya başlamıştı. Sonra tek bir söz etmeden kollarını kızına doğru açtı. Dalya da koşarak ona sarıldı. Baba kız kucaklaşıp ağlamaya başladılar. Bay Nur, “Küçük kızım en sonunda geri döndü. Dalya en sonunda evine geldi. Teşekkürler İsa Mesih. Şükürler olsun ya Rab. Sen gerçekten duaları işiten ve yanıtlayan Tanrı’sın. Adına yücelik olsun!” diye konuştu.

Tarık boğazının düğümlendiğini hissetti. Kendisini tutmasaydı, o da gözyaşlarına boğulacaktı. Bu eve gireli henüz birkaç dakika geçmemişti bile, ama yine de tüm hayatı boyunca hiç tatmadığı bir sevgiye tanık olmuştu.

Nedim kızına sarılmaktan ve öpmekten kendisini alıkoyamıyordu. Aynı zamanda sürekli olarak İsa Mesih’e şükran ve yücelik sunuyordu. Kızları sanki mezarında dirilip geri dönmüş gibi seviniyordu. Tarık bu benzetmenin birçok yönlerden yerinde olduğunu tahmin edebiliyordu.

Biraz zaman geçtikten sonra annesi, “Dalya” dedi.

Dalya gözlerindeki yaşları silerek, “Efendim, anneciğim?” diye yanıt verdi.

Bayan Nur, Tarık’a doğru bakarak kaşlarıyla işaret etti.

Dalya babasına doğru dönerek, “Ah tabii, unutmuştum” derken, onun gözlerindeki yaşları artık sırılsıklam olmuş mendille sildi. “Baba, benim için çok özel olan birisiyle tanışmanızı istiyorum. Bu beyefendi, Tarık Cemil. Eve geri dönüp sizleri görmem için ısrar etti. Ben de gelmek istiyordum, ama sanırım biraz… korkuyordum. Beni tekrar gördüğünüzde nasıl bir tepki vereceğinizi önceden kestiremiyordum. Bana ne kadar kızdığınıza pek emin değildim. Ama Tarık insanın ailesinden daha önemli bir şey olmadığını söyledi. Bana buraya kadar eşlik etmeyi ve evime güvenle ulaşmama yardımcı olmayı teklif etti.”

Bay Nur, Tarık’ın gözlerine dikkatle baktı. Tarık kendini savunmaya hazırdı. Bu bakışlarda öfke, kuşku ya da yargılayıcı bir ifade görmeyi bekliyordu. Gün boyunca kendisini bunun için hazırlamıştı.Oysa umduğunun aksine, Dalya’nın babasının büyük bir minnettarlık içinde olduğu gördü.

Bay Nur şöyle dedi: “Sizi henüz tanımıyorum, genç adam. Ama bana büyük bir armağan verdiniz. Kızımı en sonunda geri getirdiniz,bu yüzden size sonsuza dek minnettarım. Tanrı sizi bereketlesin, oğlum. Lütfen kalıp bizimle birlikte akşam yemeği yiyin. Bizim evimizsizin eviniz sayılır. Başımızın üzerinde yeriniz var.”

Tarık bu sıcak ve konuksever karşılama üzerine şaşırdı; daha doğrusu söyleyecek söz bulamadı. Rahat bir nefes almak istedi, ancak yine de yolunun üzerinde kendisini bekleyen mayınlar olduğunubiliyordu. Kendisini kimlerin takip ettiğinin düşündüğünde, ruhundaki sıkıntı yeniden başladı.



40


üfettiş Goddard Beyrut polis merkezindeki sorgulama odasında, küçük bir masanın başında Rami Akat’ın tam karşısında oturmaktaydı.

Müfettiş sigara içiyordu, ama Rami’ye teklif etmemişti. Masada yeni yapılmış bir fincan kahve vardı, ama Rami’ye bundan da ikrametmemişti. Onun yerine bir teknisyenin Rami’yi “yalan makinesine”bağlamasını izliyordu. Müfettiş kendisini, Mervan Akat’ın biricik kardeşinden gerek duyduğu en fazla bilgiyi mümkün olan en kısa süre içinde alabilmek için hazırlamıştı. Teknisyen hazır olduğunu bildirdiğinde, Goddard teyp kaydını başlattı.

