4 numaralı oda, üzerinde insanların imanları uğruna değişime uğrayıp, bir yücelik kazandıkları bir sunak gibi olmuştu. Hâlâ hayatta olduğum için mutluydum, ama o odadan ayrılmak benim için bir inişti. Özveri ve soyluluk ortamından, çekişme, kendini beğenmişlik ve sahte görünüşler dünyasına geri döndüm. Geçmişte üst tabakalara ait olan birçok kişinin hâlâ kendi yanılsamalarına sıkı sıkıya tutunmakta olduğunu görmek hem üzücü hem de gülünçtü. Kir pas içindeki “ekselanslar” karşılıklı selamlaşıp, birbirlerine iyi günler diliyordu. Açlıktan ölüme yaklaşmış olan “generaller” birbirlerinin sağlık durumlarını soruyordu. Bu insanlar durmadan, yok olan zenginliklerinin geri geleceği günlere dair konuşuyorlardı.
Bunlardan birisi olan Vasile Donca, pantolonunun beline bağlaması için verdiğim bir parça sicimi kabul etti. Sicim cezaevinde çok değerli olan bir malzemeydi. Ertesi gün kendisiyle konuşmak istediğimde, beni görmezden geldi; ona “Tuğgeneral” diye hitap etmeyi ihmal etmiştim!
Donca da diğerleri gibi, bir sigara için her şeyi yapabilirdi. Tütünün tek kaynağı nöbetçilerdi, ama mahkûmlara vermeleri yasaktı. Geceleri çok fazla sigara içerlerdi ve avlunun üzeri izmaritlerle dolardı. Sabahleyin ilk dışarı çıkanlar hücre şefleri ve muhbirlerdi, bu nedenle izmarit toplama işi onların tekelindeydi. Bazen de başka bir mahkûm izmarit bulduğunda, tüm arkadaşları çevresinde toplanıp bir iğnenin ucuna takıp bu sigara parçasını sırayla içerlerdi.
Bir sabah nöbetçilerden biri yatağımın yakınındaki hücre kapısının önünde dururken bir sigara yaktı. Donca ona yavaşça yaklaşarak alçak ve ısrarcı bir sesle konuşmaya başladı.
“Nöbetçi, o sigara için ne istersin?”
Nöbetçi sırıtarak, “Teklif edecek neyin var, Tuğgeneral?” diye sordu.
Donca’nın aslında hiçbir şeyi yoktu, ama bunu belli etmemeye çalıştı. “Yüksek mevkilerde dostlarım var. Bana göstereceğin her türlü ilginin karşılığında ödüllendirileceksin!”
Nöbetçi, “Önemli dostlar, öyle mi?” dedi. “O zaman sen gerçekten bir Komünist olmalısın Tuğgeneral?”
“Ben sadık bir Rumenim, Çavuş.”
“Sadık bir Rumen Komünist olsaydın, sana bu sigarayı verebilirdim, Tuğgeneral.”
Donca duraklayıp gizlice çevresine bakındı. Nöbetçi gidiyormuş gibi yaptı.
“Dur bekle! Elbette sadık bir Rumen Komünistim!”
Nöbetçi bu eğlenceye arkadaşlarını da çağırdı.
“O zaman Rus ezgileriyle dans da edersin, değil mi, Tuğgeneral? Haydi bizim için dans et. Bir Rus ayısı gibi dans et!” Elindeki sigarayı generale uzattı.
Donca, kollarını açarak, yüzünde acı bir gülümseyişle ayaklarının üzerinde sıçramaya başladı. Nöbetçiler kahkahadan kırılıyordu. Donca nöbetçilerin ayaklarının arasında yere atılan sigarayı ellerinin üzerinde sürünerek ararken, mahkûmlar yüzlerini öte yana çevirdiler.
Donca başka bir yere nakledildiğinde, yattığı yere eski Genelkurmay üyesi, General Stavrat geldi. Özel giysiler bir insanı din adamı yapmadığı gibi, apoletler de bir insanı asker yapmaz. Stavrat, Donca’nın tam tersiydi. Kısa boylu olmasına rağmen, salt kişiliğinin gücüyle tüm mahkûmlar arasında üstünlük sağladı. Huysuz ve zayıflıkları hoş görmeyen bir yapısı olmasına rağmen, yüreği iyilik doluydu. Hücredeki herkese, “Asker!” diye hitap ediyordu.
Juliu Stavrat çizmesi olmayan bir generaldi, çünkü kendininkileri bir başkasına vermişti. Avluda talime çıkmak için çizmelerimi aramızda dönüşümlü olarak paylaşıyorduk. Gelişinin hemen ardından, ilk kez mahkûmlara yiyecek paketleri gönderilmesine izin verildi. İlk paket General Stavrat’a geldi. General paketini heyecanlı bir izleyici grubunun önünde açtı. Derin bir iç çekiş sesi işitildi. Jambon, füme sosis, meyveli kek, çikolata; karısı bunları satın alabilmek için büyük bir özveride bulunmuş olmalıydı. Sekiz yıldır artıklarla yaşayan Stavrat paketi tekrar sarıp benim yatağıma geldi. “Peder, lütfen bunları askerler arasında paylaştırınız” dedi.
Stavrat bir askerden önce, bir Hıristiyan’dı. Rusya’nın ilk atom bombasını patlattığını duyduğumuzda, bize şöyle dedi: “Artık geniş çaplı bir Amerikan askeri müdahalesini beklememeliyiz; milyonlarca insanın nükleer bir savaşta ölmesi yerine cezaevinde çürümemiz daha iyidir.”
“Bunun insanlığı yok edeceğini mi düşünüyorsunuz?” diye sordum.
“İnsanlığın geleceğini olduğu gibi geçmişini de” diye yanıt verdi. “Çağlar boyu yaptığımız mücadeleleri ve kaydettiğimiz ilerlemeleri bilen kimse kalmayacak.” Stavrat tarih konusunda derin bir duyarlılık sahibiydi. Romanya’nın tarihi konusunda güzel ve etkileyici konuşabiliyordu.
“Ama nükleer savaş hiçbir şeyi çözemezse ve Komünizm ile uygarlık bir arada yaşayamazlarsa, o zaman yanıtın ne olduğunu bilmiyorum” diye sürdürdü.
“Bunun yanıtı Hıristiyanlık’tır. İsa Mesih ünlü insanların da, sıradan insanların da yaşamlarını değiştirebilir. Fransız Clovis (466-511, Frankların ilk kralı. Fransa’nın kurucu kabul edilir), Macar Kralı Büyük Stefanos (975-1038, Macaristan’ın ilk kralı), Rus Hükümdarı Rurik (Rusya’da 862’den 1598’e dek sürecek olan Rurik hanedanını başlatan hükümdar) gibi birçok barbar hükümdarın iman ettikten sonra, ülkelerindeki halkların da Hıristiyan olduğunu anımsayınız. Bu yeniden gerçekleşebilir. O zaman bizler de demir perdenin yok olduğunu görebiliriz.”
Stavrat gülümseyerek, “Pek olası değil ama, bu işe Gheorghiu-Dej ile başlasak!” dedi.
Tüm rakiplerini alt eden Gheorghiu-Dej, o günlerde diktatörümüz olmuştu. Geçmişte ciddi yanlışlar yapıldığını, bunların içinde en vahiminin Karadeniz-Tuna Nehri kanalı olduğunu açıkça ifade etmişti. Üç yıl boyunca milyonlarca Sterlin heba edildikten ve binlerce insan yitirildikten sonra, planlanan altmış beş kilometrenin sadece sekiz kilometresi tamamlanabilmişti. Başmühendisler ve kamp yöneticileri çalışmaları sabote etmekle suçlanmıştı. Bunlardan üçü idam cezasına çarptırılmış, ikisi hemen infaz edilmişti. Otuz kişi de on beş yıldan başlayan çeşitli hapis cezaları almıştı. Yeni bir inceleme sonucunda –yıllar önce mühendislerin kurşuna dizilmelerine neden olan saptamaları– yani Tuna Nehri’nin proje için yeterli su miktarını karşılayamayacağı kanıtlanmıştı. Kanal projesi rafa kaldırılmıştı. Komünist yönetimin ilk on yılında Romanya’nın en önemli yatırım projesinden geriye bir tek çalışma kampları kalmıştı. Buralara ise, dolup taşan cezaevlerinden gönderilecek mahkûmlar yerleştirilebilirdi.
Aramızda bu fiyaskoyu konuşuyorduk. Profesör Popp beni bir kenara çekip, “Buraya geri geldiğimden beri senden bir şey saklıyordum. Doktor Aldea durumun nedeniyle bu haberin senin için büyük bir şok olacağını söylemişti, bu nedenle söylememiştim. Karın şimdi cezaevinde; ama kanal kamplarında da kalmış” dedi.
Popp bana aktardığı bilgileri çalışma kamplarında çalışmış olan farklı mahkûmlardan öğrenmişti. Sabina benden iki yıl sonra tutuklanmıştı. Kendisine herhangi bir suçlamada bulunulmamıştı. Kilisedeki kadınlar grubuna hizmet etmesine izin verilmiş ve neleri vaaz edeceği kendisine bildirilmişti. Oysa Sabina’nın tarzı bu değildi. Poarta-Alba’da toprağı kürekleyip el arabalarıyla uzun mesafelere taşıyan kadın mahkûmların çalışma grubuna konulmuştu. Bu gruptakilerden günlük kotasını tamamlayamayanlara ekmek verilmiyordu. Aralarında vatansever genç öğrenciler, fahişeler, sosyetik kadınlar ve imanları uğruna zulüm görenler vardı. Dördüncü Kilometre Kampı kumandanı Kormos, daha sonraları otuz mahkûm genç kızın ırzına geçmekten ağır iş cezasına çarptırılmıştı: Suçu ise “rejimin saygınlığına zarar vermek” idi.
Sabina oradayken, Poarta-Alba zalim kumandanlardan Albay Albon tarafından yöneltiliyordu. Sabina açlıktan bir hayvan gibi ot yemişti: Açlıktan, fare, yılan, köpek, her şey yeniliyordu. Köpek eti yiyenler bunun iyi olduğunu söylüyordu. Onlara, “Tekrar yer misiniz?” diye sorduğumda, “Hayır, asla!” diye yanıtladılar. Sabina minyon ve hassas yapılıydı. Nöbetçilerin en hoşlandıkları şaka, onu buz gibi Tuna Nehri’ne attıktan sonra balık yakalar gibi dışarı çıkarmaktı. Ancak eşim hayatta kalmayı başardı. Kanal projesinin iptal edilmesi onun yaşamını da kurtardı. Diğer mahkûmlarla birlikte devlete ait bir domuz çiftliğine gönderildi; ama orada da çalışma koşulları çok zorluydu.
Profesör, Vacaresti’den gelen bir mahkûmun oradaki hastanede karımla konuşmuş olduğunu aktardı.
Popp şöyle aktardı: “Sabina çok hastalanmış, ama yaşayacak. Sizin iyi olduğunuzu biliyor. Çevresindeki kadın mahkûmlar ona, çok hasta olduğu halde duvarların ötesinden vaaz eden bir rahipten söz etmişler. Eşinize, 1950 yılından sonra bir daha sesinizi duyamadıklarını, bu nedenle ölmüş olabileceğinizi söylemişler. Fakat eşiniz ne olursa olsun, sizin ölmemiş olduğunuza ve hâlâ yaşadığınıza inandığını söylemiş.“
Bu haber özdenetimimi neredeyse yok etti. Dua etmeye çalıştım, ama içimi karanlık bir hüzün kaplamıştı. Günlerce kimseyle konuşmadım. Bir sabah avluda nöbetçi kulübelerinin yanında vakarla yürüyen bir rahip gözüme ilişti. Uzun beyaz sakalı sert rüzgârla savruluyordu. Cezaevine daha yeni varmış ve orada bırakılmıştı. Etrafında birkaç nöbetçi durmaktaydı.
İçlerinden biri, “Bu yaşlı rahip burada ne arıyor” diye sordu. Diğeri ise alaycı bir şekilde, “Belki mahkûmlar için günah çıkartmaya gelmiştir” diye yanıtladı.
Peder Suroianu da çok geçmeden bunu yapmaya başladı. Öylesine kutsal bir izlenim bırakıyordu ki, insanlar ona tüm gerçeği söylemek için derin bir arzu duyuyordu. Günah çıkartmaya bir sakrament olarak inanmadığım halde, kendisine umutsuzluğumdan ve o güne dek hiç söylemediğim günahlarımdan söz ettim. Kötülüğün kökleri, günahların itiraf edilmesi sırasında çoğu kez açığa çıkmazlar. Oysa ben kendimi suçlamayı sürdürdükçe, Peder Suroianu bana hor gören değil, daha fazla sevgi dolu gözlerle baktı.
Suroianu’nun kederlenmek için hepimizden daha fazla nedeni vardı. Ailesinin hepsi felakete uğramıştı. Kocası bizimle birlikte Tirgul-Ocna’da mahkûm olan sakat bir kızı vardı, şimdi bir başına kalmıştı. Diğer kızı ve kocası ise yirmi yıl hapse mahkûm olmuşlardı. Oğullarından biri cezaevinde ölmüştü. Suroianu’nun rahip olması için büyük umutlar beslediği ikinci oğlu ise, değişip ona karşı gelmişti. Torunları, anne babalarının “Parti karşıtı faaliyetleri” nedeniyle ya okuldan atılmış ya da işlerini kaybetmişti. Bunlara rağmen kendi kendini eğitmiş, sıradan bir insan olan Peder Suroianu, günlerini diğerlerini yüreklendirmek ve neşelendirmeye çalışmakla geçiriyordu.
İnsanları “günaydın” yerine, daima Kutsal Kitap’tan bir sözcük olan, “Sevinin” ile selamlıyordu. Bana şöyle anlattı: “Gülemeyeceğin gün, dükkânını açma! Gülümsemek için yüzünüzün on yedi kasını kullanırsınız, somurtmak için ise kırk üçünü.”
