Gizli Polis mahkûm nakliye aracında benim dışımda, yeni tutuklanmış olan din adamları da vardı. Kamyon, kısa bir yolculuktan sonra, çok dik bir rampadan aşağıya inerek durdu. Kalbim duracak gibi oldu, çünkü yeraltı cezaevi Jilava’ya yeniden geri döndüğümü anlamıştım. Bağırış sesleri geliyordu: “Onları dışarı çıkarın!”
Bir grup nöbetçi, ellerindeki copları üzerimize sallayarak bizi uzun bir koridordan yürüttü. Hepsi içki içmişlerdi ve karşılarında rahipleri gördüklerinde neşeyle bağırdılar. Kirden kararmış cezaevi üniformalarını üzerimize doğru fırlattılar. Yeterince hızlı soyunamayanların giysileri, üzerlerinden yırtılarak alındı. Kahkaha sesleri içinde saç ve sakallarımız tıraş edildi. Yarı çıplak ve yaralarımızdan kanlar akar bir halde, büyük bir hücreye sokulduk.
Şubat ayazında birbirimize sokularak taş zeminin üzerine oturduk. Nöbetçi yalpalayarak içeri girdi ve bağırdı: “Bütün rahipler dışarı!” Kapının arkasından, bastırılmış gülme sesleri geliyordu. Dışarı çıktık ve sıraya girdik. Üzerimize inen cop darbelerinden kollarımızla başımızı kapatarak korunmaya çalışırken oradan oraya kaçıştık. Yere düşenler çizmeyle tekmelendi ve üzerlerine tükürüldü. Bunun ardından tekrar hücreye sokulduk.
Yarım saat sonra rahipler yeniden dışarı çağrıldı, ama bu kez hiç kimse hareket etmedi. Nöbetçiler hışımla içeri girdiler ve ayrım yapmaksızın herkesi dövmeye başladılar.
Yakınımdakileri elimden geldiğince teselli etmeye çalışıyordum. Bir mahkûmun dudağı feci şekilde yarılmış ve dişleri dökülmüştü. Onun yüzündeki kanları temizlemeye çalışırken bana, “Ben Başrahip Cristescu’yum” dedi.
Onunla yıllar öncesinde Ortodoks Patriği ile görüşmek için sıramı beklerken tanışmıştık. Cristescu, Patriklik makamında görev yapıyordu, bu nedenle ona sıkıntılarımdan söz etmiştim. Ellerini omzuma koyarak, “Kardeşim, Mesih tekrar gelecektir, hepimiz bunun umuduyla bekliyoruz” demişti. Bu, bir Tanrı adamının sık sık söylemesi gereken, fakat nadiren söylediği bir cümledir. Onu hiç unutmamıştım. Ancak şimdi, kesik saçları ve kan içindeki yüzüyle tanınmayacak bir haldeydi.
Soğuktan titreyerek otururken saatler geçti. Miron Cristescu, kendisinin ve Patriğin çevresindeki diğerlerinin Kiliseyi, devletin bir kuklası olmaktan nasıl kurtarmaya çalıştıklarını anlattı. Patriğin kişiliğinin iyi yönleri üzerinde çalışarak başarılı olabileceklerini sanmışlardı. Ancak Gheorghiu-Dej, Patriklik makamına çok iyi bir atama yapmıştı. Justinian uzun bir Moskova seyahatine gönderilmiş, ülkeye geri döndüğünde ise düşüncelerinin daha güçlü bir şekilde değiştirilmiş olduğu görülmüştü. Patrik, Katolikler’e ve onlara sempati besleyen Doğu Kiliseleri Birliği’ne ve yetkisi altındaki tüm ödün vermeyen gruplara darbe üstüne darbe indirdi.
Miron, “İşte ben de öbürleri gibi, buradayım. Olayları değiştirmeye çalışmakla hata etmişim. İlk baştan beri onlara karşı durmalıydım” dedi.
Ona, “Bu tür düşüncelerin sizi üzmesine izin vermeyin” dedim.
Keskin bakışlarını gözlerime dikerek, “Wurmbrand birader, ben sadece bir üzüntü biliyorum, o da bir kutsal olamamanın verdiği üzüntüdür” dedi.
Bu cümle bir kürsüden söylenmiş olsaydı, sadece güzel bir söz olarak algılanabilirdi. Fakat o korkunç hücrede, şiddetli bir dayağın hemen sonrasında dile getirdiği bu sözler onun gerçek büyüklüğünü gösteriyordu.
Birkaç gün sonra, Miron’la birlikte dağlara doğru yola çıkan bir konvoya katıldık. Saatler süren yolculuğun sonunda, Gherla kasabası ve en büyük binası olan cezaevinin manzarası karşımıza çıktı. 1956 yılında bu cezaevinde kaldığım iki aylık süre içinde eşimin beni ziyaret etmiş olduğunu anımsadım. Gherla cezaevine dair başka anılarım da vardı. 18. yüzyılda İmparatoriçe Maria Theresa döneminde inşa edilen bu binanın üst kat pencerelerinden, avlunun sonundaki, artık kullanılmayan eski darağacı görülebilirdi. Komünistler ölüm cezasını mahkûmun başının arkasına yakın mesafeden ateş ederek infaz ederdi. Yüksek duvarların ötesindeki kasabada sürmekte olan yaşamı izlerdik. Mahkûmlar çoğu zaman dışarıdaki manzaraya dalarak düş kurarlardı. Ama öğle zamanı kimse dışarı bakmaya dayanamazdı, çünkü o saatlerde çocuklar okuldan çıkıp birbirlerini kovalayarak neşe içinde evlerine dönerlerdi. Her mahkûm, geride bıraktığı ailesini düşünürdü.
Cezaevi binası aslında 2,000 kişi için tasarlanmış olmasına rağmen 10,000 mahkûm, koşulları çok ilkel olan bu binaya tıkılmıştı. Cezaevi yönetimi, “yeniden eğitim” dönemindeki kadar acımasızdı. Bir önceki yaz aylarında Gherla’da ciddi bir ayaklanma meydana gelmişti. Mahkûmlar, hücrelere hava ve ışık girmesini sağlayan pencerelerin tahtalarla kapatılmasını protesto etmek için bir araya toplanıp barikat kurmuşlardı. Gardiyanlar kapıları kırıp içeri girdiğinde korkunç bir arbede yaşanmıştı. Yardıma çağrılan milisler etrafa ateş açarak pek çok mahkûmu öldürmüş ya da yaralamıştı. Bu olaydan sonra ceza olarak, verilen yemek miktarı açlıktan öldürme derecesine çekilmiş ve yüzlerce mahkûm başka cezaevlerine dağıtılmıştı.
Rahiplerden oluşan grubumuz, yeni bir tutuklama dalgasına yakalanan diğer binlerce siyasi tutuklu –doktorlar, toprak sahipleri, subaylar, mağaza sahipleri, kooperatifleşmeye karşı koyan esnaf, tarlasını devlete vermek istemeyen çiftçiler– ile birlikte gidenlerin yerine yerleştirildik. Dej, felaketle sonuçlanan iki beş yıllık programın ardından, 1975 yılına dek sürecek olan on altı yıllık yeni bir program açıklamıştı. Bir mahkûm şöyle dedi: “Eğer ortada bu programı yürütecek özgür biri kalırsa!”
Hücrelerimiz, karanlık, dar, uzun ve yankı yapan kışla odalarıydı. Her hücrede, 80-100 kadar mahkûm olmasına karşın yetersiz sayıda, sadece 50-60 yatak vardı. Pek çok kişi aynı yatağı paylaşmak zorunda kalıyordu. Gecelerimiz, hemen dolan tuvalet kovalarını ziyaret edenlerin çıkardığı gürültü ve farklı melodilerle –birinin bitip diğerinin başladığı– horultu sesleri içinde uykusuz geçiyordu. Gün boyunca sopalar ve mahmuzlu çizmelerle uygulanan disiplin yüzünden gündüzün dinlenmek de olanaksızdı. Nöbetçiler hücrelere sürpriz baskınlar yapıyor, ellerindeki coplarla pencere demirlerine vurarak kesilmiş olup olmadıklarını kontrol ediyorlardı. Bu arada, mahkûmları yüzüstü yere yatırıp sayım yapıyorlardı. Nöbetçiler, ismi okunan her mahkûmun üzerinden sırayla yürüyordu.
En küçük kural ihlali bile en az yirmi beş sopa darbesiyle cezalandırılıyordu. Bu cezanın ağırlığı nedeniyle bazı mahkûmlar yaşamlarını kaybetmişti, bu yüzden dayak işlemi doktor nezaretinde yapılıyordu. Cezaevinde bu şekilde dövülmemiş mahkûm yok denilecek kadar azdı – birçoğu “yirmi beşlik” cezayı bir kereden fazla almışlardı. Tüm mahkûmlar, demir çubukların cop ya da sopadan daha fazla acı verdiği konusunda hemfikirdik. Sırta inen her darbe kızgın fırında pişirircesine kavuruyor ve sinir sisteminde korkunç bir etki yaratıyordu. Nöbetçiler dayak sırasında sahip oldukları gücün etkisiyle ve şiddet gören mahkûmun aczi karşısında daha da azgınlaşıyordu. Kan ve güç, tıpkı içki gibi, aralarındaki en iyi olanları bile etkilemiş görünüyordu. Cezaevindeki gaddarlığın zehrini her gün dışarıdaki toplumun içine kadar taşıyorlardı.
