Artık özgürdüm. Yüreğimin derinliklerinde sükûnet ve dinlenmek için güçlü bir arzu vardı. Oysa Komünizm, Kilise’yi tümden yok etmek için bütün gücüyle her yerde çalışmaktaydı. Arzu ettiğim bu esenlik, gerçeklerden kaçış olacaktı ve ruhum için tehlikeli olabilirdi.
Döndüğüm ev yoksuldu, ama birçok insandan daha şanslı sayılırdım. İki odalı küçük bir çatı katında yaşıyorduk. Fazla mobilyamız yoktu. Üzerinde komşudan ödünç alınan yumuşak bir şiltenin serildiği tahta bir yatakta uyuyordum. Bu şilte, bir yastıkla boyuma uygun gelecek şekilde uzatılmıştı. Suyu üç kat aşağıdaki bodrumdan temin ediyorduk. En yakın tuvalet yan binadaydı. Daha iyisini beklemiyordum. Cezaevindeyken, ülkedeki evsizlik, kıtlık ve kapatılan ya da bizimkisi gibi el konulan kiliseler hakkında bilgimiz olmuştu.
Eşimin tutuklanması sırasında konforlu evimize el konmuştu. Sabina ise serbest bırakıldıktan sonra beni boşamayı kabul etmediği için iş bulamamıştı. Bu yüzden, büyük bir yoksulluk içinde kadın çorabı onararak para kazanmaya çalışmış ve dostlarının yardımıyla ayakta kalmıştı. Mihai olmasaydı, her şeyin çok daha zor olabileceğini söyledi.
Mihai on üç yaşındayken annesini kanal çalışma kamplarında ziyaret etmesine izin verilmişti. Anne babasından mahrum edilmek ve başkalarının yardımlarıyla geçinmek ona acı vermişti.
Oğlum o günlerini şöyle anlattı: “Kampa gidebilmek için ödünç para almak zorunda kaldım. Annemle, aramızda iki sıra demir parmaklıkların bulunduğu bir yerde görüşmemize izin verildi. Annem kirli cezaevi üniformasının içinde çok zayıf görünüyordu. Ağlamaklı bir halde, sesini bana duyurabilmek için bağırmak zorunda kalıyordu. Bana, ‘Mihai, İsa’ya inan ve O’na sadık kal!’ diye bağırdı. Ben de ona, ‘Anne, eğer sen böyle bir yerde hâlâ inanabiliyorsan, ben de aynısını yapmalıyım’ dedim.”
Sabina Bükreş’e geri döndüğünde, Mihai’nin Opera Binası’ndaki bir piyano akort ustasının yanında bir süre çırak olarak çalıştıktan sonra, piyano akordörü olduğunu gördü. Mihai’nin kulakları o kadar hassastı ki, on bir yaşından itibaren bu mesleği kendi başına icra etmeye başlamıştı. Kısa zaman içinde hem annesine yardım edecek hem de kendi eğitimini karşılayacak kadar para kazanmıştı. Yoksul bir hayattı, ama yiyecek bir lokma ekmeği vardı.
Mihai’nin Parti ile sorunları genç yaşlarında başlamıştı. Sınıfında örnek bir öğrenci olması nedeniyle, “kırmızı kravat” ile ödüllendirilmişti; bu kravatı “zalimlerin simgesi” diyerek takmayı reddetmiş ve bu nedenle okuldan uzaklaştırılmıştı. Ancak olay yatışınca, Parti’ye sahte bağlılık rolü oynayan öğretmenleri onun okula geri dönmesini sağlamışlardı. On dört yaşındayken, Kutsal Kitap’ı okuduğunu ve ders kitaplarında dine karşı yer alan saldırıların aslında gerçeklere dayanmadığını söylediği için tekrar okuldan atılmıştı. Şimdiyse eğitimine bir gece okulunda devam ediyordu.
Mihai, Komünizm’e karşı hiç sevgi beslemeyen bir Hıristiyan’dı. Ancak kargaların yanı başında yuva yapan bir bülbülün ara sıra notasız şakıması gibi, Mihai de hep aynı şeyleri dinlemekten, bazı gerçeklerden uzaklaşmıştı. Eve dönüşümün ertesi günü, Mihai’ye kapitalist ülkelerdeki işçilerin açlıktan öldüğü söylentilerine inanmaması gerektiğini söylemek zorunda kaldım. Öğrenci arkadaşları kendilerine söylenenlerin hepsine inanmışlardı. Hatta içlerinden bir kız öğrenci, Amerika’daki açlık çeken çocuklar için üzülüp ağladığını itiraf etmişti.
