I. Kısım

1


ızı ölmüştü. Karısı ise kayıptı. Şimdi ise Refik Remzi’yi ölüm korkusu sarmıştı.

Yaşlı adam, Monte Carlo sahilindeki saray yavrusu dairesinin görkemli salonunu adımlarken, bir yandan da saatli bomba ya da kiralık katil kurşunu yerine akciğer kanserinden ölmeyi yeğleyen biri gibi durmaksızın sigara içiyordu. “Yalnızca iki günümüz kaldı” dedi. “Siz gelmeden önce onlardan yeni bir not aldım. Cuma gününe kadar daha fazla para göndermediğim takdirde, Claudette’i öldüreceklerini ve sıranın bana geleceğini söylüyorlar. Bu yüzden, lütfen BayAkat, size yalvarıyorum – bana iyi haberleriniz olduğunu söyleyin. Zira daha fazla dayanabileceğimi sanmıyorum.”

Şimdi ne kadar istiyorlar?”

Remzi, “Yirmi beş milyon” dedi. “Daha önce ödediğim on bir milyon Avro’ya ilaveten.”

Sıradan bir ölümlü için bu son derece büyük bir rakamdı. Ama 79yaşındaki Remzi sıradan bir ölümlü değildi. Altı ay önce, ölen kardeşiyle birlikte 1963 yılında kurduğu şirketi Blue Nile Holding’i birFransız şirketler grubuna 563 milyon Avro’ya satmıştı. O şimdi Mısır’ın en zengin insanlarından biri; Kuzey Afrika ve Orta Doğu’nun seçkin iş çevrelerinde yaşayan bir efsaneydi.

Odanın diğer köşesinde pahalı İtalyan derisinden yapılmış kanepede oturmakta olan Mervan Akat, zihninden bir durum değerlendirmesi yaptı. Remzi birçok açıdan kusursuz bir müşteri sayılırdı – yaşlıydı, zengindi ve dehşet içindeydi. Akat’ın özel güvenlik firmasını kurmasının öncelikli nedeni bu tür müşterilerle iş yapmaktı.

Ancak bu iş, ağzında çok berbat bir tat bırakmıştı. Açgözlülük, rüşvet, şantaj, cinayet. Nereye baksa, hangi taşı kaldırsa, insan ruhunun düşkünlüğüyle karşılaşıyordu. Dünyada en çok sevdiği iki kadını kaybetmiş olan bu yaşlı ve zavallı adamı teselli edecek bir söz bulamıyordu. Bu işten tümüyle yakasını sıyırma zamanının gelip gelmediğini düşündü.

Akat espressosunu bitirdi. Bakışlarını Akdeniz’in parıldayan sularına ve çevredeki lüks apartmanların camlarından yansıyan batmakta olan güneşe çevirdi. Anne babası yaşıyor olsalardı, son sistemhelikopterler, Humvee’ler (özel silah ve zırh donanımlı askeri araç),Armani takım elbiseler ve kurşun geçirmez yeleklerin yer aldığı bugünkü yaşamı hakkında ne düşünürlerdi? Aldığı riskler çoğaldıkça, kazandığı para da artıyordu. Zaten başarılı bir iş dediğin de böyle olmaz mıydı?

Annesinin ona ne söyleyeceğini biliyordu. Ordudaki görevinden sonra Beyrut’tan ayrılması, bir doktor ya da mühendis olması ve Paris’te Rana’yı bulup oraya yerleşip ev bark sahibi olması için ona yalvarmıştı. Oğlunun sakin ve güvenli bir yaşam sürmesini, erkek evlatlar sahibi olup onları barışsever, eğitimli ve başarılı insanlar olarak yetiştirmesini çok arzu etmişti. Ama o budalalık edip bunlarınhiçbirini dinlememişti. Annesi acaba şimdi onu görebiliyor muydu?Zenginlerin karılarını şantajcıların ve uyuşturucu baronlarının elinden fidye karşılığında kurtarmalarına yardım etmek için harcadığı zamanı biliyor muydu? Müşterilerinin Bağdat, Musul ve Felluce gibitehlikeli bölgelerde güven içinde seyahat edebilmesini sağlamak içinne büyük çabalar gösterdiğini biliyor muydu? Acaba ölüler ağlar mıydı?

Mervan Akat en sonunda, “Haberlerim var, ama korkarım iyi değil” dedi.

Remzi endişeyle sordu, “Claudette hakkında mı?” “O caniler yoksa ona bir şey mi yaptılar? Onları öldüreceğim. Size yemin ederim Bay Akat. Onları bulup bu yaptıklarının acısını çıkartana dek huzur bulmayacağım.”

Akat başını salladı.

Evet, Claudette hakkında, ama düşündüğünüz gibi değil. Lütfenoturun.”

Bana bütün bildiklerinizi hemen anlatın.”

Elbette, Bay Remzi. Ama lütfen oturun ki, her şeyi anlatabileyim.”

Son iki haftadır sağlığı gittikçe bozulmakta olan Remzi aşırı kilolu bedeniyle büyükçe bir koltuğun üzerine çöktü ve gergin bir şekilde bir sigara daha yaktı. Endişe dolu gözleri kızarık ve nemliydi. Öne doğru eğilerek, “Lütfen Bay Akat, benimle oyun oynamayın. Rica ediyorum” dedi.

Akat başını salladı ve şöyle sordu: “Bay Remzi, Sao Paolo sizin için ne ifade ediyor?”

Yaşlı adam şaşırmıştı.

Brezilya’daki kentten mi söz ediyorsunuz?”

Evet.”

Remzi omuzlarını silkti. “Hiçbir şey ifade etmiyor, neden?”

Akat ısrarla tekrarladı: “Hiçbir şey mi?”

Remzi, “Hayır, etmesi mi gerekiyordu?” diye yanıt verdi.

Blue Nile şirketinin orada ofisleri ya da fabrikaları var mıydı?”

Hayır.”

Üst düzey yöneticilerinizden herhangi birisi o kentten mi gelmişti?”

Hayır.”

Şirketinizde çalışanların arasında oralı olan var mıydı?”

Sanmıyorum.”

İş icabı hiç Sao Paolo’ya gittiniz mi?”

Hayır.”

Eşinizle birlikte hiç oraya tatile gittiniz mi?”

Remzi dudak bükerek konuştu, “Tatile çıkacak zamanım mı vardı? Ben güçlü ve çok meşgul bir insanım.”

Bayan Remzi herhangi bir nedenle hiç Sao Paolo’ya tek başına gitti mi?”

Hayır, elbette gitmedi.”

Bundan kesinlikle emin misiniz?”

Konuyu nereye getirmek istediğinizi anlayamıyorum.”

Akat ısrarla sorusunu yineledi, “Emin misiniz, Bay Remzi? Düşünün.

Refik Remzi koltuktan kalktı ve sigarasından derin nefesler çekerek tekrar odayı adımlamaya başladı.

Anlık bir duraklamadan sonra, “Aslında düşünüyorum da, belki de oraya gitmiş olabilir” dedi.

Lütfen anlatır mısınız, bu nasıl oldu.”

Remzi, “Anlatacak fazla bir şey yok” diye yanıt verdi. “Claudette’in ikinci dereceden kuzeni bir zamanlar bir Brezilyalı’yla evliydi. Ama ilişkileri çok kısa sürdü, altı ay kadar sonra zaten boşandılar.”

Akat, “Düğüne gitmiş miydiniz?” diye sordu.

Hayır, ama Claudette gitmişti. Oradan, yani Sao Paolo’dan nefret etmişti. Kenti fazlasıyla kalabalık ve gürültülü bulmuştu. ‘Cazibeden yoksun bir New York gibi’ demişti.”

Bu düğün ne zaman olmuştu?”

Bilmiyorum, üç dört yıl önceydi galiba.” Remzi, pencerenin yanındaki barda kendisine bir içki hazırlıyordu. “Niçin soruyorsunuz? Bu sorularla nereye varmaya çalışıyorsunuz?”

Akat eğilip evrak çantasını açtı ve içinden büyük sarı bir zarf çıkararak Remzi’ye uzattı.

Yaşlı adam martinisini yudumlarken, “Bu nedir?” diye sordu.

Akat, “Zarfı açın, göreceksiniz” dedi.

Remzi bir an Akat’ın yüzüne baktı, ardından içkisini masaya bırakıp ona doğru yürüdü ve zarfı alıp yavaşça açtı. 20x25 cm. ebatlarındaki siyah beyaz fotoğrafı dışarı çıkarırken, yüzünün bütün rengikaçtı ve gözlerinde büyük bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Çünkü Remzi, elinde alt köşedeki tarih damgasından son 48 saat içinde çekildiği belli olan karısının bir fotoğrafını tutuyordu. Ancak bu, fidye notuylabirlikte gönderilen önceki fotoğraflardan farklıydı. Bu resimde karısının elleri bağlı değildi, ağzı da kapatılmamıştı. Onun yerine karısı ofise benzer bir yerde masa başında otururken ve bir müdür ya da şef gibi birisiyle konuşurken görüntülenmişti.

Remzi en nihayet kısık bir sesle, “Hiçbir şey… Ama hiçbir şey anlamıyorum” diyebildi. “Bu nedir? Nerede çekilmiş?”

Akat, “Bu görüntü Sao Paolo’da bir bankadaki güvenlik kamerasıyla kaydedildi” diye açıkladı. “Eşiniz kendisi için fidye olarak gönderdiğiniz paralardan bir miktarını o bankadan çekmiş.”

Remzi titreyen ellerinde tuttuğu bu resmi algılama konusunda gerçekten zorlanıyordu.

Yaşlı adam en sonunda şöyle dedi: “Siz neler söylüyorsunuz, Bay Akat? Yani karım… Bütün bu işi onun planladığını mı düşünüyorsunuz? Bu resmin de bana ihanet ettiğinin kanıtı mı olduğunu söylüyorsunuz?”

Akat hiçbir şey söylemedi. Yaşlı adama bir eylem planı önermeden önce, acı gerçeği sindirmesini bekledi. Fakat bunu yapma fırsatını bulamadı. Aniden iki el silah sesi duyuldu. Odanın pencere camları gürültüyle patladı. Yaşlı adam yere yıkıldı. Ağzından kan geliyordu. Refik Remzi ölmüştü. Mervan Akat bir sonraki hedefin kendisi olmasından korktu.


2


ilah sesleri odanın içinde yankılanmaya başladı, kırılan resim çerçevelerinin ve tabakların parçaları çevrede uçuşuyordu. Mervan büyük meşe yazıhanenin arkasında siper aldı.

O anda Remzi’nin korumalarından ikisi ellerinde silahlarıyla odaya daldı. Ancak kısa süre içinde, pusu kuran nişancının kim olduğunu göremeden, hatta silahlarıyla karşılık vermeye fırsat bulamadan vurulup öldüler.

Mervan vakit geçirmeden telefona uzandı, ama hat kesikti. Silahına doğru el attı ve birden girişteki güvenlik görevlileri tarafından alındığını anımsadı. Remzi’nin değerli antika vazo koleksiyonunun bir bölümü başının tam üzerinde parçalara ayrılmaktaydı. Aralıksız süren ateş çevredeki bütün mobilyaları parçalıyordu.

Mervan orada daha fazla kalamazdı. Remzi’yi öldürenler belli kidürbünlü silahlar kullanıyordu. Onun odanın içinde olduğunu ve nerede saklandığını biliyorlardı.

Mervan kendini sol yana attı ve yerde sürünerek cansız yatan korumalara doğru yaklaşmaya başladı. Silah atışları birden şiddetlendi. Mervan ani bir hareketle korumaların silahlarını aldı, ardından Remzi’nin eşinin fotoğrafını da kapıp açık kapıdan dairenin ana girişine doğru atıldı.

Tam bu sırada asansörden iki koruma daha dışarı çıkmak üzereydi.

Mervan onlara, “Yere yatın! Yere yatın!”diye bağırırken, giriş alanı silah sesleriyle doldu.

Tehlikeyi fark eden birinci koruma kendini anında yere attı. Diğeriyse o kadar şanslı değildi. Sırtından iki kurşun yedi ve acıyla haykırmaya başladı.

Birinci koruma bir yandan umutsuz durumda olduğu anlaşılan arkadaşına yardım etmeye çalışırken, “Bay Akat, çabuk merdivenlere koşun”diye bağırdı.

Mervan bu öneriyi dikkate alıp hızla merdivenlere yöneldi. Kendisini bekleyen biri olabilir kaygısıyla silahlarını ateşlemeye hazırdı.Merdivenler güvenliydi. Hızla on kat aşağıya indi, ama olayın şokundan adeta sarhoş gibiydi.

Kısa bir süre sonra lobideydi. Şoförünün kendisini hâlâ bekleyipbeklemediğini merak ediyordu. Süratle artan insan kalabalığını gözleriyle taradı, fakat tanıdık bir yüze rastlamadı. Uzaktan siren seslerigeliyordu. Bir yerde yangın alarmı çalıyordu. İnsanlar çığlık atıyordu. Ortalıkta tam bir kargaşa hâkimdi. Ama en azından silah sesleri şimdilik dinmişti.

Kalabalığın içinden birisi, “Bay Akat”diye bağırdı.

Her tarafta özel güvenlik görevlileri ve sivil giysili ajanlar koşuşturuyordu. Apartman sakinleriyse panik içinde asansörlerden dışarı akın ediyordu. Mervan tanıdık birini göremedi, ama aynı sesi tekrarişitti.

Bay Akat, buradayım.”

Tekrar geriye dönüp baktığında, ufak-tefek, sevecen yüzlü şoförünün kendisine doğru koşmakta olduğunu gördü.

Adam nefes nefese, “Bay Akat, lütfen, sizi buradan dışarıya çıkarmalıyız. Lütfen bekleyin, arabayı kapıya getireceğim” dedi.

Mervan ise, “Seninle birlikte geleceğim” dedi.

Şoför, “Hayır, hayır, mösyö” diye ısrar etti. “Arabayı getirmem bir dakika bile sürmez.”

Şoförü Monako’nun en ünlü ve en lüks rezidanslarından ikisi olan “Egemen Palas” ve bitişiğindeki “Yalı Palas”tan kaçmaya çalışan insan seli arasında kendine bir yol açmaya çalışarak kapıya doğru yönelmişti bile.

Mervan’ın adamla tartışmaya niyeti yoktu. Düşünecek çok daha önemli konular vardı. Claudette Remzi ve suç ortaklarının Mervan’ın para transferlerinin izini sürdüğünden haberi var mıydı? Bu izleri ta Sao Paolo’ya kadar takip ettiğini biliyorlar mıydı? Refik Remzi’yi tam o anda öldürmelerinin nedeni yeni izlerin peşinden gitmesinin önüne geçmek miydi? Ama bu mümkün müydü? Zira bubilgileri Remzi’yi ölmeden sadece birkaç dakika önce açıklamıştı.

