IX. BÖLÜM

1964 yılı Haziran ayında, tüm mahkûmlar büyük salonda toplandılar. Kumandan görevlilerle birlikte içeri girdi; bizler de kendimizi “mücadele toplantısı”nın yeni bir evresine hazırladık. Ama bunun yerine Binbaşı Alexandrescu hükümetin ilan etmiş olduğu genel af şartları uyarınca tüm siyasi mahkûmların serbest bırakılacaklarını bildirdi.

Duyduklarıma inanamadım. Çevreme baktığımda herkesin yüzünde boş bir ifade gördüm. Ardından Alexandrescu bağırarak bir emir verdi ve tüm salon birden coşkulu sevinç çığlıklarına boğuldu. Onlara, “Yarın hepiniz öldürüleceksiniz” demiş olsaydı bile, “Çok doğru! Biz yaşamayı hak etmiyoruz!” diyerek yine tezahüratlarını sürdürürlerdi.

Bu duyuru, ilk başta kuşkulandığımız gibi, bir aldatmaca değildi. O yaz sayısız, binlerce mahkûm tahliye edildi. Genel affı Doğu-Batı arasındaki “yumuşamaya” ve –o zamanlar henüz bilmediğim– Gheorghiu-Dej’in yüreğinin gerçekten değişmesine borçluyduk. Dej, uzun yıllar Komünist doktrinden kuşku duyduktan sonra en sonunda çocukken içinde yetiştirildiği ve annesinin de hiçbir zaman terk etmediği inanca geri dönmüştü. Dej evinde çalışan bir hizmetçi kadın ve sık sık Kutsal Kitap üzerine konuşan onun amcası aracılığıyla iman etmişti. Açıkça itiraf etmese de, Hıristiyanlık ona Sovyet efendilerine meydan okuma gücü vermişti. Sovyetler’in tehditlerine kulak asmayıp Batı’yla yeni ilişkiler başlatmış, böylelikle ülkesi gibi tutsak edilmiş olan diğer ülkelere bir örnek teşkil etmişti. Ne yazık ki, bu gelişmelerin birkaç ay sonrasında ölmüştü. Sonunun Sovyet ajanları tarafından çabuklaştırıldığı söyleniyordu.

Özgürlük sırası bana gelmişti. Kendimi salonda toplanmış olan yaklaşık yüz kişilik son mahkûm gruplarından birinin içinde buldum. Bizler neredeyse Gherla’da kalan son mahkûmlardık. Koridorları garip bir sessizlik kaplamıştı. Her birimizin saçları kesilmişti; eskimiş, ama temiz giysiler verilmişti.

Üzerimdeki giysinin ilk sahibine ne olduğu konusunda düşünceye dalmışken, birisinin beni çağırdığını işittim. “Wurmbrand kardeş!” Yanıma yaklaşan adam Sibiu’dan olduğunu söyledi, bu nedenle kendisini oradaki kilise cemaatimizin bir üyesi sandım.

Oğlunuzdan sizin hakkınızda çok şeyler duydum; aynı hücreyi paylaşıyorduk” dedi.

Oğlum mu? Cezaevinde mi? Hayır, yanılıyor olmalısınız!”

Demek ki, haberiniz yoktu. Altı yıldır cezaevinde yatıyor.”

Öte yana döndüm, o da yanımdan uzaklaştı. Bu haberle aldığım darbe neredeyse kaldıramayacağım kadar ağırdı. Mihai’nin sağlığı zaten çok iyi olmamıştı, uzun süreli cezaevi hayatının zorluklarına asla dayanamazdı.

Kumandan Alexandrescu’nun bana yaklaşmakta olduğunu gördüm; o anda beynim acı ve şokla donmuş gibiydi. Meraklı bir ifadeyle, “Ee Wurmbrand, artık özgür olduğunuza göre nereye gideceksiniz?” diye sordu.

Bilmiyorum. Karımın cezaevinde olduğu resmen tarafıma bildirilmişti. Biraz önce, oğlumun da cezaevinde olduğunu öğrendim. Hiç kimsem yok” dedim.

Alexandrescu omuzlarını silkti, “Oğlunuz da ha! Hapishane kuşu bir erkek evlat sahibi olmak nasıl bir şey?” diye sordu.

Cezaevine hırsızlık ya da diğer suçlardan girmemiş olduğu konusunda hiçbir kuşkum yok. Eğer Mesih uğruna hapiste tutuluyorsa, o zaman onunla gurur duyuyorum.”

Ne!” diye bağırdı. “Sizi yıllarca kilit altında tutmak için onca para harcıyoruz. Siz ise böyle nedenlerden dolayı hapse atılmış bir ailenizin olmasından gurur duyuyorsunuz, öyle mi?”

Benim için hiçbir şey harcamanızı istememiştim” dedim.