En zeki gençler bile yönünü kaybetmiş ve şaşkın görünüyorlardı. Büyük Hıristiyan yazarların yapıtlarından mahrum bırakılmanın yanı sıra, Plato, Kant, Schopenhauer ve Einstein gibi ünlü düşünürler ve bilim adamlarının kitaplarını satın alma olanağını da bulamıyorlardı. Mihai’nin arkadaşları, ailelerinin ve üniversitedeki profesörlerinin onlara farklı farklı şeyler söylediklerini bildiriyorlardı. Bu yüzden sıkça görüşlerime başvuruyorlardı.
Cluj Üniversitesi’nden genç bir teoloji öğrencisi, tezi için yardımımı rica eti.
“Tez konusu nedir?” diye sordum.
“Luteryen Kilisesi’ndeki ayinlerde toplu olarak söylenen ilahilerin tarihçesi.”
Ona, “Tezine, yakın bir gelecekte inançları yüzünden ölümle burun buruna gelme olasılığı bulunan genç beyinlerin, tarihsel önem taşımayan birtakım şeylerle doldurulmaması gerektiğini yazarak başlayabilirsin” dedim.
“O zaman hangi konu üzerinde durmalıyım?” diye sordu.
“İman uğruna kendini bir kurban olarak sunmak ve bu uğurda ölmeye hazır olmak konusunda” diye yanıt verdim.
Ona cezaevinde tanık olduğum bazı olayları anlattım. Kısa bir süre sonra, diğer arkadaşlarını da evimize getirmeye başladı. Hepsinin de belirli bir yol çizmeye çalışırken aynı sıkıntıyı yaşadıklarını gördüm. Bu gençlere eğitim çalışmaları hakkında sorular yönelttim.
Bir öğrenci, “Teoloji profesörümüz, Tanrı’nın üç büyük vahiy verdiğini söylüyor. Birincisi Musa’ya, ikincisi İsa Mesih’e, üçüncüsü ise Karl Marx’a” dedi.
“Rahibiniz bu konuda ne söylüyor?”
“Bu konu üzerine ne kadar çok konuşursa, söyledikleri daha da azalıyormuş gibi görünüyor.”
Konuşmamızın neticesinde Cluj’a gidip oradaki Katedral’de bir konferans vermeyi kabul ettim. Öğrenciler yazdığım kitaplardan edinmek istiyorlardı, ama bütün yazılarım yasaklanmıştı.
Cluj’a ziyaretim öncesinde, Batı’daki Kurtuluş Ordusu benzeri bir kuruluş olan ve Gizli Polis tarafından büyük baskı ve saldırılar yöneltilen Rab’bin Ordusu üyelerine cezaevinde vermiş olduğum bir vaadi yerine getirmem gerekiyordu. Patrik Justinian Marina ile ilk tanışmamın üzerinden birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen, onun bana yardımcı olabileceğini düşünüyordum. Kiliseye verdiği zarar büyüktü, ama iyi bir şeyler yapmak gücüne de sahipti.
Onu Patrikhane’nin arka bahçesinde dolaşırken buldum. Gizli kulaklardan korunmak için benimle bahçede görüşmeyi tercih ettiğini sanıyorum. Kendisine, “Siz bir Patriksiniz, insanlar size türlü ricada bulunmaya geliyorlar; siz ise gittiğiniz her yerde vaaz verip ilahiler söylemek zorundasınız. Ben de sizi ziyaret edip, size bir ilahi söylemem gerektiğini düşündüm. Bu, cezaevinde öğrenmiş olduğum, Rab’bin Ordusu’nun bir ilahisidir.” İlahiyi bitirdikten sonra kendisinden bu sade ve iyi yürekli insanlar için bir şeyler yapmasını rica ettim. “Belirli bir mezhebe ait oldukları için ömür boyu cezaevinde ilahi söylemek zorunda kalmamalılar” dedim. Patrik bu konuda bir şeyler yapmaya çalışacağını söyledi; ardından uzun bir süre daha konuştuk.