Akat ve Ortaklarışirketi Remzi için yalnızca on günden beri çalışıyordu. Remzi’nin yıllardan beri hizmet aldığı Paris merkezli başka bir güvenlik şirketi daha vardı. Akat’ın şirketi ise Remzi’nin kızının öldürülmesinden ve karısının kaybolmasının ardından yalnızca bu iki olayı araştırmak üzere görevlendirilmişti. Mervan ilk iş olarakFransız korumaları kendi adamlarıyla desteklemeyi, hatta değiştirmeyi önermişti, ama Remzi bunu kabul etmemişti. Şantajcıları kuşkulandıracak ya da sevgili eşine zarar vermelerine neden olabilecek göze batan hiçbir değişiklik yapılmasını istemedi. Remzi bu konudaölümcül bir hata yapmıştı.

Mervan farklı yönlerden gelen birçok polis aracının ve ilkyardımekiplerinin binanın ön tarafındaki alanda toplanmakta olduğunu gördü. Basın mensuplarının gelmesi de uzun sürmezdi. Mervan’ın en son istediği şey resmini bu konuyla ilgili olarak Avrupa ve Orta Doğu gazetelerinin baş sayfalarında görmekti. Bu, prestijli ve başarılı bir özel güvenlik şirketinin yöneticisinin can atacağı türden bir tanıtım kesinlikle değildi.

Saatine baktı ve gözleriyle dışarıdaki kalabalığı inceledi. Şoförünün en sonunda caddenin karşısına geçip Range Rover’a girdiğini vemotoru çalıştırdığını seçebildi.

Mervan ön kapıya doğru yürümeye başladı. Oradan mümkün olduğunca kısa sürede uzaklaşmak istiyordu. Fakat tam binadan çıkıp meydanı geçmekte olduğu sırada, araçta muazzam bir patlama oldu.Mervan patlamanın şiddetinden yere yuvarlandı. Araçtan alevler ve dumanlar yükseliyor, gökten cam ve metal parçaları yağıyordu. Mervan korkunç olayın dehşetiyle, o anda kendisinin de mutlak bir hedef olduğunu birden fark etti.



3


esetler sokağa ve çevreye dağılmıştı. Yaralılardan yardım isteyençığlıklar yükseliyordu. Diğer insanlarsa şokun etkisiyle sessiz ve şaşkınlıkla ortalıkta dolaşıyor, dostlarını, sevdiklerini arıyor ve ne olduğunu kavramaya çalışıyorlardı.

Mervan ayağa kalkarak üzerindeki tozları silkeledi ve yüzündekikanları sildi. Korumalardan aldığı silahlardan birinin şarjörünü çıkartıp üzerindeki parmak izlerini sildikten sonra en yakındaki çöp kutusuna attı. Diğer silahı ise kemerine sokup üzerini ceketiyle kapattı ve kuzeye, kent merkezine doğru koşmaya başladı.

Oteline geri dönmek zorundaydı. Eşyalarını toplaması ve bir an önce kenti terk etmesi gerekiyordu. Onu durduran kimse olmadı. Çevresindekiler ya çılgın gibi telaşlı ya da şoktan sersemlemiş gibiydi. Hiç kimsenin onun kim olduğuyla ya da neden böylesine aceleettiğiyle ilgilenecek hali yoktu.

Mervan yoldan geçen bir taksiyi durdurdu.

İçine atlayıp, “Le Meridien Oteli’ne” dedi. Taksi hızla yola koyuldu.

Güneş dağların ardından yavaşça batıyordu. Kentin ışıkları yanmaya başlamıştı. Kumarhaneler ve kulüpler kapılarını müşterilere açmıştı. Korkunç olayın haberinin az sonra yayılacak olduğu zenginlerin ve ünlülerin oyun bahçesi Monte Carlo yeni bir geceye başlıyordu.

Mervan taksinin içinde hızla giderken, bir yandan da limandaki yatları seyrediyor ve yapması gerekenleri zihninden geçiriyordu. Öncelikle erkek kardeşini araması gerekiyordu. Daha fazla nakit paraya ihtiyacı vardı. Uçak rezervasyonu yaptırmak ve bilet almak zorundaydı. Ama nereye? Ve nereden? İtalya’ya ya da Fransa’ya mı gidecekti?

Mervan kaçtığı takdirde suçlu durumuna düşeceğini biliyordu. Ama bütün bu olanları dikkate aldığında, başka bir seçeneği olup olmadığından pek emin değildi. Kentte kalmak kendi ölüm kararını imzalamak olabilirdi. Bu arada polis tarafından uzun uzadıya sorguya çekilecekti. Onu Refik Remzi ile ilk kim tanıştırmıştı? Remzi için çalışan bir Fransız güvenlik şirketinin olduğunu çok iyi bildiği halde, Monte Carlo’ya niçin gelmişti? Remzi ile yüz yüze yaptığı ilk toplantının adamın ölümüyle sonuçlanmasını nasıl açıklayabilirdi? Korumaların silahlarını niçin almıştı? Kendi silahını girişteki güvenlik biriminden niçin geri istememişti? Bu ve benzeri sorular sürüp gidecekti – bunlar yanıtlaması kolay sorulardı. Onu asıl kaygılandıran, Remzi ile ilk tanıştıklarında kendisine söylediği bir şeydi.

Taksi otelin önünde durdu. Mervan şoföre parasını ödedi ve kendisini beklemesini istedi. İşi fazla sürmeyecekti. Ardından hızla otelegirip asansörle beşinci kata çıktı.

Asansörde genç ve çekici bir kadınla birlikte çıktılar. Genç kadınona biraz Rana’yı anımsattı. Koyu renkli uzun saçlar, anlamlı kahverengi gözler, beyaz ipek gömlek, siyah etek, siyah çoraplar, tek sıra inci kolye, kırmızı rujlu dudaklar ve kırmızı ojeli tırnaklar. Göz makyajı biraz fazlaydı. Genç kadın utangaç bir tavırla gülümsedi. Başka zaman olsa, Mervan ona karşılık verir ve bir sohbet başlatırdı.Ama bu gece değil.

Mervan gözlerini yere indirip düşüncelerini toplamaya çalıştı. Birbuçuk hafta evvel Remzi ile yaptığı ilk telefon görüşmesini zihnindecanlandırdı. Konuşmanın genel hatlarını anımsamak kolaydı. Remzikızının ve eşinin eşzamanlı olarak kaçırılmasına dek meydana gelenolayları anlatmıştı. Eşi güzellik salonundan, kızı da okuldan eve gelirken kaçırılmıştı. Daha sonra karısı için şantajla para talep edilmiş, kızı ise öldürülmüştü. Mervan’ın asıl zihninden geçirdiği, şüphelilerin isimleriydi. Remzi ailesine zarar vermeyi amaçlayabileceğine vebu imkâna sahip olabileceğine inandığı eski çalışanlarına ve iş rakiplerine ait en az bir düzine kadar isim sıralamıştı. Ama onu diğerlerinden daha çok kaygılandıran başka bir senaryo daha vardı.

Asansörün kat uyarı zili çaldı. Üçüncü katta durmuşlardı. Genç kadın asansörden dışarı çıkarken cep telefonuyla bir numara çevirmeye başladı. Aynen Rana gibi dik ve kendinden emin yürüyordu, ama pas veren bir havası yoktu.

Asansörün kapısı kapandı.

Mervan’ın düşünceleri tekrar Remzi ile yaptığı ilk konuşmaya odaklandı. Yaşlı adam birkaç yıl önce, iki Fransız istihbarat ajanınınkendisine şantaj yapmaya kalkıştığından söz etmişti. Bu adamlar 250.000 Avro ödemediği takdirde, vergi dairesindeki dostlarının Blue Nile Holding’in mali kayıtlarını vergi kaçırma ve hesaplarda usulsüzlük nedeniyle incelettireceklerini iddia etmişlerdi. Ayrıca basına Remzi’yi ve şirketini karalayan sahte bilgiler sızdıracaklarını söylemişlerdi.

Remzi o sıralar sahibi olduğu Blue Nile şirketini merkezi Paris’teolan çokuluslu dev bir kuruluşa satmak üzeredeydi. Bu suçlamalar gerçek olmasa bile, şirket satışının resmi ve umuma açık bir soruşturma yüzünden uzamasını arzu etmiyordu. Remzi adamlara istedikleri parayı ödediğini ve bu miktarı şirket hesaplarında “danışmanlık ücreti” olarak gösterdiğini söylemişti. Ama adamlar daha fazla para–bu sefer de bir milyon Avro– talep ettiklerinde, Remzi Interpol’e başvurmuştu. Interpol suçluları yakalamak için gizli bir operasyon düzenlemişti. Şantajcılar kısa süre içinde yakalanmış ve 25 yıl ile ömür boyu arasında hapis cezasıyla mahkeme önüne çıkarılmıştı. Ancak daha sonra dava savcısıyla pazarlık edip diğer işbirlikçilerin adlarını vermeyi vaat etmişler ve çok geçmeden hapisteki hücrelerinde ölü bulunmuşlardı. Bu cinayetlerin faili hiçbir zaman bulunamamış, dava dosyaları ise rafa kaldırılmıştı.

Remzi herhangi bir suçlama yapmamasına rağmen, Fransız hükümeti bu konuda kendisinden resmi olarak özür dilemişti. YetkililerBay Remzi ve eşini bu kişilerin kendi başlarına çalışan sahte ajanlarolduğu ve Fransız istihbarat teşkilatı ve merkezi hükümetle hiçbir surette ilişkileri bulunmadığı konusunda temin etmek için büyük gayret göstermişlerdi.

Remzi ise Mervan’a, bütün bunlara rağmen bu şantaj senaryosunu en başından planlayan ve gerçek yüzünü gizleyen en azından bir sahtekârın Fransız istihbarat teşkilatının içinde olduğuna inandığını açıklamıştı. Üstelik Remzi bu ajanın iki suç ortağını susturmak için hapiste öldürttüğüne ve kendisinden tekrar para sızdırmaya çalışacağına inanıyordu.

Remzi, Mervan’ı bu nedenle aradığını, çünkü bu konuda bir başkasına güvenemediğini söylemişti. Eğer Fransız gizli servisinde (herne kadar kendi namına çalışsa da) önemli mevkideki bir kişi onun peşine düşmüşse, önemsiz suçlarla ilgilenen sıradan bir polis müfettişinin bu olayı çözeceğine ve suçluyu/suçluları adalet önüne çıkaracağına güvenemezdi.

Asansörün kat uyarı zili tekrar çaldı.

Asansörün kapısı beşinci katta açıldı, fakat derin düşüncelere dalmış olan Mervan dışarı çıkmadı. Remzi’nin dedikleri doğru olabilir miydi? Ayrıca, Remzi’nin karısı ta baştan beri bu isimsiz Fransız ajanıyla birlikte mi çalışıyordu? Ama niçin? Claudette’i bunu yapmaya iten şey ne olabilirdi? Dışardan göründüğü kadarıyla, Refik ve Claudette –zengin, birbirini seven ve yaşlı adamın çoktan vakti gelmiş emekliliğinin keyfini çıkarmayı bekleyen– mutlu bir çiftti. Yolunda gitmeyen ne vardı?

Asansörün kapısı kapanmaya başladı.

Mervan aniden gerçek yaşama döndü. Gelecekte bütün bunları düşünüp çözmek için zamanı olacaktı. Şimdiyse en kısa zamanda eşyalarını toparlayıp bu kentten ayrılması gerekiyordu. Eğer polislerkendisiyle görüşmek isterse, onu nerede bulacaklarını biliyorlardı. Ama o ortada dolaşıp pusuya yatmış bir nişancı tarafından vurulmayı ya da aracına konan saatli bir bombayla yok edilmeyi beklemeyecekti.

Elini uzatıp asansörün kapılarını yana doğru açtı. Dışarı çıkıp sağa döndü ve koridor boyunca yürümeye başladı. Koridor her zamankinden daha karanlık görünüyordu, sanki bazı ampuller patlamış ya da çıkartılmış gibiydi.

Aniden koridorun sonunda hareket eden bir gölge gözüne çarptı. Mervan silahın horozunun çekildiğini çok net bir şekilde işitti. O anda tuzağa düştüğünü anladı.



4


atlayan silahın sesi otelin içinde yankılanırken, Mervan kendinisola doğru attı. Kurşun yanı başındaki duvarda kocaman bir delik açtı, sıva ve alçı parçaları çevreye dağıldı.

Mervan, Remzi’nin dairesinde korumalardan aldığı silahı çekerekateş etmeye başladı. Ateşe devam ederken, koridorun diğer ucundakiacil çıkış kapısı birden açıldı. Mervan o yöne baktığında ikinci bir kişinin gölgelerin arasından belirdiğini fark etti – bu asansördeki genç kadındı.

Mervan kendini yere atarken, başının tam üzerindeki duvarda ikimermi daha patladı. Mervan bu sefer kadının başına nişan aldı. İki elateş etti, ardından süratle olduğu yerde dönüp diğer yöndeki adamıngölgesine doğru iki el daha sıktı. Attıklarının hiçbiri hedefi bulmamıştı, ama ona çok değerli birkaç saniye kazandırmıştı.

Birkaç metre ötesinde sağda küçük bir girişe benzeyen bir yer –aslında burası büyük bir dairenin kapı eşiğiydi– vardı. Kendisine fazla bir koruma sağlayacağa benzemiyordu, fakat şimdilik bununlayetinmek zorundaydı. Mervan her iki yöne birden iki el ateş etti, ardından büyük bir hızla kendini bu küçük girişe attı. Bunu yaparken yeniden silahlar patlamaya başlamıştı. Şimdilik avcılar isabet sağlayamamışlardı. Ama bu çok uzun sürmezdi.

Koridor yeniden silah seslerine boğuldu.

Onu yavaş yavaş kıstırıyorlardı. Metre metre, kapı kapı yaklaşıyorlardı.

Mervan bu tuzaktan kurtulmak için sadece birkaç saniyesi kaldığını anlamıştı.

Mervan ilk önce sola, ardından da sağ yanına doğru iki el ateş etti. Sonra arkasına dönüp kapı kolunda asılı duran, “Lütfen Rahatsız Etmeyiniz” etiketine nişan alıp ateş etti. Ardından bütün gücüyle kapıyı tekmeleyerek açtı ve kendini içeri attı. Arkasında silahlar patlıyordu.

Balayı dairesindeki yeni evli çift servis masasının arkasına saklanmış, dehşet dolu gözlerle kendisini izliyordu.

Mervan fısıltıdan biraz yüksekçe bir sesle, “Yere yatın” diye uyardı. “Yatağın altına girin – çabuk!”

Onlara bu kâbusun suçlusunun kendisi olmadığını açıklayacak zamanı yoktu. Tek istediği, onları elinden geldiğince tehlikenin dışında tutmaktı. İki sevgili aceleyle yere yatıp geniş ve yüksek yatağın altına doğru süründüler. Mervan boş şarjörü çıkarıp yerine yenisini takarken yatağın altından korkuyla onu izliyorlardı. Mervan hızla hareket edip sürgülü cam kapıyı açtı ve balkona çıktı.

