V. BÖLÜM

Ovalık arazi üzerinde Bükreş’in batısına doğru yaklaşık 300 kilometre yol kat ettik. Trenimizin sürekli durması nedeniyle bu yolculuk iki gün iki gece sürdü. Varış noktamıza daha ulaşmadan, nereye götürüldüğümüzün haberi yayılmıştı. En sonunda kötü bir cezaevi olarak ün salmış olan Craiova’nın yüzyıllık kalın duvarlarını gördük.

Zincirlerimiz taş döşeli avluda çıkarıldı; karanlık ve kirli koridorlardan ite kaka yürütüldük. Küçük gruplar halinde hücrelere atıldık. Hücrelerden protesto sesleri geliyordu: “Burada yer yok! Biz zaten kalabalıktan nefes alamıyoruz!” Nöbetçiler yeni gelenleri hücrelere zorla sıkıştırıyordu. Görüntü, iş çıkışı saatlerindeki metro kalabalığını andırıyordu; tek farkı, memurların ellerindeki coplardı.

Belime inen bir darbeyle hücreye atıldım; kapı arkamdan gürültüyle kapandı. İçerideki ağır koku midemi bulandırdı. İlk önce hiçbir şey göremedim. Ellerimle etrafımı yokladım; çıplak ve terli bir bedenin temasıyla irkildim. Tavandaki cılız ışığa gözüm alıştığında, zorlukla nefes almaya çalışan yarı çıplak mahkûmların doldurduğu ranzaları seçebildim. Geri kalan mahkûmların bazıları yere oturmuş, bazıları da duvarlara yaslanmış duruyordu. Kimsenin yanındakini uyandırmadan ve küfürlerine maruz kalmadan hareket etme olanağı yoktu.

Bu hücrede kaldığım iki ay boyunca dışarıyla tek temasım tuvalet kovalarını boşaltmak için lağım kuyusuna gidişlerim oldu.

Hücredeki mahkûmlara rahip olduğumu söyledim ve kısa bir dua ettim. Birkaçı bana küfretti, ama birçoğu sessizce dinledi. Ardından, karanlığın içinden birinin ismimi seslendiğini duydum.

Bu ses şöyle dedi: “Sizi sesinizden tanıdım. Yıllar önce Din İşleri Kongresi’ndeki konuşmanızda ben de oradaydım.”

Kendisine kim olduğunu sordum. “Yarın konuşuruz” diye yanıtladı.

Uzun gece, sabah 5’te gardiyanlardan biri tarafından duvarda asılı olan demiryolu rayına, demir çubukla vurularak çalınan kalk borusuyla sona erdi. Ranzasından bana seslenen mahkûm aşağı inip elimi sıktı. Ufak tefek biriydi, başında bir kumaş sarılıydı.

Kızarmış gözleriyle beni süzüyordu. “Karanlıkta sizi sesinizden tanıdığım iyi oldu, yoksa görsem tanıyamazdım. Parti, karşı çıkan konuşmalarınızın intikamını almış, belli oluyor. Ne kadar da zayıflamışsınız!”

Bu kişi, Nesim adında bir hocaydı. 1945 yılındaki Din İşleri Kongresi’ne az sayıdaki Müslüman cemaatinin temsilcisi olarak katılmıştı.

Hocayla dostluğumuz Craiova’daki ilk yemeğimi yemeye çalışırken başladı. Yağlı ve berbat çorbanın kokusu, çorba hücreye getirilmeden önce burnumuza ulaştı. Üzerinde çürümüş lahana kırıntıları ve yıkanmamış sakatat parçaları yüzüyordu. Verileni yemek zorundaydık, tabağımı bitirdim.

Midesi altüst olan hoca, “Bunu nasıl yiyebiliyorsunuz?” diye sordu.

Bunun Hıristiyanlar’a ait bir sır olduğunu söyledim. “İncil’den Aziz Pavlus’un Romalılar’a Mektup’undaki şu sözlerini anımsıyorum; ‘Sevinenlerle sevinin.’ Ardından, şimdi Amerika’da kızarmış tavuk yemekte olan dostlarımı düşünüyorum; onlarla birlikte Tanrı’ya şükrediyorum ve çorbamdan bir kaşık alıyorum. Daha sonra İngiltere’de rosto yiyor olabilen dostlarımla birlikte seviniyorum. Ardından bir yudum çorba daha içiyorum. Böylece, dost ülkelerdeki sevinenlerle birlikte seviniyorum ve böylece de hayatta kalıyorum.”

Sıcak yaz gecelerinde hocayla aynı ranzayı paylaştık. Yerde yatmadığım için şanslı sayılırdım.

Hoca öksüren ve sürekli kıpırdayan diğerlerine bakarak, “Çok sakin yatıyorsunuz” dedi. “Ne düşünüyorsunuz? Aziz Pavlus size şimdi de yardım ediyor mu?”

Ona şöyle yanıt verdim: “Evet, Batı’da yaşayanların konforlu evlerini, kitaplarını, seyahat planlarını, dinledikleri müzikleri, eşleri ve çocuklarına olan sevgilerini düşünerek onlarla birlikte seviniyorum. Ve Aziz Pavlus’un Romalılar’a Mektup’undaki ayetin ikinci bölümünü anımsıyorum; ‘Ağlayanlarla ağlayın’. Batı’da binlerce kişinin bizi düşündüklerine ve dualarıyla yardımcı olmaya çalıştıklarına kuşkum yok.”

Cezaevindeki insanların çoğu görüşlerini kendinden emin bir şekilde öne sürmek gereğini hissederler. Çekişmeyi severler. En basit bir sözden kavga çıkarabilirler. Hakarete hakaretle karşılık vermeyen biriyle karşılaştıklarında, ona daha fazla eziyet ederler. Craiova cezaevinin o ağır koşullarında, yaşadığım sıkıntılar benim için neredeyse başa çıkılmaz olmuştu. Vaaz ederken, sesimi kasıtlı horlama ve homurtu seslerinin üzerinde tutmak için bağırmak zorundaydım. Mahkûmlar umutsuz bir can sıkıntısı içindeydiler. Ruhsal donanımları yoktu ve alışık oldukları vakit geçirecek şeyleri arıyorlardı. Vaazların tartışmaya, tartışmaların da kavgaya dönüştüğünü gördüm. Fakat anlatacak bir öyküsü, özellikle bir suç öyküsü olan kişi her zaman dinleyici topluluğu buluyordu. Bu nedenle, onlara kendi kurguladığım ve Hıristiyanlık’la ilgili bir mesajın merkezi, fakat göze çarpmayan bir konumda olduğu öyküler anlattım.

Öykülerimin en beğenilen kahramanı, Romanya’da herkesin tanıdığı Pipa isimli bir hayduttu. Onlara annemin henüz bir genç kızken, Pipa’yı nasıl bir kez mahkemede görmüş olduğunu ve vahşi bakışlarını hiç unutmadığını anlattım.

Pipa’nın ailesi varlıklıydı ve o daha çok küçükken ölmüşlerdi. Pipa bir vasinin himayesine verilmişti. Bu kişi Pipa’nın mallarını dolandırmıştı. Daha sonraları Pipa bir handa çalışmaya başlamıştı. Hancı Pipa’ya, kazandığı paraları o askerden dönüp kendisine bir iş açmak isteyene dek saklayacağına söz vermişti. Pipa askerden döndüğünde, hancı yapmış oldukları bu antlaşmayı inkâr etmişti. Pipa’nın öfkeden gözleri kararmış ve hancıyı bıçaklayarak öldürmüştü.

Pipa artık bir kanun kaçağı olmuştu. Dağdaki mağarasından kente iniyor ve sadece hanlara baskın yapıyordu. Yıllar boyunca otuz altı hancıyı öldürdü. (O anda dinleyicilerimden hayret ıslıkları gelmeye başladı). Yalnızlık çektiği söylenemezdi. Kendisi gibi kanun kaçağı iki arkadaşıyla birlikte, çalmış oldukları en şık takımları giyip köye indiler ve üç kızı kendileriyle birlikte yemek yemeğe ikna ettiler. Yemekteyken şaraba ilaç kattılar ve kızları mağaralarına kaçırdılar.

Öykünün buraya kadarı gerçekti. Bu noktadan sonra benim kurgum başlıyordu. Kızlar uyandıklarında kendilerini kaçıranlara “Bin Bir Gece Masalları” tarzında öyküler anlatarak onları kendilerinden uzakta tutmayı başarmışlardı. Bu maceralar daima, en güzel kızın İncil’in öyküsünü anlatması ve kanun kaçaklarını Mesih’e kazandırmasıyla sona eriyordu.

Radion isimli bir ormancı, “Rahip, birçok suç öyküsü dinledim, ama hiçbiri sizinkine benzemiyordu. Sizinkilerin sonunda her zaman haydut, kurban ve polisler birlikte kiliseye gidiyorlar” dedi.

Çok beğeni toplayan bir başka öyküm ise Dillinger’e aitti. Onun, yoksulluğun dibinden, Amerika’nın en korkunç ve en ünlü gangsterliğine yükselişi hücredekilerin birçoğunun yaşamıyla özdeşleşebilirdi. Mahvolmuş bir çocukluk dönemi ya da sosyal adaletsizlikler, genellikle, suça uzanan yolun başlangıç taşlarını oluştururlar. Dillinger, suç yaşamına bir sinema gişesinden birkaç dolar çalarak başlamıştı.

Pipa ve Dillinger’in bu duruma nasıl düştüklerini anlayabildiğimiz zaman, onlara merhamet duyabileceğimizi söyledim. Merhametin sevgiyi doğurduğunu ve insanların birbirlerini sevmesinin de Hıristiyanlık’ın ana hedefi olduğunu söyledim. Kişileri yargılayıp mahkûm ediyoruz, ama onları suçtan kurtarabilecek olan sevgiyi nadiren gösteriyoruz.

Öykülerime istek o kadar fazlaydı ki, günün yirmi dört saatini onlara öykü anlatarak geçirebilirdim. Daha sonraları Hıristiyan bakış açısıyla ele aldığım edebiyat klasiklerine geçtim; onlara Dostoyevski’nin ‘Suç ve Cezası’nı, Tolstoy’un ‘Diriliş’ini bölümler halinde anlattım.

Diğer mahkûmlar da sık sık kendi öykülerini anlatıyorlardı. Bu öyküler, acıklı ya da gülünç ya da her ikisi olabiliyordu. Ormanda baktığı ağaçlar gibi uzun ve ince olan ormancı Radion sâkin bir yaşam sürmüştü – ta ki bir gün iki arkadaşıyla birlikte ormandan çıktıktan sonra geriye dönüp baktığında ağaçları alevler içinde görene dek.

Köye vardığımızda tutuklandık ve orman yangını çıkartmakla suçlandık” dedi. “Bölgedeki ‘kolektifi’ sabote etmek amacıyla yangın çıkardığımız konusunda bir itirafta bulunana dek dövüldük. Ama duruşmamız sırasında gerçek suçlu öne çıkarak suçunu itiraf etti ve bizler de tahliye edildik.”

Ancak serbest bırakılmadık. Bizi tekrar Polis Merkezi’ne götürdüler ve, ‘Daha başka neler yaptığınız, şimdi itiraf edin!’ dediler. İşkence altında tümüyle uydurulmuş bir sabotaj komplosunun sorumluları olduğumuzu itiraf etmek zorunda bırakıldık. Acının durması için ne isterlerse yapabilirdim!” On beş yıla mahkûm olmuşlardı.

Craiova’da benzeri öyküler çoktu. Cezaevinde kısa bir süre içinde birbirimizi çok yakından tanıdık. Sinirli ve gerilimi yüksek bir ortamın içindeydik. Kimse kendisine ters düşülmesine tahammül edemiyordu ve tüm orantı ya da mantık kavramı kaybolmuştu.

Knut Hamsun’un “Açlık” adlı romanını anlattığımda beni izleyen gözlerin parıldadığını fark edebiliyordum. Akşam yemeği için dağıldığımızda, Herghelegiu adlı bir mahkûm anlattıklarımdan çok etkilendiğini söyledi. Kendisine, ekmeğinden bir parçasını, verilen yemekleri Kur’an’da yasaklanan domuz yağı içerebileceği korkusuyla yiyemeyen Hoca ile paylaşmasını önerdim. Öyle görülüyordu ki, anlattıklarım Herghelegiu’nun yüreğini etkileyebilmiş, ama midesini etkileyememişti. Bu önerimi duymazdan geldi.

Aydınlar sözcüklerin esiriydi. Amerikalılar’ın yeni bilimsel buluşlarından birinin bahsi geçse, diğerleri bunun bir ABD propagandası olduğunu söyleyerek küçümsüyordu. Çağdaş bir Rus yazarından söz edilse, onun devletçe desteklenen, düşük kaliteli eserler yazan bir yazar olduğu iddia ediliyordu. Katolikler, Yahudi düşünürlerin bilgeliğini reddediyordu. Yahudiler ise kilisenin görüşünü çok az biliyordu.

Bir keresinde onlara, geceleri zihnimde tasarlamakta olduğum bir dini kitaptan söz ettim. Peşinen hüküm verildi. Ortodoks bir mahkûm, “Luteryenizm ile doludur!” dedi. Bir diğeri, “Sizin bir Protestan olduğunuzu anlamak çok kolay” dedi. Birkaç gün sonra bu ikiliyle tekrar konuşurken, “ünlü bir Rumen yazar” Naie Ionescu’nun, “Gerçeğin Sorunu” adlı yapıtından uzun alıntılar yaptım. Sözlerimi büyük ilgiyle karşıladılar. Düşüncelerimin adilce değerlendirilmesini istiyorsam, bu düşüncelerin isimsiz olarak bir kitapta basılmasının daha iyi olacağına karar verdim. Çünkü zihnimden tasarladığım kitap ve onlara aktardığım Ionescu’nunki aslında aynıydı.

