II. Kısım

14


laudette Remzi dağın eteklerindeki büyük villanın havuz başında bikinisiyle Sao Paolo güneşinin keyfini çıkarırken, bir yandan pina coladasını yudumluyor, bir yandan da genç bir erkek hizmetliye omuzlarına ve sırtına Hindistan cevizi yağı sürdürüyordu.

Claudette özgürlüğünü yeni kazanmış bir kadın rolü oynamaya gayret etse de, bütün düşünceleri gelişmekte olan olaylara odaklanmıştı. Endişe içinde her an gelecek yeni haberleri bekliyordu. Gizlice “firavun” adını taktığı o zorba kocasına artık katlanmak zorunda değildi. Kocası ölmüştü. Peki ya özel detektife ne olmuştu? O da ölmüş müydü? O ölmüş olsa bile, bir başkasının bu konuda bilgisi var mıydı? O detektif ölmeden önce acaba bir başkasıyla konuşmuş muydu?

Uydu telefonu çalmaya başladı. Yattığı yerden kalktı ve hizmetliyi uzaklaştırdı. Tamamen yalnız olduğuna emin olduktan sonra, telefonu açtı ve sordu: “Güvenli bir hatta mısınız?”

Hattın ucundaki ses, “Elbette. Beni aptal mı sanıyorsunuz?” dedi.

İşi şansa bırakamayız. Nelerin tehlikede olduğunu siz de biliyorsunuz.”

Risk alan yalnızca siz değilsiniz.”

O zaman işi hallettiniz demek?”

Pek sayılmaz.”

Ne demek istiyorsunuz?”

Kocanız öldü. Ama Mervan Akat kurtuldu.”

Bu nasıl olur? Tam üç ekip tutmuştum.”

O çok yetenekli bir adam.”

Daha iyi olduğunuzu sanıyordum.”

Onu bulacağız.” Ses onu temin edercesine konuşmayı sürdürdü:“Ve onu öldüreceğiz. Ama daha fazla zaman ve paraya ihtiyaç var.”

Kadın dişlerinin arasından, “Kesinlikle olmaz” diye söylendi. “Size bir cent daha fazla ödemiyorum. Bana her ikisinin de öleceğinisöylemiştiniz. Ben bunun için ödeme yapmıştım. Gerisi sizin sorununuz.”

Bir şey unutuyorsunuz, Bayan Remzi.”

Claudette, “Bana bu şekilde hitap etmeyin” diye karşılık verdi. “O isimden nefret ettiğimi biliyorsunuz.”

Hattın ucundaki ses devam etti, “Her neyse, nerede olduğunuzu ve neler yaptığınızı çok iyi biliyorum. Ayrıca, hayatınızın geri kalanını hapiste geçirmenizi sağlayacak kadar bilgiye ve kanıta sahibim.”

Kadın beklemeden karşılık verdi: “Beni suçlayacak herhangi bir kanıt sizi de suçlayacaktır, unutmayın.”

Sahi mi? Bunu göreceğiz elbette, öyle değil mi?”

Claudette ayağa kalktı ve havuzun çevresinde dolaşmaya başladı.Yüzü öfkeden kızarmıştı.

Hangi cüretle beni tehdit ediyorsunuz? Ben değil miyim ki…”

Hattın öbür ucundaki ses sözlerini keserek, “Susun!” dedi. “Sanmayın ki işin tam ortasında sorumluluklarından kurtulmaya çalışan ilk “müşteri” sizsiniz. Bu tür insanlarla uğraşmanın yollarını iyi biliriz.”

Claudette, “Geri çekilmeye çalıştığımı zannetmeyin, ben sadece kararlaştırılan miktarın üzerinde bir ödeme yapmak istemiyorum, o kadar” dedi.

Bu iş neye mal oluyorsa ödemek zorundasınız, aksi takdirde yaşamınızla ödersiniz. Anlaşıldı mı?”

Claudette korkuyla irkildi. Adamın çok ciddi olduğunu ve söylediklerini yapabileceğini iyi biliyordu. Öldürülmek istemiyordu. O sadece her zaman hak etmiş olduğu özgürlüğün ve zenginliğin tadınıçıkarmak istiyordu. Brigitte’in öldürülmesi elbette feciydi, ama bu konuda ne ödeme yapmıştı, ne de böyle bir şeyin olmasını istemişti. Şimdi birden üvey kızıyla aynı kaderi paylaşabileceği korkusuna düştü.

Peki” diyerek içini çekti, “Bu işi bitirmek için daha ne kadar paraya ihtiyacınız olacak?”



15


ana Favaz çığlık atmamak için elleriyle ağzını kapadı.

Bütün bedeni dehşetle sarsıldı. Gördüklerine inanamıyordu. Mervan Akat’ı en az altı aydır görmemişti. Mervan’dan uzakta yeni bir başlangıç yapmak, yeni bir yaşam kurmak için Paris’ten ayrılmış veKazablanka’da çalışmaya başlamıştı Mervan kendisini nasıl bulmuştu? Buraya niçin gelmişti? Ve Mervan’a ne olmuştu böyle?

Rana bir eliyle pembe geceliğinin yakasını kapatırken, yere eğilerek öbür eliyle Mervan’ın nabzını ve ateşini kontrol etti. Mervan baygındı, ama yaşıyordu ve yüksek ateşi vardı. Rana, gömleğindekikan lekelerini görüp ceketini yavaşça açtığında durumunun ne kadarkötü olduğunu fark etti. Tüm gücüyle, “Leyla!”diye fısıldadı. Komşuları uyandırmak istemiyordu. “Leyla, çabuk gel!”

Gecenin yarısında uyandırılmaktan hoşlanmayan oda arkadaşı isteksizce yatağından kalktı ve sendeleyerek oturma odasına girdi. Sonra kapının eşiğinde yerde yatan adamı gördü.

Leyla, “Bu da kim?” diye sordu.

Rana, “Mervan Akat” diye yanıt verirken, bir yandan genç adamıyavaşça sırt üstü döndürmeye çalışıyordu.

Leyla’nın nefesi kesilir gibi oldu: ”Mervan bu mu?Ama sanmıştım ki… burada ne arıyor?”

Rana, “Tanrı bilir, ama bak omzundan vurulmuş” diye yanıt verdi.

Vurulmuş mu?”

Leyla’nın yüzünde korku ve dehşet ifadesi belirdi.

Rana, “Yardım et de onu içeri alalım” dedi.

Leyla, “Sen deli misin? Bunu yapamayız. Hemen polis çağırmalıyız” diye karşılık verdi.

Rana ise kararlı bir sesle, “Hayır!” dedi.

Ama niçin?”

Daha sona açıklarım.”

Leyla, “Hayır, şimdi söyle” diye ısrar etti.

Rana, “Sesini yükseltme” diye fısıldadı.

Leyla ısrarla tekrarladı,“Bana şimdi anlatmalısın.

Rana, “Bunu yapamam. Burada koridorun ortasında anlatamam.”

Leyla, “O zaman bu adamı evime sokmak için sana yardım etmeye hiç niyetim yok bilesin” dedi.

Rana ise onu, “Bizimevimize” diye düzelterek, konuşmasını sürdürdü. “Unutma ki, kiranın yarısını da ben ödüyorum.”

Ama kontratta benim adım yazıyor. Ayrıca kendisinden kurtulmak için Fransa’dan kaçtığın bir adam yüzünden ne hapse girmek, ne evimden olmak istemiyorum.”

Rana durup oda arkadaşının gözlerine baktı. Her ikisi de hemşireydi. Aynı hastanede ve aynı bölümde çalışıyorlardı. Rana, Mervan’a gerekli tıbbi yardımı verebileceklerinden pek emin değildi, ama denemek zorundaydılar.

Rana, “O ölüyor, Leyla. Onu ölüme terk edemeyiz” dedi.

Leyla ise direterek, “Bu konuda haklısın. O zaman polise haber verelim, onlar gereğini yaparlar” diye yanıt verdi.

Leyla eve girip telefona doğru yöneldi, ama Rana ardından gidipkolunu yakaladı.

Kısılmış dişlerinin arasından, “Senden bir dost olarak rica ediyorum” dedi.

Bırak beni.”

Rana Leyla’yı kolundan kendine doğru çekip, “Yardım edecek misin?” diye sertçe sordu.

Leyla ısrarla, “Beni bırak dedim.”

Rana, “Peki, bana yardım etme. Ama ben de yarın sabah ilk iş olarak Dr. Hamit’e gidip dün gerçekten hasta olmadığını söyleyeceğim” dedi.

Leyla’nın gözleri kısıldı.

Bunu yapamazsın.”

Rana, “Nedenmiş?” diye sordu. “Sana arka çıktım. Arkadaşım olduğun için sana destek oldum, hastaneye telefon edip grip olduğunu söyledim. Dr. Ramiz bütün hafta boyunca İspanyol erkek arkadaşınla Tenerif’te su kayağı yaptığını öğrendiğinde ne diyecek acaba?”

Leyla, “Yalan söylediğin için seni de işten atacaktır” diye yanıt verdi.

Rana, Leyla’nın kolunu bükerek, “Belki” dedi. “Ama babana Rauf’tan bahsettiğimde ne yapacak acaba? Yasakladığı halde, ikinizin gizlice buluştuğundan haberi var mı? Aynı otel odasında birlikte kaldığınızı biliyor mu?”

Leyla kolunu hızla kurtardı ve Rana’dan uzaklaştı.

Peki, sana yardım edeceğim. Sadece Rauf konusunda çeneni sıkı tutu. Eğer babam öğrenirse…”

Karşıdaki daireden açılan elektrik düğmesinin sesi geldi ve kapının altındaki aralıktan dışarı ışık huzmesi süzüldü. O zaman Bayan Bedevi’nin ayaklandığının farkına vardılar. Komşuları arasında en gürültücü ve en dedikoducu olan Bayan Bedevi idi. Mervan’ı göz ucuyla dahi fark ettiği takdirde, derhal polis çağırır ayrıca bütün apartmanı ayağa kaldırırdı.

Rana, “Acele edelim” diye fısıldadı.

Her ikisi de minyon ve zayıf olan genç kızlar Mervan’ı kollarından ve ayaklarından tutup güçlükle içeri soktular. Ardından kapıyı kilitlediler. Nefesleri yerine geldiğinde genç adamı oturma odasındaki divanın üzerine yatırıp üzerini battaniyelerle örttüler.

Rana ilk yardım çantasını getirmeye koşarken, Leyla da temiz havlu almaya gitti. Mervan’ın yanına döndüklerinde, Rana battaniyeleri kaldırdı, Mervan’ın kot ceketini çıkartıp kana bulanmış tişörtünü makasla kesti. Her ikisi gördükleri şeyden irkildiler.

Leyla, “Yarası iltihap toplamaya başlamış bile” dedi.

Rana elindeki termometreye bakarak başıyla onayladı: “40° C derece ateşi var.”

Rana yüzeye çıkmaya çalışan çelişiklerle dolu duygu selini bastırmaya çalışırken, o andaki acil işine odaklanmaya gayret ediyordu.Çantadan steril bir bisturi ve gazlı bez çıkartıp yarayı temizlemeye koyuldu. Ardından yaranın üzerine bir miktar antiseptik sürdü. Bu çok acı veriyor olmalıydı, ama Mervan hiç kımıldamamıştı bile.

Leyla oda arkadaşının sevmediğini söylediği bu adamın hayatınıkurtarmak için bütün gücüyle çalıştığını izlerken, “Rana, onu bir doktora götürmeliyiz” dedi. “Eğer götürmezsek ölecektir. O zaman her ikimiz de ölümünden sorumlu tutuluruz.”

Rana, “Götüremeyiz” diye yanıt verdi.

Niçin?”

Rana gözyaşlarını silerek, “Eğer yapabilseydi, zaten polise ya dahastaneye kendi giderdi. Başı büyük dertte olmalı. Yoksa niçin buraya, bana gelsin? Bunun başka bir nedeni yok” dedi.

Birinin peşinde olduğunu mu düşünüyorsun?”

Bilmiyorum.”

Leyla, “Ama seni nasıl buldu?” diye sordu. “Ben sanıyordum ki…”

Rana bütün olasılıkları düşünmeye çalışarak, “Bilmiyorum. Daima çok becerikli biri olmuştur” dedi.

Ama ya ona bu hale sokanlar onun gibi becerikliyseler? Ya onuöldürmek için buraya gelirlerse? Anlamıyor musun? O zaman bizi de öldürürler.”

Rana ağlama krizinin eşiğindeydi. Leyla haklıydı. Mervan ölüyordu ve ona yardım etmek hayatlarına mal olabilirdi. Ama ayrılıklarının nedeni ne olursa olsun, hiçbir şey umurunda değilmiş gibi dedavranamazdı.

Yatak odasına koştu.

Leyla, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

Rana geceliğini aceleyle çıkartıp attı ve hemşire üniformalarını ve ayakkabılarını giydi. Sonra hastane kimlik kartını ve cüzdanını alarak kapıya yöneldi.

Leyla, “Nereye gittiğini sanıyorsun” diye tekrarladı.

Hastaneye.”

Delirdin mi?”

Tıbbı malzeme almam gerekiyor.”

Ne diyorsun sen? Ne malzemesi?”

Antibiyotik, kan suyu (plazma), ağrı kesici – bilirsin işte o tür şeyler.”

Saat gece yarısını geçti.”

Biliyorum. Yirmi dakika içinde dönerim.”

Bu adamın yirmi dakikası olmayabilir.”

O zaman acele etsem iyi olur.”

Leyla, “Ama senin bu tür malzemeyi hastane dışına çıkarmaya yetkin yok” dedi.

Rana kapının yanındaki dolaptan paltosunu kapıp aceleyle giydi.

Başka çarem yok ki.”

Ya yakalanırsan?”

Dikkatli olurum.”

Hayır, bu yaptığın son derece tehlikeli.”

Rana, “Senin başka bir önerin var mı?” diye sordu.

Leyla, “Bırak Rauf’u arayayım. O zaten hastanede.”

Ne?”

Bu hafta boyunca gece nöbetinde çalışıyor.”

Rana itiraz etti. “Hayır. Mervan konusunu ikimizden başkakimse bilmemeli.”

Kimseye bir şey söylemeyecektir.”

Teşekkürler, Leyla. Gerçekten minnettarım. Ama bu işi tek başıma halletmeliyim.”

Leyla, “Niçin?” diye sordu. “İşini, yaşamını, sahip olduğun her şeyi tehlikeye atıyorsun, hem de kim için? Mervan Akat için? Evlenmek istemediğin bir adam için. Bu aptallık. Evlenme teklifini reddetmişsin. Yüzüğü geri vermişsin. Bir daha onu görmek istemediğini söylemiştin. Bütün bunları bana kendi ağzınla anlattın.”

Rana anahtarlarını çantasından çıkarırken, “Evet, biliyorum anlattım” dedi. Sonra dönüp Leyla’nın yanağına bir öpücük kondurdu.“Ama nedenini sana asla açıklamamıştım. Eğer bilseydin, beni anlardın. Yakalanmamam için dua edeceğine söz ver.”

Leyla yumuşak bir sesle, “Söz veriyorum” dedi.

Ve Rana birden gözden kayboldu.


16


ana kısa süre sonra hastanenin arka kapısının yakınında park edecek bir yer buldu. Binanın yan girişlerini denedi, ama hepsi kilitliydi. Hastanenin hem önündeki hem de arkasındaki kapıları denedi,ama onlar da gece olduğu için kilitlenmişti. İçeriye girmekiçin bir tek acil odasının girişini kullanabilirdi. Bu da güvenlikten geçmesi anlamına geliyordu. Bu arada birilerinin onu görüp konuşma ihtimali oldukça yüksekti. Hiçbir neden olmadığı halde, o gece hastaneye giriş yaptığı kaydedilecekti. Saatine baktı. Başka bir seçeneği yoktu.

Kapıdaki görevli kimlik kartını kontrol ederken, “Sizi gecenin bu saatinde görmeye alışkın değilim, Bayan Favaz,” dedi.

Rana, “Dr. Ramiz eve telefon etti ve kendisine bazı malzemeler getirmemi rica etti” diye uydurdu.