Onu yeniden Tanrı’ya döndürebilmek için çaba gösterdim. “İsa Mesih, Getsemani Bahçesi’nde Yahuda’yı bile, ‘Arkadaş’ (ne yapacaksan yap…) diye çağırarak, kurtuluşa giden yolu açmıştır.” Bu sözlerimle onun ruhunda, yüreğinin değişmesi için filizlenecek bir tohum ekmek istiyordum. Beni sessizce, hatta tevazu içinde dinledi, fakat yapabileceği fazla bir şey olmadığını söyledi. Parti’nin, Iasi Metropolit’i Justin Moisescu’yu yanına koymuş olduğunu, çok ileri gittiği ya da istifa ettiği takdirde Moisescu’nun Patrik olarak yerine geçeceğini, o zaman işlerin çok daha kötüleşeceğini bildirdi. Justinian bana her zaman belli bir saygı beslemişti, ancak ikiye bölünmüş yüreği elinin işlerini beğenmese de, kararsız kaldığı konularda daima Parti’nin isteklerine baş eğmek zorunda kalıyordu.
Daha sonradan, Patriğin “Rab’bin Ordusu” konusunu Ruhani Meclis’te dile getirdiğini, ancak görüşlerine Dünya Kiliseler Konseyi’nin Romanya’daki Ortodoks Temsilcisi olarak (sanki ülkede bu iş için daha uygun birisi yokmuş gibi) atanan Metropolit Moisescu tarafından şiddetle karşı çıkıldığını duydum. Ziyaretimin ardından, beni kabul edip görüştüğü için Din İşleri Bakanlığı tarafından kendisine sitem edilmişti. Sekreteri her zaman olduğu gibi benim ziyaretimi de Parti’ye rapor etmişti. Aslında, Patrik de sekreterinin her yaptığını Parti’ye bildirmek zorundaydı. Görüşmemiz sırasında Justinian, “Ordu” temsilcilerini kabul etmeye razı olmuştu. Ama temsilciler onu görmeye gittiklerinde, “Size bana gelmenizi Wurmbrand önerdi, öyle mi? Tekrar hapse atılmasının zamanı geldi demek!” diyerek onları geri çevirmişti.
Romanya’nın en köklü üniversitelerinden birinde bir dizi konferans vereceğim haberi yetkililere anında rapor edilmişti. Bunun yanı sıra, asıl amacımın, Marksizm’e saldırmak olduğu ve Hıristiyan düşünüşü konusunda ders vermek adı altında öğrenciler arasında huzursuzluk yaratmak niyetinde olduğum doğrultusunda Parti’ye uyarı yapılmıştı. Bunu yapan gayretli ihbarcı, bir Vaftizci rahipti. Yaptıklarını yüzüme itiraf etmişti. Bu davranışı beni şaşırtmadı. Serbest kaldığımdan beri bu tür durumları Din İşleri Bakanlığı’na rapor eden birçok meslektaşımı –rahipleri, hatta piskoposları– tanımıştım. Bu raporlar genellikle kendi kilise cemaatleri konusunda oluyordu ve bu kişiler yaptıklarından çoğunlukla utanç ve üzüntü duyuyordu. Davranışlarının altında yatan nedenin, kendi güvenliklerinden çok kiliselerinin kapatılmasını engellemek olduğunu söylüyorlardı. Din İşleri Bakanlığı’nın her kasabada Gizli Polis üyesi olan temsilcileri vardı. Bu kişiler rahipleri kendi cemaatleri konusunda düzenli olarak sorguya çekmekteydiler: Politikanın çok dışında, bölgede kimlerin sık sık kiliseye gittiğini, kimlerin insanları Mesih’e getirmeye çalıştığını, itiraf edilen günahların ne olduğunu bilmek istiyorlardı. Bu tür soruları yanıtlamayı reddeden din adamları görevden alınıyor ve eğer onların yerine geçecek “uygun” biri bulunamazsa, kiliseleri de kapatılıyordu. Bu nedenle Romanya’da artık dört farklı rahip sınıfı oluşmuştu: Cezaevinde olanlar; baskı altında ihbarcılık yapan, ama bazı bilgileri de saklı tutmaya çalışanlar; boş verip emredileni itirazsız yerine getirenler ve ihbarcılık konusunda damak tadı geliştirmiş olanlar. Bu son sınıf, sayı olarak oldukça azdı. İşbirliği yapmak istemeyen saygın rahiplerin vaaz etme yetkileri en kısa sürede ellerinden alınıyordu. Hainler, fahişeler gibi utanmazlıklarıyla yaşam bulurlar. Beni ihbar eden Vaftizci meslektaşım da böyle bir insandı.