Sözlerine şöyle başladı: “Yanlış anlaşılma olmaması için sizi bir kez daha ikaz ediyorum. İfadenizde yalnızca doğruları söyleyeceğinize dair yemin etmiş bulunuyorsunuz, bunu biliyorsunuz, değil mi?”

Rami omuz silkti.

Lütfen evet ya da hayır diyerek cevaplayın. Ve anlaşılır bir şekilde konuşun ki, söyledikleriniz teybe düzgün olarak kaydedilebilsin.”

Peki, evet, yemin ettim.”

Çok iyi. O zaman başlayabiliriz. İsminiz ‘Rami Akat’ mı?”

Öyle olduğunu siz de biliyorsunuz.”

Evet ya da hayır diye cevaplayın.”

Evet.”
Akat ve Ortaklarışirketinin ortaklarından mısınız?”

Elbette.”

Lütfen Bay Akat, evet ya da hayır diye cevaplayın.”

Evet.”

Bu kuruluş özel güvenlik şirketi midir?”

Bir güzellik salonu olmadığı kesin.”

Belki de durumun ciddiyetini henüz kavrayabilmiş değilsiniz, Bay Akat. Sorularıma cevap vermeyi reddettiğiniz için sizi hapse atabilirim. Ayrıca bana yalan söylediğiniz için de sizi hapse atabilirim. Bu yüzden davranışlarınıza lütfen dikkat edin ve bana biraz daha yardımcı olmaya gayret edin. Anlaştık mı?”

Rami yine omuz silkti.

Şimdi lütfen söyleyin, şirketiniz Orta Doğu bölgesinde çalışan üst düzey yöneticilere güvenlik hizmeti mi sağlıyor?”

Evet.”

Ortağınız aynı zamanda erkek kardeşiniz olan Mervan Akat mıdır?”

Evet.”

Kardeşiniz Refik Remzi tarafından kızının öldürülmesi ve karısının kaçırılması olayını araştırmak üzere mi görevlendirilmişti?”

Evet.”

Şirketinize bu iş için başlangıç olarak, yapılacak harcamalar artı500.000 Avro mu ödenmişti?”

Rami şaşırdı.

Bunu nasıl biliyorsunuz?”

Evet ya da hayır, Bay Akat – ve hâlâ yemin altında olduğunuzuhatırlatırım.”

Rami en sonunda, “Evet” diye yanıt verdi.

Kardeşiniz Mervan herhangi bir şekilde Remzi’nin kızının öldürülmesi ve eşinin kaçırılması olayına karıştı mı?”

Hayır!”

Remzi ailesine şantaj yapmaya hiç teşebbüs etti mi?”

Hayır.”

Şu anda Remzi ailesine şantaj yapmaya çalışıyor mu?”

Hayır!”

Goddard oturduğu yerden, kalkarak odanın içinde dolaşmaya başladı. “Öyle mi? Eğer öyleyse, size şunu sormama izin verin lütfen. Refik Remzi’nin öldürüldüğü gün kardeşiniz Claudette Remzi’nin hangi ülkede olduğunu biliyor muydu?”

Rami irkildi. Saniyeler geçiyordu, ama ondan bir yanıt gelmedi. Rami sadece gözlerini kapatmış, sessizce oturuyordu.

Goddard soruyu yineledi, “Evet, sizi dinliyorum. Biliyor muydu?”

Rami yine tek bir söz etmedi.

Benimle oyun oynamayı bırakın, Bay Akat. Ya bu soruşturmayayardım edersiniz ya da hapse girersiniz. O zaman bütün mal varlıklarınıza el koyulur. Bu kadar basit. Şimdi, tekrar soruyorum:

Bay Remzi’nin öldürüldüğü gün, kardeşiniz Bayan Remzi’nin hangi ülkede olduğunu biliyor muydu?”

Evet.”

Bu ülke Brezilya mıydı?”

Rami Goddard’ın topladığı bu bilgi karşısında yeniden şaşkınlığauğradı.

İsteksizce, “Evet” diye yanıt verdi.

Kardeşinizde Bayan Remzi’nin Sao Paolo’daki bir bankada çekilmiş resmi bulunuyor muydu?”

Evet.”

Mervan Akat, Bayan Remzi’nin kullandığı banka hesap numarasını biliyor muydu?”

O aşamada evet – fakat öncesinde…”

Sadece evet ya da hayır, Bay Akat.”

O zaman, evet.”