Adam, “Her şey yolunda mı?” diye sordu.

Rana, kalbi hızla çarparken, “Önemli bir şey değil” diye yanıt verdi. “Yarın birkaç hasta ziyareti yapması gerekiyormuş, ilaçların hepsini yanına almadığını fark etmiş. İki dakikada geri dönerim.”

Yardım ister miydiniz?”

Yok, sağ olun.” Bir meslektaşını kandırmak ve kariyerini tehlikeye atmak Rana’yı son derece rahatsız ediyordu. “İşim uzun sürmez.”

Koruma görevlisi, “Elbette, lütfen şurayı imzalayın” dedi.

Adam ziyaretçi defterini genç kıza doğru uzattı ve imzalayacağı yeri gösterdi. Rana bir an için kaleme ve önündeki sayfaya bakakaldı ve yaptıklarının olası sonucunu düşünerek irkildi.

Görevli onun duraksadığını fark ederek, “Bir sorun mu var, Bayan Favaz?” diye sordu.

Rana gözlerini kırpıştırdı ve esnermiş gibi yaptı.

Hayır, hayır, sadece düşündüğümden daha yorgunmuşum.”

Sonra kalemi alıp imzasını atmaya çalıştı, ama kalemin mürekkebi bitmişti.

Bu kalem yazmıyor” dedi.

Emin misiniz, biraz sallasanız?”

Rana kalemi salladı, ama bir işe yaramadı.

Adam, “Bak şu işe. Alın benimkini kullanın” dedi.

Görevli kendi kalemini almak üzere elini ön cebine attı, ama kalemi yerinde değildi.

Adam, “Hiç anlamadım” diye söylenerek masanın üzerinde ve altında kalemini aramaya başladı. “Daha bir dakika önce buradaydı.”

Rana tekrar saatine baktı.

Aslında, biraz acelem var da. Bir koşu yukarı çıkıp Dr. Ramiz’in istediği o malzemeleri alabilir miyim?”

Görevli o anda yere eğilmiş kalemini arıyordu.

Biraz rahatsız olmuş ve dikkati dağılmış olarak, “Hiçbir şey anlamıyorum… hem de en sevdiğim kalemdi” diye mırıldanıyordu.

Rana adamdan bir yanıt alamayacağını anlamıştı. Mervan’a ve asıl önemlisi fikrini değiştirip onları ele vermeden bir an önce Leyla’nın yanına geri dönmesi gerekiyordu. Asansöre baktı, ama sonra fikrini değiştirdi. Asansörle çıkmak daha uzun zaman alırdı. Merdivenlere yöneldi ve 3. katta çalıştığı hemşireler bölümüne doğru koşar adımlarla çıkmaya başladı. Güvenlik görevlisiyse hâlâ kalemini arıyordu.

Sahanlık penceresinden içeriye göz attı. Kat çok sakin görünüyordu. Masa başında oturan bir hemşire görüyordu; bir diğeri ise etrafta dolaşıyordu. Acele etmesi gerekiyordu. Rana anahtarlarını kontrol edip doğru anahtarı buldu ve fırladı. Kapıyı açıp süratle malzeme dolabına yöneldi. Kapağı açıp içeri daldı. Aradığı şeyleri bulup çantasına tıkıştırdığı anda ayak seslerinin yaklaşmakta olduğunu duydu. Hemen ışığı söndürüp malzeme raflarından birisinin arkasında yere çömeldi.

Odanın kapısı açıldı. Işık tekrar yandı ve birisi ıslık çalarak odayagirdi. Rana’nın kalbi ağzına geldi. Bu gelen Leyla’nın erkek arkadaşı Rauf idi. Onun burada ne işi vardı? Yoksa Leyla ona telefon mu etmişti? Ne olduğunu ona anlatmış mıydı?Bu heyecan Rana’ya neredeyse dayanılmaz geliyordu. Gecenin bu saatinde orada malzeme dolabının içinde bulunmasının hiçbir haklı gerekçesi yoktu. Eğer onu ele verirse…

Bu korkunç bir düşünceydi. Hemen aklından uzaklaştırmaya çalıştı. Bir yandan nefesini tutup yere büzülürken, rafın altından Rauf’un hareket eden ayaklarını görebiliyordu. Rauf ıslık çalarak raflara malzeme yerleştiriyordu. Orada olduğunu fark etmemiş gibi görünüyordu. Onu aramıyordu bile. Sonra birden ışıkları söndürüp dışarıçıktı.

Rana derin bir nefes verdi. Heyecandan titriyordu. Birkaç dakikadaha, bir başkası gelir mi diye bekledi. Ama her yer sessizdi. Yavaşça ayağa kalktı ve karanlıkta bir şey devirmemeye gayret ederek adım adım kapıya yaklaştı. İstediklerini almıştı. Başka bir aksilik daha olmadan oradan uzaklaşmanın zamanı gelmişti.

Başını uzatıp çevreyi yeniden kontrol etti. Ortalıkta kimse yoktu.Çantasını göğsüne bastırarak merdivenlere doğru koşturdu ve üç katırüzgâr hızıyla indi. Zemin kata vardığında yavaşlayarak biraz soluklandı. Ardından hızlı ve kararlı adımlarla güvenlik noktasına doğru yürüdü ve portatif televizyondan film seyretmekte olan görevliyle göz göze gelmemeye çalışarak dışarı çıktı.

Ön kapıya varmıştı ki, bir bağırışla yerinde dondu kaldı, “BayanFavaz, durun!”

Rana öylece kaldı.

Bağıran güvenlik görevlisiydi. Onu yakalamıştı. Ama ne yaptığını nasıl anlamıştı?

Korkudan nefesi kesiliyor, başı dönüyordu. Hiperventilasyon nöbeti geçirmek üzere olduğunun bilincindeydi. Ama elinden ne gelirdi? Koşup kaçamazdı. Onu hemen yakalarlardı. Eğer şanlıysa, onusınır dışı ederlerdi, ama eğer… hayır, bunu düşünmek bile istemiyordu.

Yavaşça geriye dönüp soğukkanlı görünmeye çalıştı, ama tüm ümidini kaybetmişti. Çaresizlikten ve korkudan sinmiş gibiydi. Şimdi artık kendi kaderine olduğu gibi, Mervan’ın ve Leyla’nın kaderlerine de razı gelmeliydi. Hepsi de yasaları çiğnemişti; şimdi de bedelini ödemek zorundaydılar. İşler bu noktaya nasıl varabilmişti?

Güvenlik görevlisi durup ona bakıyordu, ama yüzünde öfke yerine gülümseme vardı.

Bayan Favaz, bakın, kalemimi buldum! Haydi, gelin, hem girişinizi hem de çıkışınızı imzalayın lütfen.”

Adam gülerken, Rana da gözyaşlarını tutmaya çalışıyordu. On dakika sonra eve varmıştı.

Leyla, “Niçin bu kadar geciktin?” diye sordu.

Elimde olmayan bazı sorunlar çıktı.”

Ne çeşit sorunlar?”

Halledemeyeceğim türden değildi. Her şey yolunda.”

Leyla, “Hayır, Rana” dedi. “Her şey yolunda değil.”

Ne demek istiyorsun?”

Mervan’ın ateşi kırk derecenin üzerine fırladı.



17


abah güneşi Marsilya üzerinde yükselmeye başladığı sıralarda havaalanındaki bir temizlik görevlisi taksi şoförünün cesedini buldu.On beş dakika sonra bölge polisler tarafından çevrilmişti. Saat 7:30’da, Monte Carlo’daki müfettiş Jean-Claude Goddard’ın cep telefonu çalmaya başladı.

Goddard bütün geceyi geçirdiği ofisinde kestirirken zil sesiyle uyandı. “Evet, evet. Ne vardı? Sahi mi… nerede? Bölgeyi kontrol altına aldınız mı? Hayır, hayır, bir helikopter buluruz, geldiğimizde her şey hazır olsun. Aferin, iyi iş başardınız.”

Gerekli hazırlıkları yapması için Colette DuVall’e emir verdiktensonra, Lemieux’yü aradı ve haberi verdi. Bir iz bulmuşlardı.

Goddard yüzüne sıcak su çarptı, dişlerini fırçalayıp saçlarını taradı ve çalışma masasının çekmecesinden temiz bir gömlek çıkarıp giyindi. Sonra kimlik kartını, silahını, cüzdanını ve anahtarlarını alıp binanın girişinde DuVall ile buluştu. Arabayla helikopter alanına Lemieux’la buluşmaya gidiyorlardı.

DuVall aracı boş sokakta hızla sürerken, “Berbat görünüyorsunuz” dedi.

Daha da berbat hissediyorum” dedi Goddard.

Dün gece eve gitmediniz mi?”

Goddard notlarını karıştırırken, “Nasıl gidebilirdim ki?” dedi. “Mervan hakkında daha fazla bilgi toplayabildiniz mi?”

Saat dörtte size gönderdiğim elektronik posta, şu ana dek erişebildiğimiz tek bilgiydi. Ama bugün saat 10:00’da Paris ve Beyrut iletelefonla konferans görüşme yapacağım. Bir şeyler öğrendiğimiz anda size haber veririm.”

DuVall aracı park alanına çekti. Helikopter çalışır vaziyette her an kalkmaya hazır bekliyordu. Goddard dışarı çıkıp evrak çantasını aldı. Dönen pervanelerinin gürültüsü arasında, “Benim yerimi almakistemediğinizden emin misiniz?” diye bağırdı.

DuVall ise, “Bütün günümü İskelet’le geçirmek mi? Çok cazip, ama almayım, kalsın” diye yanıt verdi.

Goddard bağırarak karşılık verdi: “Çok komik. Mervan’a dair daha fazla bilgi toplamaya bakın – hem de çabuk.”

Baş üstüne.”

Birkaç dakika sonra müfettiş Lemieux geldi ve havalandılar.

Helikopter kalktıktan birkaç dakika sonra, Lemieux konuşmaya başladı: “Peki, Mösyö Goddard. Bu Mervan hakkında neler biliyorsunuz, anlatın.”

Gösteri başlamıştı.

Helikopter Fransa semalarında uçmaya devam ederken, Goddard anlatmaya başladı. “Tam adı MervanEdipMusa Akat. Lübnan’ın Sayda Kenti’nde 14 Şubat 1978’de doğmuş. Babası Edip, bankacıymış, annesi Sare ise öğretmen. Aile 1973’te Beyrut’a taşınmış. Bunun dışındaki bilgiler oldukça eksik. Mervan’ın tek kardeşi Rami’nin 1982’de doğduğunu biliyoruz. Mervan’ın 1996’da orduya katıldığını, gösterdiği başarılarla üstlerinin dikkatini çekip terfi ettirildiğini ve seçkin askeri birliklerde hizmet ettiğini biliyoruz. Daha sonra gizli servise tayin edilmiş; 1998’de Savunma Bakanı’nın özel korumalığını yapmış, 1999’dan 2001’e kadar da Başbakan’ın koruma birliğinde görev almış.”

Goddard, DuVall’in gönderdiği elektronik postayı gözden geçiriyordu.

Daha sonra, 2003 yılında resmi görevinden ayrılmış ve Akat ve Ortaklarıadlı özel güvenlik şirketini kurmuş. Rami’nin ordudan ayrılışı da aynı tarihlere denk düşüyor. Bildiğimiz kadarıyla, yaptıkları işin çoğu şu anda Irak’ta faaliyet gösteren Batılı petrol şirketi sahiplerini ve çalışanlarını korumakla ve kaçırılan kişilerin izini sürmekle ilgili. Yakın zamanlarda, Libya’daki Batılı petrolcüleri koruma işine de girmişler. Görünüşe göre, Fortune dergisinde yayınlanan enbaşarılı 500 şirketten birçoğuyla Körfez bölgesinde çalışarak oldukça yüksek bir performans gösteriyorlar. İnternetteki sitelerinde şirkethakkında ayrıntılı bilgi yok, sadece iş yaptıkları müşterilerin listesi ve Beyrut’taki merkez ofislerinin irtibat adresi verilmiş. YardımcımColette DuVall dün gece Beyrut’u telefonla aramış, ama ofis kapalıymış. Bir saat sonra tekrar deneyecek.”

Lemieux hışımla, “Sadece bu kadar mı?” diye sordu.

Goddard adamın bu sert tepkisinden afallayarak, “Evet, şimdilik bu kadar” diyebildi.

İskelet aşağılayıcı bir ses tonuyla sözlerine devam etti: “Bunları bilmediğimi mi sanıyorsunuz? Bütün bunları merkez ofisimle yaptığım tek bir telefon görüşmesiyle öğrendim. Bu iş sadece beş dakikamı aldı. Sekreterim bile Mervan Akat hakkında sizden daha fazla bilgiye sahip, Mösyö Goddard. Monako’nun yapabileceklerinin en iyisi bu muydu? Tanrı muhtaç etmesin!

Goddard sinirlerine hâkim olmaya kararlıydı. Bir yumrukla bu herifin burnunu dağıtmayı istediği zamanlar olmuştu, ama şimdi soğukkanlı olmalıydı. Ayrıca gıcık olduğunu belli ederek, Lemieux’ye bu zevki yaşatmak istemiyordu.

Benden elimden geleni toparlamamı istemiştiniz. Birkaç saat içinde daha fazla bilgiye sahip oluruz.”

Birkaç saat içinde mi? O süre içinde Mervan Akat çoktan Japonya’da ya da Alaska’da olabilir. Zaman konusunda herhangi bir lüksümüz yok, Mösyö Goddard. Ortada serbestçe dolaşan bir katil var ve şu anda bizden tam dokuz saat önde gidiyor.”

Goddard boynundan başlayarak tüm suratının kızarmaya başladığını hissedebiliyordu. Kulakları yanıyordu. Orada bulunan herkes bu azarlamayı işitmişti. Kendisi de bir karşılık vermek istiyordu, ama şimdi bunun ne yeri, ne de zamanıydı.

Helikopter Marsilya’ya doğru yol alırken, Lemieux konuşmasınısürdürdü, “Merak ediyorum Mösyö Goddard. 1982 yılında Lübnan’ın işgali sırasında Mervan ve kardeşinin nasıl hayatta kalmayı başardıklarından niçin söz etmediniz? Onlar annelerinin kollarında evlerinin banyo küvetine saklanmış, çevrelerinde uçuşan şarapnel vecam parçalarından korunmaya çalışıyorlardı.”

Korkarım, bu konuda bilgim…”

Lemieux devam etti, “Ya da Rami’nin birinci yaş günü sırasındaMervan’ın iki amcasını ve yengesini çocuklarıyla birlikte havan topuateşiyle öldüklerini görmesinden? Mervan ve kardeşi birkaç yıl sonra kendi anne babalarının Beyrut sokaklarında araçlarına yerleştirilen bir bombayla öldürülmesine de tanık oldular, bunu da biliyor muydunuz?”

Goddard pencereden dışarı bakıp bir gece öncesinde yağan sağanak yağmurun çamura çevirdiği tarım arazilerini ve çıplak ağaçları seyretti.

Lemieux ısrarla yineledi, “Bilmiyordunuz, değil mi? Ya 3 Ocak 1993? Bu tarih size bir şey anımsatıyor mu?”

Goddard yanıtladı, “Hayır.”

Küçük düşürülmüştü. Daha da kötüsü Lemieux haklıydı. Daha fazla bilgi edinmiş olması gerekiyordu. Lemieux’nün önüne üç öğün yiyebileceği bir yemek yerine, ekmek kırıntıları koymaması gerektiğinin farkındaydı. Goddard adamın nasıl çalıştığını çok iyi biliyordu, bu konuda sadece kendini suçlayabilirdi.

Ne var ki, Lemieux’nün henüz onunla işi bitmemişti.

İskelet duygusuz bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü: “Mervanon beş yaşına girmek üzereydi, Rami ise on bir olmamıştı ki, daha sonra bir daha hiç söz etmedikleri, ama akıllarından hiç çıkmayacakbir gün yaşadılar. O günü bir daha hiç anmadılar – kendi aralarında bile. Bu davayı çözmek istiyor musunuz, Mösyö Goddard? O zamangerçek Mervan Akat’ı tanımanız gerekiyor. Bir insanın nasıl şantaja, cinayete ve teröre yönelebileceğini bilmek mi istiyorsunuz? O zaman onun kişiliğini biçimlendiren olayları ve davranışlarını yöneteniblisleri anlamakla işe başlamalısınız.”