Her katta sifonlu bir tek tuvalet vardı. Her sabah, Miron’la birlikte tuvalet kovalarını oraya boşaltmaya gidiyorduk. Uzun bir mahkûm kuyruğunun arkasına geçip sıramızı bekliyorduk. Miron titiz ve kültürlü bir kişiydi – kendisini bu işi yapmak için zorluyordu. Bir gün kaygan zeminde düşünce, kovasından bir miktar sıvı nöbetçinin çizmelerine sıçradı.
“Geri zekâlı! Sonun, Rozsa Sandor olacak!” diye haykıran nöbetçi, hiddetle Miron’un omzuna vurdu.
Miron yemek yerken, nöbetçinin ne demek istediğini bana sordu.
“Mezarlık” diye yanıtladım. “Hep böyle söylerler, aldırış etme.”
Rozsa Sandor, cezaevinin mezarlığıydı. Pencereden bakıldığında, otlar bürümüş gri mezar taşları görülebiliyordu. Mezarlığa, geçmiş yüzyılda, on dokuz yaşındayken yirmi yıl hapis cezası alan bir katilin ismi verilmişti. Genç mahkûm, hücre penceresinden aşağıya bakarken, bir bahçede kucağında bebekli bir kadın görmüştü. Bunun ardından her gün onları izlemeye başlamıştı. Bir rahip gelip bebeği vaftiz etmiş, daha sonra kız büyüyüp okula gitmeye başlamış ve yıllar geçtikçe güzel bir genç kadın olmuştu. Rozsa bütün bu gelişmeleri pencereden izlemişti. Bu genç kız adeta onun tüm yaşamı haline gelmişti. Kendi kendine, özgür kaldığında onunla evlenmeye karar vermişti. Hapisten çıktığı gün doğru köy yoluna koşmuş ve ilerlemekte olan bir düğün alayına rastlamıştı. Kendince, “Demek beni böyle karşılıyor!” diye düşünmüştü! Kıza doğru yaklaşıp, “Bugün benim eşim olacağın için ne kadar mutluyum bilemezsin” demişti. Genç kız, dişsiz ağzıyla kendisine konuşan ihtiyarı süzüp kahkahayla, “Bu yaşlı ahmak ne demek istiyor acaba?” demişti. Ardından yanındaki genç adamın elini tutarak, “İşte benim eşim bu!” diye göstermişti. Rozsa Sandor genç çifte şaşkınlıkla bakakalmıştı. Ardından çılgın bir öfke nöbetine kapılıp, her ikisini de bıçaklayarak öldürmüştü. Cinayetleri yüzünden idam edilmiş ve daha sonra adı verilecek olan bu mezarlığa gömülmüştü.
“Sonun, Rozsa Sandor olacak!”
Bu tehdit, bize gittikçe yaşlandığımızı bildiren günlük bir hatırlatmaydı. Mahkûmlar zamanın nasıl geçtiğini anlayamazlar. Cezaevine girdikleri yaşta, hep aynı kaldıklarını sanırlar. Geride bıraktıkları genç eşlerini ve sevgililerini düşünür, eve döndüklerinde onları karşılayacak olanların yaşam yorgunu yaşlı kadınlar olacağını düşünemezler.
Gherla’nın ana giriş kapısının üzerindeki saat bile durmuştu. Orada geçirdiğim altı yıl boyunca bir kez bile işlemedi.
Cezaevi kumandanı Binbaşı Dorabantu, şişman, kırmızı yüzlü, kendini yemek yemekten alıkoyamayan bir zalimdi. Sürekli olarak bir şeyler atıştırırdı. Karşısına çıkarılan mahkûmlar, Binbaşı Dorabantu’nun, söylevinin tam ortasında elini çekmeceye sokup kocaman bir sosis ya da bir elma çıkardığını görünce hayrete düşerlerdi.
Benim kendisiyle ilk karşılaşmam da böyle gerçekleşti. Karşısında hazır ol vaziyette durmuş, nefret kusan uzun söylevini dinliyordum. Anladığıma göre Dorabantu’nun nefret etmediği sadece iki şey vardı: Yemek ve kendi sesi.
“Wurmbrand!” diye bağırırken, ağzının içindeki kek kırıntılarını masanın üzerine yağdırdı. “Bir keşiş, ha?”
Kendisine bir rahip olduğumu söyledim.
“Rahipler, keşişler! Benim için hepsi bir. Kendi çıkarları için yoksulları ezerler, biliyorum!” Mutsuz çocukluk yıllarından söz ederken, kollarını bir palyaço gibi sallıyordu. Romanya’nın en zengin manastırlarından birinin yakınında babasının koyun sürülerini güdermiş. Bir gün sürüsü manastır sınırları içine girdiği için keşişlerden şiddetli bir dayak yemişti.
“Siz, bir rahibin çifteyle aç bir çocuğa ateş ettiğini hiç gördünüz mü, Wurmbrand? Doğrusu çok kutsal bir manzaraydı!”
Dorabantu konuşmasında daha sonra gençlik yıllarında bir işçi olarak çalışırken sömürüldüğünden de yakındı. Şimdi de, elindeki yetkilerle, hem kapitalistlere hem de rahiplere ağızlarının payını veriyordu.
Hücremizde azılı mahkûmlar da vardı. Sırf bir Komünisti öldürdü diye siyasi suçlu sayılan katiller ya da hırsızlığın bazı durumlarda “ekonomik sabotaj” olarak nitelendirilmesi nedeniyle siyasi suçlu sayılan hırsızlar aramıza katılıyordu. Diğerler mahkûmlar ise, Ruslar ve Yahudiler’e toplu katliam yapmaktan dolayı ömür boyu hapis cezası almış savaş suçlularıydı. Acımasız ve öfkeli bu insan topluluğuna ruhsal yardım girişimlerim sürekli olarak sert bir şekilde geri çevriliyordu. Yahudiler’i öldürmüş olanlar, Yahudi kökenli olmam nedeniyle bana karşı özellikle çok katıydılar. Bu konuyu hiçbir zaman gizlememiştim. Aksine, sorulduğu zaman ulusuma karşı doğal bir sevgi beslediğimi dile getirmiş, bununla birlikte her bireyin sahip olduğu kendi inancını seçme özgürlüğünü kullanarak farklı bir inanç seçmiş olduğumu bildirmiştim. Yalnız başına bir köşede oturan bir adamın yanına gidip sessizce konuşmaya başladığımda, diğerleri bana gözdağı verircesine derhal çevremde bir halka oluşturdular.
Grubun öncüsü, “Sana çeneni kapatmanı söylemiştik!” diye öfkeli bir sesle beni uyardı. Ayağa kalktım, içlerinden biri beni sertçe itti. Bir diğeri ayağını uzatıp çelme taktı, kendimi ansızın yerde buldum. Kaburgalarıma sert bir tekmenin savrulduğunu hissettim. Grup tam üzerime çullanmaya başlarken, bir uyarı sesi işitildi.
Kapıdaki delikten içeriyi izleyen gardiyan durumu görmüş, bağırarak yardım istiyordu. Kalabalık birden dağıldı. Hücre kapısı açıldığında herkes yatağındaydı.
“Wurmbrand!” Cezaevi kumandanı koridorları denetlerken olayı duymuştu. Nöbetçi, hücredeki en uzun boylu mahkûm olmam nedeniyle beni hemen tanımış, ancak saldırganları karanlıkta seçememişti.
“Bunu kim yaptı, Wurmbrand?”
Patlayan dudağımı tutmaya çalışırken, bu sorusuna cevap veremeyeceğimi bildirdim.
“Neden?”
“Bir Hıristiyan olarak düşmanlarımı severim ve affederim. Onları ele vermem.”
Dorabantu, “O zaman siz bir budalasınız!” diye bağırdı.
“Bu konuda haklısınız. Tüm yüreğiyle Hıristiyan olmayan bir kişi, budaladır.”
Kumandan, “Bana budala mı diyorsunuz?” diye haykırdı.
“Hayır, ben sizi kastetmedim. Demek istediğim şey, olmam gerektiği kadar iyi bir Hıristiyan olmamamdı.”
Dorabantu avucuyla alnına vurarak, “Alın götürün bunu. Otuz vuruş!” dedi.
Giderken, “Kaçık keşişler!” diye homurdanıyordu.
Geri döndüğümde nöbetçiler hâlâ mahkûmları sorguya çekmekteydi. Başka bir bilgi elde edemedikleri için kimse cezalandırılmadı. Ancak bu olaydan sonra vaaz etmeye çalıştığımda daha az müdahale edilmeye başlandı.
Cezaevindeki bazı kavgalar, katılımcılar öyle düşünmese bile, gerçekten komik oluyordu. Birkaç farklı hücrede, her birinde altmıştan fazla mahkûmla birlikte yaşadım. Hücrelerdeki pencereler, üzeri demir parmaklıklı dar deliklerden ibaretti. Pencereler acaba açık bırakılsa mıydı? O takdirde yataklarımızda soğuktan donuyorduk. Yoksa kapalı mı tutulsaydı? O takdirde de hücre havasız kaldığı ve pis koktuğu için her sabah baş ağrısıyla uyanıyorduk. Bu konu üzerinde sanki Parlamento’daymış gibi saatlerce ve günlerce tartışılıyordu. İki taraf vardı: Pencereden uzakta yatan ve “temiz havanın kimseye zararı yoktur” diyenler; yakınında yatıp “her yıl binlerce kişi zatürreeden ölüyor” diye muhalefet edenler.