Ona, “Başınıza onca felaketler gelmiş, her zaman nasıl ‘sevinçli’ olabiliyorsunuz?” diye sordum.
“Sevinçli olmamak ciddi bir günahtır” dedi. “Sevinmek için daima iyi bir nedenimiz vardır. Göklerde ve yüreğimizde Tanrı var. Bu sabah bir lokma ekmek yedim. O kadar güzeldi ki! Bak, şimdi de güneş çıktı! Buradakilerin çoğu beni seviyor. Sevinç duymadığınız her gün sizin için bir kayıp sayılır. Çünkü o günü tekrar yaşama şansınız olmaz.”
Ben de, dini göreve atandığımdan beri özlemini çektiğim bir arzum –bir cezaevi rahibi olmak– gerçekleşmekte olduğu için bir anlamda sevinebiliyordum. Normal yaşamda çanlar çalınıp, insanların kiliseye gelmesi beklenir. Burada ise “kilise cemaatimle” haftada sadece bir günün sabahında değil, her gün birlikteydim. Bazen pek gönüllü olmasalar da, her zaman beni dinlemek zorundaydılar.
Suçu, yabancı bir haber ajansı adına çalışmak olan Lazar Stancu çok yetenekli bir dil uzmanıydı. Söze şöyle katıldı: “Lütfen, Hıristiyanlık konusunda artık daha fazla konuşmayınız. Daha ilginç dinler de var.”
“Konfüçyanizm ve Budizm hakkında bazı şeyler biliyorum” dedim. Ve onlara İncil’den nispeten daha az bilinen bir benzetmeyi aktardım.
Stancu hararetle, “Mükemmel!” diyerek alıntının güzelliğini ve özgün düşüncesini övdü.
“Bu görüşte olduğunuza sevindim” diyerek, onlara bunun aslında Mesih’in bir öğretişi olduğunu açıkladım. “Neden başka dinlerin peşinde koşuyorsunuz” diye sordum. Yoksa bu, bir Rumen atasözü olan, ‘Komşunun tavuğu, komşuya kaz görünür’ ile mi ilgiliydi? Ya da sadece aydınların bir yenilik arayışı mıydı?
Stancu, “İngiliz oyun yazarı ve eleştirmen Bernard Shaw bir keresinde insanların çocukluk yaşlarında Hıristiyanlık’la küçük dozlarda fazlasıyla aşılanmış oldukları için, gerçek Hıristiyanlık’ı nadiren bulabildiklerini öne sürmüştü” dedi.
Bir gece genç bir mahkûm yerinden kalkarak haykırdı: “Yeter artık! Durun!” Bir sessizlik oldu. Cezaevinde henüz yeniydi; diğerleri ona şaşkınlıkla bakıyordu. Sonra ranzasına koşarak kendini yatağa attı. Yanına gittim. Duyarlı bir çehresi vardı, ama boynu ve çenesi derme çatma bandajlarla kapatılmıştı. Bana ağlamaklı bir bakış fırlatıp sırtını döndü. Onu daha fazla üzmemek içim ısrarcı davranmadım.
Doktor Aldea bu gencin isminin Josif olduğunu söyledi. “İyi bir delikanlı. Ne yazık ki, cildindeki yaraların izini yaşamı boyunca taşımak zorunda. O da kemik veremine yakalanmış.”
Aldea bana kendi kız kardeşinin bulunduğu kasabada yaşayan Josif’in, dört yıl önce, daha on dört yaşındayken gizlice Almanya’ya kaçmaya çalışırken yakalanıp, tutuklandığını anlattı. Gizli Polis onu eğitimli köpeklerle dolu bir yere hapsetmişti. En ufak bir hareketinde köpekler gırtlağına doğru hamleler yapıp şiddetle havlıyorlardı. Kafasının içi, yaşadığı korkularla doluydu, saatler boyunca durmadan sınırda köpeklerle yaşadığı korkunç deneyimini anlatıyordu. Daha sonra siyasi bir oyunda piyon olarak kullanıldığı şüphesiyle Bükreş’e götürülmüş ve bilmediği bir bilgiyi onlara vermesi için işkence görmüştü. Ardından ağır suçlularla birlikte kanal yapımına gönderilmiş ve orada gıdasızlıktan tüberküloza yakalanmıştı.
Josif’in hücre yaşamına ve bizlere alışmasını izliyordum. Çektikleri Josif’in doğal açık sözlülüğünü ve dürüstlüğünü bozmamıştı. Bazen dertlerini unutup eski bir cezaevi fıkrasına kahkahayla gülüyordu. Çoğu kez elleri, tahrip olmuş yüzüne doğru gidiyordu. Yüzündeki yaralar ona acı veriyordu; daha beteri, yakışıklılığını ömür boyu yitirdiğini düşünüyordu.
Elbette ona yardım edebilirdim. Bunun için uygun zamanı beklemeye başladım.
Stalin öldükten sonra birkaç ay süreyle mahkûmlara evden paket gönderilmesine izin verildi. Bu paketleri dört gözle bekliyorduk. Dış dünyayla yazışmamız için verdikleri posta kartlarının üzerine yiyecek isteğine ilaveten, sigara ve “Doktor Filon’un eski giysilerini” göndermelerini istedim.
Sigaradan nefret ederdim, ama mahkûmlar sigara için çok çaresiz kaldıklarından bana tanınan hakkı onlara dağıtmak üzere kullanıyordum. Sonuçta elimde kalmadığı için hiç sigara veremediklerim bana içerledi, verdiklerim ise diğerlerine kendilerinden daha fazla verdiğimden şüphelendiler.
Doktor Filon’un giysilerini istemem ailemi şaşkına çevirdi. Doktor ufak tefek biriydi; bense çok uzun boyluydum. Aslında streptomisin göndermelerini istediğimi anlayacaklarını umut ediyordum. Doktor Aldea, on yıl önce Amerikalılar’ın bulduğu bu ilacın değerinin artık Sosyalist tıp dünyasında da kabul gördüğünü anlatmıştı. Bir miktar elde edebilirsem, Doktor Aldea beni tedavi edebilirdi. Ancak bu ilacın paketlerimizin içinde gönderilmesini istememize izin verilmiyordu.
Tüberkülozun yanı sıra hepimizin başına sıklıkla gelen diş ağrısından da muzdariptim. Dişler gıdasızlık ve bakımsızlıktan çok çabuk çürüyor ya da dayaklar sırasında kırılıyordu. Bazı zamanlar ayak bileklerimde yirmi kiloluk zincirler oluyordu, bu nedenle ağrının geçmesi için iki adım dahi atamıyordum. Dişlerimden en fazla Tirgul-Ocna’daki yıllarımda çektim. Üst dişlerimden biri gün boyu ağrıdı, akşamüzeri şiddetli ağrı alt çeneme de yayıldı. Cezaevinde diş doktoru yoktu; ağrıdan kurtulma umudu da… Ünlü Fransız düşünür Pascal’ın diş ağrısıyla matematik denklemler çözerek baş ettiği söylenir. Ben de zihnimden vaazlar hazırlamaya çalıştım, fakat diş ağrısına karşı sayılar, sözcüklerden daha etkili olmalı ki, hepsi de berbat vaazlardı. Zihnimden şiirler oluşturmaya çalıştım, ama hepsi de umutsuzluğa dairdi.
Ağrıyı unutabilmek için Josif ile konuşmayı denedim. Yanına oturup onunla ilk konuştuğumda neden o kadar öfkelendiğini sordum.
“Tanrı’dan nefret ediyorum! Eğer konuşmaya devam edersen nöbetçileri çağıracağım.” Gözleri yaşla doluydu. “Beni rahat bırak!”
Ancak Josif’in iyi huyu daima kendini belli ediyordu. Bu olayın üzerinden birkaç gün geçmemişti ki bana, Almanya’da yaşayan kız kardeşinin yanına gitmeyi ve onunla birlikte Amerika’daki yakınlarının yanına göç etmeyi umut ettiğini anlattı.
“O zaman İngilizce öğrenmeye başlasan iyi olur” dedim.
“Çok isterdim, ama burada kim bana öğretebilir ki?”
İsterse ona ders verebileceğimi söyledim.
“Gerçekten, yapabilir misiniz?” dedi. Çok sevinmişti. Kalem, kitap olmadığı halde parlak bir öğrenci olduğunu kanıtladı.
Ona daha önce okumuş olduğum İngilizce kitapları anlattım ve ezberimden aktardığım Kutsal Kitap bölümlerini tekrar ettirdim.
Beni ihbar etmekle tehdit eden tek mahkûm Josif değildi. Aslında gerçek tehlike aramızdaki gizli muhbirlerdi. Bu kişiler amaçları uyarınca, özellikle gençlerin arasında, vatanseverlik rolü takınırdı.
Yıllar boyunca dağlarda direnişlerini sürdüren partizanlar, Romanya’da birçok gencin kendi Komünist karşıtı gruplarını oluşturmasına ilham kaynağı olmuştu. Özellikle, on yedi on sekiz yaşındaki kız ve erkekler tutuklanıp cezaevine gönderiliyordu. Tirgul-Ocna’da aramızda on dört yaşında bir genç bile vardı. Eski istihbarat albayı Armeanu’nun yabancı hâkimiyetine karşı direnen Kralımız Büyük Stefanos’a ve diğer vatansever kahramanlara dair anlattığı öyküleri dinlemeyi çok seviyorlardı.
Armeanu’yu daha önceden tanıyan General Stavrat, “O adama güvenmiyorum. Ona dikkat etmeliyiz” dedi.
Aynı gün Armeanu genç bir partizan olan Tiberiu ile konuşurken yavaşça yanlarından geçtim. Tiberiu, “Beni yakaladılar, ama geri kalanlarımız savaşmayı sürdürüyor...” diyordu. Tekrar yanlarında geçtiğimde bir genç kızın da onlarla birlikte olduğunu söylüyordu. Armeanu yaklaştığımı görünce Tiberiu’nun sırtına dostça vurarak uzaklaştı.
Josif’e konuşmalarını dinlemesini söyledim; Armeanu ondan daha az kuşkulanacaktı. Gerçekten de birkaç gece sonra, Josif konuşmaların bir bölümünü işitmişti.
Armeanu, Tiberiu’ya, “Senin gibi yakışıklı bir gencin kız arkadaşı yok mu?” diye soruyormuş. “Elbet vardır; eminim güzeldir de. İsmi ne?... Maria mı? Nereli? Ah, evet orayı biliyorum. Aslında orada yaşayan Calinescu ailesi yakın dostlarımdır, Maria adında bir kızları vardı… Seninkinin soyadı Cuza demek. Ya babası, ne iş yapar, orduda yüzbaşı mı? Yoksa 22’nci bölükte mi?... Evet 15’nci. Evet, evet…”
Bunları duyduktan sonra, Armeanu’nun belki de bir muhbir olabileceği ve Maria isimli o kızın da birkaç gün içinde tutuklanabileceği düşüncesini kabul ettim. General Stavrat derhal gidip onunla yüzleşmek istedi, fakat ben ona karşı bir şey kanıtlayamayacağımızı biliyordum. Armeanu’yu yalnız başına gördüğüm bir anda kendisiyle sohbete başladım. Bana neden cezaevinde olduğumu sorduğunda, beklediğim fırsatı yakalamıştım.
Bu sorusuna, “Casusluktan” diye yanıt verdim ve kendisi gibi bir milliyetçiyle rahatça konuşabileceğimi söyleyerek ekledim, “Tutuklanmamım önemi yok. Ben teşkilatın sadece küçük bir parçasıyım.” Daha başka imalarda da bulunarak ağzımdan “kilit adamların” ve aracıların isimlerini almasına izin verdim. Yüzünde kurnaz bir zafer ifadesi fark ettim; belli ki serbest kalmasını sağlayacak olan gizli bilgiyi elde ettiğini düşünüyordu.
Sabah hücre kapıları açılır açılmaz, Stavrat, Armeanu’nun nöbetçiye fısıldadığını gördü. Hemen ardından albay “sağlık muayenesi” amacıyla dışarı çıkarıldı. Aslında bu muhbirlerin dışarı çıkmasını sağlayan bir bahaneydi. Ardından siyasi görevli tarafından çağırıldım. Omzundaki yıldızlara bir tane daha ekleneceğini düşüyor olmalıydı ki, Armeanu’nun isminin gizli kalmasına özen göstermeden, derhal sözünü ettiğim büyük casusluk şebekesinin hikayesinin tamamını anlatmamı emretti.
“Teğmen, dün Armeanu’ya verdiğim bilgileri açıklamanız Bükreş’tekilerin öfkelenmesine neden olacaktır. Bu yüzden, kendi iyiliğiniz için bunu yapmamanızı öneririm.”
“Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu.
“Tüm hikâyeyi uydurmuştum. Armeanu ile ilgili kuşkularımı kanıtlamak istiyordum. Artık şimdi eminim” diye yanıtladım.
Görevli şaşkınlıkla yüzüme baktı, ardından kahkahaya boğuldu.
Geri döndüğümde Stavrat’a her şeyi anlattım. O da Armeanu’nun karşısına geçip, “Cesur askerler senin emrindeyken öldüler, oysa şimdi sen ihanete başvuruyorsun!” dedi.
Armeanu olayı geçiştirmeye çalıştı, ancak o günden sonra aramızdan dışlandı. Yıllar sonra cezaevindeyken öldüğünü duydum. İhanetleri ona sadece utanç getirmişti.
Bir sonraki ayın paketinde bana 100 gram streptomisin gönderilmişti. Demek ki ne demek istediğim anlaşılmıştı! 4 numaralı odada bıraktığım hasta dostlarımı düşünerek General Stavrat’a ilacın bir miktarını durumu en ağır olan hastalara vermesini rica ettim.
Yüzünü buruşturarak, “Biri var; adı Sultaniuc. Katıksız bir Demir Muhafız Faşist. Kendisi kabul etmese de ölüme çok yaklaştı. Bu ilacı kendiniz alsanız çok daha iyi edersiniz… Eğer çok ısrar ediyorsanız…”
Stavrat az sonra geldi. “İlacın kimden geldiğini sordu. Onun size ait olduğunu söylediğimde, bana Demir Muhafızlar’ın karşıtlarından hiçbir şey kabul edemeyeceğini bildirdi. Onun gibi bir fanatikle uğraşmaya değmez” dedi.