Öykü Mervan’ın anne babasının öldürüldükleri gün başlıyor. Her şey o gün değişmişti, değil mi? Mervan birdenbire ağabeyliğin yanı sıra, küçük kardeşinin anne babası da olmuştu. Rami’ye bakacak başka hiçbir akrabaları kalmamıştı. Amcaları, yengeleri ölmüştü. Ailenin geri kalanı ise Lübnan’dan Amerika’ya ve Avrupa’ya kaçmıştı. Mervan’ın küçük kardeşinin bütün sorumluluğunu üstlenmesi gerekiyordu – onu beslemek, giydirmek, kötülüklerden korumak zorundaydı. Mervan, orduda bile Rami’yi kayırdı ve önünü açtı. Onun seçkin bir birliğe kabul edilmesini sağladı. Ona en aranılan görevlerin verilmesini sağladı. Hatta Başbakan yardımcısının koruma birliğine girmesini bile mümkün kıldı. Herkesin peşinde olduğu bu görev, ülkenin yönetim mekanizmasının tam bir adım arkasındaydı.

Ama niçin? Neyin peşindeydiler? Ülkenin yöneticilerinin güvenliğini sağlamak, onların aile ve çocuklarını kendi başlarına gelenkötülüklerden korumak gibi görevlerin asıl amacı dıştan görüldüğü gibi gerçekten onurlu muydu? Yapmayın Mösyö Goddard, bana bu kadar saf olduğunuzu söylemeyin.”

Goddard bir şey söylemedi. Tahammül sınırına gelmişti.

Lemieux ekledi: “Mervan Akat bunları vatan sevgisiyle yapmadı, Mösyö Goddard. Onu yönlendiren katıksız bir hırstı. İnanın bana. Hayatım boyunca onun gibilerin peşinde oldum. Ben onları bir bakışta tanırım. Mervan yalnızca kendine hak gördüğü şeylere sahip olmanın peşinde. Bir zamanlar elinden alınanların – gerçek zenginlik ve gerçek servetle birlikte gelen o dayanılmaz yenilmezlik duygusunun ardından gidiyor. Bu doymak bilmeyen adam, açlığını tatmin edebilmek için zengin ve güçlülerin sırtından geçiniyor. Önceleri onlarda sahte bir güven duygusu uyandırıp gözlerini boyuyor, daha sonra da kanlarının son damlasına kadar emiyor. Bu sözlerimi unutmayın, Mösyö. Mervan Akat İblis’in oğludur. O sadece soymaya, öldürmeye ve mahvetmeye gelir. Bu yüzden bir sonraki hamlesini yapmadan önce onu ele geçirmek zorundayız.”



18


oddard ve Lemieux Marsilya’ya indiklerinde, yerel yetkililer de oldukça önemli yeni bilgiler toplamıştı. Hep birlikte havaalanı güvenlik müdürünün ofisine gittiler ve güvenlik kameralarının kayıtlarını izlemeye başladılar.

Önce Mervan’ın taksiyle havaalanına girişini seyrettiler. Bir başka filmde ise, Mervan’ın birkaç dakika sonra terminalin içine girişi gösteriliyordu. Diğer kameralardan ise, emanet kasasını boşaltması,tuvalete girmesi, bilet ve uçuş kartını alması ve “Jack Cardell” olarak pasaport kontrolünden geçişi kaydedilmişti.

Goddard, “Çöpe attığı o şey neydi?” diye sordu.

Lemieux yanıtladı, “Kim bilir! Her şey olabilir.”

Goddard, yöneticiye dönüp, “Birinin o gece toplanan bütün çöpleri araştırması ve çöpe atılan o nesnenin ne olduğunu ortaya çıkarması gerekmiyor mu?” diye sordu.

Yöneticiyse, “Ama Mösyö, müfettiş haklı. Çöpe attığı herhangi bir şey olabilir” karşılığını verdi.

Goddard ısrar ederek, “Bu önemli bir şey de olabilir. Ne olduğunu bulun” dedi.

Bunun ardından Lemieux Mervan’ı kontrol noktasından geçiren jandarma şefini sorguya çekmeye başladı. Görüşmede adama o kadar yüklendi ki, Goddard zavallının sinir krizi geçireceğini sandı. Jandarma şefi derhal ücretsiz olarak işten uzaklaştırıldı.

Bilgisayar kayıtlarından, bir kişinin Lübnan’daki bir internet hizmeti sağlayıcısı kanalıyla Mervan’a Fas Kraliyet Havayolları’ndan bilgisayarda bilet rezervasyonu yaptığı ortaya çıktı.

Lemieux, “Mutlaka Mervan’ın kardeşidir” dedi.

Goddard ihtiyatlı bir sesle, “Şimdilik bundan emin değiliz” diye ekledi.

Lemieux, “Ondan başka kim olabilir ki?” diye sordu.

Goddard karşılık verdi, “Biz burada davayı oluşturacak bilgileri toplamaya çalışıyoruz. Bu bilgiler ise tahminlere değil, mahkemedekanıtlanabilir sağlam delillere dayandırılmalıdır. Eğer Mervan gerçekten suçluysa –ki böyle olmayabilir de– mevcut kanıtlardan daha fazlasına ihtiyacımız var. Şu anda elimizdekilerin hepsi ikinci derecekanıtlar.”

Lemieux böbürlendi, “Ben daha azıyla ne davalar kazandım.”

Goddard içinden şöyle geçirdi: “Ama daha çok kanıtla kaç tanesinin de rafa kaldırılmasına neden oldun.”

Lemieux, “Nasıl isterseniz öyle yapın. Ama ben katili bulmak için bir sonraki uçakla Kazablanka’ya gidiyorum. Sizin de Beyrut’agitmenizi istiyorum. Bileti kim ayırmış öğrenin. Ama kendinizi iyi koruyun, Mösyö Goddard. Akat kardeşler çok tehlikeli adamlar. Sizonlara yaklaştıkça, tehlike de artacaktır” dedi.



19


ervan? Mervan, beni işitiyor musun?”

Mervan uyanmaya çalıştı, ama gözkapakları kurşun gibi ağırdı. Bedeninin her yanı zonkluyordu. Yüzü ve saçları terden sırsıklam olmasına rağmen, soğuktan titriyordu. Battaniyeleri göğsünün üzerine iyice çekerek, yan dönüp bacaklarını karnına doğru çekti.

Mervan, benim –Rana– beni duyuyor musun?”

Evet, onu duyabiliyordu. Bu sesi seviyordu ve de çok özlemişti.

Rana ile çocukluktan beri arkadaştılar. Birlikte oynayıp birlikte gülmüşler ve Lübnan iç savaşında birlikte hayatta kalmayı başarmışlardı. Birbirlerinin doğum günlerini kaçırmazlardı. Okulda yan yanaoturmuşlardı. Bir seferinde apartmanlarının çatısında gizli bir yer yapıp içini –Rana için üzümlü, Mervan için portakallı– meyveli gazoz ve resimli romanlarla doldurmuşlardı.

İlk öptüğü kız Rana idi. Sinemaya ilk götürdüğü kız Rana idi. Filmde ne oynadığını hatırlamıyordu, ama görülmemek için salonunarka koltuklarında birbirlerine sokularak oturduklarını anımsıyordu. Film boyunca Rana’nın elini tutmuştu. Ama anne babaları flörte asla izin vermezdi.

Mervan o zamanlar, gelecekte evleneceği kızın Rana olduğuna kuşku duymuyordu. Ama on dört yaşındayken yaz tatili öncesinde bir gün, Rana kapılarını çalıp ona acı haberi vermişti. Babası yeni bir işe girmişti. İşyeri, Paris’teydi ve bütün aile o gece Fransa’ya uçuyordu. Üstelik bir daha geri dönmeyeceklerdi. Mervan, küçük kız gözlerinde yaşlarla ona veda ederken yanaklarından öptüğünde nelerhissettiğini unutmamıştı. Rana arkasını dönüp uzaklaşırken, boğazının düğümlendiğini ve yüreğinin sızladığını dün gibi anımsıyordu. O zamanlar bu cezayı hak etmek için Tanrı’ya karşı ne suç işledim diye düşünmüştü.

Rana, “Mervan” diye yine fısıldadı. “Gözlerini açabilir misin? Uyanman lazım.”

İşte tekrar, nefesinin sıcaklığını yanaklarında hissedebiliyor; parfümünün kokusunu alabiliyordu. Kızarmış gözleri açılmaya başladı ve birden onu gördü.

Mervan’ın yüzünde bitkin bir gülümseme belirdi.

Rana pembe geceliğini çıkarmıştı. Şimdi üzerinde bir hemşire üniforması vardı. Bir zamanlar uzun olan saçları şimdi omuz hizasındaydı. Yüzünde makyaj yoktu, ama böyle daha hoş, saf ve sevimli görünüyordu. Kahverengi güzel gözleri hatırladığından daha da büyüleyiciydi. O gözlere sadece bir kez bakmak bile, bütün bu çektiklerine değerdi. O anda son altı aydır taşıdığı yürek acısı birden yok olmuş gibi hissetti. Onun evinde olmak, divanının üzerinde yatmak, onun tarafından bakılmak ve çarpan yüreğinin sadece birkaçsantim ötesinde bulunmak doktorların verebileceği tüm ilaçlardan çok daha iyileştiriciydi.

Rana, “Mervan, beni duyuyor musun?” diye fısıldadı.

Mervan yorgun bir sesle, “Saat kaç?” diye sordu.

Mervan’ın başının zonklaması geçmeye başlamıştı bile. Kendini son aylardakinden çok daha huzurlu, güvende, sakin ve rahatlamış hissediyordu.

Rana saatine bakarak, “Sekize geliyor” dedi.

Mervan, odanın yarı açık perdelerine doğru bakarak, “Sabah mı?” diye sordu. “Ama dışarısı hâlâ karanlık.”

Rana, “Gece sekize geliyor. Koridorda bayıldıktan sonra bütün gün aralıksız uyudun” diye açıkladı.

Mervan, “Üzgünüm” diye fısıldadı.

Rana başıyla geçiştirdi ve elini Mervan’ın alnına götürdü. “Ateşin düşmüş gibi” dedi.

Mervan kısık bir ses tonuyla konuştu: “Her şey için özür dilerim.Biliyorum, istemiyordun ama...”

Rana parmağını şefkatle dudaklarına dokundurarak, “Sus. Sana bir şey söylemem gerekiyor.”

Mervan ne istersen söyleyebilirsin diye düşündü. İsterse ona gazetedeki ölüm ilanlarını ya da konserve kutusunun üzerindeki yazıları bile okuyabilirdi. Hiçbir şey umurunda değildi. Artık Rana’nın yaşamına tekrar girmişti ya, mutlu olması için bu ona yeterdi.

Rana bir an duraksadı. Mervan’ın gözlerine baktı, sonra derin bir nefes alarak, “Burada kalamazsın” dedi.

Mervan’ın kalbi duracak gibi oldu. Kendine, Bu duyduğum neydi?diye sordu. Biraz önce bana ne dedi? Elleri birden buz kesti. Konuşmaya çalıştı, ama ağzı kurumuştu. Sözcükler bir türlü ağzından çıkmıyordu.

Rana, “Konuşma, sadece dinle” diye fısıldadı.

Ama bunu yapamazdı. Rana’nın söyleyeceklerini duymak istemiyordu.

Seni seviyorum, Mervan. Sanırım beni ilk öptüğün günden, belki de ondan çok daha öncesinden beri seni hep sevdim. Ailemle birlikte Paris’e gittiğimizde, o zamana dek hayatımda hiç ağlamadığımkadar ağladım, çünkü bir daha seni göremeyeceğimi sanıyordum. Haftalar boyunca ağladım. Aileme beni senden uzaklaştırdıkları içinonlardan nefret ettiğimi ve oradan kaçmanın bir yolunu bulup seni arayacağımı söyledim.

Ama o zamanlar küçük bir kızdım, Mervan. Küçücük bir çocuktum. Ama ben büyüdüm, sen de büyüdün. Her ikimiz de değiştik, yollarımız ayrıldı ve farklı insanlar olduk. Ve geçen yıl elinde bir buket çiçekle birden ortaya çıktığında ve bana armağanlarla evlenmeteklif ettiğinde, beni korkuttun. Çünkü benim yeni, seninkinden çokfarklı bir yaşamım vardı ve bu yaşamı seviyordum. Beni seven dostlarım ve bana ilgi duyan bir erkek arkadaşım vardı.

Ama sen beni hediye yağmuruna tutmaya, sevgi dolu notlar göndermeye ve telefonla aramaya devam ettiğinde aklım karıştı. Onyıl boyunca seni unutmak, daha doğrusu geçmişe gömmek ve kendime yeni bir yaşam çizmek için elimden geleni yapmıştım. Bu davranışlarınla beni ne kadar çok sevdiğini göstermeye çalıştığını biliyordum ve bu da bir bakıma hoşuma gidiyordu. Ama gönderdiğin mektupları okudum, Mervan. Sen belki okumadığımı düşünüyorsun,ama hepsini okudum. Bana ne tür bir yaşam sürdüğünü anlatıyordun. Benim sürdürdüğün o şatafatlı yaşamından, sahip olduğun “varlıklardan” ve “önemli mevkilerdeki dostlarından” etkileneceğimi düşündün. Ama ben etkilenmedim. Aksine, o mektuplarda eski arkadaşımı tanımakta zorluk çektim.

Doğru dürüst evinde durmayan, sürekli tehlikelerle iç içe yaşayan ve yaşamını daha fazla riske attıkça daha çok para kazanan bir erkeğin eşi olmak istemiyordum. Tanrı yerine paraya, güce ve itibaratapan bir adamla evlenmek istemiyordum. Beni seven, benimle zaman geçirmek ve birlikte çocuklar yetiştirmek isteyen ve yaşamın enönemli olaylarına ciddiyetle yaklaşan bir insan istiyordum. Ve bu kişi de sen değildin, Mervan. Bir zamanlar belki öyleydin, ama artık öyle olduğunu sanmıyorum.”

Mervan sözcükleri dile getirebilmek için büyük bir güç sarf ederek, “Ama ben değişebilirim” dedi.

Rana serin elleriyle Mervan’ın yanan yüzünü okşayıp gülümsedi.

Rana, “Belki değişebilirsin, Mervan” dedi. Gözlerinde hiçbir suçlama belirtisi yoktu. “Ama dün gece yarısı yaralı bir durumda kapımın önüne yığıldın. Bense seni iyileştirebilmek için işimi tehlikeye attım. Bu sürdürmeyi istediğim türden bir yaşam değil.”

Mervan sordu: “Bu nedenle mi benden kaçtın?”

Rana sakin bir sesle yanıtladı: “Kaçmadım. Burada bir iş olanağıçıktı, ben de kabul ettim.”

O gece Paris’te birlikte yemek yiyecektik. Bir saat boyunca senin gelmeni bekledim. En sonunda erkek kardeşin gelip kenti terk ettiğini bildirdi.”

Belki de kardeşim durumu gerektiği kadar iyi idare edemedi.”

Mervan, “Ne bir not, ne bir veda. Birden yok oldun” dedi.

Rana, “Böylesi daha iyi olur diye düşünmüştüm. Başka bir yoldan sana istediğimi anlatmayı bir türlü başaramamıştım.”

Belki de bu işi sengerektiği kadar iyi idare edemedin.”

Rana, “Belki de” diye hak verdi. “Ama seni incitmek istememiştim.”

Ama incittin.”

Özür dilerim, Mervan. Gerçekten üzgünüm. Ama buraya gelmen bir hataydı.”

Gidebileceğim başka birini tanımıyordum.”

Başın ne kadar dertte?”

Yaramı gördün.”

Bunu sana kim yaptı?”

Bilmiyorum. Kendimi toparlayıp olayları netleştirebilmek için bir süre kalacağım bir yere ihtiyacım var.”

Rana, “Burası olmaz” dedi.

Mervan, “Neden olmasın? Sana ayak bağı olmam. Sadece kısa bir süreliğine.”