Meslektaşımın benim hakkımda yaptığı bu uyarı, Rugojanu isimli “resmi” bir casus tarafından derhal işleme koyuldu. Din İşleri Bakanlığı memurları da kendi içinde kategorilere ayrılıyordu. Bazıları gevşekti, diğerleri ise yetkilerini din adamlarından rüşvet (koruma parası) almak için kullanıyordu. Ama Rugojanu, bir kiliseden diğerine yorulmadan koşuşturan ve “devrim karşıtlarının” kokusunu almaya çalışan amansız bir fanatikti. Verdiğim konferansa bizzat katıldı.
Cluj’daki ilk gecemde 50 kadar öğrenciden ve birkaç teoloji profesöründen oluşan bir izleyici topluluğu vardı. Teoloji derslerinde, Darwin’in evrim kuramının öncelik verilerek ele alınması nedeniyle, ben de konuşmama aynı konuyla başladım. Gelişmiş ve Sosyalist yeni Romanya’nın Batı’nın tüm kapitalist görüşlerini reddetmesine rağmen, İngiliz kent soylusu Sir Charles Darwin için bir istisna yapılmış olmasının garip olduğunu bildirdim.
Öne eğik bir vaziyette oturan Rugojanu bana bakıyordu. Ben de gözümü onun gözüne dikerek konuşmamı sürdürdüm: “Bir doktorun oğlu babası gibi doktor olmak ister, bestecinin oğlu da besteci, ressamın oğlu ressam… Tanrı tarafından yaratılmış olduğunuza inanıyorsanız, o zaman Tanrı’ya benzemeye çalışırsınız. Ama bir maymun sürüsünden gelmiş olduğunuza inanmayı tercih ederseniz, o zaman vahşi bir hayvana dönüşme tehlikesi içindesiniz demektir.”
Derslerime Pazartesi günü başlamıştım. Salı günü katılımcı sayısı bir önceki günün iki katı oldu. Hafta sonunda binden fazla izleyici, yüzleri bana dönük söyleyeceklerimi heyecanla bekliyordu. Üniversitedeki öğrencilerin tamamı katedrale gelmiş gibi görünüyordu. Aralarından çoğunun gerçeği duymayı istediklerini, ancak gerçeği kucakladıkları takdirde başlarına geleceklerden korktuklarını biliyordum. Bu nedenle, onlarla imanı uğrunda Faşistlerin elinde ölen bir rahibin bana verdiği bir öğüdü paylaştım. Rahip bana şöyle demişti: “Bedenini, seni dövüp aşağılamak isteyenlere verdiğin zaman, bu bedenini Tanrı’ya da bir kurban olarak sunarsın. Mesih İsa çarmıha gerilme vaktinin yaklaştığının bilincinde, ‘... zamanım yaklaştı...’ (Mat.26:18) dedi. O’nun zamanı insanlar için acı çekme zamanıydı ve O, insanlığın kurtuluşu için bu acıyı çekmekten büyük sevinç duyuyordu. Bizler de, acıları ve sıkıntıyı Tanrı’nın bize verdiği bir görev olarak kabul etmeliyiz. Aziz Pavlus, Romalılar’a yazdığı mektupta (12:1), ‘Tanrı'nın merhameti adına size yalvarırım: Bedenlerinizi diri, kutsal, Tanrı’yı hoşnut eden birer kurban olarak sunun’ diye seslenir.”
Sessizlik içindeki izleyici grubuna baktım. Bir an için savaş öncesi Demir Muhafızlar’ın ellerinde silahlarla kilisemi bastığı o güne tekrar geri döndüm. Sadece Rugojanu değil, sanki herkes bize gözdağı veriyor gibiydi.
Devam ettim: “Sıkıntı ve acıların sizi hazırlıksız yakalamasına izin vermeyin! Bu konuyu iyi düşünün. Mesih ve O’nun öğrencilerinin erdemlerini kendinize örnek alın. Sözünü ettiğim iman uğruna ölüme giden bu rahip bana, sıkıntı ve acılara karşı bir çay tarifi önermişti. Bunu size de aktaracağım.”