Alexandru isimli genç bir öğrenci, kendine ait bir şiirden dizeler okuduğunda, dinleyiciler onu küçümsercesine gülümsediler. Ona sessizce başka bir şiirini –ama bu sefer Shakespeare’in bir sonesi olduğunu söyleyerek– okumasını önerdim. Şiirini bitirdiğinde eleştirmenler hep bir ağızdan, “Harika!” diye tezahürat yaptı. Alexandru’nun bu sırrını açığa vurmadan, onlara ünlü isimlerden gereğinden fazla etkilenmememiz gerektiğini anlattım. Sırf Shakespeare, Byron gibi İngiliz şairlerini ele alırsak, onların çoğu kez değersiz düşünceleri yücelttiklerini görürüz.

Eski bir süvari albayı aynı görüşte değildi. “Ben bir edebiyatçı değilim, ama Gunga Din’e her zaman hayran kalmışımdır. Yazar Kipling kitabında kahraman bir asker yaratmış!”

Ona, “Gunga Din benden daha üstün bir insan olmuş olabilir, ama İngilizler’in hesabına kendi halkına karşı savaşırken yaşamını kaybetti. Ruslar’la birlik olup kendi ulusuna karşı savaşırken ölen bir Rumen hakkında ne söylerdiniz?”

İngiliz dili uzmanı olan bir mahkûm, Shakespeare’in düşünsel soyluluğunu övdü.

Ona, Shakespeare’in eserlerini kaleme aldığı dönemlerde, Reform hareketi ve Püritenlik meselelerinin sokaktaki sıradan insanlar arasında bile heyecanlı tartışmalara yol açmakta olduğunu, oysa belge olarak elinde sadece Shakespeare’in oyunları olan bir tarihçinin, Hıristiyanlık’ın İngiltere’ye ulaşmış olduğunu çok zor fark edebileceğini söyledim.

Tüm oyunlarında tek bir Hıristiyan karakter bile yok. Zavallı Cordelia belki bir istisna sayılabilir. Cladius rakibini katleder. Kraliçe kocasının katiliyle evlenir. Polonius bir entrikacıdır. Hamlet unutamaz ve öç almanın düşüyle yaşar. Ophelia’nın tek kaçış yolu çıldırmaktır. Othello profesyonel bir katildir. Iago hile ve kinizm ustasıdır… Shakespeare, muhteşem bir şair ve doğuştan bir psikologdu, ama bir Hıristiyan’ın karakterine dair hiçbir fikri yoktu.”

Uzman, “Belki de betimlenecek ‘Hıristiyan karakteri’ diye bir şey yoktur” dedi.

Kendisine, cezaevinde sadece birkaç haftadır bulunduğunu bildiğimi ve eğer daha uzun süreyle kalmış olsaydı, bunu daha iyi öğrenmiş olabileceğini söyledim. O zaman cezaevinde yaşadığım deneyimlerimdeki iyiliklerin –son nefeslerinde tövbe eden günahkârlar, bizim de sonunda affedilmeyi beklediğimiz gibi, kendi katillerini bağışlayan azizler– bir kısmını onun da fark edebileceğini söyledim. Kendisine, Shakespeare’in yapıtlarının içindeki kayıp büyük Hıristiyan ozanı gösterebilmek için (II. Richard adlı oyundan) birkaç dize okudum:

Derler ki, ölüm döşeğinde olanların söyledikleri

Ciddi müzik gibi dikkat gerektirir.

Saatleri sayılı olanlar boşa harcamazlar zamanı,

Acı içinde olanlar doğrudan ayrılmazlar.

Oysa Shakespeare bu dizeleri İsa Mesih’in çarmıh üzerindeki son sözlerine ne kadar iyi uygulayabilirdi.

Hocanın, Tanrı’nın iradesine boyun eğme konusunda öğretecek çok şeyi vardı. İncil’den sonra dünyada en fazla okunan kitap olan Kur’an’ın her bölümünün “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” sözleriyle başladığını ve bu ilkeyi günlük yaşamının her alanında uygulamaya çalıştığını söyledi. Nesim günde beş kez sert zemin üzerinde, kıbleye doğru dönerek saygıyla secde ediyordu.

Diğer mahkûmlar onunla alay ediyordu. Onlara, “Bir İngiliz bread, bir Alman brot, bir İtalyan pane dediği zaman hepsinin de ekmekten söz ettiğini biliyoruz. Gheorghe bir Katolik, bu nedenle haç işaretini böyle yapıyor. Carol ise Ortodoks bir imanlı; o da böyle yapıyor. Bir Vaftizci olan Ion ise ellerini birbirine kavuşturuyor. Öyleyse, Nesim de neden Doğu’ya dönerek dua etmesin ki? Tanrı’ya hepimiz değişik yollardan yaklaşırız. O bizim sevgi ve yücelik sunan hareketlerimizin gerisindeki yüreğimize bakar. Bizlerin de bakması gereken yer orasıdır” dedim.

Hücrenin gürültülü kalabalığında, Nesim ile bir ranzanın üzerine oturarak çok kez konuştuk. O bana kendi inancı olan İslam’dan söz etti. Müslümanlar’ın peygamber Muhammet’e Melek Cebrail tarafından açıkladığına inandıkları bu inancından o kadar ateşli bir şekilde söz etti ki, odanın kasvetli havası bir an için değişti sanki. Nesim’in İsa Mesih’ten büyük bir sevgiyle söz etmesi beni çok şaşırttı.

Benim için İsa, Tanrı’nın kendi diliyle konuşan çok kutsal ve bilge bir peygamberdir. Ancak inancımıza göre Tanrı’nın Oğlu olamaz. Umarım seni gücendirmemişimdir.”

Katiyen. Aslında, sizinle aynı görüşteyim” diye yanıtladım.

Bir Hıristiyan nasıl böyle konuşabilir?”

Böyle konuşabilirim, çünkü oğul bir erkek ve kadının birlikteliğinden doğar. Hiçbir Hıristiyan İsa’nın bu anlamda Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmıyor. Biz O’nu, çok farklı ve eşsiz bir anlamda –Yaratıcı’dan çıkıp gelen anlamında (Yu.8:42)– “Tanrı’nın Oğlu” olarak adlandırıyoruz. Oğul’dur, çünkü bir insanın babasının mührünü taşıdığı gibi, O da Tanrı’nın mührünü taşımaktadır. Sevgiyle ve gerçekle dolup taşan suretiyle O bir Oğul’dur. Bu anlamda, O’nun Oğulluğundan hiçbir kuşkumuz yoktur.”

Hoca kendi inancına has ciddi bir gülümsemeyle, “O anlamda, ben de kabul edebilirim” dedi.

İsa kendisini seven hiç kimseyi geri çevirmez; hatta seven o kişi, O’nu gerçek unvanıyla tanımasa bile. Golgota’daki tövbekâr hırsız O’ndan sadece bir adam diye söz etmişti, ama İsa ona Cennet’teki şölene katılacağını vaat etmişti.

Mahkûmlar geliyorlardı ve gidiyorlardı; tek değişmeyen havaydı. Her gidenin yerine yeni kişiler geliyordu; ben de “kilise hizmetime” baştan başlıyordum.

Yeni gelenlerin arasında Askeri Yargıtay eski başkanı General Calescu da vardı. Geçmiş mücadelelerini tekrarlamaktan çok hoşlanıyordu. Bunların çoğu, en güzel günlerinin geçtiği savaş yıllarında “yatak odasında” yapılmıştı. “Onca güzel kadın casus—ben de her zaman, bana iyi davranmışlarsa, onları kurtarmaya çalışırdım!”

Calescu kadınlardan konuşmadığı zamanlarda yemekten konuşuyordu. Bir akşam, “Bugün benim doğum günüm. Hepinizi ziyafete davet ediyorum!” dedi. Gençliğinde birçok neşeli doğum gününü Paris’te kutlamış olması nedeniyle, “Hepimiz Maxim’e gidiyoruz. Benim davetlimsiniz!” dedi. Hepimizi birkaç saatliğine, menüdeki en pahalı ve en güzel yiyeceklerle ağırladı. “Şef garson!” diye bağırdı, “Neleri tavsiye ederdiniz? Bouillabaise (zengin safran soslu balık çorbası) mi? Acaba başlangıç için fazla mı ağır gelir? Perigord trüflü (mantarlı) kaz ciğeri ezmesi ve taze Normandiya tereyağı sürülmüş kızarmış ekmeğe ne dersiniz? Hepsi çok sade! Siz ördek seviyordunuz, değil mi Bay Wurmbrand? O zaman canard à l’orange’a (portakallı ördek) ne dersiniz? Ya da coq au vin? Hoca için de özel olarak hazırlanmış şaşlık kebabı.”

Her yemekle birlikte şarap listesinden seçimler yapıyordu; Fransız kırmızısı ya da Alman beyazı, büyük bir şişe şampanya, altın renkli Château Yqem, likörler ve yıllanmış kanyaklar. Purolar seçiliyordu; Henry Clay, Romeo y Julietta. Bu keyif şöleninin sonu gelmiyordu. Ardından kapı açıldı ve her zamanki kokmuş işkembe ve lahanadan oluşan cezaevi karavanası geldi.

Bu yemek sohbetlerinde, tıpkı cinsellik hayallerinde olduğu gibi, hayal gücü ağır basıyordu. Bu konuda Calescu kadar bilgili olmayan bazıları da muzla doldurulmuş tavuk, çilek reçelli patates salatası ve –çok şükür ki çoktan unutulan– diğer hayalî yemek tasarımlarıyla öne çıkıyordu. Aslında Craiova’daki yemekler karşılaştıklarımın içinde gerçekten en berbat olanlardı. Yalnız bir gün hepimizi büyük hayrete düşüren bir olay oldu. Gardiyanlar büyük bir teneke kutuyla soğan çorbası, başka bir teneke kutuyla da gerçek etle yapılmış yahni, beyaz patates püresi, taze havuç ve her mahkûm için iki ekmek, bir de koca bir sepet dolusu elma getirdiler. Hiç beklemediğimiz bir şölendi, az kaldı yemeği Calescu’nun purolarından biriyle bitireceğimizi düşünmeye başlamıştık.

Bu ne anlama geliyordu? Mahkûmlar rutini bozan en ufak bir değişikliğe bile çok önem verirler; biz de yeni mucizeler umut ediyorduk. Öğleden sonra, General Calescu pencereden dışarı bakarken bağırdı: “Kadınlar! Tüh! Ama gidiyorlar!” Parmaklıkların arkasına hemen bir kalabalık toplandı ve aşağıyı görmeye çalıştılar. Cezaevi kumandanı, yarım düzine iyi giyimli kadını dış kapıya geçirmekteydi. Nöbetçi onların Batı’dan gelen “demokratik kadınlar” delegasyonu olduğunu söyledi. Ayrılırken cezaevi yemeklerinin mükemmelliğinden övgüyle söz etmişlerdi.

Ertesi hafta yemekler eskiye nazaran daha da berbatlaştı. Bu ziyaretçilerin hazırladığı ve Romanya’nın örnek cezaevlerindeki gözlemlerini aktardıkları raporların İngiltere, Fransa ve Amerika’da dağıtılmış olduğunu sonraları işittik.

Bu tür rehberli turlardan o zamanlar birkaç tane düzenlenmişti. Rusya’da yönetim el değiştirdiğinde genellikle bir yumuşama dönemi yaşanır. Stalin’in haleflerinin kendi aralarındaki gizli mücadelesinin ardından Mareşal Bulganin, Bakanlar Kurulu Başkanı olmuştu.

Calescu, eski Savaş Bakanı’nın bu güçlü pozisyona geçmesinin “Amerikalılar’ın en sonunda savaşmak zorunda kalacakları” anlamına geldiğini söyledi. Cezaevindeki söylentiler de bu görüşü destekler gibiydi. Başkan Eisenhower’ın bu konudaki “kendi sözleri” şöyle aktarılıyordu: “Doğu Avrupa’daki esirlerin hepsinin özgür kalması için yalnızca ceketimin son düğmesini iliklemem gerek!”

Calescu, Kızıl Ordu defedildikten sonra kralın yeniden tahtının başına geçeceğini hayal ediyordu. Onun monarşiye olan bu bağlılığını çiftçi ve köylülerin çoğunluğu paylaşıyordu. Bu konudaki mantıkları oldukça yalındı: “Kral tahtındayken, tarlam ve hayvanlarım vardı. Şimdi o gitti ve elimde hiçbir şey kalmadı.”

Romanya’nın daha önceleri kutlanan milli gününde, hücremizde birçok mahkûmun katıldığı bir dini ayin düzenlendi ve bu arada Kral Michael ve Kraliyet ailesi için de dua edildi. Muhbirler bu olayı görmezlikten gelmelerinin kendileri için daha hayırlı olacağını düşündüler. Ancak Cumhuriyetçi hücre arkadaşımız, eski okul müdürü Constantinescu, monarşiye ve onun “boş merasimlerine” karşı olan görüşlerini dile getirdi.

Ormancı Radion, “Debdebe ve ihtişam senin için bir şey ifade etmeyebilir, ancak bir kral için bunların hepsi doğaldır; onun bütün bunlara sahip olması için herhangi bir şey yapmasına gerek yoktur. Onun politikacılar gibi faturası hep bize çıkan savaşlar ya da devrimler yaparak ün kazanmaya ihtiyacı yoktur. O bizi esenlikte yaşatır. Kralı istememin nedeni budur!” dedi.

