Yaklaşık üç yıl süren tecrit hapsinin sonunda ölüme iyice yaklaşmıştım. Sık sık kan tükürüyordum.
Albay Dulgheru bir kez şöyle demişti: “Bizler Naziler gibi katil değiliz. Biz senin yaşamanı –ve acı çekmeni– istiyoruz.” Benim için bir uzman hekim çağrılmıştı. Doktor hastalığımın kendisine bulaşmasından korktuğu için teşhisini kapıdaki izleme deliğinden yaptı. Bir cezaevi hastanesine nakledilmem için emir verildi.
Beni hücrelerin bulunduğu yeraltından yukarı taşıdılar. İçişleri Bakanlığı’nın avlusuna çıkarıldığımda ilk kez geceyi ve yıldızları tekrar görebildim. Ambulansla giderken yattığım yerden gözüme Bükreş’in bildik semtleri takılıyordu. Evimin bulunduğu bölgeye doğru yol alıyorduk, bir ara beni ölmem için evime götürdüklerini sandım. Ama çok yaklaşmışken ambulans yön değiştirdi ve kentin dış sınırlarındaki bir tepeden yukarı çıkmaya başladı. O anda Bükreş’in en büyük manastırlarından biri olan ve geçmiş yüzyılda hapishaneye dönüştürülen Vacaresti’ye gitmekte olduğumuzu anladım. Zarif kilise binası ve şapel artık depo olarak kullanılmaktaydı. Keşişlerin küçük odalarının duvarları yıkılarak birçok tutuklunun bir arada yaşabileceği büyük odalar düzenlenmişti. Ayrıca, mahkûmların tecrit edileceği birkaç tane hücre bırakılmıştı.
Ambulanstan dışarı çıkarılmadan önce gözlerimi bir bezle bağladılar. Beni kollarımın altından tutarak, yarı yürür yarı sürükler vaziyette avludan geçirdiler, birkaç merdiven çıktıktan sonra balkonlu bir alanın yanından geçtik. Gözlerimi açtıklarında dar ve boş bir hücredeydim. Dışarıdaki verandada subayın nöbetçiyle konuştuğunu duyuyordum.
“Bu mahkûmun yanına doktordan başka kimsenin girmesine izin yok. Doktor geldiğinde sen de ona nezaret edeceksin.” Benim hayatta olduğumun gizli kalması gerekiyordu.
Ufak tefek, ama çetin görünümlü nöbetçi alınan bütün bu önlemler nedeniyle meraklanmıştı. Subay gittiğinde bana suçumun ne olduğunu sordu. Ona, “Ben bir rahibim ve Tanrı’nın çocuğuyum” diye yanıt verdim.
Üzerime doğru eğilerek, “Rab’be şükürler olsun! Ben de İsa Mesih’in askerlerinden biriyim!” diye fısıldadı. Kendisi, Ortodoks Kilisesi’nden ayrılan uyanışçı bir hareket olan “Rab’bin Ordusu”nun gizli bir üyesiydi. Bu hareket, Komünistler’den ve din adamlarından aynı baskı ve zulmü görmesine rağmen, köylerde hızla yayılmış ve yüz binlerce izleyici toplamıştı.
Nöbetçinin ismi, Tachici idi. Kendi aramızda birbirimize Kutsal Kitap’tan ayetler söyledik. Bana cesaret edebildiğince yardım etmeye çalıştı – geçmişte görevliler mahkûmlara bir sigara ya da bir elma verdikleri için on iki yıl hapse çarptırılmışlardı. Yataktan kalkamayacak kadar güçsüzdüm, bu yüzden çoğu kez kendi pisliğimin içinde yatıyordum. Sabahları çok kısa bir süre için zihnim açılıyor ve net bir şekilde düşünebiliyordum. Ancak ardından sayıklamalarla yatağımda dönüp durmaya başlıyordum. Çok az uyuyabiliyordum. Odada gökyüzünü seyredebileceğim küçük bir pencere vardı. Sabahleyin yabancı bir sesle uyandım – kuşların cıvıltısını işitmeyeli o kadar uzun bir zaman olmuştu ki!
Tachici’ye, “Martin Luther ormanda yürürken şapkasıyla kuşları selamlayıp; ‘Günaydın, ilahiyatçılar. Siz uyanıyor ve şarkı söylüyorsunuz, ama ben ihtiyar budala, sizden daha az bilgeyim ve Göksel Babamız’ın korumasına güveneceğim yerde her şey için kaygılanıyorum’ diye seslenirmiş” dedim.