Onlara Hıristiyanlık’ın ilk dönemlerinde, imparator tarafından haksız yere zindana atılan bir hekimin öyküsünü anlattım. Birkaç hafta sonra ailesinin onu ziyaret etmesine izin verilmişti. İlk önce hep birlikte ağlaşmışlardı. Hekimin giysileri yırtılmış, tek gıdası da günde bir dilim ekmek ve bir bardak su idi. Karısı merak edip sordu: “Nasıl böylesine sağlıklı ve iyi görünebiliyorsun? Adeta düğünden geliyor gibisin!” Hekim gülümseyerek tüm dertlerine bir çare bulduğunu söyledi. Ailesi de bunun ne olduğunu merak etti. Hekim, “Sonunda her türlü dert ve sıkıntılara deva olan, içinde yedi şifalı bitki olan bir çay buldum. Size bunları sıralayayım:
“Bu bitkilerden ilki, durumundan hoşnut olmaktır. Şu anda yırtık giysilerimin içinde soğuktan donmuş, yiyecek sadece kuru bir dilim ekmek buluyor olsam bile, imparatorun beni çırılçıplak soyup hiç yiyeceğin olmadığı bir mağaraya attırmamış olduğuna şükrediyorum!”
“İkinci şifalı bitki ise, sağduyudur. Üzülsem de sevinsem de, yine bu hücrenin içinde olacağım, o zaman dertlenmem nafiledir.”
“Üçüncü bitki ise, eski günahları anımsamaktır. Günahlarınızı bir bir sayın; her biri için bir gün hapis kalmanız gerektiğini varsayın. O zaman demir parmaklıklar arkasında bir değil, kaç yaşam geçirmeniz gerektiğini bir hesaplayın. Bu ceza hafif bile kalır!”
“Dördüncüsü, Mesih’in bizim için seve seve katlandığı acıları kavrayabilmektir. Bir düşünün, dünya üzerinde kendi yazgısını belirleme gücüne sahip olan yegâne kişi bizim uğrumuza acı çekmeyi seçiyorsa, O, bunun ne kadar değerli olduğunu görmüş olmalıdır! O zaman anlıyoruz ki, dinginlik ve sevinçle katlanılan acılar (günahın) bedeli(ni) ödeyerek kurtarır.”
“Beşinci bitki ise, sıkıntıların Tanrı’dan bize bir babadan gelir gibi, zarar vermek için değil, bizleri arıtmak ve kutsallaştırmak için gönderildiğini bilmektir. Çekmekte olduğumuz acılar ve sıkıntılar bizi arındırmak ve Cennet’e hazırlamak amacını taşır.”
“Altıncı bitki ise, hiçbir acının Hıristiyan yaşamına zarar veremeyeceğini bilmektir. Kişide egemen olan sadece bedensel zevkler ise, o zaman hapsedilmek onun yaşam amacını yok edebilir. Ama yaşamının özünde gerçek varsa, o zaman hiçbir cezaevi hücresi onu değiştiremez. Hapiste ya da dışarıda, iki kere iki, her yerde dört eder. Ne hapsedilmek sevmemi engelleyebilir, ne de demir parmaklıklar inancımı dışarıda tutabilir. Eğer yaşamım bu ideallerden oluşmuşsa, her yerde ve ortamda esenlikte olurum.”
“Tarifimin son bitkisi ise umut’tur. Feleğin çarkı saray hekimini zindana düşürse bile, dönmesini sürdürür. Dönen çark beni tekrar saraya getirebilir, hatta tahta bile çıkarabilir.”
Konuşmama bir süre ara verdim. Kalabalık sessizdi.
Onlara, “Bu çaydan, bugüne dek fıçılar dolusu içtim. Çok şifa aldım. Size de tavsiye edebilirim” dedim.
Sözlerime son verirken, Rugojanu’nun yerinden kalkarak arkasına bakmadan Katedrali terk ettiğini gördüm. Kürsüden aşağı indim; izleyiciler aralarında hararetle konuşmaya başlamıştı. Dışarı çıktığımda öğrenciler beni alkışladılar, tezahürat yaptılar ve elimi sıkmaya çalıştılar. Sabina’ya telefon ettim. Yaptıklarımdan çok memnundu, ancak bir misillemenin geleceğini biliyordu.