O anda silah sesini duydu ve merminin sağ omzunu parçalayıp geçtiğini hissetti.

Merminin gücü onu sersemletti. Dengesini kaybederek balkondaki küçük cam sehpanın üzerine düştü ve sehpa altında kırıldı. Bütün bunlara rağmen bir eliyle yüzünü siper edip diğer eliyle odanın içine doğru ateş edecek kadar aklı başındaydı.

İlk atışında isabet alan cam kapı patlayıp binlerce parçaya ayrıldı,ama daha sonraki atışları hedefi buldu. İnci kolyeli kadın göğsündeniki kurşun yedi ve acıyla haykırarak yere yıkıldı.

Mervan, “Biri gitti, biri kaldı” diye düşündü.

Mervan yarasının verdiği müthiş acıya rağmen olağanüstü hızla hareket ederek, üzerindeki camları silkeledi ve ayağa kalktı. Sendeleyerek odaya girdi. Silahını kapıya doğrultarak kadının ortağının kendini göstermesini bekledi. Sağ tarafta yeni gelin hiperventilasyon (heyecandan çok hızla soluk alıp vermek) nöbeti geçiriyordu. Birkaç saatlik damat ise eşini yatıştırmaya çalışıyor, ama çabaları pek bir işe yaramıyordu.

Mervan öldürücü bir öfkeye kapılmıştı. Yerde yatan kadının nabzını yokladı ve ölmek üzere olduğunu anladı. Nabzı çok hafif ve düzensiz atıyordu. Kadının silahını ayağıyla uzağa doğru tekmeledi veonu sırtüstü çevirdi. Kadının beyaz ipek gömleği kızıla dönmüştü.

Mervan kapı istikametine doğru bir el ateş edip birkaç saniye kazandıktan sonra namluyu kadının boynuna bastırarak dişlerinin arasından konuştu: “Seni kim gönderdi?”

Bilincini kaybetmekte olan kadın belli belirsiz gülümsedi, ama bir şey söylemedi.

Mervan aynı soruyu Fransızca tekrarladı, ama kadın hiçbir yanıt vermedi.

Claudette Remzi mi? Seni Sao Paolo’dan o mu gönderdi?”

Kadının yüzünde aniden gerçek bir korku ve hayret ifadesi belirdi. Bu ismi bildiği kesindi. O kenti de biliyordu. Mervan namluyu daha derine bastırdı, ama kadın hâlâ konuşmayı reddediyordu. Sonrabirden gözbebekleri donuklaştı ve son nefesini verdi.

Mervan’ın kalbi şiddetle çarpıyor, damarlarında kan yerine adetazehirli bir adrenalin ve intikam karışımı akıyordu. Kadının silahını alıp şarjörü kontrol ettikten sonra her iki silahı birden ateşleyerek koridora fırladı. Gölgedeki adamın tek bir şansı bile olmadı. Mervanher iki silahını da yere yıkılan adamın yanına bıraktıktan sonra, onunsilahını ve yedek şarjörünü aldı.

Adamın üzerinden kimliğini belirten cüzdan ya da pasaport gibi bir belge çıkmadı. Mervan aceleyle balayı dairesine geri döndü. İnci kolyeli kadının üzerinde de kimlik yoktu. Anlaşıldığı kadarıyla, bu ikili görünmez ve tanınmaz olmayı iyi öğrenmiş ve avlarını gölgedeizleyip habersizce vurma eğitimi almış profesyonel katillerdi. Ya Remzi’nin dedikleri doğruysa? Ya bunlar Fransız gizli servisi ajanlarıysa?

Kesin olan bir şey vardı – Mervan konusunda yanlış hesap yapmışlardı.

İşte o anda Mervan sağ omzundaki keskin sancıyı hissetti ve başındaki cam kesiklerinden aşağı doğru kan aktığını fark etti.

Ardından siren seslerini duydu.



5


rada beklemeli mi, yoksa kaçmalı mıydı?

Karar vermek için yalnızca birkaç saniyesi vardı. Polisler neredeyse otele varacaktı. Aslında onu rahatlatması gereken bu düşünce,kaygılarını artırıyordu.

Bütün bu olanların meşru bir gerekçesi vardı – o yalnızca kendisini savunmuştu. Ama bu neye yarardı? O artık izi sürülen bir avdı. Peşindekiler kimlerse, attığı her adımı biliyorlardı. Onun Monte Carlo’da olduğunu biliyorlardı. Başka bir adla rezervasyon yaptırmışolmasına rağmen, Le Meridien Oteli’nde kaldığını da biliyorlardı. Remzi ile ne zaman ve nerede buluşacağını biliyorlardı. Kullanacağıaracın ne olduğunu, hangi asansöre bineceğini de biliyorlardı.Peki, bu nasıl mümkün olabilirdi? Bütün bunları nasıl bilebilirlerdi?

Bu adamların Avrupa ya da Orta Doğu ülkelerinin güvenlik güçleriyle ya da gizli servisleriyle hiçbir alakası da olmayabilirdi. Fakatbu olasılık gittikçe zayıflıyordu. Onu bu kadar yakından izleyen, başka kim olabilirdi? Bu seyahati yapacağını çok az kişi biliyordu, üstelik her şey kırk sekiz saatten daha kısa bir süre içinde planlanmışve uygulanmıştı.

Mervan kendisini otele getiren taksiyi bulmaya karar verdi. Eğerhâlâ otelin önünde bekliyorsa –yani şoför olup bitenden korkup kaçmamışsa ya da polis tarafından uzaklaştırılmamışsa veya beklemekten sıkılmamışsa– Mervan bunu kaçması gerektiğine dair Tanrı’dan gelen bir işaret olarak kabul edecekti. İlk önce Milano’ya, ardından Roma’ya gidecek, sonra da en kısa sürede Beyrut’taki erkek kardeşiyle buluşmaya çalışacaktı.

Ama taksi şoförü kendisini beklemiyorsa, kaçacak başka bir yolukalmıyordu. O zaman Mervan bunu Monte Carlo’da kalması ve polise giderek kaderine razı gelmesine dair bir işaret olarak kabul edecekti.

Daha fazla zamanı olsaydı belki de daha zekice bir plan yapabilirdi. Ama artık sadece birkaç saniyesi kalmıştı.

Mervan silahı ceket cebine soktu ve banyoya koştu. Elini yüzünüyıkadı. Saçlarındaki kanları olabildiğince çıkarmaya çalıştıktan sonra, omzundaki yarayı ıslak bir havluyla temizledi. Deri ceketi merminin hızını biraz olsun kesmişti, ama yaraya dikiş atılması gerekiyordu. Gerekli tıbbı müdahale yapılmazsa, mikrop kapabilirdi.

Kendisine büyük acı veren yarası için o anda yapabileceği fazla bir şey yoktu. Lavabonun kenarında gözüne çarpan ağrı kesicilerdenbir avuç yuttu. Ardından yaranın üzerine temiz bir havluyla tampon yaparak diğer kanlı havluları küvete attı. Yeni evli çifte ait yerde duran valizlerden birini kaparak süratle odadan çıktı ve acil çıkış kapısına doğru koşmaya başladı.

Koşarak merdivenlerden indikten sonra otelin yan kapısından dışarıyı gözetledi. İlk polis aracı otele varmıştı bile. Üniformalı iki görevlinin hızla lobiye doğru yöneldiğini gördü. Birkaç metre ötede isekendisini otele getiren taksi hâlâ beklemekteydi. Mervan bir hamlede kendisini aracın arka koltuğuna attı.

Fransızca olarak, “Havaalanına” dedi.

Şoför kıpırdamamıştı bile.

Mervan bu kez aynı şeyi İngilizce olarak tekrarladı, ama hiçbir karşılık alamadı.

Öne doğru eğilip adamı uyandırmaya çalıştığında, başından akankanı gördü. Şoför sol şakağından vurularak öldürülmüştü.

Mervan hızla silahını çekti. Gözleriyle park alanını, yolu ve ön girişi taradı, ama kimseyi göremedi. Bu arada siren seslerinin hızla otele doğru yaklaşmakta olduğunu işitebiliyordu.

Mervan, “Bu ne biçim bir işarettir?” diye düşündü. Bir aracı vardı, ama sürücüsü yoktu.

Ardından dehşet verici bir düşünceyle sarsıldı. Taksinin her yanıkendi parmak izleriyle doluydu. Eğer şimdi kaçarsa, cinayeti kendisinin işlediği sanılabilir ve derhal tutuklanma emri çıkartılırdı. Meslek hayatı da böylece sona ererdi. Büyük emeklerle bu duruma getirdiği şirketi mahvolurdu. Hiç kimse cinayet zanlısı olarak aranan bir kişiye, her ne kadar suçsuz olduğunu savunsa bile, koruma görevi vermezdi.

Oysa kaçarsa bir şansı –yaşama şansı– olabilirdi.

Bütün olanlar Mervan’ı Monte Carlo’da kalmasının kendisi için bir idam emri olacağına ikna etmişti. Peşindekiler onun hakkında çok fazla şey biliyordu, üstelik ilk hamleyi yapma önceliğine sahiptiler. Kaçarsa en azından Monako’dan uzaklaşma, Avrupa dışına çıkma ve çevresini saran bu kafesten kurtulma olanağını bulacaktı. Üstelik kimlerin, niçin peşinde olduğunu ortaya çıkarmak ve bir sonraki hamlesini planlamak için zaman kazanacaktı.

O anda kaçmaya karar verdi. Arkasına bakmadan, hızla ortadan kaybolacaktı.

Mervan çevreyi dikkatle inceledi. O an için etrafta kimse görünmüyordu. Ölü adamın üzerinden eğilerek koltuğun yanındaki yatırma kolunu buldu. Sürücü koltuğunu tamamen arkaya yatırdıktan sonra, cesedi arka koltuğa çekti. Sonra dışarı çıkıp ön kapıyı açarak içerden bagajın kapağını kaldırdı.

Bagajda bir battaniye ve birkaç harita vardı. Battaniyeyi arka koltuktaki cesedin üzerine örttü; haritaları ise ön koltuğa fırlattı. Torpidoyu açıp içindekilere göz attı – trafik ruhsatı, sigorta poliçesi, boşpara makbuzu koçanları, kâğıt peçeteler ve minik ketçap paketleri vardı. Mervan tekrar çevresine bakındıktan sonra, kâğıt peçetelerle aracın içini elinden geldiğince temizledi.

Mervan bir bakıma şanslıydı, çünkü şoföre ateş edildiğinde sol cam açıktı. Bu nedenle pencere ve kapıda hiçbir hasar yoktu. Mervan sürücü koltuğuna geçti, pencereyi kapattı, motoru çalıştırarak dikiz aynasını ayarladı. Omzundaki kurşun yarası müthiş zonkluyordu, ama bunu düşünmeye vakti yoktu.

Polis araçlarının yanıp sönen ışıkları hızla bulunduğu yere yaklaşıyordu.

Otel müdürü dışarıya koşup aceleyle polisleri içeri aldı. Ardındangeriye dönüp yüksek sesle bir şeyler söyledi. Mervan tam olarak duyamadığı bu sözlerin, “Haydi buradan çek git” anlamına geldiğini sandı.

Mervan söylenene uydu ve taksiyi otelin önündeki dar yoldan dikkatlice çıkartarak batıya doğru yöneltti.

Biraz yol aldıktan sonra, İtalya’ya gitmenin bir hata olacağına karar verdi. Fransa’nın daha iyi bir seçim olduğunu düşündü. İşi gereğiAvrupa ve Orta Doğu’da birçok kentte olduğu gibi, Marsilya’da da saklı bir yerde nakit parası, yeni giysileri ve yarım düzine kadar sahte pasaportu vardı. Trafiğin durumuna göre birkaç saat içinde Marsilya’ya varabilirdi. Orada arabadan ve cesetten kurtulup Kazablanka’ya giden ilk uçağa binebilirdi.

Mervan’ın Fas’ta tanıdığı fazla kimse yoktu. Oraya gitmeyeli yıllar olmuştu. Aslında bir daha oraya geri dönmemeye yemin etmişti, fakat geçmişte kalbini kıran kadına geri dönmekten başka yapacak bir şey düşünemiyordu.



6


üfettiş Jean-Claude Goddard iki kapılı köhne Renault’sunu ambulansların ve (müthiş olayı milyonlarca kişiye haberyapmakta olan) TV naklen yayın araçlarının arasından usta bir manevrayla geçirip Remzi’nin apartmanının önünde park etti. Torpido gözünden silahını ve kimliğini aldıktan sonra soğuk ve kasvetliKasım gecesine adımını attı.

Müfettiş Goddard yaklaşık yirmi yıldır Monako’da polis detektifliği yapıyordu. Son beş yıldır ise baş detektif olarak çalışıyordu. Buna rağmen meslek yaşamı boyunca böyle bir olayla karşılaşmamıştı.

Nüfusu sadece 32.000 olan Monako Prensliği, Vatikan’dan sonradünyanın en küçük ikinci bağımsız ülkesiydi. İtalya ve Fransa arasında yer alan iki kilometrekareden az yüzölçümlü ülke, dağlardan denize doğru alçalan ve son derece pahalı ve görkemli mülklerin bulunduğu engebeli bir araziden oluşmuştu. Monte Carlo adi suçlardan, soygunlardan ve diğer can sıkıcı olaylardan payına düşeni almıştı elbette. Avrupa’da kişi başına en yüksek gelire sahip olan bu ülkenin, açgözlü ve kötü niyetli birtakım kişilerin hedefi olması doğal olarak beklenirdi. Ama araç bombalama? Suikast? Aynı gün içinde farklı yerlerle birden fazla cinayet işlenmesi?

Hiçbir zaman. Böyle bir şey şimdiye dek asla duyulmamıştı.

Müfettiş Goddard üzerinden hâlâ duman çıkmakta olan Range Rover’ın enkazının yanından geçerek, Remzi’nin oturduğu binaya doğru yöneldi. Yukarı çıkıp daireden içeri girdiğinde, yerde yatan cesetlerin ve boş mermi kovanlarının üzerinden atlayarak yürümek zorunda kaldı. Yirmi sekiz yaşındaki esmer yardımcısı Colette DuVall onu oturma odasında bekliyordu. Goddard’ın sayıca az, ancak çok deneyimli araştırma ekibi ise, dairede kanıt toplamakla meşguldü.

DuVall, “Kendini hazırla patron, bu seferki oldukça berbat” dedi.

Goddard muhteşem apartman dairesindeki bu vahşet karşısında soğukkanlılığını korumaya çalışarak, “Şimdiye dek neler öğrendik?”diye sordu.

DuVall, “Olayın ana hatlarını şeften öğrendiniz, değil mi?” diye sordu.