Radion, din konusunda alaycı konuşan General Calescu’nun da hakkından geldi.

Calescu, “Eğer gerçekten İsa suyu şaraba çevirdiyse, neden bir dükkan açıp zengin olmadı?” diye sordu.

Radion, “Yaşayan hiç kimse Kurtarıcı’nın bu mucizeyi gerçekleştirdiğini kanıtlayamaz elbet. Ama sana kendi gözlerimle gördüğüm bir örnek verebilirim! O, şarabı mobilyaya çevirebiliyor.”

Calescu, “Şaşırtıcı!” diyerek güldü.

Evet. İman etmeden önce elimdekini avucumdakini içkiye yatırırdım. Karımın, üzerinde oturacak bir sandalyesi bile yoktu. Ama içkiyi bıraktığımda, paramızı biriktirip evimizi döşedik.”

Baharla birlikte, General Calescu’nun savaş oyunlarına resmen son veren bir haber mahkûmlara ulaştı. Ruslar ordularını Avusturya’dan çekmeyi kabul etmişlerdi. On yıl süren soğuk savaşın ardından Doğu ve Batı blokları arasındaki ilk “zirve toplantısı” Cenevre’de yapılacaktı.

Çok geçmeden, “barış içinde bir arada var olmak” kavramı rağbet görmeye başladı. Constantinescu bu görüşün destekleyicisiydi: “Komünist Doğu ile Batı neden birlikte uyum içinde yaşamasın ki?”

Ben, “Bir politikacı değilim, fakat kilisenin en azından ateizm ile asla uzlaşmayacağını biliyorum. Tıpkı, polisin haydutla, hastalığın sağlıkla barış yapamayacağı gibi” dedim.

Constantinescu yüzüme bakarak, “O zaman, ateistlerden nefret mi ediyorsunuz?” dedi.

Onu şöyle yanıtladım: “Ateizmden bir inanç olarak nefret ediyorum, ama ateistleri seviyorum. Tıpkı körlükten nefret ettiğim, ama körleri sevdiğim gibi. Ateizm de bir ruhsal körlük biçimidir, mücadele edilmesi gerekir.”

Constantinescu’nun asık yüzünde birden alaycı bir ifade belirdi: “Ama siz savaşmaktan söz ediyorsunuz peder. Hıristiyanlar’ın bir yanaklarına tokat atanlara diğer yanaklarını da çevirdiklerini sanırdım. Aziz Francesco, kurdu, onu öldürmek isteyenlerin elinden, ‘Kurt kardeşi öldürme; o da Tanrı’nın yarattıklarından biridir’ diyerek kurtarmamış mıydı?“

Ona şöyle yanıt verdim: “Aziz Francesco’ya büyük hayranlık duyuyorum. Ama eğer kurt kardeşi vurmazsam; koyun kardeşleri yiyecek. Kurdu denetleyemediğim takdirde onu öldürmek zorunda olmam, aslında sevgiden esinlenir. İsa bize düşmanlarımızı sevmemiz gerektiğini bildirir, ama başka bir yol kalmadığında, (tıpkı tapınaktaki satıcıları kovarken olduğu gibi) O da fiziksel güç kullandı. Tanrı günde binlerce can alıyor; yaşam gibi ölüm vermek de O’nun doğasındadır.”

Craiova’ya yeni gelenlerden mühendis Glodeanu, Batılı güçlerin Komünist Blok’un içişlerine artık karışmamaları gerektiği yolundaki BBC yayınlarını duyduğunu söyledi.

İtiraz ettim: “Hep birlikte içinde olduğumuz tekneye bir delik açmaya başlayıp, sonra da, ‘Karışmayın, teknenin bu tarafı benimdir’ dersem, buna razı olur musunuz? Elbette hayır! Benim tarafımdaki delikten giren su tüm teknenin batmasına neden olacaktır. Komünistler, ülkeleri ele geçirip oradaki gençliği, nefret aşılayarak zehirlemeye çalıştılar. Dünya üzerindeki kurulu tüm düzenleri yıkma planları, bir ‘iç iş’ değildi.”

Calescu, “Bu uluslararası haydutluktur!” dedi.

Constantinescu, “Batı her zaman haklı değildir, general. Stalin de tümden kötü değildi. Şöyle söyleyebiliyordu, ‘İnsan en değerli sermayemizdir.’”

Calescu, “Biz de bu nedenle hapsedildik!” diye homurdandı. Ama Constantinescu görüşünde ısrarlıydı; Komünizm yönetiminde endüstriyel, hatta kültürel bir ilerleme kaydedildiğini ifade etti. “Bu inkâr edilemez” dedi.

Ona yanıt verdim: “Eski zamanlarda Mısır’a giden bir ziyaretçi, firavunların piramitlerini gördüğünde hayran kalabilirdi, fakat Tanrı hayran kalmadı. Çünkü bunlar kölelerin eseriydi. Günümüzde Rusya ve uydularında durum aynıdır. Sözünü ettiğiniz o evler, fabrikalar ve okullar hep kölelerin emeğiyle yapılıyor. Peki, ya okullarda ne öğretiliyor? Batılı olan her şeyden nefret etmek!”

Constantinescu, “Komünistler gelecek için plan yaptıklarını söylüyorlar. Bir ya da iki nesil feda edilebilir, karşılığında insanlığın gelecekteki iyiliği için sağlam bir temel atılıyor” dedi.

Ona, “Gelecek nesilleri mutlu edebilmek için insanın kendisinin iyi olması gerekir. Komünist liderler, en berbat suçlular gibi, birbirlerini kötüleyip lanetliyorlar. Sovyetler’in en güçlü kişileri kendi yoldaşları tarafından öldürüldü. Hangi Komünist, bir sonraki Parti temizliğinde sıranın kendisine gelebileceğini bilirken, mutlu yaşayabilir ki?”

Constantinescu itiraz etti: “Onların da içlerinde biraz iyilik var. Hiç kimse tümüyle kötü olamaz. Komünistler de, Tanrı’nın benzeyişinin bir parçasını taşıyan, birer insandır.”

Buna katılıyorum. Hitler’in içinde bile bir iyilik vardı. Almanlar’ın çoğunun durumunu iyileştirdi. Ülkesini Avrupa’nın en güçlüsü yaptı. Eva Braun’la birlikte yeraltı sığınağındaki ölümü ve onunla son anda evlenmiş olması dokunaklı sayılabilir. Ancak milyonlarca kişiyi öldürmesinin yanında, bunlardan kim söz edebilir? Hitler vatanı için dünyayı fethetti, ancak ülkesinin de yıkımına yol açtı. Komünistler’in başarıları daima, insanın en önemli unsurunun, yani kişiliğinin ezilmesiyle kazanılmıştır.

Constantinescu ise, “Tüm Komünistler’i aynı kefeye koyamazsınız. Örneğin, Tito ılımlı bir diktatör olarak kabul edilir” dedi.

Ama hepsinin amacı aynıdır; Komünist devrimini dünyaya yaymak ve dini kökünden yok etmek. ‘Ilımlı’ Tito binlerce düşmanını öldürmüş ve dostlarını hapse attırmıştır” dedim.

Constantinescu, “Ben hâlâ bir ilerleme kaydedilmiştir diyorum” dedi.

Dışarıdan ne kadar etkileyici görünürse görünsün, gözyaşı ve kanla gelen bir ilerlemeyi takdir etmem olanaksızdır. Halklar Komünizm’i ne özgür iradeleriyle seçerler, ne de özgür iradeleriyle ondan kurtulabilirler.”

Dünya barış istiyor; senin seçeneğin nedir, nükleer savaş mı?”

Şöyle devam ettim: “Nükleer savaş bir seçenek değildir. Bunu hiç kimse istemez. Dünyada büyük bir uyuşturucu bağımlılığı sorunu var, buna rağmen Hitler’in çözümü gibi, bağımlıları sürüler halinde gaz odalarına göndermeyi düşünmüyoruz. Aynı zamanda, uyuşturucu trafiğiyle de “barış içinde bir arada var olamayız”; elli yıl mücadele etmemiz gerekse bile buna bir çözüm bulunması şarttır. Önderlerinin sadece daha fazla güç peşinde olduğu, kendi aralarında barış olmayan insanlarla barış içinde nasıl yaşayabiliriz? Komünistler bizi uyutmaya çalışırken, elimizden daha sonra ne kapacaklarını planlıyorlar.”

Sovyetler’in gerçek amaçlarını görebilmesi için ne yaparsam yapayım, Constantinescu’nun inançlarını etkileyemiyordum. Ranzamdan dışarı uzanarak yastık olarak kullandığı ve tüm sahip olduğu şeylerden oluşan küçük bohçasını hızla başının altından çektim. Kafasını duvara vurdu. Hareketime çok öfkelenmişti.

Şimdi neden benimle ‘barış içinde bir arada var olamıyorsun?’ diye sordum. Sahip olduklarının hepsini aldım; artık şimdi seninle dost olmaya hazırım.”

Ancak konuşma başka bir alana kaymadan, aldıklarımı ona geri vermek zorunda kaldım.

Constantinescu bir Komünizm hüsnükuruntusu kurbanıydı. Lenin ve Stalin doktrinleriyle yetişen kişiler, iyi niyeti, sömürülmesi gereken bir zayıflık olarak görürler. Kendi iyilikleri için, onların yenilmesi için çalışmalıyız. Sevgi genel olarak her derde deva değildir, yani bir nasır bandının yerini tutamaz. Komünist yöneticiler uluslararası boyutta suçlulardır. Suçlular ancak mağlup edildiklerinde tövbe edebilirler; ancak ondan sonra Mesih’e kazandırılabilirler.

Roma Senatosu’nda bir sorun çıktığı zaman, Cato (İ.Ö.95-İ.Ö.46 Romalı politikacı ve devlet adamı) hep şöyle yanıt verirmiş: “İlk önce düşmanımız Kartaca’yı yok edin; sonra her şey hallolur!” (Delenda est Carthaga!) Batı’nın kaderinin ya Komünizm’i yok etmek, ya da onun tarafından yok edilmek olduğundan emindim.

Zirve toplantısından önce Komünizm’e daha olumlu bir görüntü kazandırmak arzusu, cezaevi sistemindeki aşırılıkların bazılarının bir ölçüde azalmasına neden oldu. Mahkûmların topuklarından asılması ve kadınların saatlerce buzlu suya sokulması gibi cezaların uygulandığı Salcia cezaevindeki tüm görevliler tutuklandı. Resmi kanıtlar ‘Tugay liderlerinin’ kendi aralarında kimin en fazla mahkûmu ölesiye çalıştırabileceği konusunda yaptıkları yarışma sırasında 58 kişinin ölmüş olduğunu ortaya koydu. Sağ kalanlar arasından bizim cezaevine gelenler, ölü sayısının aslında en az 800 olduğunu söylüyordu.

Adaletin tecelli ettiğini dışarıya göstermek amacıyla Salcia cezaevi görevlilerine uzun cezalar verildi. Bu temizlik diğer cezaevleri için yola getirici bir örnek oluşturdu. Dayaklar durdu. Nöbetçiler özenli şekilde kibar davranmaya başladı. Jilava cezaevinin kumandanı Albay Gheorghiu, mahkûmlara şikâyetlerini sorduğunda ve karşılık olarak suratına bir tabak arpa bulamacı atıldığında, suçluya sadece bir günlük tecrit hapsi verildi.

Reformların ömrü kısa oldu. Çok geçmeden dayaklar ve hakaretler yeniden her zamanki düzene döndü. Bir yıl sonra, olaylar dış dünyada unutulduğunda, Salcia’nın seri katilleri terfiyle birlikte eski görevlerine iade edildiler. İşkencelerde onlara aracılık etmiş olan adi suçlular ise hapiste kaldılar.

Cezaevlerindeki bu değişim sırasında ben de birkaç kez yer değiştirdim. Bu korkunç yolculukların hepsi birleşerek beynimde tek bir anı olarak yer etmiştir. Gözlerimi kapattığımda, sakalları uzamış, başları tıraş edilmiş bir yığın mahkûmun, trenin hareketiyle yavaşça ileri geri sallandıklarını görebiliyorum. Ayaklarımızda 20 kiloluk zincirler daima takılı dururdu. Bu zincirler gıdasızlıktan zaten zayıf olan bedenimizde aylar boyunca iyileşmeyen yaralar açardı.

Bu yolculukların birinde, trenimiz bir yerde durdu. Ansızın bir çığlık koptu: “Soyuldum!” Uyandığımda adi hırsızlıktan ceza yemiş Bükreşli küçük Dan’ı, bir mahkûmdan diğerine koşup sarsarak uyandırdığını gördüm. Herkes Dan’a küfredip tokatlıyordu, ama o buna aldırış etmiyordu. “Sakladığım 500 Lei gitmiş! Dünyada tek sahip olduğum şeydi!”

Onu yatıştırmak amacıyla, “Arkadaşım, bir rahibin hırsız olabileceğini sanmıyorsundur herhalde, ama istersen beni arayabilirsin” dedim.

Diğerleri de onu susturmak için Dan’ın kendilerini aramasına izin verdiler, ancak bir şey bulunamadı. Tren yola devam etti. Herkes tekrar uykuya daldı. Tan vakti daha güçlü bir şamatayla uyandık. Diğer on sekiz mahkûmun hepsi de soyulmuştu.