Cezaevinde Lenin’in şu sözünün kanıtlandığına tanık olduk: “Yüksek menfaatler iki kere ikinin dörtten fazla olmasını gerektiriyorsa, öyledir.” Dışarıda egzersiz yapmamızdan sıkılan gardiyanlar, “Saatiniz doldu, herkes içeri!” diye bağırırdı. Bizler ise, “Daha on beş dakika bile olmadı” diye karşılık verirdik. Her iki taraf da doğru olduğuna inanıyordu; kişisel çıkarlarımız, zaman kavramımıza üstün gelmişti.
Adi suçlular cezaevi yaşamına çok çabuk uyum sağlıyorlardı. Kendilerini cezaevindeyken neredeyse dışarıda oldukları kadar rahat hissediyorlardı. Kendilerine özgü rutinleri, öncelik sıralamaları ve argoları vardı. Hücreye gizliden yiyecek artıkları sokulması konusunda son derece ustaydılar. Gardiyanları takma adlarıyla çağırıyor ve kapıdaki izleme deliğinden sigara otlanmaya çalışıyorlardı. İtimat kazandıran işleri hemen kapıyor, beğenilmeyen işleri siyasi suçlulara bırakıyorlardı. En pis işler ise, rahiplere ve imanlı Hıristiyanlar’a veriliyordu.
Aynı kafeste birbirini yemeye çalışan iki yırtıcı kuş gibi didişen iki mahkûmun tam ortasındaki yatakta yatıyordum. Uzun boylu zayıf biri olan eski Çavuş Grigore, emir altındayken yüzlerce Yahudi’yi öldürmüştü. Ona düşman olan “ekonomik sabotajcı” Vasile ise, her şeyin suçunu Grigore’de buluyordu. Vasile, ufak tefek sıska biriydi, ama hasmının zayıf noktalarını keşfetmekte ustaydı. Vasile’nin zaferli bir yüz ifadesiyle ağzından tıslarmış gibi çıkan “Katil!” sözcüğü, her seferinde Grigore’nin korkudan sinmesine neden oluyordu.
Vasile’ye, “Neden öyle konuşuyorsunuz? O hem yaşlı, hem de hasta. Sonunun ne olacağını bilmiyoruz. Eğer Mesih’teyse, o zaman Tanrı’nın halkından olan birisine hakaret ediyorsunuz; eğer zaten cehennemdeyse, neden üzerindeki lanetlere lanet ekliyorsunuz?” diye sordum.
Hırsız şaşırdı, “O lağım faresinin kaç tane Rus’u ve Yahudi’yi öldürdüğünü bilmiyor musunuz?” dedi.
“Bu, yirmi yıl önceki o korkunç savaşta oldu. Yaptıklarını, on beş yıl açlık, dayak ve hapisle geçirerek ödedi. Üç yaşımdayken odanın ortasında çember çevirdiğim için bana maskara mı diyeceksiniz? Ya da dört yaşımdayken okumayı bilmediğim için bana okuryazar değildir mi diyeceksiniz? O günler geride kaldı.”
Vasile rahatsız olmuştu. Ertesi gün yakınımdaki bir grubun, aralarında ellerine fırsat geçerse, Ruslar’a ne yapacaklarını konuştuklarını duydum.
Vasile dişlerini gıcırdatarak, “Asmak onlar için fazla iyidir” dedi. “Canlı canlı derilerini yüzmeli…” Daha fazla dinleyemedim ve ne Ruslar’a ne de başka bir millete bu şekilde davranılmaması gerektiğini söyleyerek onlara itiraz ettim.
Vasile, “Ama daha dün yüzlerce Rus’u öldürmüş birisini koruyordunuz; şimdi de Ruslar’ı öldürmenin yanlış olduğunu iddia ediyorsunuz!”
Geçmişteki suçlarının anıları Grigore’yi son derece üzüyordu. Bana, “Acı çekmeye mecbur edilmiş olduğum bu durumumda, acı çekmekle suçlarımın kefaretini ödemiş sayılır mıyım?” diye sordu.
“Evet, Kutsal Kitap, bedende acı çeken kişinin günahla bir ilişkisi kalmadığını söyler.” Ona, acı çeken ve Cennet’e giden zavallı Lazar’dan söz ettim. “Mesih’e iman ederseniz, kurtulursunuz.”
“Diğerleri öyle düşünmüyor” dedi. “İsrail’in idam etmek istediği Eichmann’a bir bakın.”
“Onun acı çekmiş olduğuna dair bir kanıt yok, ama her durumda, bir kişinin bu kadar çok eskiden işlenen suçlar nedeniyle suçlanmaması gerektiğini düşünüyorum. Şimdi değişmiş olabilir. Ben kendimden biliyorum; eski ben değilim.” Devam ettim: “Yahudiler’in birçoğunun da öyle düşündüğünden eminim.” (Bu konuşmadan yıllar sonra, büyük Yahudi düşünürü Martin Buber’in, Eichmann’a verilen cezaya karşı çıktığını öğrendim).
Grigore, “Ben eskisi gibi değilim, çünkü yaptıklarım için tövbe ettim; ama diğerleri aynı suçları tekrarlamaya hazır olabilirler” dedi.
“Hiç kimse gelecekte işleme olasılığı bulunan bir suç için cezalandırılamaz. Kötülük hepimizin bir parçasıdır. Çok kötü insanların bazılarının da, birçok erdemleri olabilir. Bunlardan birisi de sizsiniz, Grigore.”
Bu düşünce onu biraz neşelendirdi.
Hücremizde kahkaha eksik olmuyordu. İncil’in Elçilerin İşleri kısmında Tanrı’nın varlığının sevinç kaynağı olduğu belirtilir. Bu inanç olmaksızın, cezaevlerindeki sevincin açıklanması olanaksızdır.
Bazıları sıkıntı ve acılarına gülüp geçebiliyordu. Bunlardan birisi de eski Binbaşı Braileanu idi. Kısa boylu ve çevik adam, alnından yukarı doğru taralı saçlarıyla küçük bir erkek çocuğunu andırıyordu. Hücre sakinlerine yeni bir söylenti aktardı. 1959 baharında Sovyet Dışişleri Bakanı Gromyko ile Batılı temsilciler arasında yeni bir zirve toplantısı düzenlenecekti. Toplantının 10 Mayıs’ta gerçekleşeceği söyleniyordu. Mahkûmlar arasında yeni bir selamlaşma türü benimsendi – özgür bırakılmayı umut ettikleri günü, ellerini kaldırarak on parmakla işaret ediyorlardı.
Toplantının düzenlendiği gün, nöbetçiler gerçekten de hücre kapılarını açıp bazı mahkûmları dışarı çıkardı. Yüzbaşı Braileanu de bunlardan biriydi. İlk salıverileceklerin arasında mıydı acaba? Kıskanç gözlerle olan biteni izliyorduk. Ama az sonra koridorun sonunda bulunan dayak atılan küçük bölmeden haykırış sesleri yükselmeye başladı. Sesleri işitmemek olanaksızdı. Üç mahkûma dayak atıldı, dördüncüsünün sırası geldiğinde yirmi beş darbeyi ses çıkarmadan yedi. Braileanu yüzünün rengi kaçmış ve konuşamaz bir durumda, diğerlerinin peşi sıra hücreye girdi. Kendisini toparladı. “Baylar, size yeni selamlaşma biçimimizi göstermek istiyorum.” Bir yandan sağ elinin iki parmağını yukarı kaldırırken, diğer elinin beş parmağıyla yirmi beş işareti yaptı.
Hücrede saat başı öyküler anlatılıyor, bilmeceler soruluyordu. Herkesin katkıda bulunması şarttı. Bazı saçmalıklar bizi diğerlerinden daha fazla güldürüyordu.
Çingene melezi hırsız Florescu, “Üç renkli olan, ağaca asılı duran ve “tara-boom-ça-ça” diye şarkı söyleyen şey nedir?” diye sordu. Kimse yanıtlayamadı. “Ringa balığı!” “Ringa balığı mı? O üç renkli olmaz!” “Ben boyarsam, olur.” “Ağaçta asılı durmaz.” “Ben bağlarsam durur!” “Ringa balıkları ‘tara-boom-ça-ça’ diye şarkı söylemezler!” “O kısmı siz ne olduğunu bulamayasınız diye eklemiştim!”
Zayıf yüzlü, kalın camlı gözlükleri olan Üniteryen rahip Gaston başka bir bilmece sordu: “Trende seyahat etmekte olan bir adamın Eve adında bir karısı varmış ve kırmızı bir evde yaşıyorlarmış: Adamın adı nedir?” Herkes şaşırmıştı – bir adamın trende gitmesi ve Eve adındaki eşiyle kırmızı bir evi paylaşması onun ismini bulmamıza nasıl yardımcı olurdu? Gaston, “Çok basit” dedi. “İsmi Charles’tır.” “Ama nereden biliyorsun?” “Onu yıllardır tanırım, en iyi dostumdur!”
Başrahip Miron, cezaevi kumandanı hakkında gerçek olduğuna yemin ettiği bir öyküyü aktardı: Kumandan mahkûmları sıraya dizdirmiş denetleme yapıyormuş. Her mahkûma aynı soruyu soruyormuş: “Suçun nedir?”
“Efendim, ben bir şey yapmadım, ama on yıl ceza aldım.”
Dorabantu diğerine ilerlemiş, “Senin suçun nedir?”
“Hiçbir şey efendim. Yirmi yıl yedim.”
“Yalancı domuz. Romanya Halk Cumhuriyeti’nde kimse, hiçbir şey için on yıldan fazla ceza almaz!”