Ertesi gün piskoposum tarafından çağırıldım. Bana Rugojanu’nun başıma dert açmaya çalıştığını söyledi. Konferansla ilgili olarak Din İşleri Bakanlığı’ndan kendisine gelen protestoları anlatırken, içeri Rugojanu’nun kendisi girdi. “İşte siz!” diye haykırdı. “Ne mazeret bulmaya çalışıyorsunuz? Bir yığın kışkırtma; ben de oradaydım, işittim!”
Kendisini özellikle neyin rahatsız etmiş olduğunu sordum. Her şey etmişti – özellikle de şifalı çay tarifim.
“Zavallı çayımın suçu ne? Şifalı bitkilerden hangisi hoşunuza gitmedi?”
“Onlara çarkın daima döndüğünü söylediniz. Ancak bu devrim karşıtı çıkışınızda çok hatalısınız. Çark dönmeyecek dostum; Komünizm sonsuza dek kalıcıdır!” Yüzü nefretle buruşmuştu.
“Ben Komünizm’den söz etmedim. Sadece feleğin çarkının döndüğünü söyledim. Örneğin, cezaevindeydim, ama şimdi özgürüm. Hastaydım, ama şimdi iyiyim. Kilisemi kaybettim, ama şimdi çalışabilirim…”
Öfkeyle, “Hayır, hayır, hayır! Siz Komünizm’in yıkılacağını söylediniz; herkes ne demek istediğinizi anladı. Sakın aldanıp bu işin sonunun geldiğini sanmayın!” diye hiddetle çıkıştı.
Rugojanu, rahipleri piskoposun Cluj’daki sarayında toplantıya çağırdı. Toplantıda, hükümete karşı üstü kapalı saldırılarda bulunarak genç beyinleri zehirlemekle suçlandım. Rugojanu bana, “Bir daha asla vaaz etmemenizi sağlayacağız, bundan emin olabilirsiniz!” dedi. Öfke krizine tutulmuştu. En sonunda şöyle haykırdı: “Wurmbrand artık bitmiştir! Wurmbrand artık bitmiştir!” Paltosunu ve şapkasını toparlayıp binadan ayrıldı.
Yüz metre ötede, köpekten kaçmaya çalışan bir araba aniden direksiyon kırıp kaldırıma çıktı ve Rugojanu’yu duvara sıkıştırıp ezdi. Anında ölmüştü.
Rugojanu’nun son sözleri ve onu izleyen sonu tüm ülkede kulaktan kulağa yayıldı. O yıllar boyunca Tanrı sık sık kendi belirtisini gösterdi.
Vaizlik iznimin iptal edilmesi beni vaaz etmekten alıkoyamadı, ama şimdi tıpkı savaş sonrası Sovyet askerleri arasında çalıştığım gibi, çalışmalarımı gizli yürütmek zorundaydım. Eski cezaevi arkadaşlarımın beni ziyaret edip, yardım ve görüşlerimi istemeleri daha farklı ve yeni bir tehlikenin varlığını ortaya koydu. Bunlardan bazıları ihbarcı olmuşlardı ve beni kışkırtmaya çalışıyorlardı. Bu mutsuz insanlar özgürlükten çok fazla şey ummuşlardı. Serbest bırakıldıklarında, ev yaşamlarının altüst olduğunu görünce, kaybettikleri gençlik yıllarını geri alabilmek için cinsel zevkler peşinde koşmaya başlamışlardı. Bu uğraşları umduklarından daha pahalıya patladığı için hem kolay para kazanmanın hem Parti ile yeni bir başlangıç yapmanın kendileri için en kısa yolu olan muhbirliği seçmişlerdi. Özgürlükleri, esaretlerinden daha acıklıydı.
Muhbirlere karşı en güçlü silahımız, Gizli Polis teşkilatında çalışan dostlarımızdan aldığımız uyarılardı. Topluluğumuzdaki birçok kişi Parti birimlerinde farklı görevlerde çalışmaktaydı. Akşamları dua toplantılarımıza katılan evli bir çift, gündüzleri Propaganda Departmanında çalışıyordu. Gizli Polis teşkilatında yüksek rütbeli bir yetkilinin evinde, kendisi seyahatteyken, birkaç kez toplanmıştık – evde çalışan hizmetçisi bizlerden biriydi. Diğer zamanlarda, bodrum katlarında, apartmanlarda, çatı katlarında ya da kır evlerinde toplanıyorduk. İbadetimiz, 1900 yıl önceki ilk Hıristiyanlarınki gibi hem yalın hem de çok güzeldi. Yüksek sesle ilahi söylüyorduk. Sorduklarında, aramızdan birinin doğum günü olduğunu söylüyorduk. Üç, dört kişilik Hıristiyan aileleri yılda otuz beş kez doğum günü kutluyordu! Bazen de kırlarda toplanıyorduk. Gökyüzü katedralimiz oluyor, müziğimizi kuşlar yapıyordu. Çiçekler tütsümüz, yıldızlar mumlarımız, melekler mum yakıcılarımız oluyor; hapisten yeni çıkmış bir kardeşimizin yıpranmış kostümü bizim için en görkemli rahip giysisinden daha fazla anlam taşıyordu.