Oysa ben bu sorunu bir şekilde çözümleyebileceğimi düşünüyordum. Stavrat gittiğinde, herkesin ikiyüzlü olmadığını çok iyi bildiği Josif’ten bu konuda aracılık etmesini istedim.
“Sultaniuc’a git ve generalin yanılmış olduğunu, ilacın aslında Graniceru’dan bir armağan olduğunu söyle” dedim. “O da bir Demir Muhafız’dır ve yakın zamanda ona da ilaç gönderdiklerini duymuştum.”
Ancak Josif başarılı olamadı. “Sultaniuc Graniceru’nun kendisine bir şey verebileceğine inanmıyor. İlacı sen kendin göndermediğine yemin etmezsen, kesinlikle elini sürmeyecekmiş.”
“Neden olmasın!” dedim. “Ona ilaç verdim, bu ilaçla birlikte bir yemin de edebilirim. Streptomisin aslında benim değil, Tanrı’nındır. Çünkü ilaç elime geçtiği anda onu Tanrı’ya adamıştım.”
Streptomisin geldiğinde orada bulunmayan Doktor Aldea olanları duyduğunda söyleyecek söz bulamadı. Stavrat bile yalan yere “ant içtiğimi” duyunca şaşırmıştı. “Siz din adamlarının daima gerçeği ve yalnızca tüm gerçeği söylemek konusunda ısrar ettiğinizi sanırdım” dedi.
Stavrat kısa süre sonra “tüm gerçeği” söylemenin neye mal olabileceği konusunda çok iyi bir örneğe tanık oldu. İki yeni mahkûm gelmişti, bunlardan biri diğerine karşı tanıklık etmişti ve her ikisi de bizim hücreye konulmuştu. Biri Katolik bir piskopostu ve Romanya’daki Kilise’nin nasıl acımasızca zulüm gördüğünü Vatikan’ın bilmesini istiyordu. Diğeri ise, bir süre daha Bükreş’te varlığını sürdürmesine izin verilen Papalık Temsilcisi’ne piskoposun bu şikâyet mektubunu elden götüren bir avukattı. Avukat, Temsilci’nin sarayından ayrılırken tutuklanmış; mektubu götürdüğünü inkâr ettiğinde ise piskopos ile yüzleştirilmişti. Piskopos, “Ben yalan söyleyemem. Evet, mektubu götürmesi için ona vermiştim” demişti.
Her ikisine de işkence yapılmıştı ve en sonunda kendilerini Tirgul-Ocna’da bulmuşlardı. Aralarında kim haklıydı diye hâlâ tartışıyorlardı. Piskopos kendisini destekleyeceğimi umuyordu, ancak onu destekleyemedim. “Bir kişi yalan söylemeyi reddediyorsa –ki bu iyidir– tehlikeli soruların sorumluluğunu kendisi üstlenmelidir. Eğer başka birinin güvenliğini tehlikeye atmaya karar verirse, ne pahasına olursa olsun onu korumalıdır.”
Piskopos itiraz etti: “Bu iş bana çok büyük üzüntü verdi, fakat doğru olmayan bir şeyi nasıl söyleyebilirdim?”
Ona şöyle yanıt verdim: “Eğer beni yemeğe davet eden kişi bütün gününü benim için çok da lezzetli olmayan bir yemek hazırlamak için harcamış olsa bile, ona bu yemek için iltifat etmek zorunda olduğumu düşünürüm. Bu bir yalan değil; basit bir nezaket kuralıdır. Buradakiler bana, ‘Amerikalılar ne zaman geliyor’ diye sorduklarında, onlara, ‘Artık fazla uzun sürmez’ diyorum. Korkarım bu bir gerçek değil, ama bir yalan da değil – sadece umutlandırıcı birkaç söz.”
Piskopos ikna olmamıştı. Sözlerime devam ettim. “Saflık yanlılarına (anlatımda temel olana ve yalınlığa önem veren bir akım) baktığınızda, tüm sanat bir yalana dönüşür. Biliyorsunuz Faust aslında İblis’le bir antlaşma imzalamamıştı, bu sadece kitabın yazarı olan Goethe’nin bir yalanıydı. Hamlet hiç var olmamıştı; o da yazar Shakspeare’in uydurmasıdır. En masumane ve basit fıkralar (umarım siz komik fıkralara gülüyorsunuzdur) birer uydurmadır.”
“Öyle olabilirler” diye yanıtladı. “Ama burada kişisel bir durum söz konusu. Siz Komünistlerce sorguya çekildiğinizde onlara gerçeği söylemek zorunda olduğunuzu hissetmiyor muydunuz, Bay Wurmbrand?”
“Elbette, hayır. Aklıma gelen ilk şeyi söylemekten kaygı duymuyorum, Yeter ki bu söylediklerim dostlarımı tuzağa düşürmek isteyenleri yanıltsın. Bu insanlara kiliseye karşı kullanacakları bilgiler vermem mi gerekiyor? Ben Tanrı’nın bir vaiziyim!”
Bu dünyada çirkin şeyler için güzel sözcükler kullanılır. Düzenbazlık, akıllılık olur. Cimrilik, tutumluluk diye adlandırılır. Şehvet, başında sevginin tacını taşır. Buradaki çirkin “yalan” sözcüğü, içgüdülerimizin bize ‘doğru’ olduğunu söylediği bir şey için kullanılmıştır. Gerçeğe saygı duyarım, fakat bir dostumu kurtarmak için ‘yalan’ söyleyebilirim.”
Yalnız kaldığımızda Josif bana, “O zaman siz neyi ‘yalan’ olarak adlandırırsınız?” diye sordu.
“Benden neden bir tanımlama yapmamı bekliyorsun? Senin kendi vicdanın, Kutsal Ruh tarafından yönetildiği takdirde, yaşamındaki her durumda neyi söylemen, neyi kendine saklaman gerektiğini bildirecektir. Sultaniuc’a streptomisin konusunda söylediklerinin bir ‘yalan’ olduğunu düşünmüyorsun, değil mi?”
Josif, “Tabii ki hayır” diye yanıt verdi; ardından gülümseyerek, “O bir sevgi eylemiydi.”
Josif’in acılığı biraz hafiflemişti. Bir gün İngilizce dersimizden sonra ona, “Niçin Tanrı’dan nefret ettiğini söylüyorsun?” diye sordum.
“Neden mi? Önce siz bana Tanrı’nın neden tüberküloz mikrobunu yarattığını söyleyiniz.” Bu sözleriyle konuşmamızı sonlandırabileceğini umut ediyordu.
“Bunu sana açıklayabilirim, tabii, sessizce beni dinlersen.”
Josif kederli bir şekilde, “Eğer açıklayabilirseniz bütün gece sizi dinleyebilirim” diye yanıtladı.
Onu, sözünün arkasında durması gerektiği konusunda uyardım. Bu konunun insanlığın acılarının köküne ve kötülüğe dek inen bir sorun olduğunu söyledim. Merhametli bir Tanrı’nın gözleri önünde bu tür olayların nasıl olabildiğini soran ilk kişi Josif değildi. Cezaevinde hepimiz aynı soruyu sormuştuk. Bu sorunun tek değil, birkaç yanıtı vardı.
“Öncelikle, tatsız olanla kötü olanı birbirine karıştırmaya eğilimliyiz. Kurt neden kötüdür? Çünkü koyunları yer; bu da beni rahatsız eder. Koyunları ben kendim yemek istiyorum! Kurdun yaşamak için koyunları yemesi gerekirken, benim aynı şeyi yapmam gerekmiyor, çünkü başka gıdaları da yiyebilirim. Daha ötesi, kurdun koyunlara karşı herhangi bir sorumluluğu yoktur. Oysa bizler onları yetiştirmek, beslemek zorundayız ve tam bize güven duymaya başlamışlarken onların boynunu keseriz. Yine de, kimse bizim kötü olduğumuzu düşünmez.”
Josif beni dinlemeyi sürdürdü.
“Aynı durum bakteriler için de geçerlidir. Bir bakteri, hamurun mayalanmasını sağlar; bir başka bakteri ise varlığını sürdürürken, bir çocuğun ciğerlerine zarar verebilir. Her iki mikrop da ne yaptığının bilincinde değildir, ama birini överken bir diğerini yererim. Yani kötülük ve iyilik bir şeyin kendi içinden kaynaklanmaz; bizler onun kendimiz için yararlı olup olmadığına bakarak hüküm veririz. Tüm evrenin bize uymasını bekliyoruz, oysa bizler o bütünün ölçülemeyecek kadar küçük birer parçasıyız.”
Hücre karanlıktı ve beklenmedik biçimde sessizdi. “İkinci olarak, ‘kötü’ diye nitelendirdiklerimiz, çoğunlukla ‘tamamlanmamış’ ürünlerdir.”
“4.000 yıl önce kardeşleri tarafından köle olarak satılan ve götürüldüğü Mısır’da türlü haksızlıklar görüp eziyet çeken bir adaşın vardı. Ama daha sonra o ülkenin baş yöneticisi oldu ve kendi ülkesini ve nankör kardeşlerini kıtlık sırasında açlıktan ölmekten kurtardı. Sen de Yusuf gibi, öykünün sonuna gelmeden, şimdiye dek başına gelenlerin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilemezsin. Ressamlar bir portreye ilk başladıklarında tek görülebilen, bulanık renklerdir. Resmedilen kişinin hatlarının belirginleşmesi zaman alır. Herkes Mona Lisa tablosuna hayran kalır, oysa Leonardo da Vinci bu eserini tam kırk yılda tamamlayabilmişti. Bir dağa tırmandığında, zirveden aşağıdaki hoş manzarayı seyredene dek, çıkış çok zor gelir.”
Josif, “Ama burada cezaevindeyken ölenler o hoş manzarayı asla seyredemeyebilirler” dedi.
“Öte yandan, bir süre cezaevinde kalmaları, onların zirveye ulaşmasına yardım edebilir. Yoldaş Gheorghiu-Dej eğer bizler gibi hapiste yatmamış olsaydı Romanya’nın başına geçebilir miydi?”
“Ya yaşamları boyu bir daha hiç özgür olamayanlar?”
Josif’in bu sorusunu, “Lazar yoksulluk ve hastalık içinde öldü” diye yanıtladım. “Ama İsa öğretişinde bir benzetmeyle meleklerin onu sonsuz kutsallığa götürdüklerini bildirir. Ölümden sonra her birimiz için bir ödül olacaktır. Bizler ancak her şeyin sona erdiğini gördüğümüz zaman bütün bunlara bir anlam verebilmeyi umut edebiliriz.”
Josif bu konuda düşüneceğine söz verdi.
Diş ağrısını en çabuk geçiren tedavilerden biri de sevinçli bir haber almaktır. Aldığım mektupta eşimin serbest bırakıldığı yazıyordu. Sevinçten havalara uçuyordum. Eşimin hâlâ Bükreş dışına çıkması yasaktı, ama oğlum pek yakında beni ziyaret edebilecekti! Mektup o kadardı; ancak bu kadar bilgiye izin veriliyordu.
Mihai’yi son gördüğümde dokuz yaşındaydı, şimdi ise on beşine gelmişti. Onun bu kadar büyümüş olduğunu hayal edemezdim. Eski günlerde birbirimize hep çok yakın olmuştuk. Oğlumla karşılaşacağımız o buluşmayı düşünerek heyecanlanmaya başladım. Nihayet o gün geldi ve büyük bir salona götürüldüm. Ziyaret boyunca üç adet demir parmaklıklı bir penceresi olan bir kutunun içine oturmak zorundaydım. Böylelikle, ziyaretçi, karşısındaki kişinin yüzünün sadece küçük bir bölümünü görebiliyordu. Nöbetçi, “Mihai Wurmbrand” diye bağırdı. Oğlum nihayet karşımda oturmaktaydı. Yanakları çökmüş, renksiz ve zayıf görünüyordu; hafifçe bıyıkları çıkmıştı.
Mihai sözlerinin kesilmesinden korkarcasına hızlı bir şekilde, “Annem, hapiste ölürsen bile üzülmemeni, çünkü bir gün hepimizin Cennet’te buluşacağımızı söyledi.”
İlk sözleri pek de yüreklendirici değildi! Ağlamam mı, gülmem mi gerektiğini bilmiyordum. Kendimi toparlayıp, “Annen nasıl? Yiyecek bir şey bulabiliyor musunuz?” diye sordum.
“Annem tekrar iyileşti. Yiyeceğimiz de var. Babamız çok zengin.”
Bizi dinlemekle görevlendirilmiş olan nöbetçiler bu sözleri duyunca karımın yeniden evlenmiş olduğunu sanıp sırıttılar.
Mihai, ona sorduğum her soruyu Kutsal Kitap’taki bir ayetle yanıtladı. Bu nedenle, izin verilen birkaç dakikalık görüşmemizde aileme dair fazla bilgi edinemedim. Mihai ayrılırken, dış kapıdaki nöbetçilere benim için bir paket bıraktığını söyledi.
Paketi ertesi gün bana verdiler. Mihai üzerine gerçek ismimi –Richard Wurmbrand– yazmış olduğu için, hakkımdan fazla olmasına rağmen, paketi aldım. Çünkü diğer paketlerim, cezaevindeki kimliğim olan Vasile Georgescu adına gönderilmişlerdi. Çok geçmeden cezaevinde çok sıkı kısıtlamalar uygulanmaya başlandı. Artık ne ziyarete, ne pakete, ne de mektuba izin veriliyordu.
Bu nispeten rahat olduğumuz dönem sona ermeden önce, gardiyanlardan biri hücreye bir sepet getirdi. Sepetin içinden hepimize yetecek sayıda, hatta fazlasıyla havlu ve çarşaf çıktı.