Evet.”

O zaman şuradan başlayalım.”

DuVall onu odanın ortasında tebeşirle çizilmiş alana götürdü ve yerde yatan cüsseli adamı işaret etti.

Sizi merhum Refik Remzi Süleyman’la tanıştırayım.”

Goddard, “Ünlü Refik Remzi mi?” diye sordu. “Şu Mısırlı milyoner mi?”

DuVall, “Maalesef, öyle” dedi. “Yoksa kendisini tanıyor musunuz?”

Goddard geçmişi anımsayarak, “Onunla ve eşiyle birkaç yıl önceGrand Prix yarışlarında tanışmıştım” dedi. “Bir müddet sohbet ettik.Gerçekten etkileyici bir insandı. Erkek kardeşiyle birlikte Mısır’da Asfan ya da Lüksor gibi küçük bir yerde yoksulluk içinde büyümüşler, ama sonradan firavunlar kadar zengin olmuşlar. İlk başlarda madencilikle uğraşmışlar – demir cevheri, çelik, altın, fosfat gibi madenlerle ilgilenmişler. Erkek kardeşi öldükten sonra ise, Remzi baştaNil deltasında olmak üzere doğalgaz işine girmiş. Büyük bir servet sahibiydi, ama bana sevimli, mütevazı ve açık sözlü hoş bir insan gibi görünmüştü. Öte yandan eşi ise gerçek bir…”

Goddard aniden sesini alçalttı ve sordu, “Eşi burada mı?”

DuVall başını salladı ve, “Pek sayılmaz” dedi.

Pek sayılmaz da ne demek?”

Kadın iki hafta önce Paris’te kaçırıldı.”

Goddard hafif bir suçluluk duygusuyla, “Ya, öyle mi?” diye yanıtladı.

DuVall, “Olayın çok daha berbat bir başka yönü var” dedi.

Ne gibi?”

Remzi’nin kızı –ilk evliliğinden olan biricik kızı– eşinin kaçırıldığı gün öldürüldü.”

Goddard irkildi. Bu nasıl işti? Baba ölmüştü. Kız ölmüştü. Ve anne de kaçırılmıştı.Bu zavallı ailenin üzerindeki nasıl bir lanetti?

Kaç yaşındaydı?”

Kırk iki.”

Goddard, “Eşi değil, kızı kaç yaşındaydı?” dedi.

DuVall notlarını kontrol ederek, “Pardon, kızı Brigitte sadece oniki yaşındaydı” diye yanıtladı.

Goddard üzüntüyle başını salladı. Kendi kızı henüz on yaşına basacaktı.

Hiç şüpheli var mı?” diye sorarken, içinden bu acımasız cinayetleri işleyenleri bularak adaletin önüne çıkarmaya yemin etti.

DuVall, “Hayır, henüz yok” dedi.

Ya görgü tanıkları?”

Bir tanık olabilir.”

Kim?”

DuVall, “Mervan Akat adlı bir adam” dedi.

Goddard, “Onu bulun ve bana getirin” diye emir verdi.



7


ervan bir saattir yoldaydı. Olup bitenler adeta bulanık bir film gibiydi. Damarlarında korku ve bitkinlik karışımı bir kokteyl pompalanıyor, yarasının verdiğiyle acıyla birleşerek duygularını ve düşüncelerini köreltiyordu.

Ödeme yaptığı her otoban gişesinde durdurulmayı bekliyordu. Her polis aracı görüşünde, yol kenarına alınmayı bekliyordu. Ama şimdiye dek her şey yolunda gitmişti. Hem de fazlasıyla.

Saatler geçiyordu. Monako’daki yetkililer onu arıyor olmalıydı. Bu da Fransız ve İtalyan güvenlik güçlerinin peşinde olduğu anlamına geliyordu. Yani, istese bile Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde saklanamayacaktı. Kuzey Afrika’ya ulaşmak zorundaydı. Ama feribota binemezdi. Bu çok uzun zaman alırdı. Hava yoluyla gitmesi gerekiyordu. Ama gerçek ismiyle uçamazdı. Böyle zor anlar için saklamış olduğu sahte pasaportlara bir şekilde ulaşması gerekiyordu. Yani, çevresini saran bu kafesten kurtulması için Marsilya’dan kalkan son uçağa yetişmek zorundaydı.

Yanlış hatırlamıyorsa Fas Kraliyet Havayolları’nın 22.00’da kalkan bir uçuşu vardı, ona yetişebilirse gece yarısına doğru Kazablanka’ya varabilirdi. Bu bir kumardı. Her iki havaalanında birden yakalanma riskini göze almak demekti. Ama Mervan başka bir seçenek göremiyordu ve şansını denemeye karar verdi.

Bir yol işareti daha hızla gözden kayboldu. Daha 100 kilometreden fazla yolu vardı. Mervan alçak sesle küfretti ve gaz pedalına yüklendi.

Mervan A8 otobanında hızla yol alırken, böyle büyük bir anayolda tehlikeli şekilde göze battığının bilincindeydi. Ama kıyı şeridini takip eden yolu ya da virajlı dağ yollarını deneyecek zamanı yoktu. Mervan hedef noktasına en kestirme yoldan ulaşmaya çalışıyordu. Havaalanına zamanında varsa bile, arka koltuğunda bir ceset yatan bu arabayı ne yapacaktı? Uçağa nasıl binecekti? Bir bileti ya da rezervasyonu bile yoktu. Telefonla Beyrut’u aradı. Hattın öbür ucundatanıdık bir ses karşılık verdi.

Alo?”

Rami, ben Mervan.”

Tanrım! Kardeşim, gerçekten sen misin? İyi misin? Biraz önce radyoda Monte Carlo’da korkunç olaylar meydana geldiğini duydum. Silahlar patlamış, bir araç bombalanmış filan, fakat fazla ayrıntı vermediler.”

Mervan, “Ben iyiyim, gerçekten” dedi. “Biraz sarsıldım o kadar.”

Aslında omzundaki kurşun yarası dayanılmaz derecede ağrıyordu, ama kardeşini endişelendirmeye hiç gerek yoktu. En azından bu konuda değil. Söyleyecek daha önemli şeyleri vardı.

Kardeşine, “Yalnız mısın?” diye sordu.

Rami, “Elbette, herkes eve gitti” diye yanıt verdi.

Çok iyi, yardımına ihtiyacım var.”

Ne istersen söyle, Mervan. Ama önce neler olduğunu anlatmalısın.”

Mervan, “Birazdan anlatacağım, önce bana bir yer ayırmanı istiyorum” dedi.

Ne zaman için?”

Bu gece için.”
“Nereye?”

Marsilya’dan Kazablanka’ya.”

Rami, “Marsilya mı?” diye sordu. “Ben orada olduğunu bilmiyordum…”

Rami, lütfen, birazdan açıklayacağım. Marsilya’dan Kazablanka’ya. Bu gece en son uçak ne zaman kalkıyor?”

Sekiz buçukta, ama …”

Mervan, “Hayır, olamaz” dedi. “Son uçak saat 22.00’daydı diye biliyorum.”

Mervan aniden sol taraftan devriye otosuna benzer bir aracın yaklaşmakta olduğunu fark etti. Yavaşça hızını azalttı. Bu arada Rami tekrarlıyordu, “İnan bana, Mervan. O sefere belki yüz kere bindim. 256 numaralı uçuş. Fas Kraliyet Havayolları ve AirFrance’ın ortak uçuşları. Sekiz buçukta kalkıyor, saat onda Kazablanka’ya iniyor.”

Devriye aracı ışıklarını yaktı. Mervan bu defa yüksek sesle küfretti.

Rami, “Ne oluyor?” diye sordu.

Mervan, “Yok bir şey” diye geçiştirdi. “Peki, başka bir uçuş yokmu?”

Mervan acaba kenara mı çekmem gerekiyor?diye düşündü.Peki, o zaman ne olacaktı? Arka koltuktaki cesedi nasıl açıklayacaktı?Erkek kardeşinin dizüstü bilgisayarında aceleyle bir şeyler yazdığını işitebiliyordu. Onun internetten bütün uçuşları araştırdığını gözündecanlandırabiliyordu.

Rami en sonunda, “Üzgünüm, Mervan. Kazablanka’ya bu gece gitmek istiyorsan, 256 numaralı uçuş tek şansın. Marsilya’da bir gece kalıp sabah ilk uçakla gitmek istemez misin?”

Mervan paniklemeye başlamıştı. Aracı yavaşlattı ve emniyet şeridine doğru yaklaştırdı.

Kardeşine, “Hayır, bu gece uçmak zorundayım” dedi.

O zaman sekiz buçuktaki uçuşa yer almamız gerekiyor. Şimdi neredesin?”

Polis devriye aracı hızla yaklaşıyordu.

Mervan, “Rezervasyonu hemen yap!” diye bağırdı.

Tek gidiş mi?”

Mervan motoru durdurdu ve sinyal ışıklarını yaktı.

Hayır, gidiş-dönüş olsun.”

Dönüşün ne zamana?”

Sadece Tanrı bilir.”

Rami, “Peki” dedi ve ekledi “Elimden geleni yapacağım. Havaalanındaki emanet kasası hâlâ duruyor mu?

Mervan yanıt vermedi, bakışları yaklaşan devriye aracına kilitlenmişti.

Rami sorusunu tekrarladı, “Mervan, Marsilya havaalanındaki kasan hâlâ duruyor mu?”

Mervan sertçe yanıtladı: “Elbette. Yoksa Marsilya’ya neden gideyim ki?”

Rami, “Hey, sakin ol. Ben sadece yardım etmeye çalışıyorum” dedi.

Mervan yan koltuktaki silaha göz attı. Kardeşi şaka ediyor olmalıydı. O anda sakin olmak mümkün müydü?

Rami devam etti, “Ben sadece bu akşam kim olarak uçacaksın diye soruyorum?”

Mervan, “Cardell olsun” diye karşılık verdi.

Jack Cardell mi?”

Evet.”

Rami, “Tamamdır. Koltuğun pencere yanı mı, yoksa koridor mu olsun?”

Mervan ise nefesini tutuyordu.

Mervan – pencere yanı mı, koridor mu olsun?”

Mervan hiçbir şey söylemedi. Telefonu yavaşça sağ eliyle bıraktıve silaha doğru uzandı. Silahın soğuk çeliğini gergin parmaklarıyla kavrarken, kardeşinin hattın öbür ucundan bağırdığını hâlâ işitebiliyordu.

Mervan? Orada mısın?”

Mervan’ın avuç içleri terlemişti. Kalbi çılgınca atıyordu.

Mervan?”

Bu sırada devriye aracı birden yanından hızla geçip uzaklaştı.

Belli ki kendisinin peşinde değillerdi. Yarım kilometre ötede bir başka aracı – kırmızı renkli bir Porsche’u durdurdular. O anda Mervan garip bir şekilde ürperdi. Ama bu ürperti rahatlamadan değil, tiksinmeden kaynaklanıyordu. Biraz önce yaptığına –ya da az daha yapmak üzere olduğu şeye– kendisi bile inanamıyordu. Masumbir polis memurunu soğukkanlılıkla öldürmeyi sadece düşünmeklekalmamış, silahın tetiğini çekmeye gerçekten hazırlanmıştı. Kendisine neler oluyordu böyle? Ne tür bir insana dönüşüyordu?

Mervan sanki bir an için ruhunun derinliklerine bakmış ve onun,çevresini saran geceden daha karanlık olduğunu fark etmişti.

Rami tekrar bağırdı,“Mervan?! Orada neler oluyor?”

Mervan silahı koltuğa bıraktı ve ellerinin terini pantolonuna silerek nefesini toparlamaya çalıştı. Ardından telefonu alıp şöyle dedi: “Evet, Rami, ben hâlâ buradayım. Özür dilerim.”

Peki, ne oldu? Sen iyi misin?”

Hayır. Aslında, pek de iyi sayılmam”

Motoru çalıştırdı ve aracı büyük bir hızla Marsilya’ya doğru sürmeye başladı. Ama bunu yaparken, yüreğinde adeta bir barajın duvarları yıkılıyor gibiydi. Kendini tutamadı ve olan bitenleri kardeşine anlatmaya başladı. Remzi ile görüşmesini. Suikastı. Aracına konan bombanın patlamasını. Le Meridien Oteli’ndeki silahlı çatışmayı. Arka koltukta yatmakta olan ve telefonunu kullanmakta olduğu cansız taksi şoförünü. Kaçma kararını. Ve neredeyse bir cinayet işlemenin eşiğine geldiğini.

Suçluluk ve endişe duyguları içinde dile getirilen bir itiraftı bu. Ayrıca, Rami’nin şirketteki ikinci önemli kişi olması nedeniyle bütün bunları bilmesi gerekiyordu. Mervan’ın içinde bulunduğu durum, şirketlerinin geleceğini çok yakından ilgilendiriyordu. Ama belki de o an için kardeşinden en fazla beklediği şey, bu korkunç olaylara göstermekte başarısız kaldığı duygusal bir uzaklık ve açık görüşlülüktü.

Mervan öyküsünü anlatmayı bitirdiğinde, “Sence hata mı yaptım?” diye sordu.

Rami, “Olaylardan sonra Monte Carlo’dan ayrılmakla mı?” diye sordu.

Evet.”

Rami hiç tereddüt etmeden, “Kesinlikle, hayır. Ben de olsam senin gibi davranırdım” diye yanıt verdi.

Sahiden mi?”

Rami, “Elbette” diye onayladı. “Başka bir seçeneğin yoktu ki.”

Mervan, “Ya devriye aracı beni durdursaydı, o zaman ne yapardım?” diye sordu. Rami ise sadece, “Tanrı’ya şükret ki, olay o raddeye gelmedi” diye yanıt verdi.

Gerçek olan bir şey vardı – Mervan o anda Tanrı’ya şükredecek bir ruh hali içinde değildi. Aslında yıllardan beri Tanrı’ya kızgındı. Duaları hiçbir işe yaramıyor gibiydi. Bir sabah çiği gibi buharlaşıp yok oluyorlardı. Asla yanıtını alamadığı soruları vardı. Asla iyileşmeyen yaraları vardı. Rami hariç, sevdiği herkesi kaybetmişti. Şimdiyse çalışıp çabaladığı her şey ellerinin arasından kaybolmak üzereydi.

Mervan biraz durduktan sonra, “Bu olay bizi bitirebilir, Rami” dedi.

Kardeşi ise, “Ya da öldürebilir” diye tamamladı.

Mervan’ın mide kasları gerildi. Rami haklıydı ve Mervan onu budurumun içine soktuğu için kendisini suçluyordu. O her zaman Rami’nin koruyucusu olmuştu. Şimdi ise kendisiyle birlikte kardeşini de büyük bir tehlikenin içine atmıştı.

Mervan, “Çok üzgünüm” dedi. “Böyle olmasını asla istemezdim.”