En iyi öykü anlatanlar hırsızlar ve yankesicilerdi. Bu grup adeta nüktedanlıklarıyla yaşam buluyorlardı. Florescu, bir gün bize Bükreş’te mücevherat mağazalarının olduğu Carol Sokağı’ndaki bir kuyumcuyu nasıl soyduğunu anlattı. Öyküsü şöyleydi:
Bay Hershcovici son derece saygın ve kibar bir mücevherat satıcısıdır. Mağazasına gelen zarif genç bir çifte hizmet etmektedir. Genç müşterisi, tabii ki Florescu’dur. “Günaydın, yanımdaki bayan nişanlımdır, Bükreş’in en tatlı kızıdır.” Daha sonra geçen konuşmalardan en zengini de olduğu anlaşılır. “Yüzük seçmeye gelmiştik – pırlanta olacak elbette… Hayır, onun taşları çok küçük.” Yüzük seçiminden sonra, kızın annesi için taşlı bir saat, babası için timsah derisi bir çanta seçerler. Bu arada genç kız, “Sakın piskoposu unutmayalım” der. “Kendisi amcam olur ve tabii ki evlilik ayinimiz için para almayacaktır. Ama siz bizim geleneklerimizi bilirsiniz – bedeli ödenmemiş bir hizmet, Cennet’te kabul görmez.” “Çok doğru, ama bir piskoposa ne alınabilir ki?” O anda, her ikisinin de gözleri cam muhafazanın içinde asılı duran altın işlemeli piskopos kaftanına çevrilir. Florescu, “İşte bu tam aradığımız şey!” diye sevinçle bağırır. Nişanlısı ise, “Ama amcamın üzerine uyup uymayacağını bilmiyoruz ki?” der. Florescu, mağaza sahibini yukarıdan aşağı süzer. “Bedenleriniz tıpatıp aynı!” Hershcovici bu değerli parçayı satabilmek umuduyla, altın işlemeli rahip cüppesinin üzerinde denenmesine razı olur. Beline kemerini bağlarlar; başına da parıldayan piskoposluk tacını koyarlar. Florescu, “Mükemmel duruyor!” der. “Bir dakika, şu asayı da elinize alın, lütfen!”
Bu sözlerin hemen ardından, çift tüm mücevheratı timsah derisi çantanın içine doldurup mağazadan koşarak uzaklaşırlar. Hershcovici şaşkınlıktan adeta felç olmuştur, ardından haykırmaya başlar, “Hırsızlar! Kaçıyorlar, durdurun! Yardım edin!” Sokaktaki Yahudi tüccarlar mağazalarının kapısına çıkıp dışarı baktıklarında, Hershcovici’nin Ortodoks metropoliti tam takım tören giysileri içinde sokak boyunca çılgınca koştuğunu görürler. Birbirlerine, “Hershcovici çıldırmış!” diye bağırırlar. Üç kişi Hershcovici’yi yakalar, zapt etmeye çalışır, ama o direnip bağırmasını sürdürür, “Hayır, hayır – siz ne yapıyorsunuz? Hırsızlar kaçıyor!” Hırsızlar gerçekten de ara sokaktan kaçmışlar ve yakalanmamışlardı.
Kahkahalar kesildiğinde, rahip Gaston, “Ama sizi en sonunda yakaladılar, değil mi, Florescu?” diye sordu. Ama hırsız konunun o yönüne hiç değinmek istemedi. Ona dönerek, “Siz de, neden cezaevinde olduğunuzu bize anlatsanız” dedi.
Gaston, “Tabii. Benimki de komik bir öykü. Yusuf, Meryem ve bebek İsa’nın Mısır’a kaçışı konusunda Noel gecesi verdiğim bir vaaz nedeniyle yedi yıl ceza yedim.”
Gaston kilise cemaatindeki bir muhbir tarafından ele verilmişti. Duruşma sırasında, Gaston’un, Hirodes’in masumların katliamı sırasında bebek İsa’yı öldürme girişimini kınayarak aslında Komünizm’in dine karşı sürdürdüğü kampanya aleyhinde konuştuğu; Mısır’la ilgili anlattıklarının ise, o zamanki Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın emperyalist güçlere katılacağı umudunu dile getirdiği iddia edilmişti.
Gaston daha sonra kendisini sorguya çekenlere, Parti’yi gerçekten kızdıracak ne yapmış olduğunu sormuştu. “Ben hep işçilerin yanındaydım. Bir okul ve bir kooperatif kurmuştum. Kilise cemaatindekilerin sayısını ikiye katladım.”
Subay gülerek, “Aslında, bize gerekli olan rahip, senin bölgenin yanındaki bölgedeki rahip gibidir – o, kilisesi daima boş olan azgın ihtiyar bir ayyaştır.”
Gaston bazen bana yoksulluk içinde geçen çocukluk yıllarından söz ediyordu. Her zaman aç kalmıştı, bu nedenle bir gün hırsızlık bile yapmıştı. “Kümese girip tavuk çaldım. Yakalandığımda boynuma ‘Hırsız!’ yazılı bir tabela asarak köyün içinde dolaştırdılar.” Çocuk yaşlarından itibaren “Tüm dünyayı devirmek” arzusuyla büyümüştü.
Gençlik yıllarında değişik politika ve felsefe sistemlerini incelemiş ve Üniteryen Kilisesi’ne katılmıştı. Evine yapılan baskında, kütüphanesindeki yüzlerce kitap arasından Alfred Adler’in “Bireysel Psikoloji” adlı yapıtı Gizli Polis’in dikkatini çekmişti.
Detektif, “İşte! Bir bireyci!” diyerek kitabı delil olarak götürmüştü.
Yeni gelen mahkûm grubunun içinde Profesör Popp’u görmek beni hem çok şaşırttı, hem de sevindirdi. Popp hasta görünüyordu; ihtiyar bir adam gibi hareket ediyordu. Onunla 1956 genel affından beri görüşmemiştik; gönderdiğim mektuplar cevapsız kalmıştı. Popp bunun nedenini o gece bana anlattı.
Özgür kalan pek çok mahkûm gibi, cezaevinden çıktıktan sonra o da zevk ve eğlence peşinde koşmaya başlamıştı. “Büyük bir açlık (boşluk) hissediyordum” dedi. “Yaşamımın ellerimin arasından kayıp gitmiş olduğunu düşünüp korkuyordum. Yaşamdan tekrar zevk alabileceğimi kendime kanıtlamalıydım. Savurganca para harcadım, çok fazla içki içtim. Eşimi, daha genç bir kadın için terk ettim.”
“Daha sonra pişman olup üzüldüm. Hıristiyan yeminlerimi unutmamıştım. Sizi görmek istedim, ama uzaklardaydınız. Bir başka rahibe her şeyi anlatıp Komünizm’in ülkemizi mahvetmiş olduğunu söyledim. Söylediklerimi dinledi, ama ardından beni ihbar etti.”
Popp, on iki yıllık yeni bir hapis cezası almıştı. İlk mahkûmiyeti Popp için tüm gücünün ve iyiliğinin açığa çıktığı bir süreç olmuştu. O dönemde rüzgarla birlikte kanatlarının üzerinde yükselen; rüzgar kesildiğinde alçalan bir deniz kuşu gibiydi. Şimdi ise iradesi zayıflamıştı. Popp’u tekrar Rab’be getirmeye çalıştım, ama yaşam ona anlamsız gibi görünüyordu.
Cezasının ilk günlerinde kendisi için “sivil bir cenaze merasimi” düzenlendiği bildirilmişti. “Sivil cenaze merasimi”, Halk Cumhuriyeti’ndeki yaşamın yeni bir özelliğiydi. Devrim karşıtı kişi cezaevine gönderildiğinde, bir Parti yetkilisi onun iş arkadaşları, dostları ve ailesini bir araya topluyor ve, “Yoldaşlar, bu kişi artık herkes için sonsuza dek ölmüştür. Burada onun anısını gömmek üzere toplanmış bulunuyoruz” diyordu. “Yas tutanlar” tören sırasında o kişinin devlete karşı işlemiş olduğu suçları bir bir kınamak zorundaydı. Popp’un dul kızı da diğerleriyle birlikte konuştu. İtiraz etmiş olsaydı, işini kaybedebilirdi; oysa üç küçük çocuk annesiydi.
Popp benimle birlikte cezaevi işlerinde çalışmaya başladı. Geniş hücrenin zemin temizliğini yapıyor, her yeri baştan sona ovuyorduk. Tam işimiz bitmek üzereyken nöbetçiler tarafından hücre başkanı yapılmış bir mahkûm kovamızı tekmeleyerek devirdi ve, “Haydi, şimdi yeni baştan başlayın!” dedi. İşin sonunda, nöbetçi, yapılan işi denetlemeye geldi. Hücre başkanını başından yakalayarak suratını kendi ayaklarıyla taşımış olduğu çamurlara sürdü. “İğrenç!” diye bağırdı. Hücre başkanının tekmeleri ve hakaretleri eşliğinde bir saat daha yerleri silmek zorunda kaldık. Zorbalık gören zorbalar kadar kötüsü yoktur.
Bu olay Popp’u bitirmişti; tüm bedeni titriyordu. Dikkatini dağıtmak için yemekte onu rahip Gaston’la tanıştırdım. Gaston’un yüzünde müthiş bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Popp ise başını öte yana çevirip gözlerini yumdu.
Profesör gün geçtikçe daha da çok içine kapanıyordu. Yemek yemesi, hatta yataktan kalkması için onu zorlamamız gerekiyordu. Ne gülüyor, ne ağlıyor, ne de hücre yaşamına katılıyordu. Bir sabah, hücre başkanının alaycı bir sözü üzerine onu gırtlağından yakalayıp nöbetçiler koşup onu sopayla yere yıkana dek çılgın gibi sıkmaya başladı. Baygın bir durumda hastaneye götürüldü. Ertesi gün öldüğünü duyduk.