Brezilya’da Sao Paolo yakınındaki dağlık bölgede Akat ve Ortaklarıtarafından görevlendirilen bir düzineden fazla adamınız var mı?”

Rami bir şey söylemedi. Goddard bütün bu söylediklerinin onu sarstığının farkındaydı. Edindiği bilgiler oldukça sağlamdı; kaynakları ise güvenilirdi. Rami yakında bülbül gibi şakımaya başlardı.

Evet, Bay Akat, var mı?”
“Evet, var.”

Bu adamlar silah taşıyor mu?”

Evet.”

Bu adamlar bu sabah sizi arayıp Bayan Remzi’ye ne yapmalarını istediğinizi sordu mu?”

Goddard, Rami’nin yüzündeki şok ifadesi gerçekten her şeye bedel diye düşündü.

Ama siz anlamıyorsunuz, ben…”

Adamlarınız sizi aradığında, ‘Bu kadını ne yapmamızı istiyorsunuz?’ diye size sormadılar mı?”

Demek telefonlarımı dinliyordunuz.”

Evet, dinledik. Onlar size aynen bu soruyu sormadı mı?”

Evet.”

Ve siz de cevaben, ‘Şimdilik hiçbir şey yapmayın. Konu karışık,en kısa zamanda size bildireceğim’ demediniz mi?”

Evet, dedim.”

Bay Akat, kardeşinizle birlikte Claudette Remzi’nin kaçırılmasını planladınız mı?”

Rami heyecanla, “Hayır”diye itiraz etti.

Bu işi kendi başınıza mı tasarladınız?”

Hayır.”

Gerçekten mi? Ama kadının nerede olduğunu biliyorsunuz?”

Evet.”

Ve adamlarınız onun evden ayrılmasına izin vermiyor, bu da doğru, öyle değil mi?”

Evet, doğrudur.”

Bütün bunlara rağmen benim, kardeşinizle birlikte bu işte masum olduğunuza inanmamı bekliyorsunuz?”

Evet, kesinlikle.”

Ama bunu yapmam çok zor, Bay Akat. Size başka bir şey soracağım. Kardeşiniz geçen hafta Fas’ın Kazablanka Kenti’nde miydi?”

Evet.”

Orada bir zamanlar evlilik teklifini geri çeviren Rana Favaz adlıbir kadını ziyaret etti mi?”

Evet.”

Ve şu anda Bayan Favaz ve ev arkadaşı öldürülmüş bulunuyor mu?”

Ama Mervan’ın bunu yapmış olmasına imkân yok – siz yanlış adamın peşindesiniz…”

Goddard sorgulamanın denetimini kaybetmek istemiyordu. Bu nedenle kızgınlıkla, “Susun!”diye bağırdı. “Siz yalnızca benim sorularımı cevaplayın ve talimatlarımı yerine getirin. Aksi takdirde geceyi nezarethanede geçirirsiniz! Anlaşıldı mı?”

Rami kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu.

Goddard sordu: “Kardeşiniz hâlâ Mısır’da mı?”

Rami sessizce oturmayı yeğledi.

Goddard yeniden sordu: “Kardeşiniz halen Kahire’de mi bulunuyor?”

Ama Rami hiçbir şey söylemedi.

Kardeşiniz Mısır’dan ayrılıp başka bir ülkeye gitti mi?”

Rami büyük bir kararlılıkla yanıt vermeyi reddediyordu; bu da Goddard’ı gittikçe öfkelendiriyordu.

Biricik kardeşiniz cinayet suçundan aranıyor, Bay Akat. Onu bulacağız. Bunu yaptığımız zaman, onu görür görmez vurmayacağımıza dair size bir teminat veremem. Bu yüzden eğer onu canlı görmek istiyorsanız, bana yardımcı olmanızı tavsiye ederim. O zamana dek hapiste kalacaksınız.”



41


edim Nur iri yapılı bir adamdı. Kocaman gözleri, kocaman elleri ve kocaman bir kahkahası vardı. Nedim artık ağlamayı kesmiş, gülüyordu. Tarık ise yavaş yavaş rahatlamaya başlamıştı.