Dan bağırdı, “Aramızda bir hırsız olduğunu zaten biliyordum.”

Birkaç gün sonra, bir sonraki durağımız Poarta-Alba’da bu olayı hırsızlıktan bir yıl hüküm giymiş olan bir adama anlattım. Kahkahayla şöyle dedi: “Dan’ı yıllardır tanırım. Herkesin çalınmaya değer kıymetli eşyalarını nerede sakladığını görmek için bu numaraya başvurmuştur.”

Siyasilerin” ve adi suçluların bir arada tutulduğu Poarta-Alba’da birçok “Dan’lar” vardı. Bir gün, bir grup mahkûm yakınımda bir yerde kendi yaptıkları zarı atıp oynarken ben de uyuklamaya çalışıyordum. Birisinin ayağımdan gıdıkladığını hissetmemle birden uyandım. Gözlerimi ovuşturup baktığımda, bir mahkûmun ayakkabı bağcığımı çözmeye çalıştığını gördüm, öbür teki ise çıkarılmıştı.

Ayakkabılarımla ne yapıyorsun?” diye sordum.

Onları zarda kazandım” diyerek sırıttı. Kendisine ayakkabılarımdan vazgeçmeyeceğimi söyleyince gücendi.

Hırsızların dünyası bambaşka bir dünyaydı. Tehlikeli soygun maceralarını birbirlerine anlatmaktan hoşlanıyorlardı. Diğer erkeklerin içki, kumar ya da kadın sevdiği gibi, onlar da heyecanı seviyordu. Onların işlerine olan bu adanmışlığı beni şaşırtıyordu.

Bir gece diğerleri dışarıdayken, kapı gürültüyle açıldı ve gardiyanlar “Parmak” takma adlı yankesiciyi içeri fırlattılar. Adam yerde yuvarlanıp inlemeye başladı. Ona ranzasına gitmesi için yardım ettim. Islak bir paçavrayla şişmiş ağzındaki kanları temizlemeye başladım. Anladığıma göre mutfaktan bir şeyler aşırmaya kalkışmıştı.

Parmak bana, “Hiç de kötü birine benzemiyorsunuz peder bey” dedi. “Dışarı çıkıp ilk volimi vurduğumda, sizin payınızı unutmayacağım.”

Ona daha iyi bir kazanç yolu bulacağını umut ettiğimi bildirdim.

Güldü, “Beni döverek boşuna zaman kaybediyorlar” dedi. “İşimi seviyorum ve asla bırakmayacağım.”

Omzuna kolumu atıp, “Teşekkürler, bana iyi bir ders verdiniz” dedim.

Ne demek istiyorsunuz?”

Eğer dayak sizi yolunuzdan döndürmüyorsa, benim yolumu değiştirmek isteyenleri ben niçin dinleyeyim? Siz nasıl bir sonraki soygundan bir şeyler vuracağınızı düşünüyorsanız, benim de bir ruhun kazanılmasını düşünmem gerek. Sizin ve arkadaşlarınızın hikâyelerini dinledikçe, daha fazla şey öğreniyorum.”

Acı bir tebessümle, “Şaka yapıyor olmalısınız” dedi.

Hayır. Örneğin, siz geceleri çalışıyorsunuz. İlk gece başarısız olursanız, ertesi gece yine denersiniz. Ben de, bir rahip olarak, gecemi dua ederek geçirmeliyim ve eğer isteğim gerçekleşmezse duadan vazgeçmemeliyim. Sizler başkalarından çalıyorsunuz, ancak kendi aranızda bir dürüstlüğünüz var. Biz Hıristiyanlar da, kendi aramızda, tıpkı sizin gibi birleşmiş olmalıyız. Para için yaşamınızı ve özgürlüğünüzü tehlikeye atacak olsanız bile, para elinize geçer geçmez oraya buraya dağıtıyorsunuz. Bizler de, paraya gereğinden fazla değer vermemeliyiz. Siz hırsızlar cezanın sizi yolunuzdan döndürmesine izin vermezsiniz; bizler de tıpkı bunun gibi, acı çekmekten çekinmemeliyiz. Siz nasıl her şeyi tehlikeye atabiliyorsanız, bizler de, kazanılacak olanın Cennet olduğunun bilinciyle aynısını yapmalıyız.”

Poarta-Alba’daki cezaevi, bir zamanlar eşimin de zorla çalıştırıldığı kanal projesinin yanındaki çalışma kampından geri kalanlardan oluşmuştu. Sabina’nın şu anda Bükreş’te bir yerde yaşadığını biliyordum. Onu düşünmeden bir saatim bile geçmiyordu. İçine elli kişi alan derme çatma, uzun ve boş barakalarda yaşıyorduk. Çevrede terk edilmiş barakalar ve bir zamanlar Sabina’nın da bildiğini zannettiğim sebze bahçeleri vardı. Bu melankolik avuntum birkaç hafta sonra başka bir yere nakledileceğimi öğrenmemle sona erdi.

Parmak veda etmeye geldi. Yanında tüm ülkede korku saçmış bir haydut olan Calapod adlı iş arkadaşı vardı. Sırtıma vurarak, “Demek hırsızları ve haydutları seven Saygıdeğer Peder buymuş!” diye bağırdı.

Bay Calapod, İsa kendini bir hırsızla karşılaştırmaya aldırış etmemişti. O, ‘Rab’bin günü hırsız gibi gelecek’ (2Pe.3:10) diye vaat eder. Tıpkı soyduğunuz kişilerin sizin geleceğinizi bilmedikleri gibi, İsa da bir gece sizin ruhunuzu almaya gelecek ve siz bunun için hazır olmayacaksınız.”

Craiova ve Poarta-Alba’da geçen rutubetli ve soğuk haftalar ve zincire bağlı olarak yaptığım tren yolculukları tüberkülozumu nüksettirmişti. Transilvanya dağlarındaki bir sonraki cezaevim olan Gherla’ya geldiğimde o kadar kötü bir durumdaydım ki, beni “hastane” olarak bilinen hücrelerden bir tanesine yerleştirdiler. Doktorumuz Marina adlı genç bir kadındı. Bu, onun ilk göreviydi. Diğer hasta mahkûmlar onun görevinin ilk gününde, bembeyaz bir yüzle bir “hastane” hücresinden, diğerine koşturduğunu anlattılar. Tıp eğitiminde aldığı hiçbir şey, onu burada karşılaşacağı pislik, açlık, en basit tıbbı araç ve gereçlerin yokluğu ve aldırış etmez acımasızlığa karşı hazırlamamıştı. Mahkûmlar onun bayılacağını sanmışlardı, ancak o işine devam etmişti.

Marina uzun boylu, narin yapılı bir kızdı. Yorgun yüzünü, sarı saçları çevreliyordu. Beni muayene ettikten sonra, “Bol temiz hava ve iyi gıdalar almanız gerekiyor” dedi.

Gülmekten kendimi alıkoyamadım. “Nerede olduğumuzu bilmiyor musunuz, Dr. Marina?”

Gözleri yaşardı. “Bu söylediklerim, bana tıp eğitimimde öğretilenlerdi” dedi.

Birkaç gün sonra yüksek rütbeli subaylar cezaevini ziyaret ettiklerinde, Marina koridorda onlara konuyu açmaya çalıştı. “Yoldaşlar, bu insanlar idama mahkûm edilmedi. Devlet size nasıl onları emniyet altında tutmanız için para ödüyorsa, bana da onları hayatta tutmam için para ödüyor. Ben sadece görevimi yapabilmemi mümkün kılacak gerekli koşulların sağlanmasını rica ediyorum.”

Bir erkek sesi şöyle yanıt verdi: “Siz yasalara karşı gelmiş olan kişilerin tarafındansınız demek!”

Sizin için yasalara karşı gelmiş insanlar olabilirler, fakat onlar benim için birer hastadır.”

Koşullar iyileşmedi. Onun yerine, benim için bütün ilaçlardan daha değerli olan bir haber aldık. Cenevre’deki zirve öncesi, ailelerimizin bizi ziyaret etmesine izin verilecekti.

Heyecan gittikçe yükseldi. Hepimiz sinirliydik. İnsan bir anda sevinçle doluyor, bir anda da ağlamaklı oluyordu. Bazı mahkûmlar ailelerinden on ya da on iki yıldır bir haber alamamıştı. Ben ise Sabina’yı sekiz yıldır görmemiştim.

Nihayet o gün geldi. Adım okunduğunda seslerin yankılandığı çok büyük bir salona götürüldüm ve bir masanın arkasında bekletildim. 20 metre kadar ötede Sabina’nın bir başka masanın arkasında durduğunu fark ettim. Çevresi subay ve nöbetçilerle çevrilmiş olan cezaevi kumandanı, aramızdaki duvara yakın bir yerde adeta bir tenis maçına hakemlik edecekmiş gibi hazır duruyordu.

Sabina’ya baktım. Çektiği acı dolu yılların onda daha önce hiç görmediğim bir güzellik ve esenlik yaratmış olduğunu fark ettim. Ellerini kavuşturmuş, gülümseyerek duruyordu.

Masanın kenarını kavrayarak, “Evde iyi misiniz?” diye bağırdım.

Sesim odada garip yankılar yapıyordu.

Evet, Tanrı’ya hamt olsun, hepimiz iyiyiz” diye yanıt verdi.

Kumandan araya girip, “Burada Tanrı’nın adını kullanmanız yasak” dedi.

Annem yaşıyor mu?” diye sordum.

Tanrı’ya şükür yaşıyor” dedi.

SİZE TANRI’NIN ADINI KULLANMANIZIN YASAK OLDUĞUNU SÖYLEMİŞTİM!”

Sabina, “Sağlığın nasıl?” diye sordu.

Cezaevi hastanesindeyim.“

Kumandan, “Cezaevinde nerede kaldığınızı söylemenize izin verilmiyor” dedi.

Tekrar denedim: “Duruşmam hakkında, temyize gitme umudumuz var mı?”

Kumandan, “Duruşmanız hakkında konuşmanız da yasaklanmıştır” dedi.

Böylece sürüp gitti. Nihayet, “Artık eve git, sevgili Sabina. Konuşmamıza izin vermeyecekler” dedim.

Karım bir sepet dolusu giysi ve yiyecek getirmişti, ama bana bir elma dahi vermesine izin verilmedi. Beni götürürlerken arkama baktım ve onun silahlı nöbetçiler nezaretinde salonun sonundaki kapıya doğru götürüldüğünü gördüm. Kumandan yeni bir sigara yaktı; kafası başka bir yerdeydi.

O akşam Doktor Marina yatağımın ucunda durarak, “Oh! Ben de eşinizin ziyaretinin size iyi geleceğini düşünmüştüm” dedi.

Dost olduk. Bana kendisine din konusunda hiçbir şeyin öğretilmediğini ve bir ateist olduğunu sandığını söyledi. “Günümüzde herkes zaten öyle değil mi?”

Bir gün Hıristiyan bir mahkûmla beraber Doktor Marina’nın muayenehanesi işlevini gören küçük odanın içindeydik. O günün Pentikost Günü olduğundan söz ettim.

Doktor Marina, “O da nedir?” diye sordu. Bu sırada görevli bir nöbetçi, hasta dosyalarının arasında bir şeyler arıyordu, bu yüzden ben de onun aradığı kartı bulup odadan ayrılmasına dek bekledim. O gittikten sonra şöyle yanıt verdim: “Tanrı’nın binlerce yıl önce On Emir’i bizlere verdiği gündür” dedim.

Bu arada nöbetçinin ayak seslerinin yaklaşmakta olduğunu duyarak yüksek sesle ekledim: “Öksürdüğümde burası çok ağrıyor, Doktor.”

Nöbetçi aldığı kartı yerine geri koydu ve tekrar odadan ayrıldı. Ben de devam ettim: “Pentikost ayrıca Kutsal Ruh’un elçilerin üzerine indiği gündür.”

Nöbetçinin ayak sesleri tekrar duyulmaya başladığından, aceleyle devam ettim: “Geceleri ise belimdeki ağrı çok korkunç oluyor.”

Doktor Marina gülmemek için dudaklarını ısırdı. Ben de yarıda kalan vaazıma devam ettim. Ben konuşurken, bu arada o da benim göğsümü kontrol ediyor, öksürmemi istiyor ve boğazıma bakıyordu. Ancak sonunda gülerek muayenesini kesmek zorunda kaldı. Ağzını bir mendille kapatarak, “Lütfen durun! Daha sonra tamamlarsınız” dedi. Bu arada nöbetçinin umursamaz yüzü tekrar kapıda belirmişti.

Sonraki haftalarda ona İncil’i anlattım. Doktor Marina, benim ve Gherla’daki diğerlerinin katkısıyla, Mesih’e geldi. İman ettikten sonra bizim için daha fazla riske girmeye başladı.

Yıllar sonra başka bir cezaevindeyken, kalbini etkileyen ateşli romatizma nedeniyle Doktor Marina’nın öldüğünü öğrendim. Her zaman aşırı çalışmıştı.

İçişleri Bakanlığı’nın altındaki hücrelerdeki tecrit hapsimin ardından bir ayımı geçirdiğim cezaevi hastanesi Vacaresti’ye tekrar nakledildim. Vacaresti her zamankinden daha fazla kalabalıktı. Tüberküloz hastaları diğer hastalarla aynı odayı paylaşmak ve mikropları birbirlerine geçirmek durumundaydılar.

İki Gizli Polis görevlisi beni sorguya çekmek için geldiler. Bana alaycı bir ifadeyle şimdiki Komünizm hakkında ne düşündüğümü sordular. “Size ne söyleyebilirim ki? Ben onu sadece cezaevlerinin içinden tanıyorum” dedim.