Ama Rami onu dinlemiyordu bile.

Sen benim için hiç endişelenme kardeşim” diye yanıtladı.

Mervan, “Ama endişeleniyorum, elimde değil” diye yanıt verdi.

Rami ikna edici bir sesle, “Mervan, gerçekten bana bir şey olmayacak. Sana da olmayacak, daha kötülerini atlattık, öyle değil mi?” dedi.

Mervan ise içini çekip, “Bilemiyorum kardeşim. Bundan pek emin değilim” diye karşılık verdi.



8


olis helikopterleri kentin üzerinde uçuyordu. Monte Carlo’ya gelen tüm yolların üzerinde denetim noktaları kurulmuştu. Özel araçlar, taksiler, otobüsler ve trenlerin yanı sıra hastaneler ve oteller de kontrol ediliyordu. Kentin limanı ve özel helikopter kiralama hizmetleri de tümüyle kapatılmıştı. Monako’ya en yakın havaalanı olan Nice’de yetkililer bilgilendirilmiş, hepsi alarm durumundaydı.

Buna rağmen küçük sahil kentini sarsan cinayetin tek tanığı olanMervan Akat’ı şimdiye dek gören olmamıştı. Akat’ın Refik Remzi’yi öldürenlerin bulunmasında gerçekten çok önemli bir rolü vardı. Müfettiş Jean-Claude Goddard başını sallayarak balkona çıktı. Keskin gece havasını içine çekti ve beton rıhtıma çarpmakta olan dalgaları seyretti. Mide ülseri neredeyse nüksetmek üzereydi.

Colette DuVall kendisine yazıcıdan yeni çıkmış parlak bir resim uzatarak, “İstediğiniz fotoğraf işte bu” dedi.

Goddard, “Bu resim güvenlik kamerasının kayıtlarından mı alındı?” diye sordu.

Evet, efendim. Ayrıca, kayıtlar izlemeniz için hazır.”

Goddard, “Bir dakika” dedi.

Müfettiş elinde tuttuğu Mervan Akat’ın resmine bakıyordu. Fotoğraftaki yakışıklı bir erkekti, ama bir manken ya da film oyuncusukadar göze çarpıcı değildi. Buğday tenli, kısa siyah saçlı ve resimden görüldüğü kadarıyla sakalsızdı. Bıyığı ya da favorileri de yoktu. Küçük düzgün bir burun ve güçlü bir çene yapısına sahip olan genç adamın, fiziksel açıdan mükemmel bir kondisyonda olduğu açıkça görünüyordu. Bunun dışında Goddard’ın gözüne çarpan başka bir fiziksel özelliği yoktu. Yüzünde ne bir yara izi, ne de bir leke vardı. Kalabalık içinde dikkat çekecek hiçbir belirgin işareti yoktu. Yani dış görünümü itibariyle kusursuz bir korumaydı.

Goddard’ı asıl etkileyen, Mervan’ın gözleri oldu. İri kahverengi ve umduğundan daha yumuşak bakışlı olan bu gözlerden, keskin birzekânın yanı sıra dürüstlük ve onur yansıyordu. Bir şey daha vardı. Goddard bunun ne olduğunu tam olarak kestirmese de, o bakışlarda kendisini meraklandıran, ilgisini çeken gizemli bir şeyler sezdi. Bu bir hüzün olabilir miydi?

Goddard, “Bu resmi sahadaki bütün adamlarımıza gönderin. Ayrıca, TV kanallarına da dağıtılsın ve Mervan’ın sorguya çekilmek üzere aranmakta olduğu bildirilsin” diye emretti.

Peki, efendim.”

Ayrıca nerede olduğunu bildirene ödül verileceğini de duyurun.”

DuVall, “Ne kadar?” diye sordu.

Goddard, “Hesapta ne kadar kaldı?” diye sordu.

Sanırım, yüz bin.”

Goddard, “İyi, hepsini bu iş için kullanın” dedi. “Mervan’ın bulunmasına ve bu vahşi cinayetin sorumlularının ele geçirilmesine yardım edecek bilgi için yüz bin Avro ödül koyulsun. Ayrıca elimizdeki bütün bilgilerin Interpol’e iletilmesini sağlayın. Onlar Mervan hakkında bize neler gönderecek bir bakalım” dedi.

Derhal efendim.”

Goddard, “Ayrıca arama alanını da genişletin” diye ekledi. Endişeleri gittikçe artmaktaydı.

Mervan’ın artık Monte Carlo’da olmadığını mı düşünüyorsunuz?”

Goddard, “Bilmiyorum” diye itiraf etti. “Cannes, St.Raphael-Fréjus ve Hyères’deki, ayrıca İtalya’da Albenya ve Cenova’daki bütün havaalanlarına uyarı bültenleri fakslayın.”

DuVall, “O kadar uzağa da mı?” diye sordu.

Goddard başıyla onayladı. “Evet. İşi şansa bırakamayız, Colette. Katilin ya da katillerin kim olduğunu bilmiyoruz. Kimi aramamız gerektiği konusunda hiçbir fikrimiz yok. Bu olayı aydınlatmamızı sağlayacak tek kişi şu an için Mervan. Kendisi muhtemelen hâlâ burada, ama biz onu henüz bulamadık ve eğer elimizi çabuk tutmazsak...”

Evet, efendim.”

Küçük kasabalardaki tren istasyonları ve feribot seferleri yapanyerlerle de irtibata geçilsin. Her otuz dakikada bir bana rapor verilsin. Gelişmelerden sürekli olarak haberdar olmak istiyorum.”

DuVall, “Peki ya öteki konu? Onu aradınız mı?” diye sordu.

Goddard bir şey söylemedi. Sadece başını salladı.

Yardımcısı, “Aslında şimdiye dek onu aramanız gerekmiyor muydu?” diye kibarca yineledi.

Goddard içini çekerek, “Sanırım haklısınız” dedi.

Bu işi sizin için halletmemi ister miydiniz?”

Goddard bunu isterdi. Ama başmüfettiş olması nedeniyle bu görev –her ne kadar tatsız da olsa– kendi sorumluluğuydu ve daha fazla ertelemesine imkân yoktu.

En sonunda, “Hayır, ben hallederim. Kendisini cep telefonundanarayıp konunun acil olduğunu söyleyin. Sonra telefonu bana getirin”dedi.

DuVall, “Baş üstüne, efendim. Derhal” diye yanıtladı.

Goddard yatak odasının yanındaki küçük çalışma odasına geçmişti. Detektiflerinden birisiyle beraber güvenlik kamerasının kayıtlarını izlemeye başladı. Görüşme sırasında Remzi’nin gözlerindeki endişe ifadesi ve Mervan’ın sergilediği soğukkanlılık Goddard’ı fazlasıyla etkiledi.

Goddard aniden oturduğu yerden öne doğru eğilerek heyecanla, “Bekle, teybi burada durdur. Evet, tam burada, bu sahneyi yeniden izleyelim” diye bağırdı.

Görüntüde Mervan, Remzi’ye bir zarf uzatıyordu. Remzi’nin yüzünde ilk önce büyük bir şaşkınlık, ardından hiddet ya da öfkeye benzer bir ifade belirdi.

Goddard detektife, “O neydi, zarftan ne çıkardı? diye sordu.

Detektif ise, “Ne olduğu anlaşılmıyor” diye yanıtladı. “Görüş açısı kısmen Bay Akat tarafından kapatılmış.”

Goddard, “Başka açıdan çekilen film var mı?” diye sordu.

Hayır, efendim. Üzgünüm ama elimizdeki tek kayıt bu.”

Zarftan çıkardığı resim gibi bir şey mi?”

Olabilir.”

Görüntüyü netleştirmek için biraz büyütebilir misiniz, lütfen?”

Detektif, “O işi burada yapmamız mümkün değil, efendim” diye yanıtladı. “Ama merkezde dijital ortamda kare biraz daha büyütülebilir sanıyorum.”

Goddard, “Derhal öyle yapın” diye emretti. “Ayrıca bir şey elde ettiğiniz anda beni arayın.”



9


şin aslı Marcel Lemieux’ye tahammül edemiyordu.

Bunun başka bir açıklaması yoktu. Yeniden birlikte çalışmak biryana, onunla tekrar konuşmak düşüncesi bile Goddard’ın midesini bulandırıyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Lemieux,Claudette Remzi’nin kaçırılmasının ve Brigitte Remzi’nin öldürülmesi araştırmasının başındaki kişiydi. Adamı bilgilendirmek zorundaydı. Marcel elbette suç mahallini görmek ve Remzi’nin dairesindeki güvenlik kameralarının kayıtlarını incelemek isteyecekti. Ayrıca şu anda olayın en yakın tanığı durumunda olan Akat adlı bu kişi hakkında kendisine bilgi verilmesi de gerekiyordu.

Marcel Lemieux, Avrupa ülkelerinin emniyet teşkilatları arasındayaşayan bir efsane sayılırdı. Kıtanın en zengin ve en ünlü kişilerini ilgilendiren –cinayet, adam kaçırma, banka soygunu gibi– önemli davaların birçoğunu Marcel çözmüştü.

Buna rağmen Goddard yine de ona tahammül edemiyordu. Dahaönce iki olayda birlikte çalışmışlardı. Her iki deneyim de Goddard’ın ağzında kötü bir tat bırakmıştı.

İlk kez bir Fransız diplomatın 2000 yılının ilkbaharında Monte Carlo’da tatil yaparken ortadan kaybolması olayında birlikte çalışmışlardı. Adamın eşi fidye istenen bir mektup almıştı, ama ödeme yapmaması konusunda uyarılmıştı. Bir hafta sonra Goddard ve adamları diplomatın cesedini kıyıya vurmuş olarak bulmuştu. Aynı gün, birkaç saat geçmeden kumarhanelerin birinde garsonluk yapan bir kadın, dairesinde ölü olarak bulunmuştu. Bu olay görünüşe göre bir intihardı. Bu iki olay arasında bir ilişki var mıydı? Goddard kadının bütün arkadaşlarını ve akrabalarını sorguya çekmeye başladı. Kırk sekiz saat içinde her iki olayın ilişkili olduğunu kanıtlayacak kadar delil toplanmış, hatta o günlerde nerede olduklarını kanıtlayamayan üç kişiden oluşan etkileyici bir zanlı listesi hazırlamayı başarmıştı.

Ardından olayın içine birden Lemieux girmiş ve soruşturmayı Goddard’ın elinden almıştı. Ancak, Goddard’ın daha sonra iş arkadaşlarına anlattığı gibi, bu müdahalesi olayı kendisinden daha çabukçözmek için değildi. Aslında soruşturma hiçbir zaman sonuçlandırılamamıştı. Bunun yerine bütün ipuçları sonuçsuz kalmış, şüphelilerse ortadan yok olmuştu. Çok önemli kanıtlar hatalı kullanılmış ya dakaybedilmişti. Lemieux ise bu sözde “soruşturma” boyunca, herkeseson derece küstahça ve kabaca davranmıştı. Kısa bir süre sonra da olayın “çözülmesinin imkânsız” olduğunu bildirip, ardında husumetve kızgınlık bırakarak Paris’e geri dönmüştü.

Goddard’ın onunla ikinci karşılaşması 2003 yazı sonunda gerçekleşti. Zengin bir Fransız armatör ve oğulları 25 milyon Dolar’lık muhteşem yatlarıyla Akdeniz’de küçük bir gezintiye çıkmak üzere Monte Carlo limanından hareket ettikten sonra kaybolmuşlardı. Goddard olayı dün gibi anımsıyordu.

Merkezden gelen acil bir telefonla sabahın altısında uyanışını, çaresizlik ve histeri nöbetleri içindeki armatörün eşini, olayı manşetlerden indirmeyen medyayı…

Fransız Başbakanı’nın yakın dostu olan çok önemli bir işadamının birdenbire ortadan yok olması her gün rastlanan sıradan bir olaydeğildi. Armatör ve oğulları bütün çabalara rağmen bulunamamıştı. Geride ne ceset, ne kan, ne de herhangi bir kanıt bırakmışlardı. Bunarağmen herkes acil yanıt bekliyordu. Paris basını günlerce bu olayınüzerine gitmiş ve Monte Carlo emniyet teşkilatı yetkililerini işi hafife almakla suçlamıştı. Goddard bir sonuç elde etmek –parmak izi, tanık ya da gelişme kaydedildiğini gösterecek en ufak bir kanıt– içinyoğun baskı altında kalmıştı. Günler boyunca doğru dürüst yemek yiyememiş ve uyuyamamıştı. Bütün ekibini bitap düşene dek çalıştırmış, en sonunda kendisi de yorgunluktan hastanelik olacak hale gelmişti.

Ardından elde etmeyi dört gözle bekledikleri çıkış noktasını bulmuşlardı. Goddard armatörün oğullarının bir Rus bankeri olduğu zannedilen, fakat aslında Rus mafyası için çalışan birine borçlandığını ortaya çıkarmıştı. Araştırmalarının sonucunda bu Rus’un MonteCarlo’da bir evi olduğunu ve olaydan iki gün önce kentte görüldüğünü öğrenmişti. Üstelik adamın iki Rus iş arkadaşı olay gününün sabahı limanın çevresinde dolaşmış ve kiralık sürat teknesi aramıştı.

Soruşturma gittikçe hız kazanmaktaydı. Goddard şimdi olayla ilgili şüpheli bir kişi ve olası bir neden ortaya çıkartmayı başarmıştı. Ama zanlının izini sürmek üzere Moskova’ya gitmek için amirlerinden izin isteğinde, bu isteği reddedilmişti.

Bundan kırk beş dakika sonra da Lemieux ofisine girmiş ve soruşturmayı yürütme yetkisini devraldığını ileri sürerek, davayla ilgilitüm belgeleri talep etmişti. Goddard’ın itirazları ise amirleri tarafından sindirilmişti.

Ertesi gün, Moskova’ya, Goddard’ın yerine Lemieux uçmuştu. Ve bu soruşturma da kısa sürede, yerinde bir deyimle, “duvara toslamıştı”. “Bankerin iş ortakları anlaşılmaz biçimde ortadan kaybolmuşlar, adamın kendisi ise olay anında nerede ve kiminle olduğuna dair inanılması güç mazeretler öne sürmüştü. Fakat müfettiş Lemieux bunların üzerine yeterince gitmemişti bile. Bunun yerine olayla ilgisi olan bütün Ruslar’ı temize çıkarıp Paris’e geri dönmüştü. Bunuyaparken de soruşturmanın açık kalacağını, ancak olayın çözümlenme olasılığının çok düşük olduğunu kaydetmişti. Daha da kötüsü, Goddard’ın amiri dâhil olmak üzere birkaç hükümet yetkilisi Rus “bankerden” resmi olarak özür dilemişti. Ve Goddard, “Monako’nun yakın ve değerli dostu olan bir zatın itibarına haksızca dil uzatmak” gerekçesiyle bir hafta müddetle ücretsiz olarak işten uzaklaştırılmıştı.