Terzi Emil, “Sayımda yanlışlık yapmışlar! Bunların fazlasından giysi yapabiliriz. Bu malzemeden bizleri sıcak tutacak bir şeyler çıkarabilirim” dedi.
Avukat olan Ion Madgearu kaygılı bir sesle, “Bu, devlet malını çalmak sayılır” dedi.
“Kim bilecek? Demirbaş yapılmamış ki!”
“Ben adi suçlu değilim, siyasi bir mahkûmum.”
“Sen ahmağın tekisin!”
Bu tartışma taraftar bularak sürdü. Josif bu konuda bir şeyler söylememi rica etti.
Onlara şöyle dedim: “Bütün bu ‘devlet malları’ bizlerden çalındı. Üzerimizde bir tek bu paçavralar kalana dek elimizdekilerin hepsi alındı. Bu nedenle bizden çalınanları mümkün olduğunca geri almaya hakkımız var. Bu kışı ölmeden atlatabilmemiz için elimizden geleni yapmak zorundayız; bunu yakınlarımıza ve ailelerimize borçluyuz. Ekmek dağıtımı için nöbetçi sabahleyin gelip bize, “Kaç kişisiniz?’ diye sorduğunda sayımızı nasıl haklı olarak fazla göstermeye çalışıyorsak, bu da ona benzer bir şey!”
Madgearu, “Ben yasalara uymayı tercih ederim” diye atıldı.
“Ama her yasa bir başkasına haksızlık gibi gelebilir. Yasalar her şeyi olan bir milyonere de, hiçbir şeyi olmayan sizlere ve diğer insanlara da, çalmamamız gerektiğini bildirir. İsa Mesih, Davut’un çok aç kaldığında izin verilmeyen şeyleri yapmasını mazur görmüştü”
Madgearu da çok geçmeden bizim bu kararımıza katıldı. Daha sonradan bana ilk baştaki ödün vermez tutumunun özel bir nedeni olduğunu anlattı.
“Adli savcıydım, yüzlercesini cezaevlerine gönderiyordum. Kendimce, ‘Söyleyeceklerim hiçbir şey değiştiremez; Parti ne olursa olsun onları hapse atacaktır’ diye düşünüyordum. Fakat daha sonra sorumlusu olmadığım halde bir yanlışlık için haksız yere suçlanıp, on beş yıl ceza aldığımda dona kaldım. Beni Valea Nistrului’deki kurşun madenlerine gönderdiler. Orada, Hıristiyan bir mahkûm benimle dostluk kurdu. Yiyeceğini benimle paylaştı; o benim iyi çobanımdı. Kendisini sanki daha önceden tanıyor gibiydim. Ona neden hapse girdiğini sordum. ‘Senin gibi başı sıkıntıda olan bir dosta yardım etmiştim. Çiftliğime gelip benden yiyecek bir şeyler ve barınacak bir yer istemişti. Daha sonra partizan olduğu için tutuklandı; ben de bu yüzden yirmi yıl ceza yedim’ diye yanıtladı. ‘Utanç verici!’ dedim; ama o yüzüme tuhaf bir şekilde baktı... Sonra birden anladım ki, onun davasındaki savcı bendim. Buna rağmen bu olayı yüzüme vurmamıştı. Kötülüğe iyilikle karşılık verilmesi gerektiği konusunda sergilediği örnek davranışı nedeniyle ben de Hıristiyan olmaya karar verdim.”
Josif, terzi Emil’in fazla havlu kumaşlarından diktiği gömleği giymeye çalışırken bir yandan da şarkı söylüyordu. Bu gömlek, başın geçeceği bir deliği olan, tuniğe benzer bir şeydi, ama Josif bedenine yeni ve temiz bir giysinin temas etmesinden mutluluk duyuyordu. Neşeyle, “Devlet malı! Bugünlerde herkes çalıyor” dedi.
Stavrat, “O, bu işi hafife alıyor. On yıl içinde hırsızların, yalancıların ve küçük casusların doldurduğu bir ülke olduk. Çiftçiler, bir zamanlar sahibi oldukları topraklardan çalıyor; çiftlik işçileri kolektiften çalıyor; berber bile kooperatifin el koyduğu kendi dükkânından tıraş bıçağı çalıyor. Ardından bu hırsızlıklarını örtbas etmek zorundalar. Siz rahip, vergi iadelerinizi doğru olarak beyan ediyor muydunuz?”
Ona bölgemdeki kilise cemaatinin parasını ateist bir Parti’ye vermemi gerektiren hiçbir neden görmediğimi söyledim.
Stavrat, “Yakında hırsızlık okullarda ders olarak okutulmaya başlayacak” diye karşılık verdi.
Josif söze katıldı, “Okuldayken söylenenleri hiç dinlemedim. Öğretmenler, aslında bizden çalınmış olduğunu herkesin bildiği Besarabya’nın (Moldovya’nın doğu bölgesine verilen ad), her zaman Rusya topraklarının bir parçası olduğunu söylüyorlardı.”
General, “Aferin oğlum!” diye söze karıştı.
Josif’e, “Umarım onların din konusundaki eğitimlerini de aynı şekilde reddedersin” dedim. Kendisine, ateizm konusunda ders vermek zorunda kalan tanıdığım bir imanlı profesörden söz ettim. “Odasında yalnızken haç çıkarıp Tanrı’dan bağışlanma diledikten sonra sınıfa girip, öğrencilerine Tanrı’nın var olmadığını anlatıyordu.”
Josif, “Tabii ki, aksi takdirde onu ihbar ederlerdi” dedi. Kişinin etrafını yoklamadan bir söz söylemek için ağzını açabileceği bir dünyayı hayal bile edemiyordu.
Konuşmalarımız yeni ihbarcılardan biri olan Jivoin’e yöneldi. Yugoslav ordusundan kaçmış ve sınırda casus diye yakalanmıştı. Şimdi ise cezaevi yetkililerinin gözüne girmek için “Tito karşıtıymış” gibi davranıyordu. Hatta nöbetçiler kuralları gevşettiklerinde, onları ihbar edip başlarının derde girmesine neden olmuştu.
Josif, “İçimizden bazılarımız Jivoin’i iyice bir şaşırtmaya karar verdi” dedi. “Eğer hep birlikte üzerine gidersek, hepimizi birden çok fazla cezalandıramazlar.”
Onlara, “Bir gün daha bekleyin. Daha iyi bir fikrim var” dedim.
Jivoin hücredeki herkesin ona sırt çevirmesini artık kanıksamıştı. Yanına gidip ülkesinin durumunu sorduğumda pek memnun oldu. Çok geçmeden Hırvat fıkraları ve Sırp özdeyişleri anlatmaya başladı. Karadağ bölgesinin doğal güzelliklerinden, ezgilerinin ve danslarının kıvraklığından bahsediyordu. Konuşmasını benden gördüğü teşvikle daha büyük bir heyecanla sürdürüyordu.
“Yeni milli marşınız nasıl?” diye sordum.
“Harika bir şey. Hiç duymadın mı?”
“Hayır, ama işitmeyi çok isterdim.”
Jivoin sevinçle ayağa kalkıp yüksek sesle milli marşlarını söylemeye başladı. Dışarıdaki nöbetçiler duydukları melodinin Tito’yu öven bir ezgi olduğunu marşın nakarat bölümüne gelene dek fark etmediler. Jivoin hemen yakalandı ve öfkeli siyasi görevlinin karşısına çıkarıldı.
Josif, “İşte, bu onun sonu oldu” dedi. Hepimiz gülmeye başladık.
Jivoin etkisiz hale getirildikten kısa bir süre sonra, eski bir Demir Muhafız olan Yüzbaşı Stelea hücremize nakledildi. Bir önceki hücresinde savaş zamanından eski bir yoldaşını geride bırakmıştı, bu nedenle üzüntülüydü.
General Stavrat, “İsmi nedir?” diye sordu.
Stelea, “Ion Coliu. Tirgul-Ocna’ya geldiğim günün ertesinde hücreme nakledilmişti. Eski günlere dair hoş sohbetler yapardık” dedi.
Stavrat, ona önceki sorgulaması ve işkenceler sırasında gizlediği herhangi bir sırrını Coliu’a açıp açmadığını sordu.
Stelea, “Evet, her şeyi anlattım. Yıllarca en yakın dostumdu. Onun için hayatımı bile tehlikeye atabilirdim” diye yanıtladı.
Stavrat, Ion Coliu’nun Tirgul-Ocna’nın en lanetlenen muhbiri haline geldiğini söylediğinde, işittiklerine inanmak istemedi ve kanıtlamamızı istedi. Benden bu gerçeği doğrulamam istendi. Stelea bombadan sersemlemiş bir asker gibi saatlerce ranzanın üzerinde öylece oturdu kaldı. Sonra birden ayağa fırlayıp kontrolsüz bir şekilde bağırmaya ve bize saldırmaya başladı. Nöbetçiler onu götürdüler.
Her cezaevinde sinir krizi geçirenler için özel bir oda ayrılmıştır. O odadakiler çılgınlar gibi sayıklayıp çığlık atmaya, dışkılarını yerlere yapmaya ve birbirleriyle –bazen ölümüne– kavga etmeye bırakılırlar. Yemekleri bile bir kapaktan içeri itilir. Hiçbir nöbetçi yaşamını onların arasında tehlikeye atmak istemez.
Josif’in cezasının bitmesine sadece birkaç hafta kalmıştı. Geleceğe dair tasarıları vardı. “Almanya’daki kız kardeşim, birlikte Amerika’ya gidebilmemiz için izin almaya çalışacak. İngilizce’mi geliştirip bir meslek edineceğim!” dedi.
Buna rağmen yaralarla bozulmuş yüzünden hâlâ nefret ediyordu. Bir gece ona Helen Keller’in kör, dilsiz ve sağır olduğu halde Amerika’nın en önemli şahsiyetlerinden birisi haline geldiğini anlattım. Bir ucunu dişleriyle tuttuğu, diğer ucunu da piyanoya bağlamış olduğu bir akort tahtasının yardımıyla mükemmel şekilde piyano çalmayı öğrenmişti. Yaptığı çalışmalar sayesinde Braille alfabesinin binlerce kör insana ulaşmasını sağlamıştı.
“Ünlü kitaplarından birinde, Göklerin yüceliğini görmemiş olsa da, yüreğinde taşıdığını yazmıştı. Bu yüzden bu duyulara sahip olan ancak kullanmakta çoğu kez başarısız kalan bir dünyaya Tanrı’nın yaratılışının güzelliğini sergilemeyi başarmıştı.”
Helen Keller’in varlıklı bir aileden geldiğini anlattım. Diğer kızlar gibi tüm duyulara sahip “şanslı” birisi olsaydı, belki de yaşamını önemsiz şeylerin peşinde koşarak harcayacaktı. O bunun yerine insanların “kötü” olarak adlandırdığını, hayranlık uyandırıcı başarılar kazanmak için itici bir güç olarak kullanmıştı.
Josif, biraz düşündükten sonra, “Helen Keller binde bir rastlanan bir durum olsa gerek” dedi.
“Hayır, daha pek çok benzerleri var. Rus yazar Ostrovsky kör, felçli ve öylesine yoksuldu ki, romanlarını paket kâğıdına yazıyordu. Fakat şimdi dünyaca ünlü bir isim. Ünlü kişiler çoğunlukla hasta insanlardı. Schiller, Chopin, Keats, hepsi de bizim gibi tüberküloz hastasıydılar. Baudelaire, Heine ve kendi ozanımız Eminescu ise frengiliydi. Bilim adamları bu tür hastalıkların mikroplarının, en sonunda delilik ya da ölüme neden olabilseler bile, hastanın sinir sistemini uyararak zekâ ve algılamayı artırdığını bildiriyor. Tüberküloz, kötü olan bir insanı daha da beter yapabilir, fakat iyi insanların daha iyi olmasına neden olur. Çünkü o kişiler yaşamlarının bitip tükenmekte olduğunu görüp kalan zamanlarında ellerinden geldiğince iyi şeyler yapmak isterler.”
Josif çoğunlukla 4 numaralı odaya gidip oradakilere yardım ediyordu. “Kimi tüberküloz hastalarındaki o sıra dışı anlaşılabilirlik (berraklık) ve yumuşaklık dikkatini çekmedi mi?” diye sordum.
Josif, gözleri parlayarak, “Evet haklısın. Bu doğru” dedi.
“İnsanlar binlerce yıldır duvarlarda küf oluşturan mantarlara zararlı gözüyle bakıyordu. Alexander Fleming yirmi beş yıl önce, bu oluşumun bir yararını keşfetti ve birçok hastalığı tedavi eden penisilin böylelikle bulunmuş oldu. Bu küf, asıl kullanım amacı keşfedilene dek, “kötü/ zararlı” olarak nitelendirilmişti. Belki de bir gün, tüberküloz mikrobunu da insanlığa yararlı amaçlar için kullanmayı öğreneceğiz. Şimdi çaresiz olan bu hastalığımız tümüyle yenilgiye uğratıldığı zaman, belki de çocuklarımız küçük dozlarla aşılanıp, zekaları canlandırılacak.”
“Tanrı yeri, göğü, senin yaşamını ve sayısız güzellikleri yarattı! Çektiğin acıların tıpkı İsa’nınkiler gibi bir anlamı var. Çünkü tüm insanlığı kurtaran O’nun çarmıhtaki ölümü olmuştur.”
Josif artık eskimeye yüz tutan yeni gömleğinin içinde titriyordu.
Ailemin bana gönderdiği yün ceketin astarını söküp kendim için ayırdım; ceketi ise ona verdim. Önce almak istemedi, ama ısrar ettim. Kollarıyla narin bedenine sarmalayarak, ne kadar ısındığını gösteriyordu.
Josif’in değişimi o gün başladı. Yine de, onu imana yönlendirecek bir şeye ihtiyaç vardı.