Rana başını sallayarak, “Bu doğru değil. Burası güvenli değil, ayrıca…”

Mervan, “Ayrıca ne…” diye ısrar etti. Aslında ne diyeceğini iyi biliyordu.

Beni bunları söylemeye mecbur etme, Mervan.”

Senin ağzından işitmek istiyorum.”

Lütfen, Mervan.”

Ama Mervan diretti; Rana’nın gözleri dolmaya başlamıştı.

Seni seviyorum, Mervan” dedi. “Ama senin istediğin gibi değil.Özür dilerim. Lütfen bu konuyu keselim.”

Mervan yavaşça başıyla onayladı. Birden odanın diğer köşesindegözlerinde yaşlarla kendilerini dinleyen Leyla’nın oturduğunu fark etti. Sonra kalan son gücünü toplayıp ayağa kalktı. Eşyalarını alıp kapıya doğru yönelirken, geri dönüp ilk aşkına baktı.

Yumuşak bir ses tonuyla, “Umarım aradığın erkeği bulursun, Rana. Mutluluğu hak ediyorsun. Söz veriyorum bir daha seni rahatsız etmeyeceğim.”

Rana’nın gözleri kızarmıştı. Alt dudağı titriyordu. Mervan, durumu onu için daha da zorlaştırmak istemiyordu.

Son olarak, “Beni iyileştirdiğin için sağ ol” dedi.

Garip bir essizlik oldu, ardından kapıyı açıp dışarı çıktı.

Rana birden, “Nereye gidiyorsun, Mervan?” diye sordu.

Ne fark eder ki?”

Genç kadın, “Benim için eder” dedi.

Gerçekten bilmiyorum. Belki Mısır’a, belki Körfez ülkelerindenbirine. Buradan uzak bir yer olsun da.”

Bu sözlerin ardında kapıyı yavaşça kapayarak oradan uzaklaştı.



20


ervan Akat, Rana’nın apartmanından dışarıya çıkıp amaçsızca yürümeye başladığında saat dokuza geliyordu. Nereye gitmesi gerekiyordu? Ülkede başka hiç kimseyi tanımıyordu. Bir otelde kalmayı da göze alamazdı. Peşinde olanların kısa zamanda Fas’ta olduğunu öğreneceğini iyi biliyordu; belki de Kazablanka’ya çoktan varmışlardı.

Hâlâ hafif bir ateşi vardı. Bedenindeki tüm eklemler ağrıyordu, üstelik kalbi de kırılmıştı. Rana’ya geri dönmekle ne büyük bir aptallık etmişti. Nasıl böylesine budala olabilmişti? Altı aydır korktuğu şeyin şimdi gerçek olduğunu öğrenmişti – kendine seçtiği yaşam biçimi sevdiği kadını kaybetmesine neden olmuştu. Bunun dışında başka bir şeyin önemi var mıydı?

Ümidinin kırılmasıyla birlikte peşindekilerden kurtulma isteği deazalmıştı. Karanlık düşüncelere dalmaya başladı – kendini öldürmeyi, bütün bu acılardan kurtulup dipsiz bir karanlıkta kaybolmayı düşündü. Ama ardından kendisini güvenliğe çıkarmak için var gücüyle çalışan ve dünyadaki tek dostu olan erkek kardeşini düşündü. Rami’yi asla terk edemezdi. Ailesi yaşasaydı kendisini asla affetmezdi. Her ne olursa olsun onların anısını lekeleyemezdi.

Ne yapmalıydı? Saat hızla ilerliyordu, ama ne kalacak bir yeri, ne de yardım isteyecek bir tanıdığı vardı. Tehlikeli adamlar peşindeydi ve hatalı bir adımı ölümle sonuçlanabilirdi.

Mervan birden kiraladığı aracı hatırladı. Arabaya binip o çevreden birkaç kilometre uzaklaştıktan sonra, tenha bir sokakta aracı terk etti. Anahtarları ise bagaja bıraktı. Sonra yoldan geçen bir taksiye binip tekrar Refik V Uluslararası Havaalanı’na gitti. Orada sahte kimliklerden biri adına çıkarılmış kredi kartıyla umumi telefonlardankardeşini aradı.

Rami, ben Mervan. Seni evden aradığım için özür dilerim.”

Ne yapıyorsun? Sana uydu telefonundan aramanı söylemiştim.”

Biliyorum, ama telefon almaya vaktim olmadı.”

Üstelik üç gün bekleyecektin. Daha bir gün bile dolmadı.”

Eve dönmem lazım.”

Niçin? Sorun nedir?”

Mervan, “Uzun hikâye” diye yanıtladı.

Ne kadar uzun olabilir ki, orada daha on iki saat bile geçirmedin.”

Bak, şu anda konuşmam mümkün değil. Sadece bana bir yer ayırt.”

Rami, “Hayır” dedi. “Beyrut iyi bir fikir değil. Şu an için değil.”

Niçin?”

Güvenli değil. Şu an için.”

Ben burada kalamam, Avrupa’ya da geri dönemem. Sao Paolo’ya gitsem?”

Rami yorgun bir sesle, “Çok komiksin” dedi.

Mervan sordu: “Neden olmasın? Hem de Claudette Remzi’nin bulunmasına yardım ederim.”

O konuyla sen değil, adamlarımız ilgileniyor.”

ABD olmaz mı?”

Asla vize alamazsın.”

Ya Kahire?”

Neden Kahire?”

Mervan, “Neden olmasın?” diye sordu. O sırada gözleri çıkış kapılarından birinin önünde toplanan Fas polisine takıldı. “O kentte ondört milyon insan yaşıyor. İnsan kalabalığı arasında kolaylıkla kaybolabilirim.”

Rami, “Niçin Kazablanka’da kalamıyorsun hâlâ anlamış değilim” dedi.

Mervan yanıt verdi: “Kalamam işte, sana daha sonra anlatırım.”

Nasıl istersen! Sana Kahire uçağı için bir yer ayırtacağım. Ne zaman gitmek istersin?”

Şimdi.”

Şimdi ne demek? Neredesin ki?”

Havaalanındayım.”

Sahi mi, dur bekle bir dakika.”

Ne oluyor?”

Fransız televizyonunda son dakika haberi geçiyorlar.”

Ne?”
Rami, “Taksiyi ve şoförün cesedini Marsilya’da bulmuşlar” dedi.

Mervan, “Başka ne diyorlar?” diye sordu. “Benden ya da Fas’tan söz ediliyor mu?

Rami, “Hayır, henüz değil” dedi. “Polis hâlâ ipuçları topluyormuş, henüz somut bir iz elde edememişler.”

Mervan, “Yalan söylüyorlar” diye karşılık verdi. “İzimi buldular,buradan hemen şimdi ayrılmalıyım.”

Kardeşi, “Haklısın” diye yanıt verdi. “Bileti hangi isme ayırtmamı istersin?”

Tarık Cemil adına ayırt.”

Rami bilgisayarda yeri alıp, “Tamamdır, başka bir şey var mı?” diye sordu.

Orada kalacak bir yere ihtiyacım olacak.”

Otel mi olsun?”

Hayır, bu çok tehlikeli olur. Beni kolaylıkla bulurlar.”

Rami, “O zaman ne istersin?” diye sordu.

Bana bir ev kirala.”

Ev mi, orada ne kadar kalmayı düşünüyorsun?”

Hiçbir fikrim yok, ama epey zaman alabilir.”

Rami alaycı bir sesle, “Ciddi olamazsın” dedi.

Neden olmasın? Sen kendi ağzınla söyledin, Rami. Beyrut’a geri dönemem. Claudette’in izini takip edemem. Başka nereye gidebilirim ki?”

Rami cevap vermedi.

Mervan devam etti: “Bana acilen kalacak bir yer bul – fiyatı ne olursa olsun fark etmez. Daha sonra da o adrese Fedex’le bir uydu telefonu, biraz nakit para ve bir miktar kartvizit gönder.”

Kartvizit mi?”

Oradaki varlığımı yasal gösterecek bir şeyler olsun.”

Rami, “Ne gibi?” diye sordu.

Bilmiyorum. Bir bilgisayar satıcısı… yok hayır, bir danışman olabilirim. Uyduruk bir şirket adı ve logosu yarat. Ayrıca hemen şimdi o şirket adına bir internet sitesi düzenle.”

Kardeşi, “Şaka ediyorsun, değil mi?” diye sordu.

Mervan ise, “Hey baksana, küçük kardeşler başka ne işe yarar ki!” diye karşılık verdi.



* * * * * * *



Mervan saat 23:30’da Mısır Havayolları’nın 848 sefer sayılı uçağına bindi. Uçak gece yarısını beş dakika geçe havalandı. Mervan, sabah 7:05’de Kahire’ye varmıştı, ama bunu nasıl başardığını hâlâ bilemiyordu.

Kimse onu durdurmamıştı. Kimse ona soru sormamıştı. Ortalıktaonu izleyen herhangi birisi de görülmüyordu. Niçin? Bu göklerden gelen bir armağan mı, yoksa onu yakalamak için kurulan bir kapan mıydı? Bir kapana pek benzemiyordu. Ama Tanrı şimdi ona niçin lütufkâr davranıyordu ki? Elinden onca şeyini –kariyerini, sevdiği kadını ve son yirmi dört saat içinde birçok kez neredeyse yaşamını–aldığı halde. Mervan bu olanlara bir anlam veremedi, ama şansını sonuna kadar kullanmaya kararlıydı.

Asıl önemli olan, oraya nasıl vardığı değil, orada ne yapacağıydı.Önce, isminin artık “Tarık Cemil” olduğunu unutmaması gerekiyordu. Pasaportunda da biletinde de bu isim yazıyordu. Ayrıca evi de buadla kiralayacaktı. Bu isme alışsa iyi olurdu. Artık Tarık Cemil gibi davranıp onun gibi düşünmeliydi. Ayrıca yeni kimliğiyle örtüşen inandırıcı bir öykü uydurması da gerekiyordu.

Havaalanı kalabalığı arasından kendine bir yol bulup ilerleyerek giriş vizesinin ücretini ödedi. Daha sonra bir taksi çevirip havaalanından birkaç kilometre uzaklıktaki Heliopolis (Giza), Oruba Caddesi’ndeki Sheraton Oteli’ne gitti. Otelde kalmaya niyeti yoktu. Sadece kardeşiyle konuşmak, karnını doyurmak ve bir sonraki adımlarını planlamak için birkaç saatliğine bir yere ihtiyacı vardı.

Otelin iş merkezine giderek bir görevli buldu.

Görevli kendisini görünce, “İyi günler efendim, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu.

Bir bilgisayar kiralamak istiyorum.”

Hay hay, efendim. Otel müşterisi misiniz?”

Hayır, ama burada bir iş arkadaşımla buluşacağım. Yanıma dizüstü bilgisayarımı almayı unutmuşum. Elektronik postalarımı kontrol etmem gerekiyor.”

Sorun değil, efendim. Bilgisayara kaç saatliğine ihtiyacınız olacak?”

Bir saat kadar.”

Memnuniyetle, efendim. Lütfen şu formu doldurunuz. İsminizi alabilir miyim?”

Mervan duraksamadan, “Tarık Cemil” diye yanıtladı.

Çok teşekkür ederim, Bay Tarık. Ayrıca kablosuz internet erişim kartı satın almanız da gerekecek, efendim.”

Ücreti ne kadar?”

Saati 45 Pound efendim.”

Tamam. Kredi kartı kabul ediyor musunuz?”

Birkaç dakika sonra, Tarık lobinin loş ve tenha bir köşesinde oturmuş portakal suyunu yudumluyordu. Sonra internete girdi ve hızlı mesajlaşma servisini açtı. Kardeşiyle yazışmaya başladılar.

Rami, orda mısın?... ben Tarık… başardım.”

Biraz bekledikten sonra kardeşinin yanıtı ekrana geldi.

Tanrı’ya şükür… iyi misin?”

İyiyim,… rahat oldu… evi ne yaptın?”

Hallettim sayılır.”

Anlamadım?”

Bir yer buldum, ama uzun süredir içinde yaşanmamış. Ev sahibibiraz tamir işi filan gerektiğini söyledi, ama eğer aldırış etmem diyorsan hemen bugün taşınabilirmişsin.”

Ne gibi tamir işi gerekiyormuş?”

Biraz boya, birkaç onarım işi, biraz temizlik –kim bilir– görmemim imkânı yoktu elbette.”

Ev nerede?”

Giza’da – havaalanının yakınında.”

Bu harika, ben de zaten şimdi oradaki Sheraton Oteli’ndeyim.”

İstediğin zaman ev sahibiyle yeni evde buluşabilirsiniz. Sanırımevi en sonunda kiraya verebildiği için sevinçli.”

Kiraları aylık mı ödeyeceğiz?”

Hayır, en az altı aylık peşin istiyor.”

İmkânsız… ona söyle ilk ayı nakit öderim, ama tamirleri bitirmeden önce hiçbir şey imzalamam. Ondan sonra altı aylık peşinatı düşünürüz.”

Tamamdır.”

İyi – başka bir şey var mı?”

Monte Carlo’daki soruşturmayla kim ilgileniyor, öğrendim”

Kimmiş?”

Aslında iki kişi var…. Biri başmüfettiş Jean-Claude Goddard…. Nice’de doğmuş, Monako’da büyümüş… 36 yaşında… detektiflerinşefi… zeki biri, iyi isim yapmış, saygıdeğer, evli ve bir kız babası… Diğerinin adı ise Marcel Lemieux… 62 yaşında… Grenoble’da doğmuş, Normandiya’da büyümüş, şimdilerde Paris’te başmüfettişlik yapıyor… ülkenin en başarılı polisi kabul ediliyor… ayrıca Avrupa’nın en iyi müfettişlerinden biri… AB’nin en zorlu soruşturmalarından birkaçını başarıyla sonuçlandırmış… iki kere boşanmış… hiç çocuğu yok.”

Fas’a giden de o değil mi?”

Nasıl bildin?”

Önsezi.”

Lemieux – birkaç dakika sonra Kazablanka’ya varmış olacak.”

Ya Goddard?”

O buraya, Beyrut’a geliyor, Mervan. Beni sorguya çekmeye.”

Şaka ediyorsun.”

Keşke ediyor olsam.”

Şimdi, hemen ülkeden ayrıl. Seni şimdi bulmalarına izin veremezsin – henüz olmaz.”

Ben kaçamam, Mervan. Burada kalıp şirketin işlerini yürütmek zorundayım.”

Ülke dışından yürütürsün. Bunu daha önce de yaptın.”

Sence nereye gitmeliyim?”

Bağdat’ta Exxon-Mobil şirketinin yöneticileriyle birlikte çalışanbir ekibimiz var, değil mi?”

Sen aklını mı kaçırdın? Sırf Monte Carlo’dan gelen bir polistenkaçmak için mi Irak’a uçmamı istiyorsun?”

Tarık kararlı bir sesle yanıtladı: “Kesinlikle, evet. Orada kalamazsın… eğer Goddard seni bulursa, sen de ona istediği bilgileri vermezsen, seni tutuklatır ve adalete engel olmakla suçlayarak Fransa’ya iade edilmeni sağlar… o zaman başına neler gelebileceğini Tanrı bilir... bunun olmasına müsaade edemezsin.”

Ya Goddard Bağdat’a kadar peşimden gelirse?”

Gelmez. O hayatta kalmayı tercih edecektir.”



21


arık Cemil” iki gün boyunca evden dışarı çıkmadı.

Hâlâ ateşi vardı, ama bir termometresi olmadığı için durumunun ne kadar kötü olduğunu bilmiyordu. Dışarı çıkıp bir doktor bulmaya değil, markete gitmeye bile hali yoktu. İştahı kalmadığı için, sadece Sheraton Oteli’nden getirdiği sodayı ve şişe suyunu içip vücudununsusuz kalmamasına gayret ediyordu. Bu arada Rana’nın hastaneden getirip sırt çantasına koyduğu antibiyotikleri ve diğer hapları alıyordu.