Er ya da geç tekrar tutuklanacağımı biliyordum. Macaristan’daki devrimden sonra, ülkedeki durum her geçen ay daha da olumsuzlaştı. Kuruşçev, “batıl inançların izlerini kökünden yok etmek” üzere yapılmış olan yedi yıllık yeni bir planı açıkladı. Kiliseler ya kapatıldı ya da Komünist kulübüne, müze ya da tahıl ambarına dönüştürüldü. Parti’nin yayın organlarında “siyah cüppeli dolandırıcılar” diye adlandırılan din adamlarından binlercesi tutuklandı.
Sabina’yla birlikte dua ediyordum: “Tanrım, cezaevinde olup da, benim yardım edebileceğim ve ruhlarının kurtulması için hizmet edebileceğim insanlar biliyorsan, beni cezaevine geri gönder; buna gönülden katlanırım.” Sabina bu bölümde biraz duraksadı, ama ardından “Amin” dedi. Sabina’da pek yakında Mesih’e daha fazla hizmet edebileceğimizi bilmenin yarattığı büyük bir içsel sevinç hâkimdi. Rabbimiz’in annesinin çarmıhın yanındaki –bizlerce o kederli– görüntüsünün bir yanılma olup olmadığını bir kez daha düşündüm; oğlunun dünyanın Kurtarıcısı olduğunu bilmek, içini sevinçle de doldurmamış mıydı?
15 Ocak 1959’da, saat 01:00’de beni almaya geldiler. Evimizdeki arama saatlerce sürdü, küçük çatı katımızın altını üstüne getirdiler. Oğlum, yerinden çektikleri bir dolabın arkasında, kaybettiği kemerini bulunca, “Bir de Gizli Polis’in bir işe yaramadığını söylerler! Bu kemeri günlerce her yerde aramıştım” dedi. Ertesi gün, bu saygısızlığı nedeniyle gece okuluna devam etmesi yasaklandı.
Beni götürdüklerinde, Sabina İncilimi eline almış ve sayfaların arasında İbraniler kısmından bir ayeti (11:35) yazmış olduğum notu bulmuş: İman sayesinde “Kadınlar dirilen ölülerini geri aldılar...” Notumun altında, “Eş olarak böyle bir kadına sahibim” yazılıydı.
Bükreş’teki Polis Genel Merkezi’ne vardığımızda hâlâ karanlıktı ve sokaklar sulu karla kaplanmıştı. Olağan kabul işlemlerinin ardından, nöbetçiler tarafından bir hücreye götürüldüm. Hücrede, “yeniden eğitimin” Piteshi’de nefret edilen liderlerinden biri olan otuz yaşlarında, Draghici isimli bir mahkûm vardı. Hücre kapısının her açılışında irkilmekteydi. “Bu kadar gergin olduğum için özür dilerim. Her gelişlerinde beni banyoya mı, yoksa idama mı götüreceklerini bilmiyorum. Dört yıldır idam cezamın infazını bekliyorum.”
Bana yaşam öyküsünü anlattı. Küçükken kasabasındaki rahibe çok saygı duyarmış. Rahip bir gün ona, “Baban bir saat tamircisi, ona kilisenin saatini ucuza tamir etmesini söyle” demiş. Draghici babasını bu işi bedavaya yapması için ikna etmiş. Ama rahip tamirden sonra babasından 500 Leu’luk bir makbuz istemiş. Aslında, bedeli ödenmiş gibi gösterip parayı cebine atmayı tasarlıyormuş. Draghici küçümser bir tavırla devam etti: “Bu olay olmasaydı, iyi bir Hıristiyan olarak yetişip yıllar içinde kiliseye çok yardım edebilirdim.”