Bu konuşmanın ardından ayrıldık. Ben cezaevinden dışarı çıktım; üzerimde bir başkasının giysileriyle yürümeye başladım. Gherla’nın sokakları göz alıcı görünüyordu. Arabalar gürültüyle geçip gidiyorlardı, bense şaşırıp, irkildim. Yanımdan yürüyen kadının paltosunun rengi ya da bir çiçek buketi –renklerinden ötürü– gözlerimi kamaştırıyordu. Açık pencereden dışarı taşan müzik sesi, bol şekerli enfes bir kahve tadındaydı. Havada, sanki kasabanın dışında bir yerlerde saman taşınıyormuş gibi, taze ve temiz bir koku vardı. Tüm bu güzelliklere rağmen eşim ve oğlumun cezaevinde olduğu düşüncesi beni son derece kederlendiriyordu.

Otobüsle yakındaki Cluj kasabasına gittim. Orada dostlarım vardı, ama evlerinden taşınmış olduklarını öğrendim. Bunaltıcı yaz sıcağında bir kapıdan diğerine, en sonunda onları bulana dek dolaştım. Bana kek, meyve ve güzel yiyecekler ikram ettiler. Masanın üzerinde harikulade kahverengi bir soğan duruyordu ve benim asıl istediğim de oydu. Cezaevi yemeklerinin tadını bastırması için yıllar boyu bir soğanın öylesine özlemini çekmiştim ki. Ama yine de onu almaya çekindim.

Telefonla Bükreş’teki bir komşumuzu aradım. Telefona cevap veren, Sabina idi!

Ben Richard. Cezaevinde olduğunu sanıyordum!”

Sesler bir süre karışıp uzaklaştı, ardından telefona Mihai çıktı. “Bir dakika bekle, annem bayıldı!” dedi. Tekrar garip sesler gelmeye başladı. Daha sonra Mihai yeniden telefona gelerek, “Annem şimdi iyi. Biz senin öldüğünü sanıyorduk!” dedi.

Mihai cezaevine hiç girmemişti. Bu yanlış haber beyin yıkamaya karşı tepkilerimi son bir kez daha denemek amacıyla bana verilmişti.

Bükreş trenine bindim. İstasyona yaklaşmaya başladıkça kadın, erkek ve çocuklardan oluşan bir kalabalık gördüm. Elleri çiçeklerle doluydu; beklemekte oldukları bu şanslı kişi kim diye merak ettim. Ardından tanıdık yüzler seçmeye başladım ve pencereden sarkarak onlara el salladım. Trenden aşağıya inerken, tüm kilise cemaatim beni karşılamak üzere adeta koşarcasına yanıma geldi. Ardından eşim ve oğlumu kucakladım.

O gece Sabina, ölüm haberimin yıllar önce kendisine verilmiş olduğunu anlattı. O ise daha sonra eski mahkûm olduklarını ve benim gömülüşüme tanık olduklarını söyleyen bazı kişilerin beyanlarına rağmen bu habere inanmayı reddetmişti.

Onlara, “Ben onu bekleyeceğim” demişti.

Yıllar geçmiş ve o telefonuma dek benden tek bir haber bile alamamıştı. Onun için adeta ölümden dirilmiştim.

Özgür kaldıktan aylar sonra, bir Pazar günü bir grup okul çocuğunu parkta yürüyüşe götürdüm. Gizli Polis ilk önceleri bizi izlemeye başladı, ancak Hayvanat Bahçesi’ne girdiğimizi görünce peşimizi bıraktı.

Çocukları aslanların olduğu bölmeye götürdüm ve onları çevreme topladım. Böylece sessizce konuşabilirdim, onlar da rahatça beni duyabilirdi.

Onlara, “Hıristiyan atalarınız bunlar gibi vahşi hayvanlara atılmıştı. Onlar sevinç içinde öldüler, çünkü İsa’ya inanıyorlardı. Sizler de bir Hıristiyan olduğunuz için günün birinde hapse girebilir ve acı çekebilirsiniz. Şimdi o güne göğüs germeye hazır olup olmadığınıza karar vermelisiniz” dedim.

Her biri gözlerinde yaşlarla bana dönüp, “Evet” dedi. Onlara daha başka soru sormadım. Onlar, ben ülkeden ayrılmadan önce kiliseme katılan son gruptu.

Önsözde ülkemi terk etme kararımın nedenini ve Batı’ya gelişimi açıklamıştım. Şimdi ekleyeceğim tek bir şey daha var. Washington D.C.’deki resmi bir binanın duvarında Amerika Birleşik Devletleri’nin anayasasının yazılı olduğu bakır kabartma büyük bir plaket asılıdır. Plakete ilk baktığınızda anayasa metnini görürsünüz; ancak bir adım geri atarsanız, ışığın açısının değişmesiyle, George Washington’un bakıra ustaca işlenmiş yüzü görülür.

Bir insanın yaşamından bölümler ve onunla birlikte cezaevinde yaşayanların öykülerini içeren bu kitap da aynen öyle olmalıdır. Hepsinin gerisinde, bizi imanda korumuş ve galip gelmemiz için bize güç vermiş olan, gözle görünmeyen bir varlık, İsa Mesih durmaktadır.

1 Mezmurlar’da geçen ve İsa Mesih’in de çarmıhta tekrarladığı sözler.