Sırıtarak, “Şimdi de bunu bir VIP’den (çok önemli kişiden) –eski Maliye Bakanı– Vasile Luca’dan öğrenme fırsatını elde edeceksiniz!” dediler.

Luca’nın 1953 yılındaki döviz skandalları nedeniyle görevinden alınması, Ana Pauker çetesinin de görevlerinden alınmasının yolunu açmıştı. Luca, İçişleri Bakanı Theohari Georgescu ile birlikte Parti’den ihraç edilmişti. Şimdi her üçü de çeşitli cezaevlerinde, beş yıllık saltanatlarının kurbanlarıyla birlikte cezalarını çekiyorlardı. Luca yönetimde olduğu o günlerde çok methedilmiş, fakat az sevilmişti. Şimdiyse, nöbetçiler ve mahkûmlar ona olan nefretlerini gösterme fırsatını buldular. Luca hücremizin bir köşesinde tek başına oturmuş, kendi kendine konuşup yumruklarını ısırıyordu. Gazetelerde sıkça çıkan resimlerinden çok farklı; yaşlı, hasta ve tanınmaz bir haldeydi.

Çektiği sıkıntılar Luca’yı son derece rahatsız ediyordu. Bir Hıristiyan, çektiği acılar ne olursa olsun, imanı uğruna İsa Mesih’in geçtiği o yoldan geçmekte olduğunu bilirdi. Ancak tüm yaşamı boyunca Komünizm için çalışmış olan Luca’nın ne umudu, ne de inancı kalmıştı. Milliyetçiler yönetime geçtikleri ya da Amerikalılar geldiği takdirde, ilk asılacakların arasında Luca ve yoldaşları olacaktı. Bu arada, onlar eski Parti yandaşları tarafından cezalandırılmaktaydılar. Luca, onunla tanıştığımızda yıkılma noktasındaydı.

Bana, siyasi itibarının zedelenmesinin ardından, işkence altındayken gülünç ithamları kabul etmek zorunda bırakıldığını söyledi. Askeri mahkeme onu idama mahkûm etmişti, ancak cezası ömür boyu hapse çevrilmişti.

Öksürerek, “Fazla yaşamayacağımı biliyorlardı” dedi.

Partideki düşmanlarını düşündükçe öfke nöbetlerine tutuluyordu. Bir gün hücreye bırakılan yemeği yiyemediğinde, ona kendi ekmeğimden verdim. Büyük bir iştahla kabul etti.

Homurdanarak, “Bunu neden yaptın ki?” diye sordu.

Cezaevinde oruç tutmanın değerini çok iyi öğrendim” dedim.

O da ne demekmiş?”

İlk önce, ruhun bedenin hâkimi olduğunu gösterir. İkinci olarak, bir yemek yüzünden sıkça ortaya çıkan kızgınlıklardan ve münakaşalardan beni korur. Üçüncü olarak, eğer bir Hıristiyan, cezaevinde oruç tutmazsa, o zaman diğerlerine ne şekilde yardım edebilir ki?”

Luca, tutuklandığından beri kendisine tek yardımın Hıristiyanlar’dan geldiğini itiraf etti. Ardından öfkesi yine kabardı.

Fakat birinci sınıf düzenbaz olan pek çok din adamı tanıdım. Parti Merkez Komitesi’nin bir üyesi olarak, dinler ve mezhepler konusunda çok sert bir tutum izliyordum. Departmanımda ülkedeki –siz dahil– her rahibin ayrı bir dosyası vardı. Artık Romanya’da gece yarısı arka kapımı rica için çalacak daha başka din adamı kaldım mı diye merak etmeye başlamıştım. Öyle bir biraderler çetesi ki!”

Ona insanların dini alçaltabileceklerini, fakat dinin insanları çok daha fazlasıyla yücelttiğini söyledim. Bu durum birçok azizde görülebilirdi. Yani yalnızca eski çağların azizlerinde değil, günümüzde yaşayan büyük Hıristiyanlar’da da görülebilirdi.

Luca öfkelendi. Dünyaya karşı beslediği kin, herhangi bir insanın içinde iyiliğin var olduğunu kabul etmesini engelliyordu. Kilisenin bilimi yargılamış olduğuna dair alışılmış ateist iddiaları tekrarlamaya başladı. Kendisine birer Hıristiyan olan büyük bilim adamlarından bazılarını saydım – Newton, Kepler, Pavlov ve anesteziyi bulan Sir James Simpson.

Luca, “Zamanın gereklerine uymuşlardı” diye yanıt verdi.

Mikropları ve aşıyı bulan Louis Pasteur’ün beyanatını biliyor musunuz? ‘Je crois comme une charbonniére le plus que je progresse en science.’ (Bilimde ilerleme kaydettikçe, imanım bir kömür madeni işçisininki gibi yalınlaşıyor.) İmanı, geçen yüzyılda yaşayan maden işçilerininki gibiydi. Yaşamının çoğunu bilimin zirvesinde geçirmiş olan bu adam, sade bir insanın imanına sahipti.”

Luca içerlemiş bir sesle, “Kilisenin yargılamış olduğu diğer bilim adamlarına ne dersiniz?” diye sordu.

Ondan bu kişilerin isimlerini saymasını rica ettim.

Elbette. Hapse atılan Galileo. Ateşte yakılan Giordano Bruno…” ve durdu.

2.000 yılda sadece iki isim bulabildiniz. Bu, insani ölçülerde, Kilise için bir zaferdir. Bunu, sadece Romanya için, son on yıllık Parti kayıtlarınızla bir karşılaştırınız. Binlerce masum insan kurşuna dizildi, işkence gördü ve hapse atıldı. Siz kendiniz bile tehditler ve türlü vaatler yoluyla zorla alınan ifadenizdeki çarpıtılmış kanıtlara dayanılarak mahkûm edildiniz! Komünizm’le yönetilen ülkelerin tümünde toplam kaç tane adaletsizlik yapıldığını düşünüyorsunuz?”

Bir akşam, Son Yemek ve İsa’nın Yahuda’ya söylediği, “Ne yapacaksan yap” sözü üzerine vaaz ediyordum.

Luca, “Hiçbir şey Tanrı’ya inanmamı sağlayamaz. Eğer inanmış olsaydım, O’na edeceğim tek dua şu olurdu: ‘Ne yapacaksan yap!’”

Luca’nın durumu iyice kötüleşti. Kan tükürüyordu. Ateşler içindeyken, soğuk terler döküyordu.

Tam o sıralarda başka bir cezaevine nakledildim. Ayrılmadan önce, Luca ruhuyla ilgili düşüneceğine söz verdi. Ona ne olduğunu bilmiyorum, ancak bir insan kendisiyle tartışmaya başladığı zaman, gerçeği bulma şansı çok azalır. İnanç değişimleri genellikle aniden gerçekleşir. Alınan mesaj yüreği deler ve o anda yüreğin derinliklerinden şifa veren yeni bir şey doğmaya başlar.

O zamanlar Luca gibi birçok insan tanımıştım ve arkadaşlarla sık sık, Komünizm yıkıldığında, Komünist liderler ve onların yandaşlarına ne yapılması gerektiği konusunda konuşmuştum. Hıristiyanlar intikam almanın karşısındaydı, fakat bu konuda kendi aralarında bölünmüşlerdi. Kimileri affetmenin “tümüyle” olması gerektiğini düşünüyordu, kimileriyse İsa’nın Petrus’a, ona karşı haksızlık etmiş olan arkadaşını affetmesi konusunda söylediği, "Yedi kez değil; yetmiş kere yedi kez” sözlerinden yola çıkarak –Komünistler’in çoktan aşmış olduğu– sayısal bir sınır belirlemekteydiler.

Benim görüşüme göre, herkesi bireysel olarak, etkisi altında kaldığı kötü güçleri anlayarak ve intikamcı bir tutum izlemeyerek değerlendirdikten sonra, kötülük yapmış olanları bir daha zarar veremeyecekleri bir yerde tutmaya hakkımız vardır. Komünistler birbirlerini cezalandırmak için zaten yeterince güç ve zaman harcıyorlar. Lenin’i, Stalin’in zehirlediği söylenmektedir. Troçki’nin ise bir buz keskisiyle öldürülmesini sağlamıştı. Kuruşçev kendi “yoldaşından” öylesine nefret ediyordu ki, onun itibarını yok etti ve mezarını yağmaladı. Luca, Theohari Georgescu, Ana Pauker ve diğer birçokları kendi zalim sistemlerinin kurbanı oldular.

Bir sonraki yolcululuğumu kara yoluyla, üzerinde “Devlet Gıda Vakfı” yazan bir kamyonun içinde yapmaktaydım. Güvenlik nakil araçları genellikle benzeri isimler taşırdı. Bunun amacı, halkın bu araçların nereye gittiğini ve sayılarını bilmesinin istenmemesi ve belki de herhangi bir kaçırma girişiminde bulunulmasından korkulmasıydı. Kamyonda benimle birlikte iki kişi daha vardı. Bir tanesi eski bir Demir Muhafız lideriydi; yirmi yıl ceza yemişti. Diğeri ise bir hırsızdı ve altı aylık cezasını çok yakında bitirip serbest kalacaktı.

Demir Muhafız, prangalarına bakarak neşeyle, “Artık bunları bir daha görmeyeceğim” dedi. Sonra bana arkasını dönerek hırsıza, zirve toplantısı öncesi tüm siyasi suçluların salıverilmesinin kararlaştırıldığını ve ilk serbest kalacakların içinde kendisinin olduğunu söyledi. Hırsız ise ona tek isteğinin düzgün bir iş sahibi olmak olduğunu, ancak kimsenin ona iş vermek istemediği anlattı.

Demir Muhafız, hırsızın halinden anlıyormuş gibi görünüyordu. Birden onu kolundan yakalayarak, “Bir fikrim var! Neden birbirimize yardım etmiyoruz? Ruslar yolu açtığına göre, Amerikalılar bir ay içinde burada olurlar. İçlerinde önemli dostlarım var. Kimliklerimizi değiştirmeye ne dersin? Bir sonraki durakta ismim okunduğunda sen karşılık ver, ben de seninkine karşılık vereyim. Beni, senin yerine tahliye ettiklerinde, dışarıda Amerika’nın yönetime el koymasıyla ilgili hazırlıklar yapmaya başlarım. Sen de benim adımı taşıyarak, yani siyasi suçlu olarak Amerikalılar’ın ülkeye adım attıkları gün serbest bırakılırsın. Gerisini bana bırak, geleceğin ayarlanmış olacaktır!”

Hırsız bu fikrin cazibesiyle adeta kendinden geçti. Kamyon cezaevi avlusuna yanaştığında, iki adam birbirlerinin isimlerine karşılık verdiler ve iki ayrı binaya yerleştirildiler. Kısa dönem cezaların çekildiği bölüme konulan Demir Muhafız on gün sonra serbest bırakıldı. Hırsız ise, Amerikalılar’ın gelişine dair hiçbir haber almadan, haftalar, aylar geçirdi. Diğer adamın cezasını sonuna dek çekmek olasılığıyla yüzleşen hırsız, sonunda tüm gerçeği cezaevi kumandanına itiraf etmek zorunda kaldı. Demir Muhafız bir süre arandıktan sonra yakalandı. Hırsız artık serbest bırakılacağını sanıyordu. Ama tahliye edilmek yerine Faşist bir suçluya kaçması için yardım etmekten yargılanarak –bu sefer kendisine ait olan– yirmi yıl hapis cezası aldı. Neticede bu iki adam –birbirlerine kötülük etmiş olan diğerleri gibi– birlikte cezalarını çekerek yaşamak zorunda kaldı.

Yeni cezaevimin adı Rumence “ıslak yer” anlamına gelen Jilava idi. Adını hak ediyordu. Kamyonumuz cezaevinin içine girmek için çok dik bir yokuştan aşağı indi; birden toprağın altına karanlığa gömüldük. Jilava’nın en derin noktası, 10 metre yerin altındaydı. Bir kale olarak tasarlanmıştı, çevresinde derin hendekler vardı. Bir yabancı ne olduğunu hiç anlamadan önünden geçip gidebilirdi. Üzerinde koyunlar otluyordu. Kendimizi binlerce ton toprağın altına diri diri gömülmüş hissediyorduk. Jilava 500 asker barındırmak üzere inşa edilmişti. Şimdi ise 2.000 mahkûm, küçük talim avlularına açılan kötü aydınlatılmış bir dizi hücre ve tünellere hapsedilmişti. Nemden küflenmiş duvarlardan aşağı doğru sular sızıyordu.

Yatak komşum, Odessa’lı eski bir polis şefi olan Albay Popescu idi. Bana, ilk geldiğinde buradaki koşulların şimdikinden çok daha beter olduğunu söyledi. Küçük hücreye 100 kişi birden sıkıştırılmış ve pencereler tahtalarla örtülmüştü. Bazı mahkûmlar havasızlıktan boğularak ölmüştü.

Popescu bana savaştan sonra on iki yıl boyunca girişi kapatılmış bir mağarada Ruslar’dan saklanarak yaşadığını söyledi. Saman üzerinde yatıp dostlarının küçük bir delikten içeri soktuğu yiyecekleri yemişti. Ancak Gizli Polis onu sonunda bulmuştu. O küçük alanda yıllarca iki büklüm durmaktan bacakları felç olmuştu. Tekrar yürümeye başlaması için aylar geçmişti.