Rami ev hakkında şaka yapmamıştı. Oldukça büyük –hatta ihtiyacından daha geniş bir evdi– üç yatak odası, üç banyosu ve koskoca bir salonu vardı. Ama “biraz tamir gerektiriyor” demek, gerçeklerihafife almaktı. Bu ev 50’li yahut 60’lı yıllarda kuşkusuz ihtişamlı birmekân olmuştu. Ama Tarık o zamandan bu yana bir kez bile temizlenip temizlenmediğinden emin değildi.

Zeminden tavana dek her yeri toz kaplamıştı. Mutfak tezgâhları ve masası yağlı kir içindeydi. Duşlardan ikisi çalışmıyordu. Tuvaletlerden ikisi su kaçırıyordu. Mutfaktaki lavabo tıkalıydı. Fırın da arızalıydı. Radyatörlerin sadece biri sağlamdı. Geceleri oldukça soğukoluyordu. Ama Tarık ısıtıcıların hiçbirini çalıştırmayı başaramamıştı.

Dekorasyon da iç karartıcıydı. Duvarlara da bir sürü tablo asılmıştı. Bunların arasında Mona Lisa’nın minik bir reprodüksiyonu veTarık’ın “Kibirli İspanyol Kadını” adını taktığı büyük bir portre vardı. Yemek odasında ise sigara içen bir çocuğun resmedildiği birbirinin kopyası iki tablo asılıydı. Koridorda dört kedi yavrusunu gösteren kabartma bir resim vardı, ama kedilerden birinin yüzü içeri çökmüştü. Salonda Uzak Doğu’dan geldiği belli olan yarı ejderha yarı insana benzeyen üç bronz heykel vardı. Bir de hayvanat bahçesisakinlerini bir barın başında gösteren koskoca bir tablo asılıydı. Hepsinin üzerini kalın bir toz tabakası kaplamıştı.

Aslında bunların pek de önemi yoktu, ampullerin çoğunun patlakolması nedeniyle Tarık gündüz bile etrafını zorlukla görebiliyordu.

Ev sahibi derhal gerekli tamiratı yapıp evi temizleteceğine söz vermişti, ama Tarık dinlenip kendine gelmek istediği için birkaç gündaha beklemesini söylemişti. Tamircilerin ve temizlikçilerin gürültüsüne tahammül edecek hali yoktu. Ev sahibine, adamları Pazartesinekadar göndermemesini tembihlemişti. O zamana dek tek istediği kalın bir battaniye, temiz bir yastık ve yatabileceği rahat bir yataktı. İlkikisini bulamayan Tarık, sonuncusu için salondaki divanla idare etmiş ve sürekli uyumuştu.

Ancak üçüncü gün kapının çalmasıyla uyandı.

Tarık içgüdüsel olarak ilk önce silahına davrandı, ama sonradan artık bir silahı olmadığını anımsadı. Saatine baktı – vakit öğlen olmak üzereydi. Perdelerin kapalı olması, lambaların çoğunun iyi çalışmaması nedeniyle, evin içi oldukça karanlıktı.

Kapı bu sefer daha hızla çalınmaya başladı. Tarık’ın nabız atışlarıda hızlanmıştı. Kahire’de –hele Heliopolis’te olduğunu– hiç kimse bilmiyordu. Günlerden Perşembeydi. Tamircilerin ve temizlikçileringelme ihtimali yoktu. Ama kapı çalmaya devam ediyordu.

Tarık ayağı kalktı, eline küçük bir lamba alıp sessizce kapıya doğru yaklaştı. Yoksa kendisini bulmuşlar mıydı? Eğer öyleyse, niçin kapıyı çalıyorlardı? Eğer biri onu zorla ele geçirmeye çalışacaksa, elindeki bu lamba kendisine çok az koruma sağlayabilirdi. Ama mücadele etmeden teslim olmaya da niyeti yoktu. Kapı deliğinden dışarı baktığında derin bir nefes aldı. Kapıdaki, kardeşinin gönderdiği paketleri teslim etmeye gelen Fedex görevlisiydi. Kapıyı açtığında kuryenin kendisini şaşkınlıkla izlediğini fark etti.

Tarık Cemil siz misiniz?”

Tarık, “Evet” diye yanıtlarken, adamı böylesine şaşırtan şeyin, tıraşsız yüzü, kirli giysileri ve bitap görünümü olduğunu anladı.

Lütfen imzalayın.”

Tarık teslimat pusulasını imzaladı, adama bahşiş vererek paketlerini aldı. Hepsi de beklediği gibi Beyrut’tan geliyordu. İlk paketi yırtarken, doğum günü hediyesini açmakta olan bir çocuk gibi sevinçliydi.

Paketin içinde yepyeni bir uydu telefonu, yedek piller, şarj cihazıve kullanma talimatı vardı. Çıkan zarfta ise, 10.000 Mısır Pound’u ve bir miktar kartvizit vardı. Kartvizitin üzerinde, “Tarık Cemil, Genel Müdür, ICT Danışmanlık, Brüksel, Belçika” yazılıydı. Kartta ayrıca elektronik posta adresi, web sitesi, posta kutusu adresleri ve Brüksel alan kodlu bir telefon da yazılıydı.

Tarık uydu telefonunu şarja taktı ve kartta yazılı olan numarayı aradı.

Bir kadın sesi Fransızca olarak, “ICT Danışmanlığı aradığınız için teşekkür ederiz. Çağrınıza şu anda cevap verilemiyor. Lütfen isminizi, telefon numaranızı ve kısa mesajınızı bırakınız. En kısa zamanda sizi arayacağız” diyordu. Aynı mesaj, önce İngilizce ardından Almanca olarak tekrarlanıyordu. Rami her şeyi düşünmüştü.

Diğer paketin içinden deri bir evrak çantası çıktı. Tarık çantanın fermuarını açtığında, yepyeni bir Dell Latitude D800 marka dizüstübilgisayarı gördü. Ful aksesuarlı bu bilgisayara gerekli tüm donanımlar yüklenmişti. Paketin en altından ise, birkaç çift kot ve diğer pantolonlar, yeni tişörtler, kazaklar, çoraplar, iç çamaşırı, sabun, tıraş takımı, tırnak makası ve benzeri ufak tefek eşyalar çıktı.

Tarık’ı en fazla şaşırtan üçüncü paket oldu. En üstte en son model dijital bir avuç içi Radyo/TV alıcısı vardı. Kardeşi bu cihazı haberleri takip etmesi, özellikle de çevresini saran arama ağı hakkında güncel bilgiler edinmesini sağlamak üzere göndermiş olmalıydı. Pakette bunun dışında Kahire kent haritası ve internetten indirilen Mısır’daki bilgisayar danışmanlık firmalarının adresleri ve ülkedekibilgisayar endüstrisi hakkında veriler içeren gazete haberlerinin çıktıları vardı. Bütün bunlar yeni kimliğini sürdürmesi için gerekli olanbilgilerdi.



22


arık Cemil” küçük kardeşini Bağdat’a gönderdiği için suçlulukduyuyordu. Rami ne yaptığını bilen biriydi. Onu asla Jean-Claude Goddard’a ya da başka birinin ellerine teslim edemezdi. Midesinde bir acı hissetti. Ama eğer Rami Irak’ta ölürse, kendisini asla affedemezdi. Bu kâbustan kurtulmanın acilen bir yolunu bulması gerekiyordu.

Bilgisayarı salondaki telefon prizine takıp internete bağlandı. Remzi ailesi hakkındaki en yeni haberlere kısaca göz attı. Beklediğigibi, Avrupa ve Mısır basını Refik ve Brigitte’in öldürülmesi ve Claudette’in kaçırılmasıyla ilgili haberlerle doluydu. Ayrıca, her yerde cinayet şüphesiyle aranmakta olan “Mervan Akat”ın resimlerivardı. Mervan belki Kahire’ye gelmekle hata yapmıştı. Ama yine debaşka bir seçeneği olmadığına inanıyordu.

Bu konudaki en taze haber Le Monde’unbirinci sayfasında yer alıyordu. “Çok özel” kaynaklardan alınan bilgilere dayandığı iddia edilen haberde, Monte Carlo cinayetine dek meydana gelen olaylar anlatılmış, ayrıca Claudette’in ortadan kaybolmasının ertesi günü Remzi’nin Paris’teki evine DHL ile Berlin’den gönderilen fidye notundan söz edilmişti. Fidye notunda İsviçre bankalarından birindeki hesap numarası veriliyor ve “Bay Remzi eşini bir daha canlı görmekistiyorsa” bir milyon Avro’nun 24 saat içinde bu hesaba gönderilmesi talep ediliyordu. Haberde Remzi’nin parayı derhal gönderdiği de aktarılmıştı.

Le Monde’daki haber şöyle devam ediyordu:“Birkaç gün sonra Remzi’nin evine Brüksel’den DHL kanalıyla bir paket daha gönderildi. Pakette Bayan Remzi’nin elleri ve ağzı bağlanmış bir vaziyetteçekilmiş video filmi vardı. Kadın hayattaydı, ama on milyon Avro daha gönderilmediği takdirde infaz edileceği, hem de bunun internetten naklen yayınlanacağı bildiriliyordu. Bay Remzi’ye parayı 72 saat içinde göndermesi ve Brüksel’e giderek diğer direktifleri beklemesi emrediliyordu.”

Gazete haberinde ayrıca, “göndericisi bilinmeyen bir paketin” Bay Remzi’nin otelinin resepsiyonuna bırakıldığını ve bu pakette Bayan Claudette’in yeni çekilmiş bir resmiyle birlikte 25 milyon Avro daha talep eden ve “paranın tamamının gönderilmesinden” birhafta sonra eşinin Madrid’de hangi adreste bulunabileceğini açıklayan bilgilerin yer aldığı bir not olduğu anlatılıyordu.

Haber tamamen doğruydu. Bay Remzi zaten kendisini de bu yüzden tutmuştu. Ama Tarık’ı asıl kaygılandıran, bir sonraki paragrafta yazılanlardı: “Polis şimdi bu korkunç olayı planlayan kişinin Lübnan merkezli özel bir güvenlik şirketinin sahibi ve yönetici Mervan Akat olduğunu düşünüyor. Soruşturmaya yakın kaynaklardan edinilen bilgilere göre, Bay Akat’ın olayla ilişkisinin olduğuna dair sağlam kanıtlar var, ayrıca Akat olaydan hemen sonra kaçmış ve o zamandan beri ortaya çıkmamıştır. Gazetemizin muhabirleri Akat ve Ortaklarışirketinin Beyrut merkez ofisini defalarca aramalarına rağmen, bir yanıt alamamışlardır. Bay Akat’ı geniş çaplı arama çalışmaları hızla sürdürülmektedir.

Kapısı tekrar çalınıyordu – vurma sesi hafifçe başladı, sonra şiddetlendi.

Tarık donup kaldı. Yeniden Fedex gelmiş olamazdı. Bu sefer kimdi?

Delikten dışarı baktığında gördüklerine hayret etti. Kapının eşiğinde yirmi yaşlarında üç güzel genç kız duruyordu. Ortadaki kızın elindeyse bir sepet dolusu meyve ve şekerleme vardı.

Çok şaşırmış vaziyette kapıyı hafifçe aralayıp, “Günaydın” dedi. Kızlardan sağdaki gülümsedi, soldaki utangaçça kıkırdadı, ortadaki ise konuşmaya başladı.

Günaydın, benim ismim Dalya – Dalya Nur. Bunlar arkadaşlarım Dina ve Merve. Üst katınızda oturuyoruz, yeni taşındığınızı duyduk.”

Tarık ne diyeceğini bilemiyordu.

Sizlerle tanıştığıma çok memnun oldum hanımlar. Yardım edebileceğim bir şey var mı?”

Dalya, “Biz sadece size hoş geldin demek ve apartman sakinleri adına bu küçük armağanı sunmak için geldik” diyerek meyve sepetini uzattı.

Tarık sepeti memnuniyetle kabul ederken, birden Dalya’nın cazibesine kapıldı. Kızın son derece muntazam bir yüzü ve muhteşem kahverengi gözleri vardı. Güldüğünde gözlerinin içi parıldıyordu. Bir Avrupalı gibi giyinmişti ve belli ki harcayacak parası vardı. Üzerinde uçuk pembe kaşmir bir kazak vardı. Siyah renkli kot pantolonu ve markalı ayakkabıları, Kahire ya da İskenderiye’den çok, Paris ya da Londra’dan satın alınmışa benziyordu. Diğer kızların üzerinde çeşitli takılar olmasına rağmen, Dalya sadece altın üzerine pırlanta taşlı iki küçük küpe ve Cartier benzeri altın bir kol saati takmıştı.

Tarık gözlerini Dalya’dan ayırmadan, “Gerçekten çok kibarsınız.Teşekkür ederim” dedi.

Dalya, “Sözü mü olur? Memnuniyetle” diye yanıtlarken, yüz ifadesi belli belirsiz değişmişti.

Yoksa o da kendisine anında vurulmuş muydu? Belki de ateşi yüzünden yanılıyordu? Kızların gitmek üzere olduklarını fark ettiğinde, birden ne kadar berbat göründüğü aklına geldi.

Bir bahaneyle konuşmayı biraz daha uzatmak için, “Sizi içeri davet edip bir fincan çayla bu getirdiklerinizi paylaşmak isterdim, ama şu an için evim en az benim kadar berbat görünüyor” dedi.

Bu sözler Dalya ve Dina’yı güldürdü, Merve ise sadece kıkırdadı.

Dalya konuşmasına devam etti: “Hiç önemli değil. Zaten bizim de vaktimiz yok. Ama sizi bu akşam çatı katındaki partiye davet etmek istiyoruz. Saat dokuzda başlıyor. Bir şey getirmenize gerek yok, sadece kendinizi –mümkünse temiz bir gömlekle– getirin yeter” dedi.

Tarık o anda bu davete evet demeyi ve genç kızı yeniden görmeyi çok arzuladı. Onda büyüleyici bir şeyler vardı. Oysa ortalarda görünmemesi, göze batmaması, hele hele komşu kızlarla hiç konuşmaması gerekiyordu. Ama onları nasıl reddedebilirdi? Tekliflerini kabul etmediği takdirde, bütün apartman yeni taşınan bu kaba yabancıyı konuşacaktı. İnsanların, hakkında dedikodu yapması ise Tarık’ın en son isteyeceği şeydi.

Tarık en sonunda, “Çok memnun olurum” dedi ve ekledi, “Hem sizin için temiz bir gömlek de giyeceğim.”



23


üfettiş Goddard araştırmalarında bir yere varamıyordu. Bir gece önce Beyrut’a gelmiş, ama Akat ve Ortakları şirketini bomboş bulmuştu. Resepsiyonist kız kendisine Bay Mervan’ın ofise gelmediğini ve nerede olduğunu bilmediğinisöylemişti. Bay Rami ise Bağdat’taydı. Şirketin diğer çalışanları ise Orta Doğu’nun çeşitli bölgelerinde görev başındaydılar. Goddard resepsiyona kendi numarasını bıraktı ve İskelet’e telefon açmak üzere oteline geri döndü.

Lemieux’yü Fas’ta kaldığı Rabat Hilton Oteli’nden aradığında, araştırmalarında kendisinden daha ileride olduğunu öğrenince biraz rahatladı. Havaalanı güvenlik kameraları “Jack Cardell”in Fas Kraliyet Havayolları’na ait uçakla ülkeye giriş yaptığını ve zaman geçirmeden araba kiraladığını kaydetmişti. Kazablanka polisi kiralık araç için arama emri çıkarmış, ancak şu ana dek bir sonuç elde edilememişti.

Bu arada Fas istihbarat teşkilatı Mervan Akat’ın daha önce iki kez ülkeye geldiğini ve her iki seferde de Lübnan Başbakanı’na eşlik ettiğini bildirmişti. Mervan’ın ülkede tanıdığı herhangi bir kişi olup olmadığı ise bilinmiyordu. Kayıtlara göre “Jack Cardell” hakkında bir dosya tutulmamıştı, üstelik sahte ya da gerçek, bu isimdeki bir kişi ülkeye daha önce hiç giriş yapmamıştı. Lemieux şimdilik bir çıkmazda gibi görünüyordu.