Ve şimdiyse, Avrupa’nın en küstah detektifi Marcel Maurice Lemieux Monako’ya geri dönüyordu.

Goddard balkondayken yardımcısı DuVall elinde telefonla yanına yaklaştı.

Lemieux telefonda” diye fısıldadı.

Goddard gözlerini ovuşturdu ve ahizeyi eline aldı.

Müfettiş Lemieux, sizinle konuşmak ne büyük bir zevk” diye yalan söyledi.

Lemieux ise, “İzin günümde beni rahatsız ediyorsunuz” diye karşılık verdi.

Çok özür dilerim Mösyö, ama maalesef bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Size kötü haberler vermek zorundayım.”

Lemieux homurdanarak, “Sesinizi işitmenin zaten kötü bir haberolduğunu sanıyordum” dedi.

Goddard dilini ısırdı. Bu adam gerçekten dayanılmazdı.

Mösyö Remzi’nin bir cinayete kurban gittiğini size üzüntüyle bildirmek zorundayım.”

Hattın öbür ucunda bir sessizlik oldu.

Lemieux en sonunda, “Refik Remzi mi?” diye sordu.

Goddard, “Korkarım, öyle efendim” diye tasdik etti. Ardından ellerindeki bilgilere dayanarak cinayetin nasıl ve ne zaman işlendiğini kısaca anlattı.

Lemieux, “Şüpheli var mı?” diye sordu

Goddard, “Henüz yok. Ama soruşturmaya yeni başladık. Bu konuda bize yardım edebileceğinizi düşünüyorum” diye karşılık verdi.

Lemieux, “Görgü tanıkları var mı?” diye sordu.

Goddard, “Bu konuyu kesinleştirmek için bölgeyi hâlâ tarıyoruz,ancak Mervan Akat adında bir kişi var” dedi. “Kendisi özel bir güvenlik firmasının sahibi ve yöneticisi. Saldırı anında Remzi ile birlikteymiş. Remzi’nin bu görüşme sırasında ona bir araştırma görevi verdiğini sanıyoruz. Dolayısıyla bu cinayetin faillerine ve nedenine ışık tutacak bazı bilgilere sahip olduğunu ümit ediyoruz.”

Lemieux, “Ümit ediyoruz da ne demek? Yoksa onu hâlâ sorguyaçekmediniz mi?”

Goddard, “Aslında, hayır” diye yanıt verdi.

Lemieux bezgin bir sesle, “İyi. O zaman kendisini bensorgularım. Şimdi havaalanına hareket ediyorum. Adamlarınızdan biri 20 dakika sonra beni helikopter alanından karşılasın” dedi.

Goddard şaşkınlığını gizleyemedi ve, “Yirmi dakika sonra mı, sizParis’te değil misiniz?” diye sordu.

Hayır, Nice’teyim.”

Lemieux adeta Goddard’ın bu durumu bilmesi gerekiyormuş gibikonuşmuştu. Belki de gerçekten bilmesi gerekiyordu? Peki, yardımcısı DuVall kendisini niçin uyarmamıştı? Goddard’ın sürprizlerden nefret ettiğini çok iyi bilirdi. Bunu o budalaya mutlaka ödetecekti, ama şimdi değil, daha sonra. O anda Goddard’ın halletmesi gereken çok daha acil bir sorun vardı. Kibar bir tavırla söze başladı:

Adamlarımdan birinin sizi karşılamasını ve derhal Remzi’nin evine getirmesini sağlayacağım Mösyö Lemieux. Ancak ne yazık ki, sizi Mervan Akat’la konuşturmam şu an için mümkün değil.”

Lemieux, “Niçin değil?” diye diretti.

Mervan ortadan yok oldu da ondan.”

Yok mu oldu?”

Goddard derin bir nefes aldı. İtiraf etmek istediği en son şey buydu –üstelik herkesten çok Lemieux’ye– ama durumu anlatmak zorundaydı. “Evet, korkarım onu kaybettik. Kargaşa sırasında kimseyegörünmeden kaçmış olmalı. Ama kentin giriş çıkışlarını kapattık. Enkısa zamanda onu bulup sorgulayacağız. Elimizdeki en sağlam görgü tanığı olabilir. Aslında olayın tek görgü tanığı da olabilir.”

Lemieux sesini yükselterek, “Hayır, Mösyö Goddard” diye karşılık verdi. “İşte o konuda yanılıyorsunuz! Mervan Akat bir görgü tanığı değildir. O artık benim için olayın baş zanlısıdır.”

Zanlı mı? Ama onun kim olduğu ve niçin orada bulunduğu hakkında henüz hiçbir şey bilmiyoruz.”

Lemieux ısrarla diretti, “O zaman araştırıp öğrenin! Mervan’ın tutuklanması için emir çıkartın, Milano’dan Marsilya’ya tüm güvenlik birimlerini uyarın. Bu adamın elimizden kaçmasını istemiyorum.Aksi takdirde, sizi temin ederim Mösyö Goddard, ilk başta siz olmaküzere kelleler uçmaya başlayacaktır.”



10


ağmur yağmaya başlamıştı. Mervan silecekleri çalıştırdı ve inanmadığı Tanrı’ya büyük bir süratle kullanmakta olduğuaracın yolda aniden kaymaması için dua etti. Bu sırada çalan cep telefonu derin sessizliği ve gergin sinirlerini bir anda bozdu.

Alo?”

Alo Mervan, ben Rami. Hâlâ varmadın mı?”

Hayır, henüz değil.”

Mervan saatini ve haritayı kontrol etti. Saat neredeyse yedi buçukolmuştu, oysa Marsilya’nın dış mahallelerine ancak yaklaşmaktaydı.

Rami, alana zamanında yetişebileceğimi pek sanmıyorum.”

Kardeşi ise, “Mervan, bunu yapmak zorundasın” diye ısrar etti. “Başka bir seçeneğin yok. Seni Kuzey Afrika dışına çıkartabilirim. Ama bir Fransız cezaevinden dışarıya çıkartamam. Daha ne kadar yolun kaldı?”

Beş, belki de on kilometre daha var. Ama saat kaç oldu baksana.”

Rami, “Biliyorum. Biliyorum” diye yanıt verdi ve devam etti: “Ama havaalanına varmadan önce bazı konuların üzerinden geçmemiz gerekiyor.”

Ne gibi?”

İlk başta şu telefonun. Bana şoföre ait olduğunu söylemiştin.”

Evet, bu doğru.”

Ama beni Prag’daki karıştırıcı sistemimiz aracılığıyla aradın, öyle değil mi?”

Evet.”

O zaman polisler muhtemelen bu görüşmeyi bulunduğumuz yere dek izleyemezler. Ancak bunu yapmaya çalışacaklardır, bu yüzden telefonu üzerinde tutamazsın ve bir daha asla kullanamazsın. Bugörüşmenin sonunda telefonu hemen bir yere at. Anlaşıldı mı?”

Anlaşıldı.”

Rami konuşmasını sürdürdü, “Kazablanka’ya vardığında kendinebir uydu telefonu satın al. Satın alırken nakit para ver ve sakın cimrilik etme. En iyisini seç. Hiç kimsenin izleyemeyeceği ve dinlemeyeceği türden bir şey olsun.”

Olur.”

Ama o telefonu yalnızca beni aramak için kullan. Başka hiç kimseyi arama.”

Oldu, başka kimseyi aramam.”

Mervan, şaka etmiyorum. Anlıyorum, çok yorgunsun. Hâlâ şoktan kurtulmaya çalışıyorsun. Bu gece kendinde değilsin. Ama her zamankinden daha dikkatli olmak zorundasın. Bu iş tek bir hata bilekabul etmez. Ve biz bu işi halledene dek, izini belli etmemen ve göze çarpmaman gerekiyor. Arkadaşlarınla görüşme. Eski tanıdıklarınla orada burada takılma. Tanıdık hiç kimseyle birlikte görünmemelisin.”

Mervan, “Bu zor değil. Fas’ta tanıdığım hiç kimse yok” diye uydurdu.

Rami, “Çok iyi. Bırak öyle kalsın” dedi.

Rami’nin, Rana’nın Paris’ten ayrılıp Kazablanka’ya taşındığından haberi yoktu. Mervan ise bu konuyu şimdi ona açıklayacak ruh hali içinde değildi.

Kardeşi konuşmasını sürdürdü, “Bak şimdi. Bir şey kesin gibi görünüyor. Claudette Remzi hakkındaki sezgilerin doğruydu. O yaşıyor ve Sao Paolo’da para transferleri yapmakla meşgul. Bu da muhtemelen bütün bunların arkasında olduğu anlamına geliyor. Bu kadar bilgiye sahip olmamız bile gerçekten iyi bir haber sayılır.”

Mervan, “Peki, kötü haber nedir?” diye sordu. Yağmur daha da şiddetlenmişti, omzundaki ağrı ise her dakika gittikçe artıyordu.

Claudette ve birlikte çalıştığı kişiler onların peşinde olduğunu biliyorlar.”

Mervan, “Ama bu pek de mantıklı gelmiyor” dedi. “Bilgi sahibi olan tek kişi benim, bir de tabii Zürih ve Sao Paolo’daki bilgi kaynaklarım var.”

Onlar sana kazık atmış olabilirler mi?”

Mervan, “Hiç sanmam. O adamları en azından on beş yıldır tanıyorum” dedi.

Rami, “Ya Remzi’nin dairesi dinlemeye alınmışsa?” diye sordu.

Monte Carlo’daki mi?”

Rami, “Hayır, Paris’teki” diye yanıtladı.

Mervan, “Mümkündür. Ama kimler tarafından dinleniyordu? Güvenlik şirketi tarafından mı?” diye sordu.

Rami, “Ya da polis tarafından” diye tamamladı. “Remzi’nin Fransız istihbarat teşkilatındaki birinin peşinde olduğundan kuşkulandığını söylememiş miydin?”

Evet, bu doğru.”

Eee?”

Mervan bu konuyu bir anlığına kafasında tarttı. Rami belki de haklıydı.

Kardeşi sordu: “Önceki gün Remzi’yi aradığında ona ne demiştin? Ona karısının resminden ya da Sao Paolo’dan söz etmiş miydin?”

Hayır, elbette etmedim. Kendisine verecek acil ve önemli bilgilerim olduğunu, fakat kendisiyle Paris dışında bir yerde yüz yüze görüşmek istediğimi bildirdim.”

Peki, Monte Carlo’dan söz ettin mi?”

Hayır, ama o etti.”

Ve telefonda sana nerede ve nasıl buluşacağınıza dair tüm ayrıntılı bilgiyi verdi, öyle mi?”

Evet.”

Rami, “O zaman mutlaka Remzi’nin telefonu dinleniyordu” diyekarşılık verdi.

Mervan, “Telefonu dinleyen her kimse ne tür bilgiye sahip olduğumu bilmiyordu” diye kendi kendine yüksek sesle itiraf etti. “Onlar sadece çok önemli birtakım şeyler bildiğimin ve bu bilginin kendileri için iyi olmadığının farkına vardılar. Claudette ve adamları paniğe kapılarak bu işi hızla bitirme kararı almış olmalı.”

Rami, “Kesinlikle öyle oldu” dedi. “Bu da hem Remzi’yi, hem seni ortadan kaldırmak zorunda oldukları anlamına geliyordu.”

Mervan, “O zaman Monte Carlo’daki saldırılarının hepsinin başarısız olduğunu ve yaşadığımı hâlâ biliyorlar demektir” diye karşılık verdi.

Rami, “Anlattıkların senden fazlasıyla korktuklarını gösteriyor. Seni bulup öldürene dek bu işin peşini bırakmayacaklardır” diye ekledi.

O zaman onlar bizi bulmadan önce, biz onları mutlaka bulmalıyız.”

Rami, “Ama nasıl?” diye sordu.

Mervan, “Öncelikle Sao Paolo’ya kalkan ilk uçakla bir ekip gönder. Claudette’i bir yerlere kaçmadan ele geçirmemiz lazım. Eğer onu bulursak, bizi diğerlerine götürebilir” diye devam etti.

Rami, “Tamamdır. Hemen işe koyulacağım” diye yanıtladı.

Mervan ekledi, “İkinci olarak, Monte Carlo’daki soruşturmayı kimin yürüttüğünü öğrenmelisin. Bu işten haberi olup olmadığını ve güvenilir biri olup olmadığını da öğren.”

Rami sordu, “Anladım, yapmamı istediğin başka bir şey var mı?”

Paris’te kimleri tanıyorsun?”

Rami, “Fransız istihbarat teşkilatında bir dostum var. Onunla Paris büromuzun açılışı sırasında beni önden gönderdiğin zaman tanışmıştık. Oldukça üst düzeyde ve önemli bir görevde çalışıyor. Herkesi tanıyor. Ve de bana bir vefa borcu var” diye karşılık verdi.

Mervan, “Çok iyi. Bir şeyler duymuş mu diye bir araştır. Ama çok dikkatli ol, Rami. Karşımızdakinin kim olduğunu henüz bilmiyoruz” dedi.

Endişelenme. Dostumun ağzı çok sıkıdır.”

Mervan ise, “Öyle olmak zorunda” dedi.

Yağmur daha da şiddetlenmişti, hava ise hızla soğuyordu. Mervan uzakta havaalanını gösteren yol işaretini gördü. Az sonra dönüşyapacaktı.

Mervan, “Telefonu kapatsam iyi olur. Neredeyse varmak üzereyim” dedi.

Rami yanıt verdi: “Mükemmel. Şimdilik sağlıcakla kal ve üç güniçinde beni ara.”

Mervan, “Evet, üç gün içinde” diye tasdik etti. Ardından devam etti, “Rami?”

Efendim, Mervan?”

Teşekkürler.”

Sözü mü olur? Kardeşler başka ne içindir ki?”



11


ervan aracını havaalanının park alanına soktu. Saat tam sekizdi. Arka taraflarda boş bir yer bulup arabayı park etti. Sonra taksideki bütün parmak izlerini sildi, arka koltuktaki valizi aldı ve uçağa doğrukoşmaya başladı. Bu arada anahtarı, tabancayı ve cep telefonunu farklı çöp kutularına attı.

Saat 20:12’de ana terminal binasına varmıştı. Elinden geldiğincehızlı davranarak emanet kasasını buldu. Dikkat çekmemeye çalışıyordu. Kasanın kilidini açıp içinden bir deste sahte pasaport, yarım düzine kadar kredi kartı (her sahte kimlik için 2 adet olmak üzere) ve düşük değerli banknotlardan oluşan birkaç deste Avro çıkardı. Ayrıca birkaç parça giysi, bir çift yeşil renkli kontak lens ve küçük bir sırt çantasını da yanına aldı. Ardından kasayı kilitledi, Claudette Remzi’nin resmini çöpe atarak en yakındaki tuvaletlere doğru yöneldi.