Popescu’nun müstehcen konuşmalarından, din konusunun yıllardır düşüncelerinden uzakta olduğu anlaşılıyordu. O mağarada tek başına zamanını nasıl geçirdiğini sordum.

Kafamdan bir roman tasarladım. Yazıya döksem 5.000 sayfa tutar, ama kimse basmaya cesaret edemeyecektir” dedi.

Romanından ezbere bölümler tekrarladığında, Popescu’nun kitabın basımı konusunda neden öyle konuştuğunu anladım. Hayatımda bu derece müstehcenlik hiç duymamıştım.

Koridordan gelen bir ses, yemeğin geldiğini duyurdu. Bayat havuç çorbamı alarak komşumun ranzasına gittim, oturup konuşmaya başladık. Bu genç mahkûm bir radyo teknisyeniydi. Batı’daki vatansever bir gruba radyo mesajları göndermişti. Bana, İncil’in müjdesinin kendisine Mors alfabesi aracılığıyla ulaştırıldığını ve böylelikle İsa Mesih’e iman ettiğini söyledi.

Beş ya da altı yıl önceydi. İçişleri Bakanlığı’nın altındaki hücrelerde sorguya çekilmekteydim. Ben oradayken tanımadığım bir rahip yan hücremde yatmaktaydı. Kutsal Kitap ayetlerini duvara şifreyle vurarak bana gönderiyordu.”

Bana hücresinin tam nerede olduğunu söylediğinde, kendisine, “O rahip bendim” dedim.

Onun yardımıyla cezaevinde etkisini yayan bir çekirdek Hıristiyan grubu oluşturmayı başardık. Fakat herkesin uzağında durduğu bir kişi vardı – Gheorge Bajenaru.

Gheorge Bajenaru bir Ortodoks piskoposunun oğluydu. “Romanya’nın en kötü papazı” unvanına sahipti. Babasının imzasını taklit ederek kendisine hak etmediği paye ve onurlar edinmişti. Eşinin müdürlük yaptığı okulun paralarını zimmetine geçirmişti. Eşi onu korumak için intihar ettiğinde, hiçbir vicdan azabı duymamıştı. Para için kendi babasını bile ihbar etmişti. Ardından, bir sığınmacı rolü oynayarak Batı’ya gitmişti. Orada piskopos olarak atanmış, böylelikle Romanya’dan gelen bütün Ortodoks sürgünlerinin üzerinde yetkiye sahip olmuştu. Bu insanlardan ve Dünya Kiliseler Konseyi’nden paralar almıştı. Bütün bunlar olup biterken, Komünistler onu sabırla beklemekteydi.

Boğa gibi iri yapılı olan Bajenaru, o zamanlar son derece küstah ve dünyasal bir insandı. Şimdi ise eriyip küçülmüştü. Başından geçenleri bana anlattı. Zengin bir Rumen’in düğünü için Avusturya’ya gitmiş ve birkaç gün orada kalmıştı. Bir gece, Fransız bölgesindeki bir restorandan ayrılırken, arkasında ayak sesleri işitmişti. Ardından kafasına bir sopa inmişti. Bajenaru hemen toparlanarak kendini korumaya çalışmış, ancak başaramamıştı. Dört adam onu zapt etmeye çalışırken, koluna bir iğnenin girdiğini hissetmişti.

Uyandığımda Sovyet bölgesindeydim. Duvarda bir ayna vardı; baktığımda kendimi tanıyamadım. Saçlarımı çok kısa kesip kızıla boyamışlardı. Siyah sakalım yok olmuştu. Tenim de saçıma uygun bir şekilde ağartılmıştı. Moskova’ya uçakla götürüldüm. Lubianka cezaevindeki sorgulayıcılar, Anglo-Amerikan casusluk dünyasında kilit adam olduğumu düşündüler. Benden Dünya Kiliseler Konseyi’nin, Demir Perde gerisinde ne yapmayı planladığını öğrenmek ve Batı’daki Rumen sürgünlerin komploları hakkında bilgi almak istiyorlardı. Onlara hiçbir şey söyleyemedim. Ben sadece hoşça vakit geçirmeye çalışmıştım, o kadar. Ruslar bu beyanıma inanmadılar. ‘Pekâlâ ekselansları, hafızanızı ameliyat odasında canlandıracağız’ dediler.”

Bajenaru ellerini kaldırarak tırnaksız parmaklarını bana gösterdi.

Tek tek kırdılar” dedi. “Beyazlar giyinmiş bir doktor ve iki hemşire vardı. Anestezi hariç, her türlü tıbbi araç gerece sahiptiler!”

Bajenaru haftalar boyunca işkence görmüştü. Artık delirmek üzereyken, Ruslar onlara söyleyecek bir şeyi olmadığını nihayet anlayıp onu Bükreş’teki Romanya Gizli Polisi’ne teslim etmişlerdi. İşkenceler orada tekrar başlamıştı.

Sorgulaması hâlâ Jilava’da sürüyordu. Hücreye her geri getirilişinde, mahkûmlar onu ihbarcılıkla suçluyordu. Aslında o sadece yapmış olduğu kötülüklerin bedelini ödemek istiyordu. Acı çekmek onu arındırmıştı. Bajenaru yüreğinin değiştiğini davranışlarıyla açıkça gösterse bile, diğerleri onun değişmiş olabileceğine inanmıyordu. Bir keresinde herkese açık olan dini bir tören düzenledi. Kral ve ailesi için yüksek sesle dua ederken birisi onu ihbar etti. İhbarcının kurbanlarından olan birkaç din adamı, Bajenaru ve ben, hepimiz “Siyah Odaya” gönderildik.

Dik merdivenlerden aşağı inip, kalenin derinliklerinde penceresiz bir bölmeye götürüldük. Belli ki, eskiden bir cephane deposu olarak kullanılıyordu: Kalın duvarlardan hiçbir silah işleyemezdi. Tavandan akan bir su, “Siyah Odanın” tabanını göle çevirmişti. Oda yaz aylarında bile son derece soğuktu. Zifiri karanlıktan bir ses, “Kendimizi sıcak tutmalıyız” dedi. Islak ve kaygan zeminde kayıp yere düşmemize rağmen, daireler çizerek yürümeye başladık. Saatler sonra kayıp düşerek aldığımız yaralardan ve yorgunluktan bitap bir durumdayken dışarı çıkarıldık.

Diğerleri şanslı olduğumuzu söylüyordu, çünkü Siyah Oda’ya gitmeden önce genellikle mahkûmların tüm giysileri çıkarılmaktaydı. On sekiz kişilik bir grubun iki gün boyunca o odada nasıl hayatta kalmış olduğu hâlâ anlatılıyordu. Milliyetçi Köylü Partisi’nin üyeleri olan bu mahkûmların hepsi de orta yaş ve üzerindeydi. Donarak ölmekten korunmak amacıyla birbirlerine sarılarak karanlık hücrenin tabanında insandan bir yılan oluşturmuşlardı. Her mahkûm ısınmak için önündekine sarılmış vaziyette, baştan aşağı pislikle kaplanmış bir halde, bitmeyen adımlarla dönüp durmuşlardı. Aralarından birisi yere yıkılsa, öbürleri onu suyun içinden kaldırıp yürümeye devam etmesi için zorlamıştı.

Bajenaru kral için dua etmeye devam etti. Nihayet mahkemeye çıkarılıp geri geldiğinde, sakin bir sesle, ölüme mahkûm edilmiş olduğunu bildirdi. Gerçek alçakgönüllülüğe ermişti. Geçmişte büyük günah işlemiş alçakgönüllü kişilerin, zulüm ve eziyete karşı, ruhsallıkta zengin diğer Hıristiyanlar’dan daha dirençli oldukları çoğu zaman dikkatimi çekmiştir. 4. yüzyılda Roma’da savaş arabaları yarışlarının düzenlendiği zamanlarda yaşamış olan Aziz İoannes Khrysostomos bir keresinde şöyle söylemişti: “Doğruluk ve Gurur atlarının çektiği bir araba ile Günah ve Alçakgönüllülük atlarının çektiği bir araba eşleşmiş olsaydı, inanıyorum ki, ikinci araba Cennet’e ilk olarak varırdı.”

Albay Popescu, Bajenaru’dan idam cezasının temyizi için yüksek mahkemeye başvurmasını önerdi. Bajenaru şöyle yanıt verdi: “Ben o yargıçların yetkisini tanımıyorum. Ben sadece Tanrı’ya ve krala itaat ederim.”

Bajenaru idam mahkûmlarının hücresine nakledildiğinde, Popescu, “Belki bizler de onun yargıçları olmaya çalışmakla hatalıydık” dedi.

Ona ne olduğunu dört ay boyunca öğrenemedik. Ardından hücreye geri döndü, idam cezası müebbet hapse çevrilmişti. Tüm kişiliği değişmiş olsa bile, mahkûmların çoğunluğu onu kabul etmiyordu. “Numaralarından biridir, seni şeytan!” diyorlardı. Bu davranışları adilce değildi. Bajenaru’ya Gizli Polis hesabına çalışmayı kabul ederse serbest bırakılacağı vaat edilmişti. Onlara şöyle yanıt vermişti: “Cezaevinden ancak son rahip de serbest bırakıldığında ayrılabilirim.”

Cezasının hafifletilmiş olması kuşkuyla karşılandı, çünkü genellikle cezalar indirilmek yerine artırılırdı. Komünist yönetimlerde devlet, hüküm giymiş birinin cezasını artırma yetkisine sahipti. Aslında ömür boyu cezasının on iki yılını çekmiş olan bir mahkûma, hiçbir açıklama yapılmadan cezasının yeniden gözden geçirilmiş olduğu bildirilmişti. Ertesi gün de kurşuna dizilmişti.

Bajenaru başka bir hücreye nakledildi ve oradaki mahkûmlar tarafından tekme tokat dövüldü. İki kez intihara teşebbüs etti. Ardından başka bir cezaevine götürüldü ve orada öldü.

Jilava’dayken tanık olduğum ilk infaz, Arnautoiu kardeşlerinkiydi. İki kardeş partizan olarak yıllarca ormanda yaşamışlardı. Askerler günün birinde saklandıkları yere gelen bir kadını izleyerek onları yakalamayı başarmıştı.

İnfazlar sert ve acımasız bir merasimle yerine getirilirdi. Nöbetçiler tan vakti koridorda dizildi, cezaevi kumandanı küçük bir grubu avluya çıkarırken, hücrelerden yüzlerce meraklı göz izleme delikleri ve çatlaklardan bu olayı izledi. Üst rütbeli subaylar önden gidiyordu, arkadan her biri bir nöbetçi tarafından tutulan kardeşler zincirlerini sürükleyerek geliyordu. En arkada, bir doktor ve makineli tüfek taşıyan nöbetçiler vardı. Sabah ayazında mahkûmların zincirlerini kıran çekiç darbelerini hücremizden işitebiliyorduk. Mahkûmlar başlarına birer çuval geçirilerek bir araca bindirildiler ve yakındaki boş alana götürüldüler. Orada enselerine yakın mesafeden ateş edilerek öldürüldüler. Silah seslerini duyduk.

İnfazcı, Nita adlı çingene kökenli bir nöbetçiydi. Her yaptığı “iş” için 500 Lei ikramiye alıyordu. Nöbetçilerin içinde en iyi davranan oydu, kendisine Jilava’nın Kara Meleği adı takılmıştı.

Şöyle anlattı: “Mahkûmlar son saatlerini hücrede beklerken her zaman onlara son sigaralarını veririm. Onları yüreklendirmeye çalışırım. Bu, sandığınız kadar zor bir şey değildir, hepsi de son dakikaya kadar kurtulma umudu taşır.”

Bu umut on dokuz yaşındaki Lugojanu isimli genç bir mahkûm için gerçeğe dönüşmüştü. Eskiden bir bakan olan babasına cezaevinde ölene dek işkence yapılmıştı. Genç delikanlı intikam almak için arkadaşlarının da yardımıyla milislere karşı saldırılar düzenlemişti. Aralarından biri yakalandığında konuşmuş, böylece Lugojanu ve sekiz suç ortağı ölüm cezasına mahkûm olmuşlardı.

İnfaz günü geldiğinde, ilk iki mahkûm avluya götürülmüştü, az sonra diğer ikisi onları izlemişti. Geride kalanlar, arkadaşlarının zincirlerinin çıkarıldığını işitebiliyordu. Silah seslerini duymuşlardı. Nöbetçilerin geri kalanları almak üzere geldiğini görmüşlerdi. Onlardan birisi, daha sonra bana şöyle anlattı: “Son derece sakindim. Meryem Ana’yı gördüm, benimle şefkatle konuşuyordu. Cezamın affedileceğinden emindim.” Hücrelerinin kapısı açılır ve cezaevi kumandanı içeri girer. Onlara Bükreş’ten aldıkları bir talimatla geri kalanların cezalarının hafifletilmiş olduğunu bildirir. Cezaevinde insanları son anlarında ayakta tutan bu gizemli gücün varlığına çok kez tanık oldum.

Kara Melek, mahkûmlara gösterdiği iyi davranışlarıyla, yaptığı bu korkunç iş için bir şekilde özür diliyordu. “Ben bir canavar değilim” dedi. Diğer nöbetçiler ve yardımcıları ise onun gibi davranmak gereğini görmüyorlardı.