Bu olay ekmek istihkakımızın dağıtımı sırasında meydana geldi. Ekmekler her sabah sırayla masaya dizilirdi. Her porsiyonun aslında tam olarak 100 gr. olması gerekiyordu, ama bazı parçalar biraz küçük, bazıları da biraz büyüktü. Bu ekmek parçalarından ilk seçimi yapmak üzere sıranın kimde olduğu konusunda anlaşmazlıklar ve en son almak üzere kimin sırası geldiği konusunda münakaşalar yaşanırdı. Mahkûmlar kalan parçalardan hangisinin daha büyük olduğuna dair birbirlerinin görüşlerini alırdı. Arkadaşlarının önerdiği parçayı aldıktan sonraysa kandırıldıkları konusunda kuşkuya düşerlerdi. Bir parça kara ekmek yüzünden dostluklar bozulurdu. Aksi ve huysuz biri olan Trailescu beni kandırmaya çalıştığında, Josif bizi izliyordu.
Trailescu’ya, “Benimkini de alabilirsin. Senin ne kadar aç olduğunu biliyorum” dedim. Omuzlarını silkip ona verdiğim ekmeği ağzına attı.
O akşam Josif ile birlikte İncil ayetlerini İngilizce’ye çevirirken, “İsa Mesih’in öğretişlerinin hemen hemen hepsini okuduk, ama yine de O’nu bir insan olarak tanımanın nasıl bir şey olduğunu merak ediyorum” dedi.
“Bunu sana açıklayabilirim. 4 numaralı odadayken elindekinin hepsini –son lokma ekmeğini, ilacını, sırtındaki ceketi bile– başkalarına dağıtan bir rahip vardı. Ben de zaman zaman onun gibi davranmıştım. Ama bazen insanlar çok hasta, aç ve yardıma muhtaç olduklarında sessiz kalıp, aldırış etmedim. Oysa bu rahip gerçekten Mesih’e benziyordu. Elinin bir dokunuşunun kişiyi iyileştirip yatıştırabileceğini düşünürdün. Bir gün küçük bir grup mahkûmla konuşurken birisi ona, ‘İsa nasıl biridir?’ diye sordu. ‘Bu anlattığın kişi kadar iyilik, sevgi ve doğruluk dolu biriyle şimdiye dek hiç karşılaşmadım.’ Rahip, anlık bir cesaretle, alçakgönüllülükle ‘İsa bana benzer’ diye basitçe yanıtladı. Rahibin çok yardımını görmüş olan bu mahkûm, ‘Mesih sana benziyorsa, o zaman O’nu seviyorum’ dedi. Bir insanın böyle bir şey söyleyebildiği zamanlar çok nadirdir, Josif. Benim için bir Hıristiyan olmanın anlamı da budur. O’na benzemek gerçekten çok önemlidir.”
Josif, “İsa eğer size benziyorsa, ben O’nu seviyorum” dedi. Bakışlarında masumiyet ve esenlik vardı.
Yeniden derse devam ettik. Josif’e, İsa Mesih’in kendisine inanmaları için bir belirti göstermesini isteyen Yahudiler’i nasıl yanıtladığını anlatıyordum. Yahudiler, ‘Musa sayesinde “Atalarımız çölde man yediler”’ dediler. İsa Mesih onlara şöyle yanıt verdi: ‘Yaşam ekmeği Ben’im. Bana gelen asla acıkmaz, bana iman eden hiçbir zaman susamaz. Atalarınız çölde man yediler, yine de öldüler. Gökten inen öyle bir ekmek var ki, ondan yiyen ölmeyecek. Gökten inmiş olan diri ekmek Ben’im, bu ekmekten yiyen sonsuza dek yaşayacak.’”
Josif ertesi gün yardım etmek için 4 numaralı odaya gitti. Akşam karşılaştığımızda bana, “Bir Hıristiyan olmayı her şeyden fazla istiyorum” dedi. Onu teneke kupadan aldığım az bir suyla, “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh”un adıyla vaftiz ettim. Tahliye edilmeden önce yüreğindeki tüm acılıklar yok olmuştu.
Cezaevinden ayrılacağı gün bana sarıldı. Gözlerinde yaşlar vardı. “Bana sanki öz babammış gibi yardım ettin. Şimdi artık, Tanrı ile birlikte, ayaklarımın üzerinde kendi başıma durabilirim” dedi.
Yıllar sonra Josif’le tekrar karşılaştık. O bir Hıristiyan’dı. Bir zamanlar nefret ettiği o yara izlerini taşımaktan artık gurur duyuyordu.
Cezaevi yöneticileri Stalin’in ölümünden sonra duydukları korkuyu kısa zamanda üzerlerinden attılar. Sibirya’daki çalışma kamplarında ciddi olaylar meydana gelmişti, bu nedenle zayıflık göstermemeye kararlıydılar. Geçmişte uygulanan kısıtlamalar tekrar yürürlüğe konuldu, ayrıca yenileri eklendi. Doktorların tüm itirazlarına rağmen, pencereler kapatılıp camları boyandı. Pencereleri ancak geceleri nöbetçiler gittiklerinde birkaç santim açabiliyorduk. Yaz aylarındaki bunaltıcı sıcak ve koku ise dayanılmazdı.
Dışarıda ise Kilise’ye uygulanan baskı ve zulüm artmıştı. Cezaevine yeni gelen Ortodoks rahiplerden, Patrik Justinian’ın artık tamamıyla Parti’nin kuklası olduğu haberini aldık.
Patrik’in en çok tepki toplayan davranışı ise, Rumen halkınca büyük saygı duyulan Rahibe Veronica’ya yaptığı kötülüktü. Rahibe, genç ve okuma yazma bilmeyen bir köylü kızı iken, bir görümünde Meryem Ana’nın bir tarlanın üzerinde durduğunu ve oraya bir manastır yapılması gerektiğini söylerken görmüştü. Bunun benzeri birkaç görümün kaydedilmesinin ardından, yardımlar süratle gelmeye başlamış ve 200 genç kız rahibe olmuştu. Bunu izleyen yıllarda Meryem Ana Manastırı tıpkı Fransa’daki Lourdes kenti gibi imanlıların ziyaret ettiği kutsal bir yere dönüşmüştü. Komünistler yönetimi ele geçirdikten sonra, Meryem Ana’nın Romanya’yı kurtaracağı söylencesi yeni bir anlam kazanmıştı. Günün birinde gösterişli makam aracıyla manastıra gelen Patrik Justinian ilk iş olarak, manastırın kilisesindeki rahibi aforoz etmişti. Bunun ardından, Kilise’nin başı olması sıfatıyla, rahibelere ölümden sonraki yaşam için hazırlık yaparak boş yere zaman harcadıklarını bildirmiş, onlara gelecekteki bir bereketin hayaliyle cinsel özgürlüklerinden neden vazgeçtiklerini sorarak, dış dünyaya çıkıp yaşamın güzelliklerini tatmalarını önermişti. Rahibeler ise onu işitmemek için kulaklarını kapatmışlar ve manastırı terk etmeyi reddetmişlerdi. Justinian’ın bu ziyaretinin ardından Gizli Polisler manastıra bir baskın yapmıştı. Yeminlerini bozmamak için direnen rahibelere çok kötü davranılmıştı. En sonunda manastır kapatılmıştı.
Bu haber tüm ülkeyi derinden sarsmıştı. Bu olay nedeniyle Parti bir süre için kaygı duymuştu. Gizli bir cezaevine götürülen Rahibe Veronica’ya ağır baskı yapılmış ve görümünün aslında bir aldatmaca olduğunu itiraf etmeye zorlanmıştı. Rahibe tahliye olduktan sonra, evlenip çocuk sahibi olmuştu. Böylece Romanya’daki Lourdes’un da sonu gelmişti.
İmanlılar için diğer bir darbe ise, “çoban aziz” diye isimlenen Oltenia’lı Petrachu Lupu’nun başına gelenlerdi. Yıllar önce koyunlarına çobanlık ederken görümünde ihtiyar bir adam görmüştü. İhtiyar kendisini “Tanrı” diye tanıtıp Lupu’ya daha fazla sayıda kilise kurulması ve fakirlere daha çok yardım edilmesi gerektiğini bildirmişti. Lupu iki sözcüğü zorlukla bir araya getirebilen kalıtsal bir frengi hastası olduğu halde, anlattığı bu hikayeye herkes inanmıştı. Binlercesi onu görmeye gelmişti. Savaş başladığında cephedeki askerleri yüreklendirmesi için sınıra götürülmüştü. Askerler onun elini öpebilmek için sıraya girmişlerdi. Lupu, bir cepheden diğerine gidip Tanrı’nın onlardan daha fazla Rus askeri öldürmelerini istediğini bildirmişti. Komünistler tarafından tutuklanıp hücreye atıldığında, Petrachu Lupu hücre arkadaşlarına Amerikalılar’ın onları ne zaman kurtaracağını sormuştu. Onlar da, “Neden Amerikalılar’ı bekliyorsun ki? Senin şu ‘İhtiyar Adam’ mutlaka çok yakında seni kurtaracaktır!” diye yanıtlamıştı. Lupu ise bu sözlere gülerek şu karşılığı vermişti: “Kurtarmak istiyor, fakat silahı yok!”
Ortodoks rahipler üzüntüyle bir başka olayı daha aktardılar. Arsene Boca adındaki şaşılası şeyler gerçekleştiren bir keşişin müritleri, günahlarını ona itiraf etme gereğini duymadıklarını söylüyordu. Çünkü Boca bir bakışta onların tüm günahlarını biliyordu. Boca bir süre hapis yattı. Daha sonra dini görevini bırakıp evlendi ve diğer insanlar gibi yaşamaya başladı.
Parti’nin dine indirdiği darbelerin çoğu batıl inançların oluşturduğu küçük dalları budamış ve gerçek imanı her zaman olduğundan daha güçlü bir şekilde ortaya çıkartmıştı. Ancak insan doğası öyledir ki, dinsel batıl inançlar çok derinden budanırsa, onların yerini ateist batıl inançlar alabilir. Bu kez de kutsal imgelere aşırı derecede saygı göstermek yerine, cani katil Stalin ilahlaştırılır ki, bu ikincisi birincisinden daha kötüdür.
Yeni bir grup mahkûm gelmişti. Bunlardan ölesiye dövülmüş olan birisi beni yanına çağırmıştı. Profesör Popp ile onu görmeye gittik.
Bu mahkûm Boris idi. Eski sendikacı, “yeniden eğitimin” sona ermesinin ardından birkaç cezaevi dolaşmıştı. Şimdi ise nöbetçilerin onu fırlattığı taş zeminde kıvrılmış yatıyordu. Hücredeki diğer mahkûmlar dışarıda talimdeydi. Popp oradan geçene kadar ona kimse yardım etmemişti. Onu yatağa yatırdık. Kirli gömleği kurumuş kanlar yüzünden bedenine yapışmıştı. Gömleği yavaşça ıslatıp çıkardığımızda, sırtında birbiriyle kesişen yeni ve eski kamçı izlerini gördük. Tıpkı kendisi gibi cop sallayarak Parti’nin beğenisini kazanacağını uman diğer arkadaşlarının ödüllendirildiği gibi, Boris de “yeniden eğitim” uygulayıcılarıyla yaptığı işbirliğinin karşılığında bu şekilde ödüllendirilmişti.
Mahkûmlar sırayla talimden dönmeye başladılar. Birçoğu Boris’i nefret dolu bakışlarla süzüyordu.
Profesör yaralarını temizlerken Boris, “Ben bunu hak etmiştim” dedi.
Bir mahkûm, “Hakkını da aldın!” diye bağırdı.
Boris kolumu tutarak, “Sizi tanıyan biriyle tanıştım. Patrascanu size bir haber gönderdi” dedi.
Bana eski Komünist Adalet Bakanı ve 1948’deki tutuklanmamın ardından aynı hücreyi paylaştığımız Lucretiu Patrascanu’nun ölmüş olduğunu söyledi. Stalin’in ölümünü izleyen ve belirsizliğin hüküm sürdüğü o bir yıl içinde, cezaevindeki nöbetçilerimiz gibi Parti yetkilileri de, bir karşı devrim yapılmasından korkmuşlardı. Hapisteki Patrascanu’nun kendisini seven izleyicilere sahip bir kişi olarak bir liberalizm hareketi başlatabileceğini ve onlardan öç alabileceğini düşünmüşlerdi. Patrascanu hapiste altı yıl kaldıktan sonra süratli bir şekilde yargılanmış ve ölüm cezasına çarptırılmıştı.
Boris kısa bir süre onunla birlikte kalmıştı. Komünistler’in başa geçmesi için onca çaba harcamış olan Patrascanu’ya, ölmeden önce işkence edildiğini söyledi. Soğuktan şikayet ettiğinde, ona kalın giysiler giydirip zincire vurmuşlardı. “Nasıl, hâlâ üşüyor musunuz?” diye sorduktan sonra, terden sırılsıklam soluk alamaz hale gelene dek hücreyi sıcak buharla ısıtmışlardı. Isıyı düşürmeleri için yalvardığında ise, onu çırılçıplak soyup hücrenin ısısını donma noktasına kadar düşürmüşlerdi. Patrascanu sırasıyla, aşırı soğuğa ve aşırı sıcağa maruz bırakılmıştı. Hâlâ ölmediğini gördüklerinde, onu dışarı çıkarıp vurarak öldürmüşlerdi.
Boris, Patrascanu’nun kendisine, “Eğer Wurmbrand ile karşılaşırsan, ona haklı olduğunu söyle!” dediğini aktardı.
Bu konuşmamızın hemen ardından Doktor Aldea geldi ve Boris’e, “Seni 4 numaralı odaya götürmemiz gerekiyor” dedi.
Boris’le “ölüm odasında” elimden geldiğince uzun zaman geçirmeye çalıştım. Birkaç gün geçtikten sonra iyileşme belirtileri göstermeye başladı. Gururu yüzünden itiraf edemese de, insan sevecenliğiyle dolu bir ortama geri döndüğü için mutluydu.
Yehova Şahidi olan yan komşusunu başıyla göstererek, “İhtiyar Losonczi benim için dua ediyor. Her ikimize de yetecek kadar dua ediyor” dedi. Sesini yükselterek, “Hey Losonczi, Tanrı’ya her şeyi anlatıyorsun, değil mi?” diye sordu.