Lemieux, yüksek sesle düşünerek, “Mervan Fas’a bir nedenle gelmiş olmalı” dedi. “Onun izini bulacağımızın farkındaydı. Cardell takma adını uzun zaman kullanamayacağını da biliyordu. Üzerinde fazla parası yoktu. Birisiyle buluşmuş olmalı.”

Goddard bu açmazı biraz düşündükten sonra, “Marsilya’daki jandarma şefine kız arkadaşında kalacağını söylememiş miydi?” diye sordu.

Lemieux, “Bu beyan sadece sahte kimliğinin bir uzantısıydı” dedi.

Goddard, “Olabilir. Ama ya gerçeği söylediyse?”

Lemieux yanıt verdi: “Size söylemiştim. Bırakın burada yaşayanbir kız arkadaşı olmasını, Mervan’ın yıllardır bu ülkeye geldiğine dair bir kanıt yok.”

Goddard ısrarla, “Ya kızı başka bir yerden tanıyorsa? Ya kız daha yeni Fas’a gelmişse?” dedi.

Bir anlık sessizlik oldu.

Lemieux meraklı bir sesle, “Devam ediniz” dedi.

Goddard, “Yanında bir nişan yüzüğü vardı, değil mi?” diye sordu.

Evet.”

Sizce bu sahte bir kimlik için biraz fazla abartılı bir ayrıntı sayılmaz mı?”

Lemieux bu fikri kabul edecek gibi görünmüyordu.

Onunla nerede tanışmış olabilir? Beyrut’ta mı?” diye sordu.

Goddard, “Belki de. Bildiğim kadarıyla Mervan, son altı ayını şirketin Paris’teki küçük ofisinde AB ülkelerindeki müşterileriyle çalışarak geçirdi.”

Kızla orada tanıştığını mı düşünüyorsunuz?”

Olabilir.”

Lemieux, “O zaman kardeşine sorun” diye emir verdi.

Goddard bunun neden olanaksız olduğunu açıkladı.

Lemieux, “Rami Akat’ın, Beyrut’a geldiğiniz gün Bağdat’a hareket ettiğini mi söylüyorsunuz? diye sordu.

Biraz garip görünüyor. Ama resepsiyondaki kız zaten sürekli seyahat ettiğini söyledi.”

Lemieux, “Bu seyahat önceden planlanmış mıydı?” diye sordu.

Kız Rami’nin aniden karar verdiğini söyledi.”

Lemieux, “Ona hiç şüphem yok. Kızla tekrar konuşun. Mervan Akat’ın aşk hayatı hakkında neler biliyor öğrenin. Sonra hemen beniarayın.”



24


arık en son ne zaman bir partiye gittiğini anımsayamıyordu bile.Son yıllarda yaşamı sadece tehlikeli işinden ibaret olmuştu – ne tatile çıkabilmiş, ne de yeni insanlar tanımak için bir fırsatı olmuştu. Ama bu geceyi dört gözle beklediği söylenebilirdi.

Duş almak kolay olmadı, omzundaki yara hâlâ kapanmamıştı. Ama aldığı antibiyotikler kesinlikle işe yarıyordu. Kendisini şimdi biraz daha güçlenmiş hissediyordu. İştahının yerine gelmekte olduğunu fark etti. Dalya’nın getirdiği nefis portakalları çoktan yiyip bitirmişti.

Dalya Nur.

Aynaya bakıp tıraş olurken kızın yüzü aklına geldi. O kimdi? Hikâyesi neydi? Parmağında alyans görmemişti. Onun gibi çekici bir kız hâlâ bekâr olabilir miydi?

Tarık kardeşinin gönderdiği malzemelerle yıkanıp kendine çeki düzen verdikten sonra asansörle çatı katındaki terasa çıktı. İçeri girdiğinde sohbet edip dans eden otuz yaşın altında iki düzine gençle karşılaştı. Büyük ve güçlü bir müzik sisteminde Amro Diyab’ın en son albümü çalıyordu. Masaların üzerinde mezeler, baklava ve çeşitli hamur işleri vardı. Bir köşeye kurulan barda ise çeşitli içkiler satılıyordu.

İçki şişelerinin görüntüsü ve alkol kokusu onu rahatlattı. Anlaşıldığı kadarıyla bu gençler dindar değillerdi. Bu da Tarık’ın işine gelirdi. Rana ile onca olandan ve hafta boyunca başına gelenlerden sonra, Tanrı’yı düşünmeyi, Tanrı hakkında konuşmayı ya da bunlarıyapan kişilerle birlikte zaman geçirmeyi kesinlikle istemiyordu.

Bara doğru yürüyüp kendisine bir bira satın aldı. Son günlerde üzüntüsünü uyuyarak geçiştirmeye çalışmıştı, ama belki de bunun için içkiyi denemenin zamanı gelmişti.

Omzuna birisinin dokunduğunu hissetti.

Yumuşak bir sesin, “Güzel gömlek” dediğini duydu.

Arkaya dönüp baktığında kendisine gülümseyen Dalya’yı gördü.

Kız, “İyi temizlenmişsin” dedi. Kendisiyle flört etmek istediği açıktı, ayrıca kafasının iyi olduğu da anlaşılıyordu. Dalya elindeki marihuanalı sigaradan derin bir nefes alıp bir tane de Tarık’a uzattı. Tarık bir an için annesi onu görseydi ne derdi diye düşündü, ama bu düşünceyi hemen kafasından attı. Bu gece karamsar olmanın, kendini suçlu hissetmenin sırası değildi. Geçmişi unutup yeniden başlamanın zamanı çoktan gelmişti.

Kızın zarif ince parmaklı eliyle uzattığı esrarlı sigarayı alıp yaktı. “Teşekkürler. Bir kutlama mı var?”

Perşembe gecesi.”

Yani?”

Yani rahatlama ve tatil gününün keyfini çıkarma zamanı.”

Sizler her Perşembe böyle mi yaparsınız.”

Bazılarımız yapar.”

Ya sen?”

Ben bazen dansa veya sinemaya gitmeyi tercih ederim.”

Ya bu gece?”

Gelip gelmeyeceğini merak etmiştim.”

Tarık, “Geleceğimi ummamıştın, değil mi?” diye sordu.

Aslında hayır, ummadım.”

Niçin?”

Bilmiyorum. Bana yalnızlıktan hoşlanan birisi gibi göründün.”

Tarık şakacı bir hareketle kollarını yukarı kaldırdı ve, “Bu konuda suçumu kabul ediyorum” dedi.

Kız gülerek elini onun göğsüne koydu ve vücudunu hafifçe ona yaslayarak, “Gerçekten mi? Başka hangi konularda suçlusun” diye sordu.

Bu soru Tarık’ı beklediğinden daha fazla etkilemişti. Hafif bir sesle, “Hemen hemen her konuda” diye yanıtladı.

Buraya gel. Sana bir şey göstermek istiyorum.”

Dalya onu elinden tutup kalabalığın arasında geçirerek sessiz birköşeye götürdü. Bu özel bölüm çeşitli bitkilerin yer aldığı bir teras bahçesiydi. Uzakta Heliopolis’in yanıp sönen ışıkları ve inip kalkanuçaklar görünüyordu.

Tarık, “Harika bir yer” dedi.

Evet, öyle.” Birkaç dakika sessizce durup manzarayı seyrettiler.

Dalya en sonunda, “Peki, ismin nedir kötü çocuk” diye sordu.

Tarık.”

Tarık ne?”

Tarık Cemil.”

Dalya sordu: “Anlat bakalım, Tarık Cemil. Kimsin ve burada ne yapıyorsun?”

Tarık ona gerçeği söyleseydi harika gözlerinde ne tür bir ifadenin belireceğini merak etti.

Birasından bir yudum alıp, “Ben bir danışmanım” diye yanıtladı.

Ne tür danışmanlık bu?”

Bilgisayar konusunda.”

Çok sıkıcı olmalı.”

Aynen öyle.”

Nerelisin?”

Aslında her yerliyim denebilir. Son beş yıldır Avrupa’da yaşıyordum.”

Kızın gözleri parladı ve merakla sordu: “Sahi mi? Nerelerde yaşadın?”

Madrid, Paris, Berlin, sen say ben söyleyeyim. Ama şirketimin merkezi Brüksel’de.”

Çok şükür kız işiyle ilgilenmemiş gibi görünüyordu. “Mmm, Paris’i, özellikle de ilkbaharda çok severim” dedi. “Havada taze çiçek kokuları, sokaklarda sevgililer…”

Tarık, “Sen Paris’te mi büyüdün?” diye sordu.

Hayır, Ürdün’de. Ama İngiliz Havayolları’nda hostesim. BazenParis uçuşlarında çalışıyorum.”

Keyifli bir işe benziyor.”

Kız özlemle, “Evet, zaman zaman keyifli olabiliyor” diye karşılıkverdi.

Ama…?”

Ama özel yaşam diye bir şey olmuyor.”

Anlamadım?”

Yani seni işe alırken bedava bilet, dünyayı görme fırsatı vesairegibi türlü vaatlerle gözünü kamaştırıyorlar. Bunu sadece İngilizler yapmıyor, tüm havayolları böyle. Ama işin aslı, sürekli çalışmak zorundasın, hem de saatlerce. Sabah kalktığında bazen nerede olduğunu bile unutabiliyorsun. Daima bir bavulla dolaşıyorsun. Evin neresi belli değil. Diğer insanlarla arkadaşlık kurmak son derece zor. Arkadaşlıklar sadece iş çevresiyle sınırlı. Pilotlar ve kabin görevlileri, eğer eşcinsel ya da evli değillerse, başka bir şey oluyorlar. Ama yine de para kazanıyorum, faturalarımı ödeyebiliyorum.”

Dalya sigarasından bir nefes daha çekti.

Tarık sordu: “Ya Dina ve Merve. Onlar dostun değil mi?”

Pek yakın sayılmayız.”

O da ne demek?”

Yoo, sakın beni yanlış anlama. Onlar çok tatlı kızlar. Birbirimiziçin her şeyi yaparız. Ama birbirimizi çok uzun zamandır tanımıyoruz. Biz sadece aynı daireyi paylaşıyoruz, çünkü hiçbirimizin tek başına kiraya çıkacak kadar parası yok. Ayrıca onlar Air France Havayolları’nda çalışıyor, bu nedenle nadiren görüşebiliyoruz. Şimdi de New York’a tayinleri çıktı. Pek yakında artık bir daha görüşemeyeceğiz.”

Bu çok kötü.”

Dalya, “Yaşam bu” diyerek içini çekti. “Kötülere rahat yoktur.”

Tarık, “Niye başka bir iş denemiyorsun?” diye sordu

Ne gibi. Bilgisayar filan satmak mı?”

Para kazanılıyor.”

Dalya, “İşini seviyor musun?” diye sordu.

İdare eder. Söylediğin gibi ben yalnızlığı seven biriyim. Benim için fena sayılmaz. Ama senin gibi biri için –bilmiyorum– daha fazlaşeyler olması lazım diye düşünüyorum.”

Bu ne anlama geliyor?”

Yani sen çok hoş, çekici, dışa dönük, hayat dolu bir kızsın – çokdaha iyisini hak ediyorsun demek istiyorum.”

Dalya, bakışlarını kentin ışıklarından uzaklaştırıp, başını yana eğerek Tarık’ın gözlerine dikti.

Beni güzel mi buluyorsun?”

Öyle olmasaydı, burada işim neydi?”

Tarık eğilip genç kızı öptüğünde, hiç beklemediği ateşli bir karşılık aldı. Çok geçmeden kız ona reddetmeyeceği bir teklifte bulundu.

Dalya, onu kulaklarından öperken, “Dina ve Merve partiden hemen sonra dosdoğru meydana gidiyorlar. Bu gece ev yalnızca bana ait” dedi.

Tarık birden ateşinin yükseldiğini hissetti. Duyduklarının gerçekolduğuna inanamıyordu.

Dalya, baştan çıkarıcı bir sesle, “Benimle birlikte gelmek ister misin?” diye sordu.

Tarık’ın istediği de zaten buydu. Ama yine de iki şey onu kaygılandırıyordu – Rana ve omzundaki iltihaplı yara. Her iki düşünceyi de kafasından atmaya karar verdi. Rana ile zaten her şey bitmişti. Genç kız son görüşmelerinde bunu gayet açıkça belirtmişti. Onu zihninden tümüyle silmesi ve yaşamın keyfini sürmesi gerekiyordu. Omzundaki yara konusu ise daha zorlayıcıydı, ama onu da açıklayacak bir bahane bulurdu elbet. O anda hiçbir şeyin bu harika kızla bir gece geçirmesini engellemesine izin veremezdi.

Tarık, “Çok isterim” diye yanıtlarken, Dalya avuçlarına yedek bir anahtar bıraktı.

Çok iyi. Daire numarası 901. Biraz burada kal, insanlarla konuş.10 dakika sonra buluşuruz. Benim odam koridorun sonundaki soldan üçüncü kapı. Ön kapıyı kilitlemeyeceğim.”



25


kat ve Ortakları şirketi Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin yakınında küçük bir binadaydı. Goddard şirketin dış görünümünün birçok açıdan kurucusu Mervan Akat’ın niteliklerini yansıttığına dikkatetti – sağduyulu, gösterişsiz ve gizemli.

Kapıdaki tabelada sadece şirketin adı yazılıydı. Yazıda şirket logosu yoktu, ayrıca web sitesi adresi ve faaliyet alanına dair herhangi bir bilgiye yer verilmemişti. Bekleme salonundaki möbleler zevkli ve pahalıydı. Ancak ofisin yalın dekorunda milyarlık müşterilerin her ay şirket kasasına akıttığı milyonlarca doları gösteren en ufak birayrıntı göze çarpmıyordu. Yalnızca ana giriş, koridorlar ve lobideki güvenlik kameraları ve ofisin sokağa bakan pencerelerindeki kalın kurşun geçirmez camlar şirket sahiplerinin güvenlik konusundaki düşünceleri konusunda ipucu veriyordu.

Ancak Mervan ve Rami Akat’ın bütün bu önlemlerine rağmen, güvenlik açısından zayıf bir halka vardı – o da Yasemin Zeytin idi.

Goddard gülümseyerek resepsiyona yaklaşırken, “Günaydın, Bayan Yasemin. Sizi tekrar görmek ne güzel” dedi.

Çekici bir kız olan Yasemin o şirketteki görevinin yanı sıra Beyrut Üniversitesi’nde lisansüstü öğrenimi de görüyordu. Goddard’a yıllardır o kapıdan giren ilk yakışıklı erkekmiş gibi gülümseyerek baktı.

Tekrar hoş geldiniz müfettiş Goddard. Sizin için ne yapabilirim?”

Goddard, “Bugün geri dönüyorum, ama gitmeden önce Akat’lardan birinin ya da iş arkadaşlarının ofise uğrayıp uğramadıklarını kontrol etmek istedim” dedi.

Genç kız ona yardımcı olamadığı için gerçekten üzgünmüş gibi, “Hayır, ne yazık ki bugün kimse gelmedi” diye yanıt verdi.

Ne yapalım, öyle olsun. Şansımı deneyeyim dedim.”

Yasemin, “Ne demek, benim için bir zevk” diye karşılık verdi.

Telefon numaram hâlâ sizde var, değil mi?”

Kız masanın üzerindeki kartını bulup ona göstererek, “Elbette. Beni aradıklarında, Akat’lardan birinin sizi aramasını sağlayacağım.”

Goddard veda etmeye hazırlanıyormuş gibi yaparak, “Çok kibarsınız” dedi. Ve hemen ardından ekledi, “Az daha bir şey unutuyordum.”

Evet, neydi?”

Mervan’ın Paris’teki kız arkadaşı. Soruşturmanın bir parçası olarak kendisiyle irtibata geçmem gerekiyor. Ona ulaşabileceğim bir telefon numarası var mı?”

Kız masum bir ifadeyle, “Sanırım Rana’yı kastediyorsunuz. AmaBayan Favaz’ın hiçbir zaman onun gerçek anlamda kız arkadaşı olduğunu sanmıyorum. Fakat ondan fazlasıyla hoşlanıyordu, bu kesin”dedi.

Goddard, Yasemin’in kullandığı geçmiş zamanlı fili tekrarlayarak, “Hoşlanıyor muydu?” diye sordu.