Özellikle Jilava cezaevindeki mahkûmların ruh hali kötüydü. Bir geçiş cezaevi olması nedeniyle insanlar çoğu kez eski düşmanlarıyla karşılaşıyordu. Mahkûmların arasında birçok eski polis görevlisi vardı. Eski güvenlik güçleri, Komünizm’e karşı çalışmış olanlar bile, Parti’nin görev vereceği yeni elemanları yetiştirmek üzere iki yıl daha görevlerinin başında tutulmuştu. Daha sonra, bu deneyimli kişilere kendi yoldaşlarından bazılarını tutuklamaları emredilmişti. Ardından onlar da, kendi eğittikleri yeni görevliler tarafından tutuklanmışlardı. Bu kişilerin bir çoğu, hüküm giydikten sonra cezaevinde aynı hücreyi paylaşmak zorunda kalmıştı, çünkü eski yönetimde görev alanların hiçbiri tasfiye hareketinden kaçamamıştı.

Eskiden düşman olan bu insanlar bir gün birbirlerini karşılıklı suçlamak yerine içlerinde besledikleri nefreti yöneltebilecekleri yeni bir odak noktası buldular.

Üstü başı dağınık, yara, bere ve pislik içindeki bir mahkûm hücremize fırlatıldı. Dehşetle çevresine bakıyordu. Ardından bir bağırış yükseldi: “Albon!”

Binlerce kişinin ölümünden sorumlu olan Poarta-Alba’nın kumandanı, kanal inşaatının başarısızlığa uğramasının ardından günah keçisi yapılmıştı. Albay Albon’un, kampına yeni gelenleri nasıl karşıladığını anımsıyorduk. “Profesörler, doktorlar, avukatlar, rahipler – benim akıllı dostlarım! Burada beyninize ihtiyacımız yok; sadece ellerinize, nazik ellerinize gerek duyuyoruz. Yaptığınız işin karşılığını soluduğunuz hava ile alacaksınız. Kurtulacağınızı sanmayın, sadece ölüm sizi kurtarır ya da kanal işine son verip beni içeri attıkları zaman kurtulursunuz!”

Albay Albon bizlere sanki hipnotize olmuş bir tavşan gibi bakıyordu. Bir mahkûm onu yakasından yakalayıp ayağa kaldırdı. Bir başkası tutup yana çevirdi. Üçüncü biri kasıklarına bir tekme attı. Albon, tekme ve yumruk yağmuru altında, kontrolsüz bir şekilde çığlıklar atmaya başladı.

Onu kurtarmaya çalıştım. Mahkûmlar bana karşı durup, “Siz de bu katilin tarafını mı tutuyorsunuz?” dediler.

Albon, kana ve toza bulanmış bir halde alaycı bağırışlar altında ayağa kalkmaya çalıştı. Kapıya doğru gitmeye çalışırken yeniden düşüp bir ranzanın keskin kenarıyla kendini yaraladı. Mahkûmlar, yeni bir nefret dalgasıyla ona saldırıp üzerindeki gömleği yırtıp çıkardılar. Albon elleriyle darbelerden yüzünü korumaya çalışıyordu. Nihayet yere yıkıldı ve öylece kaldı.

Albon, Ocnele-Mari cezaevine nakledilene dek, gittiği her hücrede hep aynı muameleyi gördü. Nakledildiği bu cezaevi, gözden düşmüş olan asker ve resmi yetkililer için ayrılmıştı.

Günler sonra, tanıdık bir yüze daha rastladım. Beni tecrit hapsimde bir hafta boyunca sorguya çekmiş olan Albay Dulgheru da hapse düşmüştü. Ona Albon’un başına gelenleri anlatım. Başını belaya sokmamaya çalıştı, ama günün birinde onu tanıyan birinin çıkması kaçınılmazdı.

Dulgheru bana anlattığına göre, Parti’nin kendi adamlarını suçlamak istediğinde başvurduğu olağan bir yöntemle, yani Komünistler’in başa geçmesinden önceki dönemde polis teşkilatı için casusluk yapmış olmakla suçlanmıştı. Bana nasıl tutuklandığını anlattı. Bir mahkûmu sorguya çekmek üzere yanında kendisinden alt rütbeli üç görevliyle birlikte hücreye gittiğinde, kapı yavaşça üzerine kapatılıp kilitlenmişti. Dulgheru kendini tek başına bir hücrede bulmuştu. Kapıyı yumruklayarak dışarı çıkarılmasını emretmişti. Adamları ona gülmüşlerdi. İçlerinden birinin, “Bu sefer, burada kalacak olan sizsiniz!” dediğini duymuştu.

Dulgheru’nun kimliği ortaya çıktığında, Jilava’daki mahkûmlar ona da aynı muameleyi uyguladı. Bu nedenle o da, Ocnele-Mari’ye nakledildi. “Parti cezaevi” çok geçmeden diğerleri gibi tıka basa doldu.

Dulgheru ayrıldıktan hemen sonra, sorgulanmak üzere Bükreş’e götürüldüm. Motosiklet gözlüklerine benzer bir şeyle gözlerim kapatıldı. Bir aracın içinde, birkaç kilometre ötedeki başkente götürüldüm. Gizli Polis genel merkezinde, üniformalı bir albay tarafından yöneltilen sorular, benden bilgi almaktan çok benim yönetime karşı tutumumu öğrenmeye yönelikmiş gibi göründü. Albay oraya götürülmemin gerçek amacı konusunda hiçbir ipucu vermedi.

Merkez oldukça kalabalıktı ve “gizli” mahkûmlar aynı hücreleri paylaşıyordu. İri kıyım, somurtkan birisiyle aynı hücreye konuldum. Bu kişi “yeniden eğitimin” şefi Vasile Turcanu idi. Bir zamanlar kendisine öldürme yetkisi vermiş olan rejim, şimdi onu ölüme mahkûm etmişti. Parti onu üç yıl boyunca hayatta tutmuştu. Bunun amacı, alışılmış bir yöntemdi – siyasi gündem değişikliğine gerek duyulduğunda, onun infaz edildiği açıklanacaktı.

Turcanu, İçişleri Bakanı Theohari Georgescu’nun, 1953 tasfiyesi sırasında nasıl tutuklandığını anlattı. Telefonlarla dolu masasında oturmaktayken, üç özel güvenlik görevlisi ellerinde tabancalarla içeri girmişlerdi. Georgescu’nun duvardaki altın yaldız çerçeveli kendi portresine doğru yüzünü dönüp ayakta durmasını emretmişler, bu arada pantolonunu çıkararak üzerini aramışlardı.

Onunla birlikte geçirdiğimiz üç saat içinde, Turcanu’nun yaşamına bir ölçü Hıristiyanlık katmaya çalıştım, ama vahşet doktrinleriyle öylesine kaynaşmış bir insan için yapılacak fazla bir şey yoktu.

Gizli Polis merkezinde duyduğum en şaşırtıcı haber, Kuruşçev’in, Stalin’i bir katil ve zorba olarak ilan etmiş olmasıydı. Beria ve altı adamının 1953 yılı Noel gecesinde nasıl infaz edilmiş olduklarının haberleri gelmeye başlamıştı. Onların yanı sıra daha binlerce alt rütbeli Sovyet gizli ajanının da öldürülmüş olduğu bildiriliyordu. Romanya’da Stalin’i karalama kampanyası başlatılmıştı. Romanya’nın yeni diktatörü Gheorghiu-Dej halkça daha tutulan bir politika izliyordu. Dej iyi yaşamaktan hoşlanıyordu ve mizaç itibariyle Pauker ve grubuyla kıyaslandığında, en azından, bir gelişme sayılırdı.

Jilava’ya geri götürdüğüm haberler büyük tezahüratla karşılandı. Herkes Stalin konusundaki haberlere çok seviniyordu. Bu gelişmenin tahliyelerini hızlandıracağını umut ediyorlardı.

Popescu, “Parti’yi iyi bilirim. Hırsızı ilan ederler, ama çalınan malı geri vermezler!” dedi.

Başka bir mahkûm, “Ne olursa olsun, Stalin artık bitmiştir!” dedi.

Bir ikincisi de, “Umarım cehennemde yanar!” diye bağırdı.

Mahkûmlardan ikisi, gülüşler ve neşeli bağrışlar arasında vals yaparak, “Joe Amca” hakkında müstehcen sözler söylemeye başladılar. Sessiz kalanlar sadece nöbetçilerdi. Stalin’in alenen suçlanması, gelecekleri konusunda tedirgin olmalarına neden olmuştu.

Popescu bana bağırdı: “Çok mutlu görünmüyorsunuz, rahip!”

Ona, “Bir kişiye karşı bu denli nefret gösterilmesi hoşuma gitmiyor. Bizler Stalin’in akıbetini bilemeyiz –belki de son anda, çarmıhtaki o hırsız gibi– o da kurtulmuştur” dedim.

Ne! Stalin, onca yaptıklarından sonra mı?”

Belki de, yaşamında sadece anlık tövbeler etmiş olmasına rağmen Cennet’e giden zengin adam gibidir” diye yanıt verdim.

Onlara, yaşamını başkalarını sömürmekle geçiren ve köyündeki vaizden, sadece iyi bir insan olduğu için nefret eden zengin bir adamın öyküsünü anlattım. Sokakta karşılaştıkları zaman vaizin suratına tükürmüş; vaiz onun bu davranışına, “Zavallı adamın zevkidir!” diye düşünerek izin vermiş. Bodnaras isimli bu zengin adam yılda sadece bir kez, Kutsal Cuma gününde (İsa Mesih’in ölüm günü) kiliseye gidermiş. Çarmıh öyküsünü dinlerken şişman yanaklarından aşağıya iki damla gözyaşı süzülür, bunları eliyle hızla sildikten sonra, ondalıkların toplanmasını beklemeden kiliseyi terk edermiş.

Bir Kutsal Cuma günü büyük bir cemaat kilisede ayinin başlamasını bekliyormuş. Vaiz de, Bodnaras da kiliseye gelmemişler. Nihayet birisi sunağın arkasına bakmayı akıl etmiş ve rahibi yerde yatarken bulmuş. Gözleri kapalı, yüzünde sonsuz bir mutluluk ifadesiyle sakin bir şekilde nefes alıp veriyormuş. Cemaat onun kutsal bir coşkuyla kendinden geçmiş olduğunu düşünmüş.

Aslında Bodnaras o sabah ölmüş ve yargılanmaya başlamıştı. Kötü ruhlar, işlediği tüm günahları terazinin bir kefesine koyduklarında; koruyucu meleği her yıl döktüğü iki damla gözyaşı dışında terazinin diğer kefesine koyabilecek hiçbir iyilik bulamamıştı. Yine de, o iki damla gözyaşı, diğer kefedeki kötülükleriyle eşit ağırlıkta gelmişti.

Bodnaras, ne yapacağını bilmez bir halde, titremeye ve terlemeye başlamıştı. Tam o anda, Tanrı başını öte yana çevirmiş, bundan yararlanan Bodnaras da kötülük kefesinden bir iki tane günahını almıştı. Böylelikle iyilik kefesi daha ağır gelmişti.

Ancak Tanrı bakmadığı zamanlarda bile görür. Tanrı üzgün bir şekilde zengin adama, “Tüm yaratılış içinde hiç kimse beni Yargı Günü’nde aldatmaya kalkışmamıştı” demişti. Sonra Cennet’e bakınarak, “Bu adamı kim savunacak?” diye sormuştu.

Melekler sessiz kalmışlardı. Tanrı, “Haydi, burası Romanya Halk Cumhuriyeti değil. Savunmasını dinlemeden kimseyi mahkûm edemeyiz” demişti.

Zengin adamın koruyucu meleği bile böyle bir görevi üstlenmek istememiş ve şöyle konuşmuştu: “Bu adamın köyünde öylesine iyi yürekli bir rahip var ki, onun için bir şeyler söylemeye istekli olabilir.”

Böylece, rahip, bedeni yeryüzünde bırakılarak Cennet’e alınmıştı. Bodnaras, her zaman aşağıladığı adamı karşısında görünce, son şansını da kaybettiğini düşünmüştü, fakat rahip verilen bu görevi hemen kabul etmişti.

Rahip sözlerine şöyle başlamıştı: “Göksel Babam; hangimiz daha iyidir, sen mi yoksa ben mi? Eğer ben senden daha iyiysem, tahtından aşağı in ve senin yerini almama izin ver, çünkü her gün Bodnaras’a, suratıma tükürme sevincini ben yaşattım, bunu yaparken de içimde bir kızgınlık ve acı yoktu. Eğer ben onu affediyorsam, sen elbette affedebilirsin.”

İkinci dileğim ise; İsa Mesih çarmıhta insanların günahları için öldü ve bu mutsuz ülkede bizler aynı suçtan birçok defalar cezalandırılabiliyor olsak bile, Bodnaras, İsa’nın bedeninde bedeli ödenmiş olan günahları için yeniden acı çekmemelidir.”

Üçüncü olarak; Tanrım, sana uygulamalı bir soru yöneltmek istiyorum. Bu adam eğer Cennet’e giderse, sen ne kaybedersin? Cennet eğer çok küçük ise, sen orayı genişletebilirsin. Eğer iyilerin arasına kötüyü koymak istemiyorsan, kaybolmuş ruhlar için başka bir Cennet yarat – onlara da birazcık mutluluk ver.”

Bu sözler Tanrı’yı öylesine hoşnut etmiş ki, hemen Bodnaras’a seslenmiş: “Şimdi Cennet’e gidebilirsin!” Zengin adam hızla uzaklaşmış. Tanrı rahibe dönüp, “Dur, bekle! Seninle biraz konuşacağım” demiş.