Saat 20:21’de Fas Kraliyet Havayolları’nın gişesindeydi, biletinive uçuş kartını aldı.

Gişedeki sarışın görevli kız, “Acele etmelisiniz, Mösyö Cardell,”diye uyardı. “Uçağa yolcu alınmaya çoktan başlandı.”

Mervan hızla güvenlik ve pasaport kontrol noktasına doğru ilerledi. Önünde birkaç yolcu daha vardı. Etraf ise polis ve sivil ajan kaynıyordu. Mervan soğukkanlı görünmeye çalışarak kuyruğa girdi,oysa kalbi deli gibi çarpıyordu. Her an korkuyla beklediği tutuklanma ve sorgulanma düşüncesini aklından çıkarıp atması gerekiyordu.Sakinleşerek az önce büründüğü yeni kimliğine uygun davranmanınbir çaresini bulmak zorundaydı.

Mervan Rana’yı düşünmeye çalıştı. Genç kızın elleriyle yüzüne dokunuşunu, ılık nefesini boynunda hissedişini ve parfümünün hoş kokusunu anımsamaya çalıştı. Rana kapıyı açıp karşısında aniden onu görünce acaba ne diyecekti? Onu eve alacak mıydı? Yoksa bir başkasıyla mı beraberdi?

Mervan o sırada tüm düşüncelerini Rana’ya odaklamak istiyordu,ancak kontrol sırası yaklaştıkça daha acil meseleler buna engel oldu.Acaba APB (All Points Bulletin- bir şüphelinin arandığını bildiren polis bülteni) sisteminde nasıl tanımlanmıştı? Bir tanık mı, yoksa ikicinayetin zanlısı olarak mı? Ya da üç cinayetin? İtalya ve Fransa’daki tüm hava ve deniz terminallerine ve tren istasyonlarına bilgiverilmiş miydi? Yoksa onu sadece Monte Carlo’yu çevreleyen yüz kilometrelik bir alanda mı arıyorlardı? Sözün kısası, yakayı sıyırabilmiş miydi? Yoksa kendisini yavaşça kıstıran bir kapanın içinde miydi?

Sırada yürürken yandaki camlı bölmeden yansıyan görüntüsüne baktı. Yılan derisi çizmeler boyunu en az beş santim uzatmıştı. Üzerinde yırtık kotları, siyah tişörtü ve arkasında koca harflerle “Grateful Dead” yazan ağartılmış kot ceketi vardı. Bu giysiler içinde, siyah camlı güneş gözlükleriyle ve sırt çantasıyla, iPod’undan yükselen Grateful Dead grubunun en son parçalarını dinlerken, devlet başkanlarının ve başbakanların güvenlik uzmanından çok Avrupa’da seyahat eden Amerikalı bir üniversite öğrenicisini andırıyordu. Mervan yansıyan görüntüsünden kendisini tanımakta zorlandı. Asıl istediği de buydu zaten.

Kontrol noktasında en az sekiz Fransız polisi, yolcuların pasaportlarını ve yüzlerini kontrol ediyor, metal detektörlerle üzerlerini ve el bagajlarını arıyordu. Mervan sanki bütün gözler kendisinin üzerindeymiş gibi hissediyordu. Avrupa güvenliğini blöf yaparak son kez atlatmasının üzerinden uzun zaman geçmişti. Nasıl yapıldığını hâlâ biliyor muydu?

Nihayet sıra kendisine geldi. Sırt çantasını ve Le Meridien Oteli’ndeki yeni evli çiftin dairesinden aldığı valizi röntgen cihazından geçmek üzere yürüyen bandın üzerine bıraktı. Ardından sahte Amerikan pasaportunu, biletini ve uçuş kartını görevliye uzattı.

Fransız jandarma şefi üniforması üzerine dar gelen, tıknaz, kısa saçlı ve ciddi ifadeli bir adamdı. Evraklarını dikkatle inceledi. Hattafazlaca bir dikkatle. Mervan’ın nabız atışları hızlandı.

Adam Fransızca bir şeyler sordu.

Mervan iPod’un kulaklıklarını çıkartıp şaşkın bakışlarla, “Ha?” diye sordu.

Adam İngilizce konuşmaya başladı.

Mösyö Cardell, bu gece nereye seyahat ediyorsunuz?”

Mervan kusursuz sayılabilecek güney Kaliforniya aksanıyla, “Kazablanka’ya ahbap” diye yanıtladı. Ardından ekledi, “Aslında dört teker bulabilirsem Rabat’a.”

Adam sordu, “Yalnız mı seyahat ediyorsunuz?”

Ne yazık ki, evet.”

Seyahatiniz iş amaçlı mı, yoksa eğlence amaçlı mı?”

Mervan gülerek yanıtladı, “Sırf eğlence ahbap – en azından öyle olacağını umuyorum.” Aslında bu ciddi adamı biraz olsun yumuşatmak, konuşmaya biraz samimiyet ve neşe katmak, böylelikle de bir an önce kendisini geçirmesini sağlamak amacındaydı.

Ama umduğunu bulamadı. Adam sorgulayıcı bakışlarla onu süzmeyi sürdürdü.

Yanınızda silah var mı?”

Hayır” derken, keşke olsaydı diye düşündü.

Uyuşturucu var mı?”

Bu kolaydı. Hayatında hiç uyuşturucu kullanmamıştı. Ama bu gece üstlendiği kimliğe uygun olarak konuşmak zorundaydı.

Bugün değil” diye espri yaptı.

Görevli bu şakadan hiç de hoşlanmış görünmüyordu.

Yanınızda bin Avro’dan fazla nakit var mı?”

Mervan süratle bir hesap yaptı. Anımsadığı kadarıyla iki bin Avro’dan daha az bir parası vardı. Tekrar güldü.

Şaka ediyorsun di mi, ahbap?”

Adamın kaşlarının yukarı doğru kalktığını gördü.

Mervan sürdürdü, “Buraya gelebilmek için Harley’imi satmak zorunda kaldım. Paranın çoğunu zaten bitirdim. Fransa’nın bu kadarpahalı olduğunu bilmiyordum.”

Rabat’ta nerede kalacaksınız?”

Mervan bir an duraksadı. Fransa’dan ayrılırkenbu tür sorular sorulduğunu hiç anımsamıyordu. Yoksa kim olduğunu anlamışlar mıydı? Neden kendisini hemen şimdi yakalamıyorlardı? Birden ağzıkurudu.

Nihayet, “Kız arkadaşımda” diyebildi.

Bu da bir başka yalandı. Rana’yı en az altı aydır görmemişti. Kendisini eve kabul edip etmeyeceğinden bile emin değildi. Aslındakızın oturduğu evi bulacağından da kuşkuluydu. Çok yorgundu. Omzundaki yara iltihaplanmaya başlamıştı. Otel rezervasyonu yaptırmamıştı. Üstelik Fas’ta hiçbir dostu ya da orada bulunması için herhangi bir gerekçe de yoktu. Ayrıca o anda aklına söyleyecek başka bir şey gelmemişti.

Görevli, “Uyuşturucu yok, değil mi?” diye tekrarladı.

Mervan, “Hey ahbap, göründüğüm kadar aptal değilimdir” diye yanıtladı.

Adam pek tatmin olmamış bir ifadeyle, “Çantanıza bakabilir miyim lütfen?” diye sordu.

Mervan bu isteği onayladı, ancak sözler ağzından çıkar çıkmaz Monte Carlo’daki balayı dairesinden aldığı valizin içindekileri aceleyle kontrol etmediğini fark etti. Valizdekilerin damada mı, yoksa geline mi ait olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Şimdiyse çevresindeki silahlı sekiz güvenlik görevlisiyle birlikte çantanın içinde neler olduğunu öğrenmek üzereydi.

Jandarma şefi işe sırt çantasını aramakla başladı.

Birkaç kot pantolon. Birkaç tane eskimiş kirli tişört. Birkaç adet kirli iç çamaşırı. Birkaç adet temiz iç çamaşırı. iPod’u için piller. John Grisham’ın sayfaları kırışmış The Firm (Şirket) adlı romanı.Yarısı yenmiş bir paket çikolata. Küçük tıraş takımı. Eski bir diş fırçası. Yarım tüp Crest diş macunu. Deodorant. Ve içinde tektaş yüzük olan kadife mücevher kutusu.

Mervan’ın gözü birden kadife kutuya takıldı ve geçmişin anıları düşüncelerini ele geçirmeye başladı. Kutunun orada olduğunu unutmuştu bile. O konuyu aylardan beri aklına getirmemişti. Kutuda Rana’ya verdiği, onun da kendisine iade ettiği yüzük vardı. Duyguları patlamaya hazır bekliyor gibiydi – Mervan birden adamın gözlerinde bir yumuşama parıltısı belirdiğini sezdi.

Görevli, “Nişanlanıyor musunuz?” diye sordu.

Mervan kendini toparlamaya çalışarak, “Eğer beni kabul ederse, ahbap” diye yanıt verdi. “Yoksa Harley’imi hiç satar mıydım?”

Jandarma şefi belli belirsiz bir gülümsemeyle başını salladı. Ardından çıkardıklarını sırt çantasının içine yerleştirdi ve valize yöneldi. Mervan’ın kalbi neredeyse duracak gibi oldu.

Dehşetle valizin kadın giysileri ve kozmetik malzemeleriyle doluolduğunu gördü. Elbiseler. Askılı bluzlar. Dar kot pantolonlar. Yüksek topuklu ve düz altlı ayakkabılar. Hayal gücüne fazla bir şey bırakmayan iç çamaşırları. Bunların hepsi de yepyeniydi (bazılarının fiyat etiketleri bile üzerindeydi). Ve hepsi de son derece pahalı görünüyorlardı. Mervan’ın – daha doğrusu “Jack Cardell”in ise bütün bunlar için yapabileceği bir açıklama yoktu.

Mervan büyük şaşkınlığını dışa vurup vurmadığını merak ediyordu.

Jandarma şefi, “Belki de size ‘Jacques’ yerine JacquelineCardell demeliydim, öyle değil mi?” diye sordu.

Adam ve çevresindeki görevliler birden gülmeye başladılar. Denver’dan gelen bu Grateful Dead hayranı hepsinin ilgisini çekmişgibi görünüyordu.

Jandarma şefi en sonunda, “Özür dilerim. Bütün bunlar balayı için alınmış olmalı sanırım” dedi.

Ve umulmadık bir tavırla Mervan’a göz kırptı.

Mervan, şaşkınlığını gizlemeye çalışıp, geri göz kırparak, “Hey ahbap, göründüğünden daha zekisin” diye karşılık verdi.



12


skelet” gelmişti.

Goddard ve DuVall, Lemieux’ye bu adı takmıştı. Onun “tümüyle kemikten yapılmış ve yüreksiz” olduğunu söylüyorlardı.Adam birazdan orada olacaktı.

Goddard balkondan Remzi’nin dairesinin çok yakınındaki alana inmekte olan Lemieux’nün helikopterini seyrediyordu. Uzun boylu ve zayıf bir adam helikopterden aşağıya inerek Goddard’ın gönderdiği sivil araca bindi ve kısa mesafeli yolu kat ederek apartmanın girişine vardı. Helikopter alanı Remzi ailesinin (bu arada Monako prenseslerinden birinin de) zaman zaman ikametgâh olarak kullandığı lüks apartman kompleksinden sadece yüz metre ötedeydi.

Goddard, Remzi’lerin bundan başka dört evleri daha olduğunu öğrenmişti. Bunlardan biri Refik’in büyüdüğü Mısır’ın Akdeniz kıyısındaki İskenderiye’deydi. Bir tanesi Kahire’nin lüks banliyölerinden Maadi’de çok görkemli bir kent eviydi. Bu ev Blue Nile Holding’in merkezine oldukça yakın bir konumdaydı. Bir diğeri ise İsviçre’nin Davos Kenti’nde konforlu bir dağ eviydi. Aile artık kayakyapmadığı için burası zengin müşterilere kiralanmaktaydı. Ayrıca Claudette’in doğduğu kent olan Paris’in hemen dışında, son yıllardazamanlarının çoğunu birlikte geçirdikleri, kırk dönüm arazi içindekimuhteşem malikâneleri vardı.

Goddard saldırı sırasında dairenin konuk odasında bulunan Remzi’lerin özel aşçısından Monte Carlo’daki evi satın almak fikrinin Claudette’in olduğunu öğrenmişti. Adamın anlattığına göre, Claudette sosyetenin seçkin davetlerinin baş konuğuydu. Zengin dostlarını görkemli ziyafetlerle ağırlayabilmek ve her yaz gelen ünlülerle birlikte görülebilmek için o kentte bir ev sahibi olmayı çok istemişti.

Telefon çaldı. Goddard kısa bir konuşmanın ardından şöyle bağırdı: “Geliyor. Herkes dışarı.”

Goddard’ın ekibi söyleneni bir kerede anlayan cinstendi. İskelet oraya geldiğinde kimse çevresinde olmak istemiyordu. Hepsi de daha önce onunla birlikte çalışmıştı. Bu nedenle, suç mahallinde fotoğraf çeken, parmak izi arayan, yüzey araştırması yapan ve boş kovan toplayan görevliler aletlerini bir bir toplayıp daireyi süratle ve sessizce terk ettiler. Aslında işleri bitmiş sayılırdı. Cesetler morga kaldırılmıştı. Onlar sadece yarım kalan son birkaç işi tamamlıyorlardı. Gerektiği takdirde geri gelebilirlerdi. Ama Colette DuVall dâhil, hepsi de şimdilik orayı terk ettikleri için oldukça mutluydu.

Ekipler gittikten birkaç saniye sonra asansörün kapısı açıldı ve Lemieux göründü.

Goddard onu, “Hoş geldiniz müfettiş” diye karşıladı.

Lemieux tek bir söz söylemedi. Başıyla karşılık vermedi. Gülümsemedi. Hatta Goddard’ın uzattığı eli sıkmaya bile tenezzül etmedi. Vakit kaybetmeden oturma odasında –yavaş ve düzenli şekilde– dolaşmaya başladı. Ara sıra duruyor ve aşağıya eğilerek yerdeki tebeşirve kan izlerini inceliyordu. Silahların ateşlendiği farklı açılarla özellikle ilgilenmiş gibi görünüyordu.

Goddard, “Hazır olduğunuzda, katilin ya da katillerin kullandığı yolun karşı tarafındaki apartman dairesini size gösterebilirim” diye önerdi. “Adamlarım kullanılan silahı ve dürbünü buldu.”

Lemieux ses çıkarmadı. Boş mermi kovanlarını saymakla meşguldü. Odanın içinde bir yerden bir yere yürüyor, yerlere dağılmış kovanlara bakıyor, ardından duvarlara gömülü olanları ya da masa, koltuk ve sandalyelere saplananları inceliyordu. Bunları yaparken düzenli olarak silahların ateşlendiği karşı binaya bakıyordu.