İhtiyar adam, “Hepimizin iyiliğini diliyorum” dedi.
Boris gülerek karşılık verdi: “Henüz bir yanıt alamadın ama. Sakın seni de Eyüp gibi deniyor; sana şaka yapıyor olmasın?”
Boris bileğimi yakalayarak şöyle dedi: “Bu, açıklanması gereken bir durum, değil mi? İnsanlar özgür kalabilmek, ailelerinden bir haber almak ya da sıcak bir yemeğin tadına varabilmek için yıllar boyunca dua ediyorlar. Sonuçta ne alıyorlar? Hiçbir şey!”
Sözlerine devam etti: “Romanya’nın en kötü cezaevi olan Jilava’daydım. Arkadaşlarım şöyle dua ediyorlardı: ‘Tanrım, bizi seviyorsan, bize kurtlanmamış yiyecekler ver!’”
Losonczi sordu, “Yemekler iyileşti mi bari?”
“Hayır, daha da kötüleşti.”
Açıklamaya çalıştım: “Doktor seni tedavi ederken, arada sırada canını yakmak zorunda kalmıyor mu? Bilimsel deneylerde ölen hayvanları bir düşün. Eğer denek köpek, başına gelenlerin kendinden daha üstün bir varlığın milyonlarcasının yaşamını kurtarabileceğini bilseydi, bu uğurda acı çekmeyi ve hatta ölümü isteyerek kabullenmez miydi? Çektiğimiz bu acıların ve sıkıntıların gelecek nesillere hizmet edebileceğine inanıyorum. İsa Mesih acılarına, bunların insanlığı kurtaracağını bilerek katlandı.”
Losonczi itiraz etti: “Dünya üzerindeki insanlar her gün ‘Göklerdeki Babamız’ sözleriyle başlayarak O’nun Egemenliği’nin geleceğini bildirirler, ama gelmez. Nedenini galiba biliyorum. Çünkü dua eden insanlar bunun gerçekten olmasını istemiyorlar. ‘Egemenliğin gelsin’ diyorlar, ama bu, yüreklerinden kaynaklanan bir dua değil. Onların asıl istediği Demir Muhafızlar’ın ya da Amerikalılar’ın gelmesi, kralın tahtına geri dönmesi ya da onlara yardım edecek herhangi bir başkasının gelmesidir.”
Boris ciddiyetle dinliyordu.
“Emin olunuz ki, düşündükleri en son şey Göklerin Egemenliği’dir. Aslında onu gerçekten isteyip uğrunda çalışmış olsalardı, sahip olabilirlerdi. Köyümüzdeki kilisede yoksullar için dua edeceğimiz bir ayin düzenlendi. Hepimiz katıldık ve dua ettik. Bir tek zengin bir çiftçinin yeri boştu. Biz kendimizce bu çiftçiden daha üstün ve iyi olduğumuzu düşüne duralım, oğlu elinde dört çuvalla kiliseye geldi. Elindekileri yere bırakıp, “Babam ‘Duasını’ gönderdi” dedi. O adam Tanrı’nın Egemenliği için gerçekten bir şey yapmıştı!”
Boris’e, “İşte sorunun yanıtını aldın” dedim. “Kutsal Kitap’ta Yahudiler’in dünyanın dört bir ucundan gelecekleri ve Filistin topraklarındaki krallıklarına sahip olacakları vaat edildi. Ancak Weizmann ve Herzl gibi bu uğurda çalışıp mücadele etmiş kişiler olmasaydı, bu peygamberlik bir bin yıl daha gerçekleşmeyebilirdi.”
Ölüm odasındaki bu iskelete dönmüş hüzünlü insanlardan bazıları bana duanın anlamına ve nasıl yarar sağladığına dair sorular sordular. Kendi düşüncelerimi yüksek sesle ifade ettim: “Birçokları Tanrı’yı, ricada bulunabilecekleri zengin bir adam gibi görür. Birçokları da batıl inançlara sarılır. Ama cezaevindeki Hıristiyanlar bilirler ki, daha saf bir din biçimine erişmeye çalışmalıyız. Dualarımız, derin düşünme, kabul ediş ve sevgi biçimini alır.”
“Milyonlarca kişi her gün Göksel Baba’ya seslenir. Bizler Tanrı’nın yeryüzündeki çocukları olduğumuz için ve çocuklar babalarının sorumluluklarını paylaştıkları için bu dualar aynı zamanda bizim içindir. Herkesin dua ettiği Göksel Baba benim de yüreğimde değil mi?”
“Bu nedenle, ‘Adın kutsal kılınsın’ dediğimde, Tanrı’nın adını kutsamalıyım. ‘Egemenliğin gelsin’ dediğimde, bu çılgın canilerin dünyanın yarısından fazlası üzerindeki hâkimiyetlerini yok etmek için sonuna kadar savaşmalıyım. ‘Senin istediğin olsun’ dediğimde arzum, kötülerin değil, iyilerin istediğinin olmasıdır. ‘Suçlarımızı bağışla’, bu yüzden ben de affedici olmalıyım. ‘Ayartılmamıza izin verme’, ben de diğerlerini ayartılmaktan korumalıyım. ‘Kötü olandan bizi kurtar’, bu yüzden bir insanı günahtan uzaklaştırmak için elimden geleni yapmak zorundayım.”
Losonczi ile dost olduk. Bir çiftçiydi. Yehova Şahidi olarak saplandığı garip düşüncelerin arasından sağduyusu göze çarpan ilginç bir kişiliği vardı. Yehova Şahidi olmasının kendi seçimiyle değil, tarikatın seçimiyle gerçekleştiğini öğrendim. Ortodoks Kilisesi’nde düş kırıklığı yaşamış ve hayatındaki kişisel bir sorun nedeniyle din arayışı içinde olduğu bir dönemde, karşısına ilk çıkan inancı kucaklamıştı. Kendisi gibi –büyük inançların “mültecileri” olan– birçokları daha vardı. Losonczi yasalarca kabul gören –Vaftizciler ya da Adventistler gibi– başka bir mezhebe katılmış olsaydı, yasaklanan “Şahitler”in bir üyesi olmaktan yirmi yıllık cezasını çekiyor olmayacaktı.
Bir gün konuşma arasında bana, “Gerçekten neden buradayım, biliyor musunuz?” diye sordu. Tek neden, Parti’nin katı görüşleri yüzünden “Şahitler”den nefret etmesi değildi. “Yıllar önce büyük bir cinsel suç işledim. Tövbe ettim ve Tanrı’dan acı çekerek bu günahın bedelini ödememe izin vermesini istedim. Hâlâ bu bedeli ödemekteyim.”
Losonczi’nin o anda bir öğreti daha dinleyecek hali yoktu. Ölmekteydi.
“Azizler bile cinsel isteklerini bastırma konusunda güçlük çektiler” dedim. “İsa bunu biliyordu. O bizim günahlarımızın bedelini ödedi. Bu bedeli kendi başına ödemeyi sürdürmen gerekmiyor.” Beni şöyle yanıtladı: “Unutamıyorum.”
Birkaç gün sonra 4 numaralı odaya gittiğimde Losonczi’nin yatağının boş olduğunu gördüm. Geceleyin ölmüştü.
İhtiyar adam gençliğinde işlediği cinsel günahı düşünerek ölmüştü. Bu konuda azap çeken tek kişi o değildi. Cinsellik cezaevindeki herkes için büyük bir sorundu. Kafalarının içi kadın ve erkeğin sapkınlıkla birbirlerine cinsel olarak yaklaşmalarının türlü sapkın fantezileriyle dolu olan mahkûmlar, boş gözlerle çevrelerine bakıyorlardı. Bitip tükenmez sohbetlerle kendilerini avutmaya çalışırlar, bazen de kışkırtıcı sorularıyla beni tuzağa düşürmeye çalışırlardı.
Bu konuda en büyük sıkıntıyı eşlerinin ne yaptığını merak eden evli erkekler çekiyordu. Yarısına yakınının eşleri zaten onların yokluğunda boşanmıştı. Kadınlara ‘devrim karşıtlarından’ boşanmaları için büyük baskı yapılıyordu. Hapisteki eşlerini başka erkekler için terk etmiş olan kadınlar, bu baskıya karşı koymak için gerekli bir neden görmüyorlardı.
Aşırı cinsellikle dolu sohbetlerin öncülüğünü bir zamanlar büyük bir mağazanın sahibi olan Nicolas Frimu yapıyordu. Anlattıklarına göre yanında çalışan birçok genç asistan kızı baştan çıkarmıştı. Orta yaşlı, topluca biriydi. Cezaevindeki takma adı olan ‘Müthiş Aşık’la övünüyordu. Sık sık, kendisine taptığını söylediği, genç artist eşiyle böbürleniyordu.
Kumandanın odasına çağırıldığında cezası konusunda yaptığı temyiz başvurusunun sonucunun bildirileceğini ummuştu. “Kısa bir süre sonra dışarıda olacağım. Ondan sonra da…!” derken parmaklarını sesli bir şekilde öptü.
Ancak çok geçmeden öfkeden kıpkırmızı olmuş bir yüzle geri geldi. “Temyiz başvurum reddedilmiş! Eşim de benden boşanıp bir başkasıyla evlenmiş!” diye patladı. Birkaç dakika boyunca hiç durmadan eşinden ve yeni kocası olan Devlet Tiyatrosu direktöründen nasıl intikam alacağını anlattı. Eşleri tarafından terkedilmiş olan diğer mahkûmlar acı acı gülerek ve bağırarak onu kışkırtmaya çalışıyorlar, eşini cezalandırması için farklı yöntemler öneriyorlardı.
“Eşlerimiz hapiste, biz ise özgür olsaydık, kaçımız sadık kalırdık acaba?” diye sordum.
Frimu, “Ders vermeye başlama!” diye bağırdı.
“Aldığınız kötü haberler için üzgünüm. Ama siz her zaman baştan çıkarmış olduğunuz genç kızlardan söz ediyorsunuz. Çevrede sizin gibi erkekler varken, kadınların iffetli olmasını nasıl bekleyebilirsiniz?” dedim.
Başrahip Novac genelde utangaç ve çekingen birisiydi, ama sözleriyle hepimizi şaşırttı: “Suçlanması gereken her zaman koca değildir. Eşimi mutlu etmeye çalıştım. İlk dönem tutukluluğumun ardından eve gittiğim zaman kapıyı bir yabancı açtı. Eşim kapıya gelip, ‘Ben artık onunla evliyim – bu nedenle lütfen git!’ dedi. Onunla konuşmayı denedim, ama beni dinlemedi. ‘Yeterince sıkıntı çektim, artık evimde devrim karşıtlarını istemiyorum’ diye bağırdı. Böylece özgürlüğümün ilk gecesini bir tren istasyonunun bekleme odasında geçirdim.”
Frimu, “Sen daha da ahmaksın!” dedi.
Bir havacı olan Petre sordu, “Peki, ikinci geceni nasıl geçirdin?”
Başrahibin yüzü kızardı ve başını başka yöne çevirdi.
Bir çiftçi olan Emil, bir önceki hapis cezasının bitiminde evinde nasıl karşılandığını hiddetten titreyerek anlattı. “Köpeğim sokağın başından kokumu almıştı. Zincirini koparıp beni karşılamaya koştu. Ona doğru eğildiğimde sıçrayarak yüzümü öpüp yaladı. Daha sonra eve girdim ve karımı yatakta başka bir erkekle buldum.”
Kızgın bakışlarını çevresinde gezdirip, “Sorarım size rahip, o ikisinden hangisi köpekti?” dedi.
Komünist Parti bilinçli olarak ahlâk anlayışını çürütmeye çalışıyordu. Bu etkeni bir kenara bıraksak bile, cinsellik konusundaki Hıristiyan öğretilerine saygı duyuluyor muydu? Cezaevindeki konuşmalardan bu, olasılık dışı görünüyordu. Az sayıda bir grup Hıristiyan mahkûm, cezaevi sakinlerine basit bir soru yönelterek ve onlardan doğru bir yanıt vermelerini isteyerek bu konuyu açıklığa kavuşturmaya çalıştı: “Kilisenin bekâret konusundaki temel kurallarına –evlilik öncesi sözde, düşüncede ve eylemde temiz olmaya ve evlilik sonrasında da sadık kalmaya– her zaman itaat ettiniz mi?”
Yaklaşık üç yüz “ismen” Hıristiyan mahkûmdan sadece ikisinin yanıtı “evet” oldu. Bunlardan biri Peder Suroianu, diğeri de on beş yaşında bir çocuktu.
Oturup notlarımızı karşılaştırdık. General Stavrat, “Kilisenin bu konuda tekrar düşünmesi gerekiyor. Bir ordu, kimsenin itaat etmediği emirlerle savaşa gidemez” dedi.
Eskiden gazeteci olan Stancu ise, “Kimsenin dikkate almadığı uygulamaları vaaz etmek, bir rahibin tüm söyleyeceklerinin değerini düşürür” dedi.
Başrahip Novac, “Kutsal Kitap’a karşı gelemeyiz” dedi.
“Elbette hayır. Fakat günaha ödün vermememize rağmen, günah işleyene karşı daha anlayışlı olmalıyız. Kutsal Kitap zamanlarında, kadınlar peçe takıp çadıra benzer elbiseler giyiyorlardı. O zamanlar bir kızı yoldan çıkarmak için ahlâksızlık virtüözü olmanız gerekirdi. Günümüzdeki kadınların giysileri ise erkekleri baştan çıkarmak için tasarlanmış ve fırsatlar çok” diye söze katıldım.
“İsa Mesih’in zina eden kadına nasıl davrandığını anımsayabiliriz. Orada bulunan hiç kimse ilk taşı atamadı. Hepsi uzaklaştılar. İsa kadına şöyle dedi: “Hiçbiri seni yargılamadı mı? Git, artık bundan sonra günah işleme!”