Bayan Nur onlar için hoş geldin ziyafeti hazırlarken, kocası da Tarık’a küçük evlerini gezdirdi. Nur ailesinin yaşadığı yer üç yatak odalı, sade döşenmiş mütevazı bir daireydi. Ayrıca, küçük bir mutfağı ve yemek masasının da durduğu geniş bir salonu vardı. Salona en az on beş yirmi kişiyi ağırlayacak kadar koltuk ve sandalye yerleştirilmişti. Duvarlardaki raflar baştan aşağıya kitaplarla doluydu. Tarık bu kadar çok kitabı üniversite kütüphanesinin dışında başka bir yerde görmemişti. Her yerde çerçevelenmiş aile fotoğrafları ve kilise törenlerinden resimler vardı.

Nedim, Tarık’a Dalya’nın bebeklikten, liseden mezuniyet dönemine dek resimlerinin bulunduğu albümü gösterdi. Daha sonra Dalya’nın erkek kardeşi Elias’ın liseden mezuniyetini ve Ürdün Hava Kuvvetleri’ne katılışını gösteren resimleri çıkardı. Elias askeri pilot olmuştu ve İngiltere’de Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde eğitim görmekteydi. O artık büyümüş, bir asker, bir yüzbaşı olmuştu ve Dalyabunların hiçbirini görememişti. Dalya evden uzakta kaldığı ve kendisine gönderilen elektronik posta mesajlarına ve mektuplara yanıt vermediği için sürekli olarak özür diliyordu, ama babası bunların önemli olmadığını söyledi.

Pastör Nur kollarını biricik kızının omzuna atarak, duygu yüklü güçlü bir sesle, “Bunların hepsi geride kaldı, yavrum” dedi. “İsa Mesih seni affediyor. Ben nasıl affetmem? Kutsal Kitap’ın bize neler söylediğini hatırla: ‘Çünkü gökler yeryüzünden ne kadar yüksekse, kendisinden korkanlara karşı sevgisi de o kadar büyüktür. Doğu batıdan ne kadar uzaksa, O kadar uzaklaştırdı bizden isyanlarımızı. Bir baba çocuklarına nasıl sevecen davranırsa, RAB de kendisindenkorkanlara öyle sevecen davranır”(Mez.103:11-13).

Dalya utangaç bir sesle, “Teşekkürler, baba” dedi. “Bu sözlerin benim için gerçekten çok büyük anlam taşıyor.”

Baba kız yeniden kucaklaştılar. O sırada Bayan Nur kahve, meyve ve çerez getirdi. Çok geçmeden mutfaktan oturma odasına dek gelen iştah açıcı kokular arasında neşeli bir sohbete başlamışlardı.

Tarık havayı koklayarak, “Mutfakta galiba Fas usulü kuzu güveci yapılıyor, acaba yanılıyor muyum?” diye sordu.

Bayan Nur, “Evet, iyi bildiniz. Umarım beğenirsiniz!” diye yanıtverdi.

Tarık ise, “Bayılırım” dedi. “Bir zamanlar…”

Birden kendini tuttu, çünkü bir zamanlar Rana’nın en sevdiği yemekti diyecekti. Ancak bu son derece yersiz ve budalaca bir laf olurdu.

Nedim, “Bir zamanlar neydi?” diye öğrenmek istedi.

Tarık bir faciadan kıl payı kurtulmaya çaba göstererek yalan söyledi. “Yani, bir zamanlar Marakeş’te önemli bir müşterim vardı. Ne zaman ziyaretine gitsem beni evine davet eder ve eşi de benim içim harika bir Mrozia(kuru üzüm ve karanfille yapılan bir Fas tatlısı) pişirirdi. Her düşündüğümde ağzım sulanır.”

Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz, Tarık büyük bir suçluluk duygusuyla sarsıldı. Bir Tanrı adamının evinde konuk olarak bulunuyordu ve şimdiden yalan söylemeye başlamıştı. Ama daha sonra tümyaşamının şu aşamada zaten bir yalandan ibaret olduğunu düşündü.

Bayan Nur, “Aslında MroziaDalya’nın da en sevdiği yemektir” diye söze katıldı. “Ama o evden ayrıldığından beri yapmadık…” Gözlerinde yeniden yaşlar belirmişti.

Bayan Nur birden duygularına hâkim olamadı; izin isteyerek mutfağa kaçarken bir yandan da gözyaşlarını önlüğüne silmekteydi.Bu olaydan etkilenen Tarık iki gerçeğin farkına vardı– Dalya’nın uzun süre evden ayrı kalışının acısı çok derindi ve onun hakkında çok az şey biliyordu. Dalya’nın en sevdiği yemekler, müzikler, filmler ve TV programları nelerdi hiçbir fikri yoktu. Tek bildiği Dalya’nın Naguib Mahfouz’un romanlarını, seyahat etmeyi ve bir de kendisini sevdiğiydi.