Goddard konuşmasını sürdürdü, “Ne yazık ki, kovanlarda parmak izine rastlamadık.”

Ama Lemieux sessizliğini sürdürdü.

Goddard Lemieux’yü incelemeye başladı. 198 cm. boyunda, sonderece zayıf bir adamdı. Omuzlarından aşağı adeta kefen gibi dökülen siyah renkli uzun İngiliz malı bir yağmurluk giymişti. Kemikli ve asık yüzlü 62 yaşındaki bu adam, Goddard’ın babası kadar yaşlı duruyordu. Saçsız başında sadece kulaklarının üst kısımlarında iki adet beyaz saç tomarı kalmıştı, sivri ve gururlu burnunun hemen altındaysa beyazlamaya yüz tutmuş küçük bir bıyık göze çarpıyordu.

Goddard’ı en fazla rahatsız eden Lemieux’nün gözleriydi. Küçükve koyu kahverengi bu gözler sahibinin keskin zekâsını ve artık efsaneleşmiş olan fotografik hafızasını açıkça yansıtıyordu. Bununla birlikte bu bakışlarda, maktullere ve ailelerine ya da suçluları yakalamaya var gücüyle çalışan herhangi birine karşı ne bir yakınlık, ne de bir merhamet izine rastlanmıyordu.

Böylesine soğuk, duygusuz bir adam bütün Avrupa’da böylesine büyük bir itibarı nasıl kazanabilmişti? Goddard bu konuyu merak ediyordu. Evet, başarıyla çözdüğü davalar uluslararası suç uzmanlarıtarafından hâlâ örnek olarak gösterilmeye devam ediyordu. Ama ihmal ve ilgisizlikten rafa kaldırılmaya mahkûm olan o diğer davalara ne denirdi? Ünlü Marcel Lemieux’nün adı geçtiğinde, hiç kimse o davaları dikkate almıyor muydu?

Lemieux odadaki çalışmasını sürdürürken, en sonunda, “Yeni işlenen bir cinayet mahallinin görünümünü ve dokunuşunu ne kadar çok sevdiğimi sözlerle tarif edemem, Mösyö Goddard” dedi. “Monet ya da Manet gibi usta bir ressam tarafından yapılmış harika bir tabloya benziyor. Pointilist (noktalarla yapılan resim tekniği) bir sanat harikası gibi. Yakından bakınca, hiçbir ipucu –ne bir nokta ne de birrenk– anlam ifade etmiyor. Ama biraz uzaklaşıp gözlerinizi kapattığınızda, ipuçları size çok canlı, büyüleyici ve dehşetli bir öykü anlatmaya başlıyor. Büyük detektiflerin hepsi de böyle yapmışlardır. Gözlerinikapatıp ruhlarını sustururlar ve öykünün kendilerine yol göstermesine izin verirler.”

Goddard cevap vermedi. Bu adamın her özelliği onu tiksindiriyordu. Şimdi de listeye megalomani ve her şeyi doğru bilirim iddiacılığı ekleniyordu.

İskelet şimdi de Remzi’nin Paris merkezli güvenlik şirketinin altıay önce evin her yanına yerleştirdiği minik güvenlik kameralarındanbirini inceliyordu.

Goddard, Lemieux’nün sormasını beklemeden, “Güvenlik kameralarının kayıtları izlemeniz için hazır” dedi. “Hepsi dijital ve tarih-saat damgalı. Her şey kaydedilmiş. Remzi ve Mervan’ın görüşmesi. Ardından Remzi’nin vurulması. Korumaların öldürülmeleri. Mervan’ın onların silahlarını alması. Hepsi filmde kayıtlı. Aslında balistik raporları elimize yeni ulaştı. Le Meridien Oteli’nde öldürülen iki kişi bu silahlardan biriyle, kuşkusuz Mervan tarafından vurulmuş.”

Lemieux yaptığı işi bırakıp başını yukarı kaldırdı.

Onun bu ilgisine şaşıran Goddard ekledi, “Kamera kayıtları bize ne olduğunu gösteriyor, ama maalesef niçin olduğunu açıklamıyor. Ses kayıtları yok. Yaşamının son anlarında Remzi’nin neler söylediğini Mervan Akat’tan başka bilen yok. Ama telefonda da belirttiğim gibi –siz de takdir edersiniz ki– bu korkunç olaya Mervan Akat’ın ışık tutabileceğini ümit ediyorum.”

Lemieux yanıtını çok iyi bildiği halde, “Peki, onu bulabildiniz mi, Mösyö Goddard?” diye sordu.

Goddard, “Hayır, henüz değil” diye itiraf etti. “Ama yeni bir ipucunun peşindeyiz.”

Nedir o?”

Bir taksi şirketi araçlarından birinin kayıp olduğunu bildirdi. Şoför en son Le Meridien Oteli’nin önünden merkezi aramış. Ancak şimdi bulunamıyor; telsize de cevap vermiyormuş. Otel müdürü ise taksiyi otelin önünden ayrılıp batıya kent dışına doğru giderken gördüğünü iddia ediyor.”

Lemieux, “Yani Fransa’ya doğru mu?” diye sordu.

Goddard, “Görünüşe göre, evet” diye yanıt verdi ve ekledi. “Adamlarım yollardaki trafik kameralarını kontrol ediyorlar, aracı tanımlamaya ve nereye gittiğini belirlemeye çalışacağız.”

Goddard yaşadıkları bu teknoloji çağında en gelişmiş teçhizata sahip olacak kadar zengin bir kentin güvenlik teşkilatında çalıştığı için kendisini şanslı sayıyordu. İzleme kameraları Monte Carlo’nun her yerine yerleştirilmişti. Kişinin bu kameralara yakalanmadan hareket etmesi mümkün değildi. Elbette suç işlenmesini her zaman önleyemiyorlardı, ama olayı tekrar canlandırarak sorumlularını yakalama olanağı vardı.

Lemieux, “Otel müdürü taksiyi saat kaçta ayrılırken görmüş?” diye sordu.

Goddard, “Yaklaşık iki saat önce” dedi.

Ve Mervan kentte bir daha hiç görülmemiş, öyle mi?”

Hayır, görülmemiş.”

Peki, Nice Havaalanı’nda görülmüş mü?

Hayır.”

Cannes’da?”

Hayır.”

Hyères’de?”

Hayır.”

Lemieux odanın içini adımlıyordu, sonra birden durarak hışımla geriye döndü.

O zaman mutlaka Marsilya’ya gidiyordu” dedi. “Bana havaalanıgüvenliğini bağlayın, hemen şimdi!”




13


as Kraliyet Havayolları’nın 256 sefer sayılı uçağı yüz kırk yolcusuyla birlikte pistten havalanarak karanlık ve yağışlı gecenin içine doğru yol almaya başladı. Yolcularından birisi de MervanAkat – yani yeni kimliğiyle “Jack Cardell” idi.

Uçak güney istikametine dönüp Akdeniz üzerinden 25.000 feet (7620 metre) irtifada saatte 500 mil (yaklaşık 800 km.) hızla uçarken, kabin görevlileri de meşrubat dağıtımı yapmaya başladı. Az sonra pilot, uçağın iç ışıklarını söndürdü ve yolcuların çoğu uykuya daldı. Ama Mervan uyuyamıyordu. Omzundaki yaranın acısı adeta dayanılmazdı. Sürekli terliyor, ateş ve bulantı hissediyordu. Kabin görevlilerinden ağrı kesici istedi ve hapları bir bardak kolayla yuttu. Ardından elini yüzünü yıkamak için lavaboya yöneldi.

İçeri girip kapıyı kilitledikten sonra aynada kendine baktı. Hissettiği kadar berbat görünüyordu. Suratı bembeyazdı. Gözleri ise kızarmış ve sulanmıştı. Kot ceketini çıkardığında, tişörtünün omuzkısmının kandan tamamen ıslanmış olduğunu gördü. Kan Marsilya Havaalanı’nda kıyafet değiştirirken yaranın üzerine tampon yaptığı kâğıt havlulardan geçip tişörtüne yayılmıştı.

Mervan ceketini kapıya asarak, ellerini ılık suda sabunla iyice yıkadı ve dikkatlice kuruladı. Ardından omzuna yapışmış olan kanlı kâğıt havluları kolayca çıkarabilmek için suyla ıslattı. Bu acı veren bir işlemdi ve umduğundan daha uzun sürdü. Az sonra bir kabin görevlisi tuvaletin kapısına hafifçe vurmaya başladı.

Her şey yolunda mı, efendim?” diye sordu.

Mervan, “Evet, her şey yolunda, teşekkür ederim” diye yanıt verdi.

Görevli, “Emin misiniz?” diye yineledi.

Evet, iyiyim. Birazdan çıkacağım.”

Görevli, “Lütfen, efendim. Az sonra inişe geçeceğiz. Koltuğunuza dönüp kemerinizi takmanız gerekiyor” dedi.

Evet, elbette, birazdan koltuğuma döneceğim.”

Mervan bir olay çıkmasını ve dikkati üzerine çekmeyi kesinlikle istemiyordu. Durumunun kötülüğüne rağmen yarasını acıyla irkilerek aceleyle yıkadı ve temiz kâğıt havlularla yeniden tamponladı. Ardından yüzünü yıkadı, lavaboyu ve çevresini kâğıtla temizledi vebütün çöpleri kutuya attı. Ceketini giydikten sonra üzerinde kan izi kalmış mı diye dikkatlice kontrol etti ve dışarı çıktı. Kendisini gören kabin memuru yeniden, “İyi olduğunuza emin misiniz?” diye sordu.

Mervan, “Sanırım biraz uçak tuttu” diyerek bu mazeretle ondan kurtulabileceğini ümit etti.

Ama görevli, “Gerçekten de iyi görünmüyorsunuz. Kazablanka’ya indiğimizde sizin için bir doktor ayarlamamı ister miydiniz?” diye sordu.

Mervan, “Buna gerek yok, teşekkür ederim” diye yanıt verirken,tekrar terlemeye başlamıştı. “Kız arkadaşım orada yaşıyor, benimle ilgilenecektir. Yine de çok düşüncelisiniz. Teşekkür ederim” diye sürdürdü.

Bayan görevli şimdilik yakasını bırakmış gibi görünüyordu. AmaMervan koltuğuna oturup gözlerini kapattığında, korkuları tekrar suyüzüne çıkmaya başladı. Evet, Avrupa’dan Marsilya’dan kaçmayı başarmıştı. Ama çok fazla dikkat çekiyordu. Bu kadın görevli yüzünü, gözlerini ve davranışlarını elbette ki unutmayacaktı. Görevli belki de kısa bir süre sonra polisler tarafından sorguya çekilecekti.

Şimdi en azından üç ülkenin güvenlik birimleri kendisini arıyordu, bu arada Claudette Remzi ve adamlarını da unutmamak gerekirdi. Yakalanmasına daha ne kadar kalmıştı acaba? Marsilya havaalanında çok fazla ipucu bıraktığının farkındaydı. Onlar bulunur bulunmaz, Fas’a gittiğini öğreneceklerdi. Mervan bir iki gün daha yaşarsa, kendisini şanslı sayacaktı.

Uçak nihayet Fas’a indi. Mervan olaysız bir şekilde pasaport kontrolünden geçti ve bir araba kiralayarak Kazablanka’ya doğru yola çıktı. Yoğun Kasım yağmurları görüş mesafesini daraltıyor, aracın ısıtma sistemi ve silecekleri ise düzgün çalışmıyordu. Mervan sadece birkaç kez geldiği ve yabancısı olduğu bu kentte, yol kenarlarındaki trafik işaretlerini seçmekte zorlanıyordu.

Üstelik ateşi de gittikçe yükseliyordu. Son derece güçsüz ve bitkindi. İki kez direksiyon başında uykuya dalmak üzereyken, karşıdan gelen vasıtalara çarpmamak için son anda aracı toparladı. Kendisine neler olduğunu gayet iyi biliyordu, ama yoluna devam etmekten başka çaresi yoktu. Çok fazla kan kaybetmişti. Yarası iltihaplanmaya başlamıştı. Uykusuzdu. Yemek yememişti. Ve fiziksel olarak şoka girme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Cüzdanında taşıdığı küçük bir kâğıda yazılı olan adrese ulaştığında vakit neredeyse gece yarısına geliyordu. Ulu Cami’den fazla uzakta olmayan yüksek gri beton bina, Fas’taki diğer binlercesi gibiydi. Ama bu binanın diğerlerinden farklı, çok önemli bir özelliği vardı. Binanın yedinci katında ilkokul üçüncü sınıftan beri sevdiği kız yaşıyordu.

Görünüşe bakılırsa, kapıcı dâhil bütün apartman sakinleri uykuyadalmıştı. Mervan uyuklamakta olan adamın yanından ayakucuna basarak geçti ve merdivenlere yöneldi. Asansör sesinin onu uyandırmasını istemiyordu.

Mervan yedinci kata vardığında nefesi kesilmişti ve büyük bir acıçekiyordu. Alnındaki terleri sildi ve adrese tekrar baktı. Koridorun ışıklandırması yetersizdi ve gözleri bulanıyordu. Ağzı kuruyordu. Adresteki daire numarasını tekrar kontrol etti – evet, 701 yazıyordu.Mervan ise 701 numaralı dairenin kapı eşinde duruyordu.

Korkuyla karışık endişeli bir bekleyişle kalbi hızla çarpmaya başladı. Neyle karşılaşacağını kendisi de bilmiyordu ve o anda çok berbat göründüğünün farkındaydı. Ama başka ne yapabilirdi ki? Loş koridoru baştan aşağıya inceledi. Ortada kimse görünmüyordu. Koridorun sonunda bir yerlerden gelen televizyon sesi hariç, her şey sessiz ve sakindi. Mervan kapıyı çaldı. Bir hareket olmadı. Tekrar çaldı. Yine cevap gelmedi.

Mervan birden büyük bir paniğe kapıldı. Rana evde yoktu. Bu saatte nerede olabilirdi? Yoksa yanlış eve mi gelmişti? Başı zonkluyordu. Aniden soğuk terler dökmeye başladı. Acaba bir otel bulup yarın şansını yeniden denese miydi? Ama hangi otelde kalacaktı? Rezervasyon yaptırmamıştı. Bu kente oteller nerededir, onu bile bilmiyordu. Bir yeri arayacak telefonu bile yoktu. Gözleri kararmaya başlamıştı. Koridor etrafında dönüyor, dizlerinin bağları çözülüyordu.

Tam o sırada kapının arkasındaki kilidin döndüğünü ve emniyet zincirinin açıldığını işitti. Kapı biraz aralandı. Mervan dışarı süzülen parlak ışık gözlerini kamaştırdığı için başını öte yana doğru çevirdi. Sonra meleğe benzer bir sesin “Mervan, sen misin?” diye sorduğunu işitti.

Aniden her şey karardı ve Mervan yere yığıldı.