Başrahip kaygılıydı, “Günümüzde gençler çok fazla özgürlüğe sahipler. Onlara yol gösterecek bir rehbere ihtiyaçları var.”
Onu onayladım ve ekledim: “Cinselliğin Tanrı’nın insanlara verdiği bir armağan olduğunu da öğretmeliyiz. Cinselliği müstehcenlikten arındırmak için tüm gerçeğiyle açıklamalıyız. Burada ilahiyat söz konusudur. Dünyanın en eski dini kitabı olan ‘Maneva-Darma Sostra’da şöyle yazar: ‘Kadın, erkeğin tohumunu, Tanrı’ya O’nu hoşnut eden bir kurban olarak sunduğu bir sunaktır.’”
Stancu şikâyet edercesine, “Birçoğumuz kadınlara daha yeknesak bir gözle bakıyoruz” dedi. “Kullanılacak bir şey – bir zevk aracı ya da birlikte görünebileceğimiz iyi giyimli bir bebek gibi. Yemek pişirip temizlik yapan bir köle gibi ya da ona hizmet ederken erkeğin kendini kaybedebileceği bir ilah gibi. Kimse kadını kendisiyle eşit görmüyor; cinsellikten zevk alma konusunda bile.”
Başrahip, “Önemli olan, seni mutlu edecek bir eş seçmektir” dedi.
Ben de, “Ya da senin onu mutlu edeceğin!” dedim. “Tanıdığım en mutlu evli erkeklerden biri, köyün en sade kızını seçmişti, çünkü onun evlenecek kimse bulamayacağını düşünüyordu.”
Stancu, “Ah, ne romantik!” diye geçiştirdi. “Evlilik sadece bir antlaşmadır. Ailem benim için drahoması yüklü bir kız bulunca işi bitirdiler. Herkesin kendi yoluna gittiği, mutlu bir beraberliğimiz var.”
Kendisine, “O zaman sen gerçekten evli değilsin” dedim.
“Evlilik törenimiz kilisede yapılmıştı, ama…!”
“Roma’daki Papa tarafından kutsanmış olsa bile, maddi çıkarlar için yapılan bir evliliğin Tanrı gözünde geçerli sayılmadığını düşünüyorum” dedim.
Stancu güldü. “O zaman çevremizde oldukça fazla geçersiz evlilik var sayılır. Erkekler kendilerini zengin kızlara satıyor; tıpkı yoksul kızların zengin erkeklere satılması gibi. Kalıcı olmayan bir güzellik yerine sağlam bir banka hesabına göre değerlendirilmek daha mantıklı değil mi?”
Stancu’ya ailesi tarafından zengin bir erkekle evlenmeye zorlanan bir genç kızın öyküsünü anlattım. Yıllarca mutsuz yaşadıktan sonra kendisine elbise diken bir terziye âşık olur ve kocasını terk edip onunla birlikte yaşamaya başlar. Bu olay nedeniyle kiliseme gelenlerin hepsi onunla ilişkilerini kestiler. Bir erkekle evlilik dışı ilişki yaşamak günahtır, fakat ben onun durumunu anlamaya çalıştım. Ailesi tarafından dayakla ve baskıyla bu evliliğe zorlanmıştı. Bu durumda yapılacak en iyi şey, bu kadını suçlamamak ve geriye dönüşü olanaksız olan bu durumunu yasal açıdan bir düzene sokması için teşvik etmektir. Kilisemdekilere onu hemen yargılamamalarını istedim.”
“Genç kadın gözyaşları içinde bana teşekkür etmek için geldi. Ona kilise üyelerinin kayıtlarının, Tanrı’nın göklerde tuttuğu kayıtlarla aynı olmadığını söyledim. ‘Tanrı, seni bir başkasının kollarına atan bu duygularını onaylamasa bile, anlayabilir. Tanrı seni sevmeye devam ediyor.’ Kadın kollarını boynuma dolayıp beni öperken, karım kapıdan içeri girdi.”
Öyküyü dinleyenlerin hepsi kahkahayla gülüyorlardı. Stancu, “Karınıza bu durumu nasıl açıkladınız?” diye sordu.
“Açıklanacak bir şey yoktu ki. Kadın o terziyle mesut bir yaşam sürdü. Adam yıllar sonra öldüğünde, eşime olanları anlattım” dedim.
Genellikle cezaevlerinin eşcinselliği teşvik ettiği sanılmaktadır. Fakat biz bunun hiçbir kanıtını, belki de hastalık, bitkinlik ve fazla kalabalıktan ötürü, görmüyorduk. Profesör Popp, kuşkulanılan bir iki olayın aleyhinde şiddetle konuştu.
Ona, günahı kınamamız gerektiğini, fakat çoğunlukla mutsuz bu insanları anlamaya çalışmamız ve bu zaaflarını, diğer insanların hatalarını bağışladığımız gibi bağışlayarak, onları bulundukları bu durumdan kurtarmaya çalışmamız gerektiğini söyledim. Felsefesi ve dürüstlük anlayışıyla “Mesih öncesinde bir Hıristiyan” olarak nitelendirilen Sokrat, Michelangelo, Büyük İskender, Hadrian, Plato, Leonardo ve günümüzdeki Oscar Wilde ve Uluslararası Kızıl Haç Örgütü kurucusu olan André Dunant’a dek birçok ünlü kişi eşcinseldi. Bunlardan birçoğu yapıtlarında derin Hıristiyanlık duyguları yansıtmışlardı.
Popp, “Evet, onları biliyorum” diye konuştu. “Fakat tiyatro ve sanat camiasındaki birçokları bu durumlarını açıkça sergileyerek, kişisel bir sorunu topluma ait bir sorun haline getiriyorlar. Toplum onların bu eğilimini kınadığı için en azından biraz daha sağgörülü davranmaları gerekir.”
Bir zamanlar Demir Muhafız olan genç Paul Cernei yakınımdaki bir yatakta yatmaktaydı. Bacaklarını yere doğru sallandırarak, “Şimdi size yaşamımı mahveden gerçek bir sorun aktaracağım… Yıllar önce bir kızla tanışmıştım; adı Jenny olsun. Birbirimize âşık olduk. Ancak kendisini eve götürmeme izin vermiyordu. En sonunda evlenebilmemiz için babasının onayını almaya karar verdim. Evlerinin kapısını çalıp, ismimi söylediğimde babası kapıya geldi ve bana şöyle dedi: ‘Oğlum, Jenny bana sizin hakkınızda çok şey anlattı!’ Ben ise ona dehşetle bakıyordum. O bir hahamdı ve yakasında Davut Yıldızı’nı taşıyordu. Ben ise bir Yahudi karşıtıydım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Jenny’nin Yahudi bir aileden geldiğini bilmediğimi mırıldanarak oradan uzaklaştım.”
Durakladı: “O kızı bir daha hiç görmedim. Hiç evlenmedim. Onu asla unutamadım. Onun da hâlâ evlenmediğini duydum.”
Cernei’nin öyküsü çok etkileyiciydi. Stavrat, “Belki çıktığında, eğer çok geç değilse…” diye konuştu.
“Evlenebilsek bile, hangimizin dinini değiştirmesi gerekecek? Ben bir Ortodoks’um, o ise bir Yahudi.”
Ona şöyle yanıt verdim: “İnancının senin için bir anlamı varsa, o zaman dünyadaki hiçbir şey için onu değiştirmezsin. Ya da senin için bir anlam taşımıyorsa, o takdirde onu terk etmen daha yararlı olacaktır. Birbirinizi sevdiğinize göre, neden ikiniz de kendi seçtiğiniz inancınızda kalmayasınız?”
“Evlenince çocuk sahibi olmak isterdim. Onları belli bir inanca göre yetiştirmemiz gerekir.”
Şöyle düşünüyordum; çocukları büyümeye başladıklarında Cernei ve karısı onlara kendi inançlarını –biri diğerine saygı göstererek– anlatmalı ve daha sonra onların kendi seçimlerini yapmalarına izin vermeliydiler. “Eşine olan sevgini, onu uysallıkla ve sabırla gerçeğe getirmek üzere kullanabilirsin” dedim.
Cernei, “Ailesi din değiştirmesini asla onaylamayacaktır” dedi.
“Onları elbette dinlemelidir. Ama ailesinin hatalı olduğunu düşünüyorsa boyun eğmemelidir.”
Stavrat başını salladı, “Anne babana saygı göstermelisin” diye On Emir’in birinden alıntı yaptı.
Cernei, “Ama generalim. Ben beşikteyken babam bizi terk etmiş. Annem de başka biriyle kaçtı. Bir yetimhanede yetiştirildim.”
Hiç kimse buna bir yanıt bulamadı.
Cernei devam etti: “Keşke o gün evlerinden uzaklaşmadan önce durup bir kez daha düşünmüş olsaydım.”
Mahkûmların bu tür konuşmalarını sıkça duymuştum. Bizler farları arkasında olan araçlar gibiyiz. Geriye baktığımızda, verdiğimiz zararı ve incittiğimiz insanları görüyoruz. Ailemize, sağlığımıza ve özsaygımıza vereceğimiz zararları göz önüne almış olsaydık, o şekilde davranmamış olacağımızı çok geç fark ediyoruz.”
Cernei aramızdan ayrıldığında General şöyle dedi: “İyi bir genç. Günümüzde kişiler yanlış yola saptığında, insanlar daima bunun suçunu kötü yetiştirilmelerinde buluyorlar. Ama soyaçekimin de etkisi var tabii. Hayvan yetiştiriciliğinde türün iyileştirmesine önem veriyoruz, oysa alçak ve değersiz suçluların kendi cinslerini üretmelerine engel olunmuyor.”
Hıristiyanlar bu kalıtım temel sorununu göz ardı edemezler. Yetişkinleri ıslah ediyoruz ya da suçluyu cezalandırıyoruz, fakat anne baba olacaklara soylarında kalıtım yoluyla bebeğe zarar verecek herhangi bir etkenin olup olmadığını hiçbir zaman sormuyoruz. Seks sadece bebeklerin dünyaya gelmesi için var olmaz; yaşamı daha saygın ve mutlu kılan, kendisine özgü bir değeri vardır. Bir anlık zevk için kayıtsızca bu dünyaya çocuklar getirdiğimiz zaman, mazeretimiz işte bu oluyor ve üremenin kutsal bir eylem olduğunu unutuyoruz.
Sürekli olarak yemeksiz kalan mahkûmların çoğu, cinsel gereksinimi, yemekle eşit tutarlar. Yargı Günü insanlar açları doyurmadıkları için kınanacaklar. Bazıları şöyle söyler; insanlar yapabilecekleri halde eşlerinin cinsel açlıklarını tatmin etmemiş, onları yüceltmemiş ve mutlu kılmamış oldukları için de kınanacaklar.
Toplumsal ve ekonomik adaletsizlik olduğu gibi, kuşkusuz cinsel adaletsizlik de vardır. Bu adaletsizlik insanların acı çekmesinin en büyük nedenlerinden biridir. Ne var ki, her yasada, ilahi yasada bile kaçınılmaz olarak, eşit koşullara sahip olmayan insanlara eşit görevlerin yüklendiği bir adaletsizlik öğesi vardır. Hukuk, zengin ve fakir için, cinselliği yaşayabilen ve yaşayamayan için, cahil ve aydın için daima aynı kuralları belirler.
Evlilik bir onur meselesi olmalıdır. Bu, sadık kalmak üzere üstlenilen bir görevdir. Aşk bir duygudur ve tüm duygular değişebilir; hiç kimse sonsuza dek eşit ölçüde sevmez ya da öfkelenmez. Kişi yaşlandıkça tutku yoğunluğunun azalması doğa yasasıdır. Bu yüzden tutku, mutlu bir evliliğin garantisi de olamaz. Başka bir şeyin olması gerekir; yani sadık kalmak ve karşındakini mutlu etmek konusunda alınacak karar.
Herkesin cinsel gereksinimlerinin tatmin edilmesi açıkçası olanaksız olduğundan, iffeti buna bir seçenek olarak ele aldık. Katolikler, rahipler için bekâreti onaylıyorlar.
“Şayet bekâret zorla kabul ettirilirse ve evlenmek yeminle yasaklanırsa, o zaman bir rahibin bu konuda kendini sakınmakta başarısız kalması, onun imanına zarar verebilir” dedim.
Profesör, “Bekâret büyük bir yaratıcı güce dönüşebilir. Spinoza, Kant, Descartes, Newton ve Beethoven hayatlarında bir kadınla birleşmemişlerdir” dedi.
Bu konuda yapılacak en önemli yardımın, erkeklere bu doğal güdülerini Tanrı’ya ve topluma yararlı olacak başka işlere yöneltmelerini öğretmek olduğunu düşünüyordum. Kanımca bekâret çok az insan için geçerli olabilirdi. Aynı zamanda, bedenlerimizin bencil tutkular uğruna kötüye kullanmak üzere bize ait olmadığını, Tanrı’nın hizmetine adanması gereken O’nun tapınakları olduğunu daha iyi anlamamız gerekiyor.
4 numaralı odada yatan Boris’e, Profesörle birlikte sırayla bakıyorduk. Boris sürekli olarak öksürüyordu. Doktor Aldea, “Eğer bir şeyler yerse, bir on gün daha yaşayabilir. Ona fazla yardım edemiyorum. Beni dövmüş olduğu için pişmanlıkla dolu. Beni görmek ona zarar veriyor” dedi.
Boris’in bizim hücreye nakledilmesinin mümkün olup olamayacağını sordum. Doktor Aldea bu işi halledebileceğini söyledi. Kısa bir süre sonra Boris’i yanımdaki yatağa taşıdılar ve ben yaşamının son haftasında ona hastabakıcılık yaptım.
Gözlerimizin önünde eriyip gidiyordu. Saçları dökülmüş, avurtları çıkmıştı. Yüksek ateşten sürekli terliyordu. Terini bir süngerle silmeye çalışıyordum.
“Artık son çok yaklaştı! Bir rahip bana cehennemde kavrulacağımı söylemişti. Hadi bakalım, öyle olsun!”