Rahip şöyle yanıt vermiş: “Sana teşekkür ederim. Ama ayine henüz başlamadım ve kilisedeki herkes evde kendilerini bekleyen yemeklerine bir an önce kavuşmak istiyor. Geri dönüp görevimi yerine getirmeliyim; insanlara günaha karşı uyanık kalmalarını söylemeliyim. Ancak onlara şunu da öğreteceğim: Sen, bizi affetmekle görevini yerine getiriyorsun, çünkü senin sevgin en kötü günahkâra bile veriliyor. Eğer sen insanları hak etmiş olduklarına göre yargılamaya başlasaydın, hiçbirimiz bundan kaçamazdık.”

Hücremdeki herkes bu öyküyü ses çıkarmadan dinledi.

Popescu sordu: “Siz de, Tanrı’nın önünde Stalin’i savunur muydunuz?”

Stalin’in kendi günahları için gözyaşı dökmediğini kim biliyor? Psikologlar kişinin suçları ne kadar ağırsa, o suçlardan dolayı sorumluluğun da o kadar az olduğunu söylerler. Hitler gibi, hiç tanımadığı milyonlarca masum insanı fırınlarda yakan bir çılgın; Stalin gibi, binlerce yoldaşını katleden bir cani; bu tür kişiler normal değildir ve onları diğer insanlara uyguladığımız ölçütlerle değerlendiremeyiz.”

Albay Popescu, “Bu hücrede birçok Hıristiyan öğretisi dinledim, ama bu en iyisi ve uygulaması en zor olanı” dedi.

1956 yılının ilkbaharında, kırlangıçlar hücrenin penceresinin üzerinde bir yerde yuva yapmaya başladılar. Bir gün bir cıvıltı işittik – yumurtadan çıkmışlardı. Bir mahkûm diğer arkadaşının sırtına basarak yukarı bakmaya çalıştı. “Dört taneler!” diye bağırdı. Dişi ve erkek kuş hiç durmadan yavrularına yem taşıyordu. Aramızda kaç kez yuvaya girip çıktıklarını saymaya başladık – günde 250 kez! Bu uğraş bizi olağan konuşma konularımızdan biraz olsun uzaklaştırmıştı. Yaşlı bir taşralı, “Yirmi bir gün içinde uçmaya başlarlar” dedi. Diğerleri ona inanmayıp alay ettiler. Ama o, “Görürsünüz” dedi. Yirminci gün hiçbir şey olmamıştı, ama yirmi birinci gün, küçük yavrular cıvıltılar ve kanat çırpışlarla uçmaya başladılar. Bu olay bizi çok mutlu etti. “Tanrı onların programını düzenlemiş. Bizler için de bu kadarını yapabilir” dedim.

Haftalar geçti; Stalin’in adının kötülenmesi gerçekten yeni bir “ılınma” döneminin habercisi olmuş gibi görünüyordu. Bunun uzun sürmeyeceği kesindi; yine de birçok tutuklu genel bir aftan yararlanarak tahliye edildi. Bunlardan biri de ben olabilir miydim acaba? Bu düşüncem beni sadece üzdü: Eğer beni şimdi serbest bırakırlarsa, ne işe yarayacaktım? Oğlum büyümüştü, babasını zorlukla hatırlayabiliyordu. Sabina kendi yolunda gitmeye zaten alışmıştı. Kilise’de ise daha az sorun çıkaran başka rahipler görev yapıyordu.

Bir sabah bu düşüncelerim bir sesle bölündü. “Sorgulamaya gidiyorsun, derhal! Haydi!”

Tekrar kaba kuvvete, korkulara ve doğru olmayan yanıtlar bulmam gerekecek olan sorulara geri dönüyordum! Nöbetçi, “Haydi, haydi! Araç seni bekliyor” diye bağırırken, eşyalarımı toplamaya başladım ve peşi sıra koridordan hızlı bir şekilde giderek avluyu geçtim. Merdivenlerden yukarı çıkarken, çelik kapıların kilitleri bir bir açılıyordu. Ardından kendimi dışarıda buldum.

Görünürde hiçbir araç yoktu. Bir memur bana ufak bir kağıt uzattı. Aldım, baktım; bu bir mahkeme kararıydı ve benim genel aftan dolayı tahliye edilmiş olduğum yazılıydı.

Kağıda şaşkın gözlerle bakıyordum. Tek söyleyebildiğim: “Ama ben sadece sekiz buçuk yıl yattım, oysa cezam yirmi yıldı.”

Hemen burayı terk etmeniz gerekiyor. Bu emir yüksek mahkemenin kararı!”

Ama on iki yılım daha var.”

Tartışmayın! Dışarı çıkın!”

Ama durumuma bir baksanıza!” Yırtık gömleğim kirden kararmıştı. Pantolonum yamalı bohçayı, botlarım ise Charlie Chaplin’inkileri andırıyordu. “Gördüğüm ilk polis memuru beni tutuklayacaktır.”

Burada size verecek giysimiz yok. Hemen gidin!”

Memur tekrar cezaevinin içine girdi. Dış kapı gürültüyle kapandı; kilidin yuvasına girdiğini işittim. Cezaevi duvarlarının dışında tek bir kişi bile yoktu. Tenha bir yaz gününde, tek başınaydım. Her yer o kadar sessizdi ki, böceklerin seslerini işitebiliyordum. Koyu yeşil ağaçların çevrelediği uzun beyaz bir yol önümde uzanıyordu. Kestane ağaçlarının gölgesinde inekler otluyordu. Her yer öylesine sakindi ki!

Duvarın arkasındaki nöbetçilerin duyabilmesi için yüksek sesle bağırdım: “Tanrım, özgürlüğüme kavuştum diye cezaevinde senin benimle birlikte olmamdan daha fazla sevinmemem için bana yardım et!”

Jilava’yla Bükreş’in arası yaklaşık 5 kilometredir. Bohçamı sırtıma vurdum ve tarlaların arasından yürümeye başladım. Bohçam kokulu paçavralarımın olduğu küçücük bir yığındı, ama cezaevindeyken benim için o kadar değerli olmuştu ki, onu bırakmayı asla düşünmedim. Çok geçmeden ana yoldan ayrılıp uzun çimenlerin üzerinden yürümeye başladım. Yolumun üzerindeki ağaçların kalın kabuklarını okşuyordum. Bazen bir çiçek tomurcuğunu ya da bir yaprağı incelemek için duraklıyordum.

Taşralı halktan yaşlı bir çiftin bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Beni durdurarak merak içinde sordular; “Oradan mı geliyorsunuz?” Adam elini cebine atıp bana 1 Leu (birkaç kuruş değerinde madeni para) verdi. Parayı elime aldım ve gülmemek için kendimi zor tuttum. Bana daha önce 1 Leu veren olmamıştı.

Adresinizi verin ki, size iade edebileyim” dedim.

Yok, sizin olsun, kalsın” diye ısrar etti. Benimle, Romanya’da çocuklar ve dilenciler için kullanılan şahıs kipini kullanarak konuşuyordu.

Yürümeye devam ettim. Bir kadın beni durdurdu ve, “Oradan mı geliyorsunuz?” diye sordu. İki ay önce tutuklanan Jilava köyünün rahibini merak ediyordu. Kadına onunla karşılaşmadığımı, ama bir rahip olduğumu söyledim. Yolun kenarındaki bir duvarın üzerine oturduk. Mesih hakkında konuşmak isteyen birini bulmak beni öylesine sevindirmişti ki, eve gitmek için acele etmiyordum. Konuşmamız bittiğinde, cebinden 1 Leu çıkarıp bana verdi. “Tramvay ücreti için” dedi.

Zaten benim 1 Leum var.”

Rab’bin hatırı için alın o zaman.”

Başkentin dışındaki bir tramvay durağına gelene dek yürüyüşüme devam ettim. İnsanlar çevremde toplanıyordu; nereden geldiğim hemen fark ediliyordu. Herkesin cezaevinde bir yakını olduğu için bana kardeşlerini, babalarını, kuzenlerini soruyorlardı. Tramvayda bilet paramı ödememe izin vermediler. Birkaçı ayağa kalkarak bana yerini vermek istedi. Romanya’da serbest bırakılan mahkûmlara, dışlamak yerine, büyük saygı gösterilir. Bohçam dizlerimin üstünde yerime oturdum. Tramvay tam kalkmaya başlamışken, dışarıdan, “Dur! Dur!” bağırışları gelmeye başladı. Duran neredeyse kalbim oluyordu. Tramvay aniden fren yaparken, Milislere ait bir motosiklet önümüze geçip durdu. Bir yanlışlık yapıldığını, beni almaya geldiklerini düşündüm! Ama tramvayın sürücüsü arkaya dönüp bağırdı: “Basamakların üzerinde birisinin durduğunu söylüyor!”

Yanımda oturan kadının kucağında bir sepet çilek vardı. Şaşkınlıkla onlara bakıyordum.

Bu sene hiç yemediniz mi?” diye sordu.

Sekiz yıldır ağzıma koymadım!”

Haydi, biraz alın lütfen” diyerek sepeti uzattı. Avuçlarımı olgun, yumuşak meyvelerle doldurdum ve bir çocuk gibi iştahla ağzıma attım.

En sonunda evimin kapısına vardım ve bir an için duraksadım. Beni beklemiyorlardı; üzerimdeki kirli ve yamalı giysilerimle korkunç görünüyordum. Kapıyı açtım. Holde birkaç genç duruyordu. Aralarından uzun boylu bir tanesi bana bakıp bağırdı: “Baba!”

Bu benim oğlum, Mihai idi.

Onu bıraktığımda dokuz yaşındaydı; şimdi ise on sekizine gelmişti.

Ardından karım dışarı çıktı. Zarif kemikli yüzü daha da zayıflamıştı, ama saçları hâlâ siyahtı. Onun her zamankinden daha güzel göründüğünü düşündüm. Gözlerim doldu. Kollarıyla bana sarılmadan önce, bir gayretle ona şöyle dedim: “Öpüşmeden önce sana söylemem gereken bir şey var. Sefaletten mutluluğa gelmiş olduğumu düşünme sakın! Cezaevinde Mesih’le birlikte olmanın sevincinden, ailemin arasında Mesih’le birlikte olmanın sevincine geldim. Yabancıların yanından, benimkilere dönmüyorum. Cezaevindeki benimkilerden, evdeki benimkilerin yanına geliyorum.” Sabina hıçkırmaya başladı. “Şimdi istersen beni öpebilirsin” dedim. Daha sonra, onun için yıllar önce cezaevinde tekrar görüşürsek söylemek umuduyla bestelediğim küçük bir ezgiyi söyledim.

Mihai yanımıza gelip, evde beni görmeden gitmek istemeyen birçok konuk olduğunu söyledi. Kilise cemaatimizin üyeleri Bükreş’te her yere telefon edip dönüş haberimi vermişlerdi. Kapımızın zili sürekli çalıyordu. Yeni gelenlere ayakta duracak yer açmak için içeridekiler gitmek zorunda kalıyordu. Bayanlarla tanıştırıldığımda, beli iple tutturulmuş gülünç pantolonumla eğilip selam vermem gerekiyordu. Hepsi gittiklerinde neredeyse gece yarısı olmuştu. Sabina artık bir şeyler yemem gerektiğini söyledi, ama açlık hissetmiyordum. Ona şöyle dedim: “Bu günlük yeterince mutlu olduk. Yarın oruç ve şükran günü olsun, akşam yemeğinden önce de Rab’bin Sofrası’nı yapalım.”

Mihai’ye döndüm. O akşam karşılaştığım üç kişi –bunlardan biri daha önce tanışmadığım bir Felsefe Profesörü idi– oğlumun onları Mesih’e imana yönlendirmiş olduğunu söylemişti. Oysa ben, onun anne ve babasından ayrı kaldığında, kaybolacağından korkmuştum! Mutluluğumu tarif edecek sözcük bulamıyordum.

Mihai, “Baba, çok şeyler yaşadın. Çektiğin bu acılardan ne öğrendiğini bilmek istiyorum” dedi.

Ona sarıldım ve şöyle dedim: “Mihai, geçirdiğim bu zaman içinde Kutsal Kitap’ı az kalsın unutacaktım. Ancak aklımda her zaman dört şey vardı. Bunlardan birincisi; Tanrı vardır. İkincisi; Mesih bizim Kurtarıcımız’dır. Üçüncüsü; sonsuz yaşam vardır. Dördüncüsü ise, yolların en iyisi, sevgidir.”

Oğlum, “Benim bütün istediğim de buydu” dedi. Sonra bana bir rahip olmaya karar verdiğini söyledi.

O gece temiz yatağımda gözüme uyku girmedi. Kalkıp Kutsal Kitap’ı açtım. En beğendiğim kısımlardan biri olan Daniel’i okumak istiyordum, ama artık yerini bulamıyordum. Onun yerine gözlerim Aziz Yuhanna’nın mektuplarından (3Yu.4) bir ayete takıldı: “Benim için, çocuklarımın gerçeğin izinden yürüdüklerini duymaktan daha büyük bir sevinç olamaz!” Ben de aynı sevinci yaşıyordum. Oğlumun odasına girdim, çünkü onun gerçekten orada olduğundan emin olmak istiyordum. Bu sahneyi cezaevindeyken birçok kez rüyamda görmüştüm, ama uyandığımda kendimi hep hücremde bulmuştum.

Normal uyku düzenime geçene dek iki hafta geçti. Artık hastanelerin mümkün olan en iyisinde, en fazla güneş alan koğuşun en iyi yatağında tedavi edilmekteydim. Bir eski mahkûm olarak bana herkes –sokakta, mağazada– her yerde yardım etmek istiyordu. Eve ziyaretçi akını tekrar başladı.