Bu acıklı olay hücreyi yasa boğdu. Bazıları Ortodoks adetlerine göre Popp’un ruhu için dua ederken, Gaston, yatağında sessizce yatıyordu. Sonsuz yaşamdan söz ettiğimde, ayağa kalkıp uzaklaştı.
O gece hücrede ölümden sonraki yaşam hakkında konuşuldu. Gaston’a bu konudaki düşünceleri soruldu. “İlerici Üniteryenler doğaüstü bir hayatta kalışa inanmazlar” dedi. Kendisine, “Ama biz İlerici Üniteryenler’le değil, sizinle konuşuyoruz. Kendimiz olma cesaretini gösterelim. Her zaman ‘Biz Katolikler, biz Protestanlar, biz Romanyalılar…’ olarak değil.”
Gaston, “Kişisel konuşmak gerekirse, ben inanmıyorum” dedi.
Ona şöyle dedim: “Kişisel konuşmak inanmanın ilk adımıdır. Çünkü beden değişime uğradıkça hep aynı kalan kişilik, Tanrı’nın insana verdiği en değerli armağandır. Bedenimdeki oksijen ve hidrojen atomları seninkiyle aynıdır. Benim vücut ısımı ölçen termometre senin vücut ısını da ölçer. Tüm bedensel enerjiler –kimyasal ve elektriksel– tüm insanlarda aynıdır. Oysa düşüncelerim, duygularım ve iradem bana aittir. Fiziksel enerji, poker oyunundaki fişlere benzer, üzerinde belirgin herhangi bir işaret taşımaz. Ruhsal enerji ise üzerinde kralın portesi basılı olan madeni bir para gibidir. O zaman bedenin kaderini neden paylaşmak zorunda olsun?”
Florescu yanımıza bir tabure çekerek söze karıştı: “Ben sadece gördüğüm, dokunduğum ve tadını aldığım şeye inanırım. Hepimiz, üzerinde oturduğum bu tahta parçası gibi birer maddeyiz, öldüğümüz zaman da her şey biter.”
Ona dönüp oturduğu tabureye bir tekme attım. Tabure altından kaydı ve Florescu gürültüyle yere yuvarlandı. Kızgın bir şekilde ayağa kalkıp üzerime doğru hamle yaptı, ancak diğerleri onu tuttular. “Ne yapmaya çalışıyorsunuz?” diye bağırdı.
Yumuşak bir sesle, “Siz bu tahta parçası gibi bir madde olduğunuzu söylemiştiniz. Ama ben taburenin bu davranışımdan dolayı şikâyet ettiğini duymadım!” dedim.
Gaston’un bile katıldığı gülüşmeler oldu.
Daha sonra, “Affedersiniz, Florescu. Ben sadece maddenin bizden farklı bir şey olduğunu ve dolayısıyla sevgi ya da nefretle tepki vermediğini sizi kanıtlamak istemiştim” diye ekledim.
Florescu bir süre somurttu, sonra tekrar söze karıştı: “Eğer ölüler geri gelmiş ve bizimle konuşmuş olsalardı inanabilirdim.”
“İnsanların ölülerle temas kurmuş olduklarından eminim” diye yanıtladım. “Newton’dan Sir Oliver Lodge’a kadar birçok ünlü bilim adamı Ruhçuluk’a inanmıştı. Kutsal Kitap, ölmüş olan Kral Saul’un ruhunun çağırıldığından söz eder. Kutsal Yazılar bunu yasaklar; ama mümkün olduğunu da söyler.”
Tabureyle ilgili tartışma diğerlerinin dikkatini çekip aramıza katılmalarını sağlamıştı; ben de ciddiyetle yaşam ve ölüm hakkında vaaz etmeye başladım. Bu bizler için akademik bir mesele değil, ivedi ve önemli bir konuydu. Gherla’da her gün birçok insan ölmekteydi.
“Tanrı insanı sadece bu hayat için yaratmış olsaydı, daima genç ve bilge olmamızı sağlardı. Bilgi ve anlayışı sadece mezara götürmek için ediniyor olmamız bana anlamsız geliyor. Martin Luther, dünyadaki yaşamımızı doğmamış bir çocuğun yaşamına benzeterek şöyle der: ‘Eğer embriyo ana rahminde mantık yürütebilseydi, ellerinin ve ayaklarının neden gelişmekte olduğunu merak eder ve en sonunda mutlaka üzerinde koşup oynayıp, çalışacağı bir dış dünyanın var olduğu sonucuna varırdı.’ Bizler de tıpkı bir embriyo gibi gelecek yaşamımız için hazırlanmaktayız.”
Nöbetçileri unutup sesimi hücrenin öte ucundakilerin de duyabileceği kadar yükseltmiştim. Hücrenin soluk ve kasvetli ışığında tüm gözler ranzaların üzerinden bana bakmaktaydı.
“Varsayalım bir litrelik şişede on litrelik süt için yer vardır diye iddia ettim. Benim bir deli olduğumu düşünürdünüz. Yine de, zihnimde hem tufan gibi binlerce yıl önce meydana gelmiş bir olaya, evimizdeki odada geride bıraktığım eşim ve oğluma, Tanrı’ya ve İblis’e dair düşünceler birlikte yer alabiliyor. Gündelik olaylar ile sonsuzluk ve sınırsızlık, nasıl oluyor da sınırlı beynime sığıyor? Sınırsız olan, yine sınırsız olan bir şeyin içinde tutulmalıdır; işte ruh budur. Serbest kalmış ruhunuz zaman ve boşlukta istediği yere gidebilirken, bir dış kabuktan ibaret olan bedeninizle aynı yazgıyı paylaşabileceğine inanıyor musunuz?”
Ben konuşurken hücrede, kilisede bile olmayan derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Kimse esnemiyor ya da kıpırdanmıyor, dikkatleri dağılmıyordu. Yıpranmış ve kirli üniformaları içinde, avurtları çökük açlıktan kararmış gözleriyle bana bakmakta olan mahkûm topluluğu, ölümden sonra yaşam düşüncesini, susuzluktan kavrulmuş bir toprak gibi içlerine çekti.
Ertesi sabah kalk borusundan önce uyandığımda Gaston’un yatağı boştu. Zayıf bedeninin pencereden yansıyan silueti dikkatimi çekti. Omzuma bir battaniye alarak yanına gittim. Birlikte pencere parmaklıklarından dışarıya baktık. Dışarıdaki ışık külrengiydi. Avluda biraz sis kalmıştı, ama yine de giriş kapısının yanına dizili, son yirmi dört saat içinde ölen mahkûmların siyah tabutları fark edilebiliyordu. İçlerinden birisi de Profesör Popp’a aitti. Bu görüntü Gherla’daki günlük yaşantının bir parçasıydı. Gaston’un o sabah neden erkenden kalkıp bu sahneyi izlediğini merak ettim. Onu yatağına dönmesi için ikna etmeye çalıştım, ancak yerinden kıpırdamadı.
Bir nöbetçi cesetler görünecek şekilde tabutların kapaklarını açmaya başladı. Arkasından, elinde çelik kazık taşıyan iriyarı bir adam geliyordu. Elindeki kazığı kaldırarak tek tek cesetlere saplamaya başladı.
“Tanrı ruhlarını huzura kavuştursun” dedim.
Nöbetçiler tabuttakilerin hepsinin gerçekten ölmüş olduklarından emin olmak, aynı zamanda diğer mahkûmların ölülerin yerine geçerek kaçmaya çalışmadıklarını garantiye almak istiyordu. Gaston titremeye başladı. Battaniyemi omuzlarına attım. Tabutların kapatılıp Rozsa Sandor mezarlığına götürülmek üzere kamyona yüklenmesini izlemeye devam etti.
Gaston, bu olaydan sonra günler boyunca derin düşüncelere daldı, ancak zihnini meşgul eden şeyi bize açıklamadı. Çektiği bu ıstırabı hafifletme çabalarımı geri çevirdi. Akşamları anlatılan öyküleri bizimle birlikte dinliyordu; bir defasında konuşmaya katıldı.
Gaston’un konuşmaya başladığını gören mahkûmlar birbirlerine baktılar. Öylesine uzun bir süredir somurtkan ve suskun kalmıştı ki, kimse ne bekleyeceğini bilemiyordu.
Gaston, şöyle anlattı: “Tutuklanmadan önce bir lokantadaydım. Enfes bir yemeğin beni neşelendireceğini umuyordum. Paltomu köşeye asıp bir masaya geçerek sevdiğim bütün yemekleri ısmarladım. Bu arada yakınımda oturan bir müşteri endişeyle bana baktı ve ayağa kalkarak bir şeyler söylemeye çalıştı. Ama ben onu elimle susturarak, ‘Lütfen, hepimizin derdi var. Şu yemeği sakin bir şekilde yemek istiyorum’ dedim. Yemeğim mükemmeldi. Yemeğin ardından bir puro yaktım ve önceki kabalığım için adamdan özür dilemem gerektiğini düşündüm. Dertlerini belki şimdi bana anlatabilirdi. Adam, ‘Maalesef çok geç’ diye yanıtladı beni. ‘Soba paltonuzu yakıp kocaman bir delik açtı bile.’”