Pencereden genellikle boş olan avlunun bir köşesini ve çimenleri görebiliyordum. Bazen beyaz gömlekli doktorların gözlerini yukarıya kaldırmaya cesaret edemeden avlu boyunca koşuşmalarını izliyordum. Hekimlerin tıp bilimini “sınıf savaşı ruhuyla” uygulamaları gerekiyordu.
Bazen de dışarıya talime çıkarılanların kendi aralarında yaptıkları konuşmaları duyabiliyordum. Geçmiş günlerimde bir insan sesi duyabilmenin özlemini çekmiştim, ama bu şimdi beni rahatsız ediyordu. Konuşmaları bomboştu. Düşünceleri ise boş ve sahte görünüyordu.
Bir sabah yan hücreden yaşlı bir erkek sesi geldi, “Ben Leonte Filipescu’yum. Siz kimsiniz?”
Romanya’nın ilk sosyalistlerinden olan bu ünlü ismi anımsadım. Hayranlık uyandıran zeki bir kişiydi. Parti tarafından kullanılıp daha sonra bir kenara atılmıştı. Bana, “Hastalığınla savaş. Sakın vazgeçme. İki hafta içinde hepimiz özgür kalacağız” dedi.
“Nereden biliyorsunuz?”
“Amerikalılar Kore’de Komünistler’i yeniyor. İki hafta içinde burada olurlar.”
“Hiçbir direnişle karşılaşmasalar bile, Romanya’ya varmaları on beş günden daha fazla sürmez mi?”
“Peh! Onlar için uzaklık hiçbir şey ifade etmez. Onların sesten hızlı giden jet uçakları var.”
Onunla tartışmadım. Mahkûmlar hayalleriyle yaşarlar. Eğer günlük bulamaçları biraz daha kıvamında verilmişse, bu onlar için Amerikalılar’ın verdiği ültimatomun Rusya’yı korkutmuş olduğu ve bu yüzden bize daha iyi muamele edildiğini ima ederdi! Eğer bir mahkûm gardiyan tarafından dövülüp yere serilirse bu, Komünistler’in iktidardaki son günlerini elden geldiğince iyi kullandıklarının bir göstergesi sayılırdı. Mahkûmlar talim alanından heyecanla, “Kral Michael, gelecek ay tahtının başına geçeceğini bildirmiş!” haberiyle gelirlerdi.
Hiç kimse gelecekteki on ya da yirmi yılını hapiste geçireceği düşüncesine katlanamaz. Filipescu bir ay sonra, daha sonra tekrar karşılaşacağımız bir başka cezaevi hastanesine götürülürken bile erken tahliye edilme umudunu taşıyordu. Onun yerine yan hücreye Faşist Demir Muhafızlar’ın liderlerinden biri olan Radu Mironovici geldi. Kendisi ateşli bir Hıristiyan olduğunu öne sürmesine rağmen Yahudiler’e daima kin püskürüyordu.
Tachici’den beni yatağımda dikleştirmesini isteyerek, Mironovici’ye şöyle seslendim: “Ortodoks kilisenizde Rab’bin Sofrası’nı paylaştığınızda, aldığınız ekmek ve şarap İsa Mesih’in gerçek bedenine ve kanına dönüşüyor mu?” Beni, öyle olduğunu söyleyerek yanıtladı.
“İsa bir Yahudi’ydi.” “Eğer şarap O’nun kanına dönüşüyorsa, o zaman o kan Yahudi kanıdır, öyle değil mi?”
İsteksizce, öyle sandığını söyledi. Devam ettim; “İsa der ki, kim O’nun bedeninden yer ve kanından içerse, o kişi sonsuz yaşama kavuşur. Bu nedenle, sonsuz yaşama kavuşmak için kendi Ari kanınıza birkaç damla Yahudi kanını da eklemeniz gerekiyor. O zaman, nasıl olur da Yahudiler’den nefret edebilirsiniz?”
Bana verecek bir yanıtı yoktu. Kendisinden, bir Yahudi olan İsa’nın bir izleyicisinin Yahudiler’den nefret etmesinin, Karl Marx adlı bir Yahudi’ye inanan Komünistler’in Yahudi karşıtı olmaları kadar saçma olduğunu anlamasını rica ettim. Mironovici o aralar daha uzaktaki bir hücreye nakledildi, fakat götürülürken Tachici’ye, “Yaşamımın hatalı olan bir parçası düzeltildi. Daha önceleri Mesih’i izleyemeyecek kadar gururlu olan bir Hıristiyan’dım” demiş.