Yasemin odada kendilerinden başa birisi olmadığı halde, sesini alçaltarak, “Evet, Mösyö. Söylentilere göre, Bay Akat geçen yaz onaevlenme teklif etmiş, ama o kabul etmemiş. Ardından ortadan kaybolmuş” dedi.

Goddard, “Ortadan kaybolmuş mu?” diye yineledi.

Kız üzgün bir ses tonuyla devam etti: “Ben öyle duydum. Bay Akat için bir yıkım olsa gerek. Şimdi de bütün bunlar başına geldi. Bay Akat için üzülüyorum O gerçekten çok iyi bir insan.”

Goddard on dakika sonra arabasıyla uçağa yetişmeye çalışırken, bir yandan da telaşla İskelet’i arıyordu.

Telefon açıldığında nefes nefese konuştu: “Kızın ismi Rana Favaz. 24 yaşında. Mesleği hemşirelik. Burada büyümüş, ama on yılönce Paris’e yerleşmişler. Mayıs ayında Fransa’dan ayrılıp Fas’a gitmiş.”

Lemieux, “Şaka ediyorsunuz” dedi.

Goddard, “Etmiyorum” dedi.

Lemieux, “O şimdi Rabat’ta mı?” diye sordu

Goddard, “DuVall’e bu konuyu acilen araştırmasını bildirdim, kısa zamanda öğreniriz.”

Lemieux’nün sesinden, günlerden beri ilk kez gerçekten mutlu olduğu anlaşılıyordu, “İyi bir iş çıkardınız Goddard” dedi. “Belki de en sonunda iyi bir detektif olmayı başaracaksınız.”



26


arık, diğer sürücü de senin kadar kötü yaralandı mı?”

Tarık soruyu duymuştu, ama yanıtlamak istemiyordu. Bu yüzdenuyuyormuş gibi yaptı. Ama Dalya sorusunu yineledi.

Tarık, birkaç dakika sonra yatakta dönüp yavaşça gözlerini açtı ve perdelerden süzülen altın renkli güneş ışıklarını gördü. Dalya sıcak bedenini onunkine yapıştırmış vereceği yanıtı bekliyordu. Yalan söylemeye alışkındı. Bu genellikte onu rahatsız etmezdi. Ama her nedense bu kıza, hele böyle bir günde yalan söylemek ona utanç veriyordu. Bunun nedenini kendisi de anlayabilmiş değildi.

Maalesef, evet. Polis adamın çok içmiş olduğunu söyledi. Bir partiden dönüyormuş, yola dikkat etmemiş ve birden çarpıştık. Ben kendisini fark etmedim bile.”

Dalya irkildi.

O kazada ölebilirdin” dedi.

Tarık biraz duraksadıktan sonra sözlerine devam etti: “Bu olaydan söz etmek istemiyorum.” Yerden tişörtünü alıp üzerine geçirdi.

Dalya, “Ölmekten mi, yoksa kazadan mı?” diye sordu.

Her ikisinden de.” Tarık yataktan kalkıp pantolonunu giydi.

Dün akşam bu nedenle mi kâbus görüyordun?”

Tarık şaşırmış görünerek, “Kâbus mu?” diye sordu.

Kız başıyla onayladı, “Hatırlamıyor musun?”

Tarık, “Hayır, hatırlamıyorum” diye yine yalan söyledi.

Acaba ne demişti? Kız fazla bir şey duymuş muydu?

Saat üçe geliyordu. Dişlerini gıcırdatıp yatağın içinde bir yandanöbür yana dönüp durdun. Ardından bir şeyler söylenmeye başladın.”

Ne gibi?”

Dalya çarşafı üzerine çekerek, “Hayır, dur, benim suçum değildigibi bir şeyler sayıkladın. Ben de pek fazla bir şey anlayamadım, zaten yarı uyur vaziyetteydim.

Tarık içinden, “Tanrı’ya şükür” dedi ve sordu: “Sonra ne oldu?”

Sonra durdun. Yana dönüp derin bir uykuya daldın. Gerçekten bir şey hatırlamıyor musun?”

Tarık aslında hatırlıyordu, ama kıza katiyen anlatamazdı. Şu andacanlı kalmanın tek yolu çift kişilikli bir yaşam sürdürmekti. Daha fazla hata yapacak durumda değildi.

Üzgünüm ama hatırlamıyorum” dedi. Ardından eğilip onu öptü ve, “Benim de sana bir sorum var” dedi.

Neymiş?”

Bir sonraki uçuşun ne zaman?”

Pazartesi gecesi. Niçin sordun?”

Bütün hafta sonun boş yani?”

Dalya, “Bir arkadaşımı görmeye İskenderiye’ye gidecektim” dedi.

Bir erkek mi?”

Dalya gülümseyerek, “Hayır, kız” diye yanıtladı.

Tarık, “Randevuyu iptal et” dedi.

Niçin?”

Bu hafta sonu birlikte bir şeyler yapalım.”

Ne gibi?”

Tarık, “Hiçbir fikrim yok. Ama izin ver de bu sabah seni kahvaltıya götüreyim, belki birlikte senin istediğin bir şeyler kararlaştırabiliriz” dedi.

Dalya biraz kuşkuyla ona bakarak, “İstediğim her şey olabilir mi?” diye sordu.

Tarık genç kızın teklifini kabul etmesini istiyordu, bu nedenle, “Her şey” diye yanıt verdi. Böylesi kritik bir zamanda bir gönül ilişkisine başlamanın tehlikelerini çok iyi biliyordu. Yine de bunların üstesinden gelebileceğini sanıyordu, üstelik kirli ve köhne dairesinegeri dönmek fikri hiç de hoşuna gitmiyordu. Dalya çok güzel ve hayat dolu bir kızdı. Onunla birlikte geçirdiği zaman içinde ne Rana, ne de Goddard ve Lemieux’yü düşünmediğini fark etti.

Dalya en sonunda, “Tamamdır, Tarık Cemil” dedi. “Haydi, seninle turistler gibi gezelim.”

Dalya yaklaşık bir yıldan beri Kahire’de yaşadığı halde, kenti görmeye zamanı olmamıştı. Tarık da kentin yabancısı sayılırdı (Kahire’ye birkaç kez Lübnan Başbakanı’yla birlikte gelmiş, ama kendine ayıracak zamanı olmamıştı). Çift duş aldıktan sonra Sheraton Oteli’ne gidip kahvaltı etti. Ardından bir taksiye atlayıp Han El-Halili çarşısına gittiler ve balayındaki bir çift gibi dolaşmaya başladılar. Bütün sabahlarını baharat kokulu dar sokaklarda yürüyerek, kuyumcu vitrinlerini seyrederek, antikacı ve halıcıları dolaşarak geçirdikten sonra, Naguib Mahfouz Café’de Türk kahvesi içtiler.

Dalya, “Naguib Mahfouz’un romanlarını okudun mu?” diye sordu. Kafenin içindeki küçük özel bölmelerden birinde birbirlerine sokulmuş oturuyorlardı. Duvarlardaki parlak kırmızı renkli kumaş kaplamalar onlarda adeta bir çadırın içinde saklanıyormuş duygusu yaratıyordu.

Tarık, masadaki küçük kurabiyelerden bir tane ağzına atarak, “Sadece bir tekini, The Day The Leader Died(Önderin Öldüğü Gün) adlı romanını okudum” dedi.

Dalya, “O acıklı bir romandı” dedi.

Tarık, “Zaten hepsi de öyle değil mi?” diye sordu.

Dalya yanıt verdi: “Hepsi değil. Öyle olsa bile, ben onları anlattığı aşk öyküleri için okuyorum. ‘Sevgilim oltayı sudan dışarı çekiyor.Oltanın ucu boş, ama çengeli parmağımı delip, ta bugüne dek geçmeyen bir iz bırakıyor. Nil Nehri kıyısında, evimizin önünde ona balık tutmayı beceremediğini, ama yine de beni yakalamayı başardığını ve kanımın aktığını söylüyorum.’”

Tarık, “Çok etkileyici” dedi.

Mahfouz’a tutulmam babam sayesinde oldu. Küçük bir kızken her gece yatmadan önce bana onun romanlarından en az bir bölüm okurdu. Bazen ısrarıma dayanamaz ve daha fazlasını da okurdu. Büyüdüğümde, kendim okumaya başladım.”

Bütün eserlerini okudun mu?”

Romanlarının hepsini, kısa öykülerininse çoğunu okudum. Amaoyunlarının hepsini okumadım. Kitapları çok büyüleyici. Onları okuduğumda yaşamımdan uzaklaşıp başka bir âlemdeymişim gibi hissediyorum. Bir zamanlar ben de bir yazar olmayı istemiştim – o çılgının Mahfouz’a bıçakla saldırdığı güne dek. O kötü haberi işittiğimde neredeydim, ne yapıyordum bugün gibi anımsayabiliyorum.”

Tarık, “Gerçekten mi?” diye sordu. “Üzerinden epey zaman geçmiş olmalı. Sanırım 1995 ya da 1996 yılıydı, değil mi?”

Dalya, “14 Ekim 1994” diye yanıt verdi.

Hayret, hafızan gerçekten çok iyi.”

Dalya’nın gözleri, önündeki kahve fincanına daldı. “O gün 13. yaş günümdü. Okuldan henüz dönmüştüm ki, annem kötü haberi verdi. İlk önce inanmadım, bu yüzden babamı arayıp sordum. O da doğru olduğunu söyledi. Odama koşup kendimi içeriye kapadım ve ağlamaya başladım. Ertesi sabaha dek dışarı çıkmadım. O güne dek, sevdiğim hiç kimse ölmemişti. Sanki öz dedemi, hatta babamı kaybetmiş gibiydim. Bunun nedenini açıklayamam. Daha sonra yaşayacağını öğrendiğimde, büyük mutluluk duydum. Üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi rahatladım ve yeniden ağlamaya başladım.Arkadaşlarımın hepsi deli olduğumu sanıyordu, ama ben aldırış etmedim. Sadece Mahfouz hayatta kaldığı için mutluydum. Ve onun iyileşerek tekrar yazı yazması için dua etim. Öyle de oldu. Sen hiç böyle hissettin mi? Çok sevdiğin birini kaybettin mi, ya da kaybettiğini sandın mı?”

Tarık’ın içgüdüleri yalan söylemesi gerektiğini –bu konudan uzak durmasını– karşısındaki kıza Rana’nın yaptığı gibi kalbini kırmasına olanak verecek veya gerçek kimliğini ortaya çıkarabilecek herhangi bir açık vermemesi gerektiğini bildiriyordu. Ama yüreğiyse bunun tam aksini söylüyordu. Birbirlerini çok az tanıdıkları birgerçekti. Tanışalı 24 saat bile geçmemişti. Buna rağmen Tarık birden kendini ailesi hakkında konuşurken buldu. “Annemle babam ben14 yaşımdayken arabaya yerleştirilen bir bomba nedeniyle öldüler. Kardeşimle birlikte onların ölümlerine tanık olduk. Birkaç saniye daha geçseydi, arabaya birkaç metre daha yaklaşsaydık, biz de ölecektik.”

Dalya üzüntülü bir sesle, “Ben… gerçekten bilmiyordum. Seni üzmek istemezdim” dedi.

Tarık kısık bir ses tonuyla, “Çok uzun zaman oldu” dedi.

Gerçekten çok üzgünüm.”

Sessizliğin ardından, Dalya ekledi: “Çok ölümler gördün, öyle değil mi Tarık?”

Tarık başıyla onaylamadı. Tek bir söz söylemedi. Konuşmak istiyordu, ama o anda konuşamazdı.

Dalya uzanıp eline dokundu. Tarık birden geri çekilmek istedi. Kendisine acınmasını istemiyordu. Bunu hiçbir zaman istememişti. Ama bu kızı incitmek de istemiyordu. Dalya’nın dokunuşu ılık, yumuşak ve huzur vericiydi. Ayrıca uzun zamandan beri kendisiyle böylesine yakından ilgilenen hiç kimse olmamıştı.

Bir süre sonra Tarık, “Başka bir şeyler yapmak ister miydin?” diye sordu.

Dalya, “Elbette, memnun olurum” diye yanıtladı.



27


arık ve Dalya bir saat sonra Mısır Arkeoloji Müzesi’nde el ele dolaşıyorlardı. Dört bin yıllık tarihi dört saatlik bir zaman diliminde içlerine sindirmeye çalışıyorlardı. Dalya bir yandan hediyelik eşya mağazasından satın aldığı gezi rehberinden, gördükleri şeylerle ilgili bilgiler okuyordu. Prens Rahotep ve Nofretî heykellerini hayranlıkla seyrettikten sonra, III. Amenhotep ve KraliçeTyre’nin hazinelerinin arasında dolaşırken Dalya sordu: “Bu müzedeki eserlerin sayısını tahmin edebilir misin?”

Hiçbir fikrim yok.” Tarık zaten bir müze sever değildi, sadece Dalya hoşlandığı için ilgileniyormuş gibi davranıyordu.

Haydi, bir tahminde bulun.”

Bir milyon.”

Ciddi ol, kaç tane?”

Peki, yarım milyon desem?”

Çok komik. Burada sergilenen eserlerin sayısı 120.000. Ayrıca bodrum katında depolanmış 150.000 eser daha olduğunu söylüyorlar.”

Tarık, “Ne yani!” diye alay etti. “Bir de buna müze mi diyorlar? Kandırıldık!”

Dalya, “Çok komiksin” diyerek dirseğiyle sırtına dokundu. “Aslında komedyen olmalıydın.”

Haklısın. Dünyanın ilk komedyen bilgisayar danışmanı olurdum. Nasıl da bunu daha önce düşünmedim?”

Dalya, Tarık’ı kolundan çekip, “Haydi gel, Kral Tut’un hazinelerine bakalım” dedi.

İkinci kata çıkıp Tutankamon galerilerinin bulunduğu bölüme girdiler. İlk olarak Lüksor yakınlarındaki Krallar Vadisi’ndeki mezarın girişini koruyan siyah renkli ve altın kaplamalı doğal boyutlu iki heykeli incelediler. Ardından cam muhafazalar içinde saklanan altınsüslemeli defin odalarına baktılar. Defin odaları 1920’li yıllarda ünlüİngiliz arkeolog Howard Carter tarafından bulunduğunda, aradan geçen onca zamana rağmen hiç bozulmadan sağlam kalmıştı.

Dalya, “Ne kadar da büyüleyici, değil mi?” diye gösterdi. “Baksana. Altın kaplı defin odasının içine daha küçük bir başka defin odası, onun içine de bir başka defin odası sığıyor. Olağanüstü bir şey…”

Birkaç dakika sonra 3 no’lu odaya girdiler. Burası özellikle karartılmış ve klima kontrollü bir bölümdü.

Dalya fısıltılı bir sesle konuştu: “Baksana, bunların hepsinin içinede bu altın lahiti sığdırmışlar. Bu lahitin içinde bir başka altın lahit var, onun içinde de bir başkası var. En içte de Tutankamon’un altın maskeli mumyası saklanmış.”

Cam muhafazanın önünde durup içeri baktılar. Lahit içten ışıklandırılmıştı; çevresinde müze bekçileri nöbet tutuyordu. Tarık o güne dek bu kadar muhteşem bir eski eser görmemişti.

Fısıldayarak Dalya’ya sordu: “Bu mu? Bu gerçekten o mu?”

Dalya yanıtladı, “Kesinlikle evet. Şu renklere, şu işçiliğe baksana. Olağanüstü bir şey.”

Kız haklıydı. Mumyanın yüzündeki maske parlak som altından yapılmış ve bir zamanlar Nil Vadisi’nde yaşayan herkesin hâkimi olan çocuk krala tıpatıp benzeyecek biçimde parlak sarı, mavi ve kırmızı renklerle boyanmıştı. Ayrıca yanındaki cam muhafazalar içinde Tutankamon’la birlikte gömülmüş olan paha biçilmez altın vegümüş nesneler, değerli taşlar ve mücevherler vardı.

Dalya, “Böylesine muazzam bir servetin sahibi olmayı hayal edebiliyor musun?” diye sordu. Odanın içi en azından milyarlarca Poundluk, belki de asla paha biçilemeyecek hazinelerle doluydu.