Gaston’un öyküsü gülüşmelerle karşılandı. O ise yatağına geri dönüp karanlıkta yatmaya başladı. Gaston bir zamanlar bizlere, Mesih’e bir Tanrı olarak değil, ulu bir öğretmen olarak duyduğu büyük saygıdan söz etmiş ve Üniteryenler’in Kutsal Kitap’ta doğru olarak kabul ettikleri ve etmedikleri şeyleri açıklamıştı. Bu konudaki sözlerini değerlendirdiğim zaman, elle tutacak bir şey kalmadığını gördüm. Söylediklerine bakılırsa, ölümden sonra yaşam konusuyla fazlasıyla ilgilenmiyorlardı. Oysa şimdi yeniden Profesör Popp hakkında konuşmaya başlamıştı: Şafak vakti birlikte izlediğimiz o korkunç tabut sahnesinden geriye bir şey kaldığının kanıtı var mıydı? Bir erkeğin hayatta kalabilmesi için dört şeye ihtiyaç duyduğunu söyledi: Yiyecek, ısınma, uyku ve ona eşlik edecek bir dişi. “Sonuncusu olmasa da olur; eşim başka bir adamla kaçtı. İki çocuğumuz da devlet bakımevinde kalıyorlar.”
“Siz kendiniz bile buna inanmıyorsunuz!” diye yanıt verdim. “Burada son derece zor koşullar altında yaşıyoruz, buna rağmen her gün insanların gülüp şarkı söylediklerini işitiyorsunuz. Bedenlerinin şarkı söyleyecek bir hali yok. Şarkı söyleyen, içlerindeki farklı bir şeydir. Siz ruha inanıyorsunuz, değil mi? Yani eski Mısırlılar’ın kaa, Grekler’in psyche, İbraniler’in de neşama diye adlandırdıklarına... Öyleyse, çocuklarınızın iyi yetişmesi konusunda neden kaygılanıyorsunuz ki? En fazla seksen yıl sonra onlar için her şey zaten bitmiş olacaksa, din, ahlâk ve terbiyeyle işimiz ne?”
Gaston, “Artık çok geç” dedi. “Bugünden sonra değişemem. Hayatım, lokantadaki paltom gibi, içten içe yanmış; insanlar beni önceden uyarmaya çalışmışlardı, ancak iş işten geçmiş artık. Artık yaşayacak hiçbir şeyim yok. İntihar etmekten beni alıkoyan tek şey ölüm korkusu. Geçenlerde kırık bir cam parçası bulup sakladım. Bileklerimi kesecektim, ama cesaret edemedim.”
“İntihar etmek, insan ruhunun kendi nedenleri uğruna bedeni yok edecek kadar güçlü ve bağımsız olduğu dışında başka hiçbir şeyi kanıtlamaz. Özgür ve istediğiniz her şeye sahip olsaydınız bile, yine aynı duyguları taşıyor olabilirdiniz. Karınızın ve çocuklarınızın durumu gerçekten üzüntü verici, ama sizi rahatsız eden, bana söylemediğiniz başka bir şey daha olduğunu düşünüyorum” dedim.
Gaston suskundu.
Devam ettim: “Ekmeğini kendisiyle birlikte hapiste yatan oğluna verdiği için gıdasızlıktan ölen bir mahkûm tanımıştım. Ruh işte böylesine güçlüdür. İsveçli kibrit üreticisi ünlü milyoner Kreuger, her şeye sahip olmasına karşın, ardında “melankoli”den söz eden bir not bırakarak intihar etmişti. O, bedeninden başka bir şeye daha sahipti – iyi bakmamış olduğu bir ruha. Fakat siz içsel kaynaklara sahipsiniz, size yardım edecek olan Hıristiyanlık inancı var. İsa Mesih’le konuşun: O size güç ve esenlik verecektir.”
Karanlıktan, Gaston’un iç geçirme sesi geldi. “Sanki, O burada bizimle birlikte canlıymış gibi konuşuyorsunuz” dedi.
“O, elbette yaşıyor” dedim. “Dirilişe de mi inanmıyorsunuz yoksa? Yarın bunu size kanıtlayacağım!”
Gaston, “Ne kadar ısrarcısınız! Komünistten de betersiniz!” dedi.
Bir sonraki akşam mahkûmlar aralarında konuşurken, onlara Diriliş Bayramı’nın yaklaştığını hatırlattım. Bu, benim Gherla’daki ikinci Diriliş Bayramım olacaktı.
“Pişmiş yumurtamız olsaydı onları Ortodoks adetlerine göre kırmızıya boyar, tokuştururduk” dedim. Avucumu bir Paskalya yumurtası ikram eder gibi onlara doğru uzatarak, “Mesih dirildi!” dedim.
Yaşlı çiftçilerden biri olan Vasilescu yumruğuyla avucuma vurarak, “O gerçekten dirildi!” diye karşılık verdi. Bu geleneksel karşılık hep bir ağızdan koro halinde hücrede yankılandı.
Onlara dönüp, “Söylemesi garip!” dedim. “Mesih gerçekten çarmıhta mı öldü? O’nun ölümden dirilmiş olduğuna dair elinizde ne gibi kanıtlar var?”
Sessizlik oldu. Vasilescu bıyıklarını çekiştiriyordu. “Ben basit bir çiftçiyim. Öyle olduğuna inanıyorum; çünkü annem, babam ve tüm rahiplerimiz ve öğretmenlerimiz bana öyle dedi. Öyle olduğuna inanıyorum, çünkü her yıl doğanın yeniden yaşam bulduğunu görebiliyorum. Kışın karla kaplı tarlalara baktığınızda, baharda ürün vereceklerine inanamazsınız. Ama ağaçlar tomurcuklanır, hava ılır ve çimenler yeşerir. Eğer dünya yeniden dirilebiliyorsa, Mesih de dirilebilir.”
Miron, “Sağlam bir cevap” dedi.
Gaston, “Ama Hıristiyan inancıyla ilgili her konuya, karşı iddialarla meydan okunduğu bir dünyada yeterli sayılmaz” dedi.
“Güçlü kanıtlara ihtiyaç olduğu görüşünüze katılıyorum. Bu kanıtlar var. Roma İmparatorluğu tarihçisi ünlü Alman Mommsen (1817-1903), dirilişi tarihin en iyi kanıtlanmış gerçeği olarak adlandırır. Klasik tarihçilerin yazdıklarının büyük ölçüde doğru olduğuna inanıyorsunuz, değil mi?”
Kimse karşı çıkmadı.
“Bu kişiler genellikle saray mensupları ya da kralın dalkavuklarıydı, çıkar elde etmek ya da güçlü kişileri memnun etmek için överlerdi. Müjde’nin gerçeğini duyurmak uğruna ölüme giden Aziz Pavlus, Aziz Petrus, Aziz Matta, Aziz Andreas gibi Elçilere onlardan daha mı az inanmalıyız?
Binbaşı Braileanu’ya, “Askeri mahkemelerde görev yaparken, kişinin sözleri kadar karakterini de dikkate alır mıydınız?” diye sordum.
“Elbette. Kanıtların karşılaştırılması için bu çok önemlidir.”
“O zaman biz de, Elçileri aynı zeminde değerlendirmeliyiz. Çünkü bütün yaşamlarını iyilik yapmak ve iyiliği vaaz etmekle geçirdiler.”
Binbaşı, “Bana inanılması zor gelen, beş balıkla beş bin kişinin doyurulması gibi mucizelerdir” dedi. (İncil’de aktarılan İsa Mesih’in mucizelerinden biri. Mar.6:30-44; Mat.14:13-21; Luk.9:10-17; Yu.6:1-14)
Onlara, “Mucize nedir?” diye sordum. “Afrika’daki ilkel kabileler, misyonerleri ilk zamanlarda mucize yapıcılar olarak kabul ediyorlardı, çünkü bir kibritten ateş çıkması hepsini şaşkına çeviriyordu. Amerikalı yazar Pearl Buck, Çin’in ücra bölgelerindeki kadınlara ülkesindeki arabaların atlar tarafından çekilmeden de hareket edebildiğini söylediği zaman, onlar kendi aralarında, “Ne büyük bir yalan!” diye fısıldamışlardı. Mucize sadece üstün bir yaratığın gerçekleştirebileceği bir şeydir; İsa Mesih de olağanüstü güçlere sahip biriydi.”
Gaston itiraz etti: “İlkel birisi böyle bir şeyi kabul edebilir. Ancak, bir rasyonalist için çok güç.”
“Mesih’in ölümden dirildiğine inanmak akılcıdır. Aksi takdirde, olanaksıza, yani 2000 yıldan beri süregelen dış saldırılara ve iç yozlaşmalara rağmen dimdik ayakta kalmayı başaran Kilise’nin, koca bir yalan üzerine yapılandırılmış olduğuna inanmamız gerekir. Şunu düşünmenizi istiyorum; İsa Mesih dünyadaki yaşamı boyunca kilise kurmadı, kitap da yazmadı. Yanında sadece bir avuç yoksul öğrencisi vardı ki, bunlardan birisi para için O’na ihanet etti; diğerleri ise denenme geldiğinde ya kaçtılar ya da O’nu reddettiler. İsa Mesih çarmıh üzerinde, ‘Tanrım, Tanrım, beni niçin terk ettin?’ diyerek öldü. Mezarının ağzı büyük bir kayayla kapatıldı.”
Braileanu, “Umutlandırıcı bir başlangıç değilmiş” dedi.
Ona, “O zaman bir dünya dini haline gelmesini nasıl açıklayacaksınız?” diye sordum.
Gaston kuşkulu bir sesle, “Elçiler tekrar bir araya geldiler” dedi.
“Ama onlara inandıkları şeyi vaaz edip, o uğurda ölmeyi göze alacakları güç nereden geldi?”
“Sanırım, zamanla korkuları geçti.”