Babası bir ayyaştı ve ailenin varını yoğunu alıp kaçmıştı. On dört yaşındayken yeşil gömlek giymek, marşlar söylemek ve genç kızların hayranlıklarını kazanmak uğruna Demir Muhafızlar’a yazılmıştı. Birkaç ay sonra Demir Muhafızlar devrilmiş, Draghici de cezaevine düşmüştü. Komünistler başa geçince, etkin Faşist olmakla suçlanarak on bir yıl hüküm giymişti. Piteshi cezaevindeki yedi yıllık mahkûmiyetinden sonra Draghici’ye şu vaatte bulunmuşlardı: “Diğer mahkûmları döversen, serbest kalabilirsin.”
“O zamanlar yirmi bir yaşındaydım. Cezaevinde kalmak istemiyordum, bu nedenle bana ne emredilirse yaptım. Onlara inanmıştım, ama şimdi bu yaptıklarım için ölmek zorundayım.”
Ona dikkatlice baktım, zaten tüberkülozdan ölmek üzereymiş gibi görünüyordu. “Hak ettiğimi çekiyorum” dedi.
Gözlerim açık yatağımda yatıyor ve Draghici’nin öksürüklerini dinliyordum. Şöyle düşündüm; eğer Tanrı şimdi beni yanına çağırsa ve “Dünyada geçirdiğin elli altı yıldan sonra, insan hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorsaydı, O’nu şu şekilde yanıtlamam gerekirdi: “İnsan günahkârdır, ama suç onun değildir. İblis ve düşmüş melekleri bizi kendileri gibi perişan etmek için çalışırlar.”
On gün boyunca Draghici’yi ikna etmeye çalıştım. “Suçlu olmayı özgür iradenizle seçmediniz. Buna rağmen, suçluluk duygunuz size bir bedel ödemeniz gerektiğini söylüyor. Oysa hak ettiğinizi sandığınız bu cezayı, İsa Mesih zaten üstlenmiştir.”
Onuncu günün gecesinde Draghici nihayet gözyaşlarına boğuldu. Birlikte dua ettik. Vicdan azabı ve korkuları üzerinden kalkmıştı. Böylece cezaevine girmeden önce, diğer mahkûmlara yardım etmeme izin vermesi için Tanrı’ya ettiğim dua, cezaevindeki ilk günlerimde yanıtlandı.
Birkaç gün sonra, sorgulanmak üzere Bükreş’teki Uranus cezaevine götürüldüm. Gizli Polis binbaşısı, tanışmış olduğum tüm “devrim karşıtları”nın isimlerini vermemi istedi.
Kendisine, ülkemdeki ve Rusya’daki devrim karşıtlarını saymaktan mutluluk duyacağımı bildirdim. 1930’larda Sovyetler Birliği’nde binlerce devrim karşıtı zamanın İçişleri Bakanı Yagoda tarafından öldürülmüştü, fakat daha sonra “asıl” devrim karşıtının kendisi olduğu açıklanmıştı. Halefi Beria ise yönetimde olduğu süre içinde yüz binlerce devrim karşıtının Gizli Polis tarafından ölüme götürülmesi emrini vermişti, ta ki bir gün kendisi de vurularak öldürülene dek. Ona en büyük devrim karşıtının, milyonların katili, Kızıl Meydan’daki mezarından dışarı atılan Stalin olduğunu söyleyerek devam ettim. Bu yüzden, devrim karşıtlarını zavallı kilisemde arayacağına, başka yerlere bakmasını önerdim.
Binbaşı, dövülmemi ve tecrit hapsinde tutulmamı emretti. Duruşmama dek orada tutuldum. On yıl önceki yargılanmamın tekrarı niteliğindeki bu duruşma, gizli celseyle yapıldı ve sadece 10 dakika sürdü. Eşim ve oğlum, bana yapılan suçlamaları (karalamaları) işitmeleri için duruşmaya getirilmişlerdi.
Ardından bir sonraki cezaevine nakledilmek üzere bir hücrede beklemeye başladım. Hücredekilerle Mesih hakkında konuşmakta olduğum bir sırada, bir subay içeri girdi ve bana mahkemenin yeni kararını bildirdi. Ona teşekkür edip vaazımı sürdürdüm. Hapis cezam yirmi yıldan, yirmi beş yıla çıkartılmıştı.