Tarık, “Bütün bunları ölümden sonraki yaşamında kullanacağını düşünerek, onlarla birlikte gömülüyorsun. Ne garip, değil mi?” diye sordu.

Dalya, “Haklısın. Ne kadar acı, değil mi?” diye karşılık verdi.

Tarık ekledi: “Ama eski Mısır firavunlarının hepsi buna inanıyordu. Piramitlere baksana. Onlar cennet için biriktirdikleri hazineleri saklamak için inşa edilmişti, ama en sonunda haydutlar ve mezar soyguncuları tarafından talan edildiler.”

Müze bekçilerinden biri onlardan biraz daha sessiz olmalarını rica etti. Bunun üzerine 3 no’lu odadan ayrılıp galerinin diğer bölümlerini dolaşmayı sürdürdüler. Bu odalarda da Kral Tut’un birliktegömülmek istediği kıymetli eşyaları sergileniyordu. Ok ve yaylar, kavurucu yaz mevsimlerinde serinlemek için kullandığı altın yelpazeler, oyun oynadığı nesneler ve bir zamanlar üzerinde oturup egemenlik sürdüğü altın taht.

Yarım saat sonra, ek bir ücret ödeyerek Mumyaların Odası’na girdiler. Baktıkları ilk mumya, Kral II. Ramses’inki idi. Tarık elindeolmadan muhtemelen hâlâ Monte Carlo’daki morgun soğuk dolabında yatmakta olan Refik Remzi’yi düşündü. Mumyanın kemikli yüzünü, kemikli parmaklarını ve bedeninin büyük bir bölümünü kaplayan koyu kahverengi sargıları merakla incelediler.

Tarık bekçilerin duyamayacağı alçak bir sesle, “Dalya?” diye fısıldadı.

Efendim?”

Sen cennete inanıyor musun?”

Kız ona dönüp sorgulayıcı bir bakışla, “Elbette, ya sen?” diye sordu.

Galiba evet.”

Sadece galiba mı?”

Tarık, “Evet, inanıyorum. Ama sadece… bilmiyorum.. boş ver…” dedi.

Dalya aniden doğruldu. Yüz ifadesi değişmişi. Uzanarak Tarık’ın kulağına şöyle fısıldadı. “Özür dilerim. Seni buraya getirmemeliydim. Düşünemedim. Bütün bu ölü kutlamaları filan.”

Yoo, hayır. Ondan değil. Ben iyiyim, sadece….”

Ne?”

Bir şey yok.”

Ama ne oldu?”

Gidebilir miyiz?”

Bana anlatsana.”

Bir şey değil. Gerçekten…”

Dalya’nın bakışları şefkat doluydu. “Geçirdiğin araba kazasını hatırladın, değil mi Ölüme ne kadar yaklaştığını düşünüyorsun.” Genç kızın bu içten şefkati Tarık’ı derinden etkilemişti.

Onun gibi bir şey” dedi ve birden ona her şeyi itiraf etmek istedi.

Dalya Tarık’ın ellerini sıkıca tutarak ve ılık nefesini yanağına yaklaştırarak, “Sana bir şey söylememe izin ver, Tarık Cemil. Sen iyi bir insansın. Tanrı da tüm iyilerin cennete gitmesine izin verir. Bilmen gereken sadece bu kadarı” dedi.

Dalya’nın iyi niyetli olduğunu biliyordu. O sadece kendisine iyi davranmaya çalışıyordu. Oysa o anda yüreğine nasıl bir korku saldığının farkında değildi. Çünkü eğer kızın söylediği doğruysa, yani Tanrı sadece iyilerin cennete gitmesine izin veriyorsa, o zaman gerçekten lanetlenmişti.

O iyi bir insan değildi. Yalın ama korkunç gerçek buydu. O Goddard ve Lemieux’nün şüphelendikleri suçlardan ya da herhangi bir mahkemede ileri sürülebilecek iddialardan dolayı suçlu değildi. Amaya göksel yargılama? Yalan söylenmekten, uyuşturucu kullanmaktansuçlu değil miydi? Evli olmadığı kadınlarla ilişkiye girmekten suçludeğil miydi? Ayrıca ailesinin, özellikle de kendisine daha doğru bir yaşam seçmesini yaşlı gözlerle öğütleyen annesinin aziz hatırasına saygısızlık etmekten suçlu sayılmaz mıydı? Bunları düşündükçe suçlistesi uzuyor, girdiği bunalım da artıyordu.



28


ep telefonu çaldı. Müfettiş Goddard zilin ilk sesiyle telefona davrandı.

Aynı gün içinde Monako’ya geri dönebilmek için bilet almak üzere Beyrut Havaalanı’nda bilet kuyruğunda bekliyordu. “Colette, lütfen bana Rana Favaz hakkında bir iz bulduğunuzu söyleyin” dedi.“Bir telefon numarası, bir adres, işe yarayacak herhangi bir şey.”

DuVall, “Aslında her ikisini de buldum” diye karşılık verdi.

Evet!”Goddard neredeyse avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Rabat’ta mı oturuyor?”

Hayır, Kazablanka’da.”

Peki, neresinde?

Goddard not defterine adresi kaydetti.

Kızın resmini elde edebildiniz mi?”

Elimize henüz geçti.”

Telefonuma hemen gönderin.”

Tamamdır.”

Harika bir iş çıkardınız, Colette. Gerçekten çok akılıca. Daha Fas polisiyle irtibat kurmadınız, değil mi?

Hayır, ilk siz duymak istersiniz diye düşündüm.”

Mükemmel. Kızı nasıl buldunuz?”

Telefon şirketinin kayıtlarından. İşin en zor kısmı bu bilgilerin dışarı verilmesine izin verecek olan doğru yöneticiyi bulmak ve onuiddia ettiğim kişi olduğum konusunda ikna edebilmekti. İşin geri kalan kısmıysa çok kolaydı.”

Goddard aniden dönen şansına hâlâ inanamıyordu. DuVall’e tekrar, “Aferin, iyi iş başardınız” dedi. “Şimdi İskelet’i arayacağım. Bu arada siz de Rana adlı kız hakkındaki bütün bilgileri toplayın. Son birkaç gün içinde telefonla konuştuğu her insanı araştırın. Nerede çalışıyor, komşuları kimler, ev arkadaşı var mı, kullandığı araba ne marka?... Hakkındaki her şeyi öğrenin. Bu arada Fas polisini elimizden geldiğince bu konunun dışında tutmaya çalışalım. Yetki alanı çekişmesi yüzünden bu işin yavaşlatılmasını istemiyorum.”


* * * * * * *


On dakika sonra, müfettiş Lemieux Goddard’la telefon görüşmesini bitirmiş, telefonuna yeni gelen bir mesaja bakıyordu. En sonunda “Jean-Claude” ve sarışın yardımcısı bu işi başarmıştı demek. Bu hiç aklına gelmezdi doğrusu.

Lemieux, bundan daha mükemmeli olamazdı diye düşündü. Mervan ya –büyük olasılıkla– Favaz’ın evinde saklanıyordu ya da kız onu nerede bulabileceğini biliyordu. Her iki durumda da vakit kaybetmeden o kızı bulması gerekiyordu. Aceleyle Rabat Hilton Oteli’nden çıkıp arabasına atladı ve hızla Kazablanka’ya doğru yol almaya başladı.

Lemieux Rana’nın apartmanının kapısına vardığında gece olmuştu. Uyuklamakta olan kapıcının önünden geçerek, merdivenden yedinci kata çıktı. Asansör sesinin dikkat çekmesini istemiyordu.

Yedinci kat sessiz ve boş görünüyordu. Biraz nefesini topladıktansonra, 701 no’lu kapıya yöneldi. Bu arada silahını çıkartıp susturucusunu takmış ve ceketinin altına saklamıştı. Kapıyı iki kez çaldı. Genç bir kadın sesi, “Kim o?” diye sordu.

Bu ses Favaz’ın mıydı? Acaba Mervan yanında mıydı? Lemieux,Mervan’ın daha önce kendi sesini hiç duymadığından emindi. Ama yine de içeride, cinayetten tutuklanmak yerine onu öldürmeye hazır bekleyen silahlı bir katilin saklandığını varsayarak, sesini biraz değiştirip konuştu, “Televizyon uydu anteni için aramışsınız.” Bunlarısöylerken Paris’ten son bir saat içinde gönderilen bu bilginin güvenilir olduğunu umuyor, Goddard’ın adamları bu bilgiye neden ulaşamadı diye de merak ediyordu.

Kadın sesi, “Evet, evet, bir dakika lütfen” dedi.

Kapının kilidinin içeriden açıldığını ve zincirin kaldırıldığını işitti. Kapı açıldı ve birden Rana Favaz’ı karşısında buldu. Kız Goddard’ın gönderdiği resme aynen benziyordu.

Lemieux kapıyı itip Rana’yı kolunda yakaladı ve şiddetle kendisine doğru çevirdi. Sonra kolunu genç kızın boğazına dolayarak silahını başına doğrulttu. “Mervan Akat nerede?” diye sordu. “Hemenşimdi konuş!”

Rana,“Ahh, canımı acıtıyorsunuz. Kolumu kıracaksınız” diye acıyla bağırdı.

Lemieux onu dinlemedi.

Evin içine doğru, “Onu yakaladım, Mervan!”diye seslendi. “Kız elimde. Onu canlı görmek istiyorsan, silahlarını buraya doğru at ve ellerin başının üzerinde yavaşça dışarı çık!”

Rana yüzünü acıyla buruşturarak, “O burada değil. Mervan burada yok” dedi.

Size inanmıyorum, Bayan Favaz. Erkek arkadaşınızı kurtarmakiçin yalan söylüyorsunuz.”

O benim erkek arkadaşım değil. Asla da olmadı. Ve o burada değil.”

Kızın konuşması inandırıcıydı, ama Lemieux işini şansa bırakmıyordu. Susturucuyu Rana’nın şakağına bastırıp yanında sürükleyerek evin içini aramaya başladı. Odaları, dolapları, yatak altlarını, duş kabinlerini, akla gelebilecek her yeri araştırdı. Mervan’ın kendisini öldürmek üzere orada beklemediğine kani olduktun sonra, kızı bıraktı.

Lemieux aramasını bitirince, ön kapıyı kapatıp kilitledi. Rana, “Size onun burada olmadığın söylemiştim” dedi.

Lemieux, “Kes sesini” diyerek silahın kabzasıyla kızın yüzüne şiddetle vurdu. Rana gözyaşları içinde yere yuvarlandı ve dudağı kanamaya başladı. “Anlaşıldı, o şimdi burada değil. Ama daha önceburadaydı, öyle değil mi?”

Rana korkudan titreyerek sordu: “Siz kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz?”

Lemieux susturucuyu kızın alnına doğrultup, “Soruları ben soruyorum, Bayan Favaz, siz değil” dedi. “Şimdi tekrar ediyorum, Mervan Akat kısa bir süre önce evinizde miydi?”

Kız en sonunda kendisini toparlayıp, “Evet, buradaydı” diyebildi.

Ne istiyordu?”

Burada kalmak istedi. Ama ben olmaz dedim.”

Niçin burada kalmak istedi? Neden otele gitmedi?”

Yaralıydı, yardıma ihtiyacı vardı.”

Ve siz de ona yardım ettiniz?”

Ben bir hemşireyim.”

Ve o sizi seviyor, öyle mi?”

Rana cevap vermedi.

Mayıs ayında size evlenme teklif etti. Değil mi?”

Evet, etmişti.”

O zaman size aşıktı.”

Sanırım öyleydi.”

Ya siz, siz ona âşık değil miydiniz?”

Teklifini reddettim.”

Bu onu sevmediğiniz anlamına gelmez. O yine de size geldi. Gidebileceği onca insan varken, size geldi, öyle değil mi?”

Sanırım.”

Onu sevdiğinizi düşünüyor olmalıydı, değil mi?”

Belki de.”

Ve en kötü zamanında size geldi. Yaralanmıştı, öyle değil mi?”

Evet, öyle görünüyordu.”

Ama siz onu geri çevirdiniz.”

Onun yaşamına girmek istemiyordum.”

Bir katilin yaşamına mı?”

Rana’nın nefesi kesildi.

Ben öyle demedim. O bir katil değil. İyi bir insan.”

Yalnızca evlenecek kadar iyi değil.”

Çocukluktan beri arkadaştık. Onun için her şeyi yapardım.”

O zaman niçin yapmadınız?

Ben… ben … Ben ona elimden geldiğince yardım ettim.”

Ama burada kalmasına izin vermediniz.”

Ama ….ben….”

Ona para verdiniz mi?’

Hayır.”

Uçak biletini almasına yardımcı oldunuz mu?”

Hayır.”

Onu tren istasyonuna götürdünüz mü?”

Hayır.”

Ama nerede olduğunu biliyorsunuz, öyle değil mi Bayan Favaz?”

Rana yerde büzülmüş, kontrolsüz bir biçimde titriyordu. Gözleri yaşla doluydu, sesi ise gittikçe zayıflıyordu.

Hayır” dedi. “Nereye gittiğini bilmiyorum.”

Yalan söylüyorsunuz.”

Başka bir şey bilmiyorum.”

Lemieux silahının emniyet kilidini açtı.

Lütfen, bana inanın, nerede olduğunu gerçekten bilmiyorum.”

Lemieux sakin bir sesle, “Üçe kadar sayacağım” dedi. “Eğer, istediklerimi söylemezseniz, sizi öldüreceğim.”

Kız çaresizce diretti, “Ama ben onun nerede olduğunu bilmiyorum. Yemin ederim, bilseydim size söylerdim.”

Belki de söylemezdiniz. Belki de onu hâlâ seviyorsunuz. Belki de onun kurtulabilmesi için kendinizi feda etmeye hazırsınız.”

Hayır, hayır –yani ben onu seviyorum– ama size gerçeği söylüyorum.”

Bir….”

Lütfen Mösyö, bana inanın.”

“….iki ….”

Peki, oldu. Tüm bildiklerimi size anlatacağım. Ama fazla bir şey değil. Lütfen bana zarar vermeyin.”

Lemieux uzun ve gergin bir sessizlikten sonra konuştu, “Peki öyleyse, bekliyorum anlatın.”

Mervan kesin bir şey söylemedi. Yalnızca nereye gideceğinden emin olmadığını söyledi ve ben de ona inandım.”

Tam olarak size ne söylemişti, Bayan Favaz?”

Şöyle bir şey demişti: ‘Belki Mısır, belki Körfez ülkelerinden biri, buradan uzakta bir yer olsun da.’… hepsi bu… gerçekten… bütün bildiğim bunlar.”

Kesinlikle emin misiniz?”

Evet, hepsi bu kadar. Sadece bunları söyledi.”

Onun buraya geldiğini bilen başka biri var mı?”

Hayır, sadece ben biliyordum.”

Aileniz?”

Hayır.”

Erkek arkadaşınız filan?”

Hayır.”
“Ev arkadaşınız yahut komşunuz?”

Hayır.” Rana bu çılgın adamın Leyla’yı öğrenmesini engellemeye çalışıyordu. “Yalnızca ben biliyorum. Ve ben de kimseye bir şey söylemem. Lütfen, bana inanmalısınız.”

Lemieux tekrar durup kızın bu iddiasının doğruluğunu tarttı.

En sonunda, “Peki öyleyse” dedi. “Bunları anlatmak hiç de öyle zor olmadı, değil mi?”

Rana nihayet derin bir nefes aldı, biraz rahatlamış görünüyordu.

Ancak tam o sırada dış kapıdan sesler gelmeye başladı. Kilit açıldı ve elinde market torbalarıyla Leyla içeriye girdi. Şaşkın bir halde Lemieux’ye, sonra elindeki silaha baktı. Yüzünde bir dehşet ifadesi belirmişti.

Rana, ne oluyor?” diye sordu. Sesi titriyordu, “Yoksa Mervan’la mı ilgili?”

Leyla bu sözleriyle kaderini de belirlemiş oldu.

Lemieux iki el ateş etti. Silahın susturucusu olduğu için dışarıya ses gitmemişti. Leyla yere yıkıldı. Lemieux ardından Rana’ya doğrudönüp iki el daha ateş etti.