“Evet, bunu nasıl başardıklarını –İsa’nın üçüncü gün onlara görünüp cesaret verdiğini– anlatıyorlar. Geçmişte bir hizmetçi kızdan ürken Petrus, daha sonra Yeruşalim’de kendisinin ve kardeşlerinin Mesih’i görüp O’nunla konuşmuş olduklarını ve O’nun gerçekten dirilmiş olduğunu açıkça ilan etti. Petrus, İsa’yı bir kez daha reddetmeden önce kendisini öldürmeleri gerektiğini söyledi. Romalılar da öyle yaptı.”
“Aziz Petrus’un ve Elçilerin bir yalancı için ölüme gittiklerine inanmak akılcı mıdır? Aziz Petrus, dirilişle ilgili ilk vaazını boş mezarın 200 metre ötesinde verdi. Kanıtların çürütülemeyeceğini biliyordu; İsa’nın düşmanları arasından hiç kimse bunu yapmaya girişmedi.”
“Tarsuslu Saul, Şam’a giderken yolda Mesih’i gördüğü zaman kolaylıkla nasıl iman etti? Saul, Hıristiyanlar’ın baş düşmanıydı.”
Braileanu, “Görsel ve işitsel bir yanılsama olabilir” dedi.
“Pavlus bu konuları iyi bilirdi. Hayalet, onun gibi konunun uzmanı birisi için bir hiç sayılırdı. Ama anında ve tümüyle teslim oldu, çünkü bir Yüksek Kurul üyesi olarak, büyük sırrı, yani mezarın boş olduğunu biliyordu!”
Biz konuşurken, Başrahip Miron oturmuş pantolonuna yama yapıyordu. Gözleri parıldayarak Gaston’a baktı ve şöyle dedi: “Yıllar önce New York’ta yaşayan ve Empire State binasının en üst katına kadar çıkmış olan kardeşimden bir kartpostal almıştım. Kardeşim binaya çıkmadan önce temellerini incelememişti. O binanın kırk yıldır orada duruyor olması gerçeği, temellerinin de sağlam olduğunu kanıtlıyordu. Aynı şey, 2000 yıldır gerçeğe dayanarak ayakta duran Kilise için de geçerlidir.”
Bu konuşmalarımız Gaston’u etkilemişti. Acısı hafiflemiş, inancı güçlenmişti. Haftalar geçtikçe kendini öldürme isteği yok oldu, ancak hâlâ ağır bir yükü taşındığı belli oluyordu.
Yazla birlikte yeni mahkûmlar geldi. Başka bir hücreye nakledildim ve onun izini kaybettim.
Aylar geçti; ben ise Gherla’da bir düzine farklı hücrede vaaz ettim. Bu yüzden çoğu kez cezalandırılıyordum. Gaston ile yeniden karşılaşmamız yediğim bir dayak münasebetiyle oldu.
Bir gün, ekmek parçalarından yaptığımız taşlarla hücrede satranç oynuyorduk. Koridorları denetleyen kumandan Dorabantu aniden içeri girdi. “Burada kumar oynamanıza izin yok!” diye haykırdı.
Ona satrancın bir şans oyunu olmadığını, bir yetenek oyunu olduğunu söyledim. Kumandan göğsünü kabartarak, “Peh! Saçmalık! Yetenek de bir şans işidir!” dedi.
Verdiği cevap onu mutlu etmişti ki, hücreden ayrıldı. Mahkûmlar onun arkasından alay edip gülmeye ve sesini taklit etmeye başladılar. Kapı aniden tekrar açıldı. Dorabantu gitmemiş, kapıdan bizi dinlemişti.
“Wurmbrand, sen dışarı gel!” Diğerleri de benimle birlikte dışarı çağrıldı.
Kumandan, “Bu sefer yüzünüzün öbür yanıyla güleceksiniz!” diye bağırdı.
Her birimize yirmi beş sopa atıldı; ardından tecrit hapsine konduk. Orada tek başına yüzükoyun yatmakta olan Gaston’u gördüm. O da dayak yemişti. Bütün sırtı kan içindeydi. Islattığımız bir gömleği sırtına koyarak ağrısını dindirmeye çalıştık. Ağrısı biraz dindiğine, tahta parçası kıymıkları kalmış mı diye yaralarını inceledim. Bedeni ateşler içindeymiş gibi titriyordu. Önceleri fazla konuşamadı, ancak daha sonra kesik cümlelerle, vaaz ettiği için cezalandırılmış olduğunu anlattı. Bir mahkûm arkadaşı onu ihbar etmişti.
“Size bir şey söylemek istiyorum…” dedi.
“Ama şimdi konuşmamalısınız.”
“Ya şimdi ya da hiç. Profesör Popp ve onu ihbar eden rahip hakkında…” Durdu, dudakları titriyordu.
“Bana anlatmanız gerekmiyor” diye onu susturmaya çalıştım.
“Baskıya dayanamıyordum! Çok acı çektim. Öldüğünü duyduğumda…”
Birlikte dua ettik. Gaston bana kendisini asla affedemediğini söyledi.
“Profesör beni affetmedi, bir başkası nasıl edebilir?” diye sordu.
“Elbette affedebilir. Eğer Popp her şeyi bilseydi, o da sizi affederdi” dedim.
“Size, sizden çok daha kötü durumda olan bir adamı anlatayım. Kendisi eşimin tüm ailesini öldüren kişiydi. Eşim onu affetti ve bizim en yakın aile dostumuz oldu. Eşimin öpüştüğü iki erkek var: Kocası ve ailesini katleden adam.” Gaston’a bu olayı anlattım.
Romanya, savaşa Almanya’nın müttefiki olarak girdiği sıralarda ülkede binlerce Yahudi’nin öldürüldüğü ya da sınır dışı edildiği bir soykırım başlatıldı. Sadece Iasi’de bir günde 11.000 Yahudi katledildi. Benim gibi Protestan inancında olan eşim de Yahudi kökenlidir. Biz Bükreş’teydik ve kentte yaşayan Yahudiler sürülmemişlerdi. Ancak eşimin Bucovine’de yaşayan anne ve babası, erkek kardeşlerinden biri, üç kız kardeşi ve diğer akrabaları Romanya’nın Rusya’dan ele geçirdiği vahşi bir sınır vilayeti olan Transmistria’ya götürüldüler. Yolculuk sırasında öldürülmemiş olan Yahudiler, orada açlıktan ölmeye terk edildiler. Eşimin ailesi bu olay sırasında öldü.
Bu haberi kendisine ben vermek zorunda kaldım. Eşim kendisini toplayarak, “Ağlamayacağım. Senin ve Mihai’nin mutlu bir eşe ve anneye; kilisemin de cesur bir hizmetkâra gereksinimi var” dedi. Onun kendi başına ağlayıp ağlamadığını bilmiyorum, ancak o günden sonra Sabina’nın gözyaşı döktüğüne tanık olmadım.
Bir süre sonra, iyi bir Hıristiyan olan ev sahibimiz, cepheden izne gelmiş, evinde kalan bir adamdan üzüntülü bir şekilde söz etti. “Onu önceden de tanırdım, ama şimdi çok değişmiş. Canavarlaşmış. Transmistria’da Yahudiler’i öldürmek için nasıl gönüllü olduğunu ve yüzlerce Yahudi’yi elleriyle öldürdüğünü övünerek anlatıyor” dedi.
Bu konu beni çok üzdü; o geceyi dua ederek geçirmeye karar verdim. Hasta olan Sabina’yı rahatsız etmemek için ve ayrıca bu hasta haline rağmen, niyetimi öğrenirse dua zamanıma katılmak isteyeceğini bildiğimden, ev sahibimin yukarı kattaki dairesine onunla birlikte dua etmek üzere çıktım. Odadaki koltukta dev gibi bir adam oturuyordu. Ev sahibim onu Transmistria’dan gelen, Yahudi katili Borila olarak tanıştırdı. Koltuktan ayağa kalktığında boyunun benden hayli uzun olduğunu gördüm. Üzerinde adeta kan kokusunu andıran dehşet verici bir hava vardı. Çok geçmeden bizlere savaş serüvenlerini ve öldürdüğü Yahudiler’i anlatmaya başladı.
“Korkunç bir öykü” dedim. “Ama ben Yahudiler için kaygılanmıyorum. Tanrı onların çektikleri acıları telafi edecektir. Ben sadece onların katillerine Tanrı’nın yargı kürsüsünün önüne geldiklerinde ne olacağını düşünüp kederleniyorum.”
Ev sahibimin her ikimizin de evinde konuk olarak bulunduğumuzu söylemesi ve konuşmayı daha tarafsız konulara yönlendirmesiyle tatsız bir olay önlenmiş oldu. Katil, salt bir katil değildi. Bu kural diğerleri için de geçerlidir – hiç kimse sadece tek bir şey değildir. Çok iyi bir konuşmacıydı ve konuşmamız arasında onun müzikten çok hoşlandığı ortaya çıktı.
Ukrayna’da görev yaparken oradaki şarkılara hayran kalmıştı. “Keşke onları tekrar dinleyebilsem” dedi.
Bu eski şarkılardan bazılarını biliyordum. Borila’ya bakarak içimden, “Balık oltaya yakalandı” dedim.
“Bu şarkılardan bazılarını duymak istiyorsanız, benim evime buyurun. Ben bir piyanist değilim, ancak sizin için birkaç Ukrayna parçası çalabilirim” dedim.
Borila ile birlikte ev sahibim, eşi ve kızı da geldiler. Karım hâlâ yatakta uyuyordu. Benim geceleri piyano çalmama alışmıştı, bu yüzden uykusundan uyanmadı. Duygu yüklü birkaç halk ezgisi çaldım. Borila’nın derinden etkilendiğini görebiliyordum. Kral Saul kötü bir ruhun etkisi altındayken, Davut’un ona nasıl lir çalmış olduğunu anımsadım.