O zaman aralarındaki ilişkiyi konuşmanın dışında tutması gerektiğini birden fark etti. Nur ailesi bir nişan haberi almaya henüz hazırdeğildi. Bunun için vakit çok erkendi. Ama kendisine Dalya ile nasıltanıştığını mutlaka soracaklardı. Onunla bir partide tanışıp birlikte marihuana içtikten sonra doğrudan yatağa girdiklerini söyleyemezdi elbette. Aile ne zamandan beri tanıştıklarını öğrenmek isteyecekti. Tarık’ın gelecek için planları neydi bilmek isteyeceklerdi. Tarık onlara cevaben, “Hapisten ya da öldürülmekten kurtulmak” diyemezdi.Bu ve benzeri sorular sürüp gidebilirdi.

Tarık’ın bütün bunlara verecek tatmin edici yanıtları yoktu. Söyleyeceği her şey yalan olacaktı. Bunları düşündükçe, bu iyi ve konuksever insanlara yalan söylemeyi hiç de istemediğinin farkına vardı. Bu yüzden sadece kendisini ve de onları korumak için gerekliolan yalanları söylemeye karar verdi.

Nedim konuyu değiştirmek amacıyla sordu: “Tarık, ne iş yaparsınız? Müşterileriniz dünyanın hangi ülkelerinden? Avrupa, Fas, Mısır ve Lübnan?”

Tarık rahat bir nefes aldı. İşte saatlerce konuşabileceği bir konu açılmıştı. Bu konuda ev ödevini çok iyi hazırlamıştı.

Ben bilgisayar danışmanlığı yapıyorum, efendim” diye başladı. “Bankaların, sigorta şirketlerinin ve çokuluslu diğer kuruluşların bilgi işlem merkezlerini bilgisayar korsanlarına, virüslere ve benzeri saldırılara karşı korumak üzere güvenlik yazılımları geliştiriyoruz.”

Dalya’nın babası yüksek sesle güldü. “Tanrı sizi bereketlesin, Tarık. Söylediklerinizin hiçbiri hakkında bilgim yok. Ama dürüst bir yaşam sağlayan bir işe benziyor.”

Kesinlikle öyledir, efendim.”

Konu böylece kapandı. Mesleği hakkındaki sorular böylece tamamlanmıştı. Ama Nedim şimdi daha farklı konulara yöneliyordu, bu da Tarık’ı endişelendirmeye başlamıştı.

Nedim Nur kahvesinden bir yudum alıp, “Konuşmanızda biraz Lübnan aksanı fark ediyorum. Beyrut’ta mı doğdunuz?” diye sordu.

Tarık içten içe irkildi. Onlara geçmişine dair gerçekleri anlatmakciddi bir hata olurdu. Gerçeği söylemediği takdirdeyse, her söylediğiyalanı daha sonradan hatırlaması gerekecekti. Aslında geçmişini örtecek tatmin edici bir öykü hazırlamamıştı, çünkü buna hiç gerek duymamıştı. Dalya da kendi geçmişinden söz etmek istemediği için,Tarık’a anne babasının öldürülmesi dışında fazla soru sormamıştı. Tarık dikkatli olmadığı takdirde, Nedim bütün geceyi bu konuyu irdeleyerek geçirebilirdi. Bu arada Bayan Nur ve Dalya da sorularıyla konuşmaya katılabilirdi. Bu ise göze alamayacağı kadar tehlikeli birtuzağa dönüşebilirdi.

Ama ne yapabilirdi? Bu evde en azından birkaç gün geçirmek durumundaydı. Onlara bir şeyler anlatması gerekecekti.

Tarık yapılacak en iyi şeyin, atak bir taktik uygulamak olduğunakarar verdi. Soruların karşıdan gelmesini beklemeden, o soracaktı. Konuşmayı kendisi yönlendirecekti. Bir konu seçmesi ve konuşmaları o yönde sürdürmesi gerekiyordu. Bu konu denetleyebileceği ve Nedim ile birlikte saatlerce konuşabilecekleri bir konu olmak zorundaydı. Ama ne olabilirdi? Tarık’ın geçmişine ve Dalya ile olan ilişkisine değinmeden hangi konu üzerinde saatlerce konuşabilirlerdi?