Boris’e, “Böyle konuşmasının nedeni neydi?” diye sordum.
“Acılarım ve sıkıntılarım yüzünden Tanrı’ya küfrediyordum. Rahip bana sonsuza dek cezalandırılacağımı söyledi.”
Valentin adındaki bir rahip söze karıştı, “İnsanlar Komünist Parti’ye de küfrediyorlar, ama Parti sonunda bir gün onları serbest bırakabilir. Cehennem sonsuz olsaydı, Tanrı da bizim Gizli Polis’imizden daha kötü olurdu” dedi.
Boris’in gözleri birden açıldı, “Yani siz sonsuz ateşin varlığına inanmadığınızı mı söylemek istiyorsunuz?” dedi.
“Kutsal Kitap’taki cehennemin sonsuzluğu öğretisi kuşkusuz öznel olarak doğrudur; ama cehennem nedir? Dostoyevski bunu vicdanın bir hali olarak adlandırır; o, Ortodoks bir imanlıydı. ‘Karamazov Kardeşler’ romanında cehennemden, ‘Sevememekten ötürü çektiğimiz acı’ olarak söz eder.”
Boris, “O tür bir cehenneme aldırış edeceğimi sanmıyorum!” dedi.
“Sevginin olmadığı bir yerde yaşamanın nasıl olabileceğini belki de hiç bilmemişsinizdir. Kötülerin yanında onlara eşlik etmek üzere sadece kötülerin olduğu bir ortam, bunun neye benzeyeceğini hayal etmeye çalışın! Bir fıkrada şöyle anlatılır: Hitler cehenneme gittiğinde hemen Mussolini’yi bulup sormuş, ‘Burası nasıl bir yer?’ Mussolini ise, ‘Çok kötü değil, fakat çok fazla zorunlu çalıştırma yaptırıyorlar’ demiş. Ardından da ağlamaya başlamış. Hitler ona, ‘Haydi Duce, en kötüsünü anlatın bakalım!’ demiş. Mussolini, ‘En kötüsü şu: İşçi partisinin başında Stalin var’!”
Boris gülümsedi. “Aşağıda eski patronum Ana Pauker ile karşılaşmaktan kesinlikle nefret ederdim” dedi. “Tanrı’ya sövdüğüm için sonsuza dek yanacağımı söyleyen Katolik rahip iyi bir adamdı. Kimseye bir zarar vermemişti. Fakat yine de Tanrı’nın, sadece intikam almak için bana ebediyen işkence edeceğini düşünüyordu. İnandığı Tanrı kendisinden daha da kötüydü.”
Rahip Valentin, “Cehennemde olanların bunu sonsuz bir cezalandırma gibi hissettiklerinden kuşku duymuyorum. Kutsal Kitap’ta bu, cezaevi bizlere nasıl sonsuz geliyorsa, o anlamda sonsuz olarak adlandırılır. Ama en kötü koşullar altında bile insanların Tanrı’yı sevdiklerini ve geçmişte yanlış yaptıklarının farkına vardıklarını görüyoruz. İsa Mesih’in dilenci ile zengin adam benzetmesinde, zengin adamın yüreğinin ölüler diyarında değiştiğine dair işaretler vardır! Hep bencil biri olmuştur, fakat şimdi kardeşleri için kaygı duymaktadır. Doğadaki hiçbir şey sabit değildir. Eğer ölüm diyarında iyiliğe doğru bir değişim oluyorsa, o zaman bu umuda doğru bir kapı açar!”
Boris bitkin bir sesle yanında yatanlara seslendi: “Haberler iyi arkadaşlar! Valentin yine de ebediyen kızartılmayabileceğimizi söylüyor!”
Her yandan gülüşme sesleri geldi. Frimu, Stavrat ve diğerleri yanımıza geldiler.
Frimu, “Peki, benim cezam ne olacak?” diye sordu.
Frimu obur biriydi. Ona şöyle dedim: “İlk dönem Hıristiyanları ölüm diyarına göçüp orada bir şölen sofrası görmüş olan bir adamın öyküsü anlatırlardı. Adam masanın çevresinde tarihte ünlü olan birçok kişi görmüş ve onlara sormuş: ‘Siz her zaman böyle ziyafet sofrasında mı yersiniz?’ ‘Gayet tabii, biz her istediğimiz yemeği ısmarlayabiliyoruz!’ ‘O zaman sizin cezanız nedir?’ ‘Cezamız şudur; yemeği tutan elimizi asla ağzımıza götüremiyoruz.’ Yeni gelen kişi, bir çare bulduğunu sanıp, ‘O zaman neden yanınızda oturan kişiyi siz kendiniz yedirmeye çalışmıyor ve onun da sizi yedirmesine izin vermiyorsunuz?’ diye sormuş. Karşısındaki şöyle bağırmış, ‘Ne, ona yardım etmek mi? Aç kalırım daha iyi!’”
General Stavrat şöyle dedi: “Okulda ve kilisede tövbe ve iman etmeden ölenleri Tanrı’nın sonsuza dek cezalandıracağını öğrenmiştim. Aldığımız öğretiş buydu.”
“Aklınızla almış olabilirsiniz, ama muhtemelen yüreğinizle almadınız, general. Çevremizde haksız yere acı çektikleri için Tanrı’ya küfreden ve O’nun varlığını reddeden birçok insan görüyoruz. Onlar elbette düşüncelerine, sözlerine ve eylemlerine göre yargılanacaklar. Ve sonra? Öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir yabancı gördüğünüzü düşünün – koşup ona yardım eden ilk siz olurdunuz. Eğer bir Hıristiyan da komşusunun ebediyen cehennemde cezalandırılacağına gerçekten inanıyorsa, tövbe ve iman etmesi için her gün, her gece onu ikna etmeye çalışmalıdır. Bunun gerçekleşmediğini görmek ne kadar üzücü!”
Boris’in eski önyargıları tek tek yok oluyordu. Ancak daha neşeli olması gerekirken gün geçtikçe daha keyifsiz oluyordu. “Yaşamımı mahvettiğimi düşünüyorum” dedi. “Akıllı olduğumu sanıyordum. Son elli yıl içinde birçok insanı yanlış yola saptırdım. Eğer senin Tanrın varsa, O beni Cennet’e kabul etmeyecektir! Ben de aşağı inip, o yaşlı inek Ana Pauker’ın yanına katılacağım – işte şimdi gerçekten korkuyorum!”
Uyuyamadığı gecelerde çoğu kez benden kendisiyle konuşmamı istiyordu.
“Ben ölünce benim için kim dua edecek?” diye sordu. Luteryenler’in ölüler için dua edilmesini yasakladığını zannediyordu. Ona Martin Luther’in böyle bir duayı yasaklamadığını, fakat kimsenin, önce kaygısızca günah işleyip sonra para ile bir rahibin kendisi için dua etmesiyle Araf’ın ateşinden kurtulabileceğini düşünmesini istemediğini söyledim.
Rahip Valentin şöyle dedi: “Bizler her gün, ölmek üzere olan diğer mahkûmlar için dua ediyoruz. Katolikler ve Protestanlar dört yüz yıl önce resmi dualar konusunda tartışmışlardı diye, ruh bedeni terk ederken dua etmeyi kesmek bir sevgi eylemi olmazdı.”
“O zaman duanın onlara yararı olur mu?”
Valentin, “Evet” dedi. “Tanrı önünde her şey diridir – benim için de öyle olmalıdır. Ve eğer onlar yaşıyorsa, eminim dua onlara yardım edebilir.”
Boris gülerek, “Sizin yerinizde olsam, benim için dua ederek zamanımı harcamazdım” diyerek hafifçe güldü ve bir öksürük nöbetine girdi.
Valentin, “Eminim siz de pek çok iyilik etmişsinizdir. Elbette çok daha kötü insanlar var. Ama ben en kötüleri için dua ediyorum – Stalin, Hitler, Himmler, Beria.”
Boris zayıf bir sesle bana sordu: “Duanızda ne diyorsunuz?”
“Tanrım, en büyük günahkârları ve cânileri ve en kötülerin arasında beni de bağışla lütfen”
Boris’in yanında uzun bir süre oturdum. İçerisi öylesine sessizdi ki, yandaki hücreden Frimu’nun övüngen sesini duyabiliyorduk. Kulağımıza onun aşk maceralarını dinleyenlerin gülme sesleri geliyordu.
Boris birkaç saat sessizce yattı. Uyumuş olduğunu zannettim. Aniden şöyle mırıldandı: “Nasıl bir şey acaba?”
“Ne?” diye sordum
“Tanrı’nın yargısı. Yüksek bir taht üzerinde oturarak, ruhlar önüne geldikçe, ‘Cennet, Cehennem… Cennet, Cehennem’ mi diyor? Hayalimde böyle bir şey canlandıramıyorum.”
Ona bunu nasıl hayal ettiğimi anlattım. “Tanrı, arkasında büyük bir perde olan bir tahtın üzerinde oturmaktadır. Bizler bir bir O’nun önüne geliriz. Tanrı sağ eliyle bir işaret yapar ve perdenin arkasından birbirinden harika varlıklar çıkar; o kadar göz kamaştırıcılardır ki onlara bakmaya dayanamayız. Bu varlıkların her biri yargılanacak olanların her birinin önünde durur. Suçlanan bizler şöyle sorarız: ‘Benimle birlikte duran bu harika varlık kim?’ Tanrı şöyle yanıtlar: ‘Eğer bana itaat etmiş olsaydın, o sen olacaktın.’ Bunun ardından da, itaatsizlik etmiş olanlar için, büyük pişmanlığın ebedi gazabı gelir.”
Boris , “Pişmanlık” dedi.
Boris o gece bir kanama geçirdi. Onunla çok zor anlar yaşadım. Ardından komaya girdi. Gözleri boşluğa dikili, bir saat kadar yattı. Nabzı zayıflamıştı, ama hâlâ atıyordu. Aniden elini geri çekip dikleşti. Ruhun bedenden ayrılmasını çağrıştıran bir çığlık attı, “Rab Tanrı, beni bağışla!”
Çevremizdeki bazı mahkûmlar uyandılar ve kızgınlıkla homurdandılar, ama az sonra tekrar uykuya daldılar.
Tan yeri ağardığında Boris’in bedenini yıkayıp gömülmek üzere hazırlamaya başladım. Bu arada koridorun sonundaki hücredeki Ortodoks piskoposa birinin öldüğü haberi verildi. Birazdan geldi ve dini törene başladı. Ben de bu arada yapmakta olduğum işi sürdürdüm. Piskopos arada sırada durup bana şöyle fısıldıyordu: “Ayağa kalkın! Biraz saygı gösterin!” Ama ben aldırış etmedim. Ayin bittiğinde, piskopos beni yine azarladı.
Ona şu yanıtı verdim: “Geçen hafta boyunca, bu adam ölüm döşeğindeyken siz neredeydiniz? Su istediğinde kâseyi ağzına götürdünüz mü? Şimdi niye sadece onun için hiçbir anlamı olmayan bir ayin için buraya geldiniz?”
Her ikimiz de kızgındık. Boris’in yüreğinin derinlerinden kopan, “Rab Tanrı, beni bağışla!” haykırışının yanında, onun yaptığı bu ayin o kadar sığ kalıyordu ki!
1955 yılı baharında siyasi yumuşama işaretleri gelmeye başladı. Birtakım cezaevi kumandanları “sabotaj” suçlamasıyla tutuklandılar. Bu “sabotajcıların” kurbanları olan işçi kölelerin birçoğu Tirgul-Ocna’ya getirildi. Gelenler için yatacak yer bulunması gerekiyordu. Haziran başında başka bir cezaevine nakledilecek mahkûmların arasında ben de vardım.
Doktor Aldea, “Hareket edecek durumda değilsiniz, ama yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Kendinize dikkat edin. Elinize tekrar bir miktar streptomisin geçerse, sakın etrafa dağıtmayın!” dedi.
Gözyaşları içinde dostlarıma veda ettim.
Profesör Popp, “Tekrar buluşacağız, bunu biliyorum” dedi.
İsmimin yüksek sesle bağırılarak okunduğunu duydum ve avluya çıkıp sıra halinde bekleyen diğer mahkûmların arasına katıldım. Başlarımız tıraş edilmiş, yamalı cezaevi giysileri içinde, elimizde sahip olduğumuz tek şey olan bohçalarımızla, garip bir görüntü sergiliyorduk. Bazılarımız yürüyemiyordu bile, buna rağmen uzun ceza almış olanlarımızın bir adım öne çıkması emredildi. Yere yatırıldık ve ayak bileklerimiz zincirlendi.
Siyasi görevli zincirleri takan demircinin yanından ayrılmıyordu. Sıram geldiğinde, görevli alaycı bir ifadeyle gülümseyerek, ”Vasile Georgescu! Eminim, zincire vurulmanız konusunda söyleyecek bir şeyleriniz vardır” dedi.
Yerde yan tarafıma yatıyordum, başımı kaldırıp baktım, “Evet, teğmen. Sizi bir ezgiyle yanıtlayabilirim.”
Görevli, ellerini arkasında kavuşturarak, “Evet, lütfen! Eminim herkes sizi duymak isteyecektir” dedi.
Halk Cumhuriyeti’nin milli marşının açılış dizelerini söyledim. “Kırılmış zincirler arkamızda kaldı...” Demirci son bir çekiç darbesiyle zincirleme işini bitirdi ve ardından derin bir sessizlik hâkim oldu. Şöyle ekledim: “Kırılmış zincirleri arkada bıraktığınızı söylüyorsunuz, ama bu yönetim diğerlerinden fazla insanı zincire vurmuştur.”
Teğmen söyleyecek bir şeyler bulmaya çalışırken nöbetçi odasından nakliye aracının geldiği bildirildi. İstasyona götürüldük ve vagonlara bindirildik. Trenin hareket etmesine dek saatlerce öylece yattık. Tren hareket ettikten sonra, vagonun camları boyalı küçük pencere deliklerinden kısmen ormanı ve dağları görebiliyorduk. Sıcak ve güzel bir yaz günüydü.