Piyanoyu kesip Borila’ya baktım ve, “Size söylemem gereken çok önemli bir şey var” dedim.
“Lütfen söyleyin.”
“Eğer şu perdeden bakarsanız yan odada birisinin yattığını görebilirsiniz. O, eşim Sabina’dır. Anne ve babası, kız kardeşleri ve on iki yaşındaki erkek kardeşi geri kalan aile fertleriyle birlikte öldürüldüler. Siz bana Golta yakınında yüzlerce Yahudi’yi öldürmüş olduğunuzu söylemiştiniz. Eşimin ailesi de oraya götürülmüştü” dedim. Ardından gözlerinin içine bakarak şunları ekledim: “Kendiniz bile kimi öldürdüğünüzü bilmiyorsunuz, bu yüzden onun ailesini de sizin öldürmüş olduğunuzu varsayabiliriz.”
Borila’nın gözleri donuklaşmıştı adeta, boğazıma saldırmak istermiş gibi ayağa fırladı.
Elimi uzatıp onu frenledim ve, “İsterseniz sizinle şimdi bir deneme yapalım. Eşimi uyandırıp ona kim olduğunuzu ve neler yapmış olduğunuzu anlatacağım. Size ne olacağını söyleyebilirim. Eşim sizi kınayıcı tek bir söz dahi etmeyecektir! Sizi sanki kardeşiymiş gibi kucaklayacak ve evdeki en iyi yiyecekleri ikram edecektir” dedim.
“Eğer hepimiz gibi bir günahkâr olan Sabina sizi bu şekilde affedip sevebilirse, kendisi mükemmel Sevgi olan İsa Mesih’in sizi nasıl affedip sevebileceğini bir düşünün! Sadece O’na dönün, yapmış olduğunuz her şey bağışlanacaktır.”
Borila görüldüğü kadar taş yürekli değildi. Yapmış olduklarından dolayı ıstırap ve suçluluk duygusuyla içten içe yanıyordu. Bize karşı o insanlıktan uzak konuşmaları yapması da, korktuğu zaman kıskaçlarını yukarı kaldıran bir yengecin saldırmasına benziyordu. Zayıf noktasına ufak bir dokunuşla tüm kaleleri yıkılmıştı. Müzik zaten yüreğini yumuşatmıştı, şimdi ise saldırı beklerken bağışlayıcı sözler işitiyordu. Tepkisi şaşkınlık verici oldu. Ayağa fırladı ve elleriyle yakasını öyle bir çekti ki gömleği yukarıdan aşağıya yırtıldı. “Tanrım, ne yapacağım, ne yapacağım?” diye haykırdı. Başını ellerinin arasına alıp, ileri geri sallanarak yüksek sesle hıçkırmaya başladı. “Ben bir katilim. Kanla yıkandım. Ne yapacağım?” Gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu.
Ona, “Rab İsa Mesih’in adıyla, içindeki nefret ruhuna seni terk etmesini emrediyorum!” diye bağırdım.
Borila titreyerek dizlerinin üzerine çöktü; birlikte dua etmeye başladık. Hiç dua bilmiyordu; sadece defalarca bağışlanma diledi ve bağışlanacağını umut ettiğini, hatta bunu bildiğini söyledi. İkimiz birlikte dizlerimizin üzerinde epey bir zaman dua ettik. Sonra ayağa kalkıp birbirimize sarıldık. Ona şöyle dedim: “Size bir deneme yapacağıma söz vermiştim, bu sözümü tutacağım.”
Yan odaya geçtim. Eşim hâlâ sakin bir şekilde uyuyordu. O sıralar çok zayıf ve yorgundu. Onu uyandırıp yumuşak bir şekilde, “Evimizde tanışman gereken birisi var. Senin ailenin katili olduğunu düşünüyoruz. Ama tövbe etti ve şimdi o bizim bir kardeşimiz” dedim.
Sabina sabahlığıyla dışarı çıktı ve Borila’ya sarıldı. Ardından her ikisi de ağlamaya başladı. Daha sonra Sabina, aynen söylemiş olduğum gibi, Borila’ya evin en güzel yiyeceklerini ikram etmek üzere mutfağa gitti.
Eşim mutfaktayken, Borila’nın suçunun çok korkunç olduğunu, öyle ki bir başka derse daha ihtiyaç olduğunu düşündüm. Diğer odaya gidip o zamanlar henüz iki yaşında olan oğlum Mihai’yi kucağıma alarak odaya getirdim. Borila daha birkaç saat öncesinde bizlere, annelerinin kucağındaki Yahudi çocuklarını nasıl öldürdüğünü övünerek anlatmıştı. Şimdi ise beni kucağımda oğlumla görmesi kendisini dehşete düşürmüş ve dayanılmaz bir utanç duygusu yaratmıştı. Onu suçlamamı bekliyordu. Ama ben, “Ne kadar sakin uyuyor, değil mi? Siz de şimdi babasının kollarında huzur içinde uyuyan yeni doğmuş bir bebek gibisiniz. İsa Mesih’in akıtılan kanı sizi pakladı” dedim.
Borila’nın mutluluğu çok etkileyiciydi. O gece bizimle kaldı. Ertesi sabah uyandığında, “Çok uzun zamandır böylesine huzurlu uyumamıştım” dedi.
Aziz Augustinus, İtiraflar adlı eserinde şöyle yazar: “…İnsan senin yaratıklarından biri Tanrım ve onun içgüdüsü seni övmek… Sana karşı geldiğini unutmaması için ölümün ve kendi günahının izlerini taşıyor. Yine de, senin yarattığın dünyanın bir parçası olarak seni övmek istiyor.” Suç, kişinin doğasına karşıdır; toplumsal baskı ve pek çok başka etkenlerin sonucunda oluşur. Borila’nın yaptığı gibi hepsini çıkarıp atmak öylesine büyük bir rahatlama getirir ki!
O sabah Borila Yahudi kökenli kardeşlerimizle tanışmak istedi. Ben de onu İbrani Hıristiyan ailelerin evlerine götürüp onlarla tanıştırdım. Her evde öyküsünü anlatıyordu ve kaybolan oğul gibi karşılanıyordu. Daha sonra, elinde ona verdiğim İncil’le birlikte yeni bölüğüne katılmak üzere kentten ayrıldı.
Borila daha sonra kente geri döndüğünde, bölüğünün cepheye gönderileceğini söyleyerek bana, “Ne yapacağım?” diye sordu. “Tekrar adam öldürmek zorunda kalacağım.”
Ona, “Hayır, siz zaten bir askerin öldürmesi gerekenden daha fazlasını öldürdünüz. Saldırı karşısında, bir Hıristiyan’ın ülkesini korumaması gerektiğini söylemiyorum. Ancak bu durumda siz artık öldürmemelisiniz; daha iyisi, icabında, öbürleri sizi öldürsünler. Kutsal Kitap bunu yasaklamıyor!”
Ben bu öyküyü anlatırken Gaston gitgide sakinleşmişti. Sonunda, gülümseyerek elimi yakaladı ve derin bir uykuya daldı.
Sabahleyin ikimiz birlikte bir başka bir hücreye nakledildik. Gittiğimiz hücrede Yahudiler’i öldürmekten sorumlu olan bir başka savaş suçlusu Grigore’yi gördüm. O, Borila’yı tanıyordu.
Gaston’a, “Eşimin ailesinin katili olan adamın öyküsünün bir kapanış bölümü var. Grigore onu size anlatabilir” dedim.
Grigore, Borila ile Transmistria’da görevleri sırasında Yahudiler’i nasıl öldürmüş olduklarını Gaston’a anlattı ve şöyle devam etti: “Tekrar Rusya’ya döndüğümüzde, Borila tümüyle değişmişti. Hiçbirimiz anlayamıyorduk. Silahlarını bir kenara bıraktı ve yaşam almak yerine yaşam kurtarmaya çalıştı. Ateş hattında vurulup düşenleri kurtarmak üzere gönüllü oldu ve sonunda kendi subayının hayatını kurtardı.”
Aylar yıllara dönüştü, iki yılım geçmişti. Tek değişen şey yüzlerdi, onlar haricinde her şey aynı kalıyordu. Cezaevi bazı insanları aziz yapıyor, bazılarını ise canavara dönüştürüyordu. Kimin bir azize, kimin bir canavara dönüşeceğini bilmek çok zordu. Fakat kesin olan bir şey vardı – tutukluların büyük kısmı bir boşluğun içindeymiş gibi yaşamaya devam edeceklerdi. Saatlerce hiçbir şey yapmadan yatakta yatıyorlardı. Yaşamlarındaki en önemli şey birbirleriyle konuşmaktı. Bilim gelecekte çalışmayı gereksiz kılsaydı, ne olurdu diye düşündüm. Cinsellik, filmler ve diğer uyuşturucu unsurlardaki yeniliklerin de bir sınırı vardır. Oysa zihinlerinde bunlardan başka bir şey olmayan o kadar çok insan var ki.
Gherla’daki üçüncü yılımın ortalarına doğru durum biraz daha iyileşmeye başladı. Konuşma özgürlüğümüz artırıldı. Yemekler ise, birkaç lokma daha fazla veriliyordu. Dışarıdaki durumun da değişmekte olduğunu sanıyorduk. Ancak bu değişimin hangi yönde olduğunu ve de en büyük sınavın bizi beklemekte olduğunu bilmiyorduk.