Yüksek ateşli ve çok hasta olduğum bir gün, nöbetçiler beni almak üzere geldiler. Başıma bir örtü geçirildi ve bir koridor boyunca yürütüldüm. Örtü çıkarıldığında, kendimi demir parmaklıklı penceresi olan büyük ve boş bir odada buldum. Masanın ardındaki dört erkek ve bir kadın bana bakmaktaydılar. Bu bir mahkemeydi; onlar da benim yargıçlarımdı.
Mahkeme başkanı, “Sizi savunmak üzere bir avukat görevlendirildi” “Sizin adınıza tanık çağırma hakkından feragat etti. Oturabilirsiniz” dedi.
Nöbetçiler beni sandalyenin üzerinde tutmaya çalışırken kendime gelebilmem için bir iğne yapıldı. Baş dönmesi ve bulantılarım geçince, savcının ayakta olduğunu gördüm. Benim, Josef Broz Tito’nun Yugoslavya’da desteklediği aynı yasadışı ideolojiyi desteklediğimi söylüyordu. Bir an için hezeyan geçirdiğimi sandım. Tutuklandığım sıralar Mareşal Tito örnek bir Komünist olarak gösterilmekteydi – daha sonraları bir dönek ve vatan haini ilân edildiğinden haberim yoktu. Savcı, suçum hakkında bitip tükenmez iddianamesini sürdürdü: İskandinav kiliseleri cemiyetleri aracılığıyla casusluk yapmak, din kisvesi altında emperyalist ideolojileri yaymak, aynı kisve altında fakat gerçekte sabote etmek amacıyla Parti’nin içine gizlice sızmak, vb… Bu ses konuşmasına devam ederken, sandalyeden aşağı kaydığımı hissettim. Tekrar iğne olabilmem için mahkemeye ara verildi.
Savunma avukatım elinden geleni yaptı. Yapılacak çok şey yoktu.
Mahkeme başkanı bana, “Söyleyecek bir şeyin var mı?” diye sordu. Sesi çok uzaktan gelir gibiydi, odanın içi kararmaya başlamıştı. Karışmış aklıma söyleyecek tek bir şey geldi.
“Tanrı’yı seviyorum.”
Hakkımda verilen cezayı işittim: 20 yıl ağır hapis. Mahkemem on dakika sürmüştü. Ayrılırken başıma tekrar örtü geçirdiler.
İki gün sonra Tachici bana şöyle fısıldadı: “Gidiyorsunuz. Tanrı sizinle olsun!” Başka bir nöbetçinin eşliğinde beni ana kapıya kadar taşıdılar. Aşağıya baktığımda –altı yıl boyunca bir daha hiç göremeyeceğim– Bükreş manzarasını gördüm. Ayak bileklerime yaklaşık 20 kiloluk zincirler takılmıştı. İçinde kırk kadar erkeğin ve birkaç kadının bulunduğu bir kamyona bindirildim. Hepsi de hasta olmalarına rağmen zincirlenmişlerdi. Yanımdaki genç kız ağlamaya başladı. Onu avutmaya çalıştım.
“Beni hatırlamıyor musunuz?” diye hıçkırdı.
Ona daha yakından baktım, ancak yüzü bir şey anımsatmıyordu.
“Ben kilisenizin cemaatinin bir üyesiydim.” Tutuklanmamın ardından, yoksulluk onu hırsızlığa itmişti. Şimdi de üç aylık cezasını çekmek üzere orada bulunuyordu. “Öylesine utanıyorum ki.” Sesi üzüntü doluydu. “Sizin kilisenize aittim. Şimdi siz inancı uğruna ölümü göze alan bir insansınız, bense bir hırsız.”
“Ben de, Tanrı’nın lütfuyla kurtulmuş olan, bir günahkârım” dedim. “Mesih’e iman et, günahların bağışlanacaktır.”
Elimi öperken, tahliye edildiğinde beni gördüğünü aileme bildireceğine söz verdi.
Bir demiryolu yan hattında, mahkûmların nakliyesi için ayrılmış olan özel bir vagona bindirildik. Pencereler çok küçük ve ışık geçirmezdi. Ova boyunca Karpat dağlarının eteklerine doğru yavaşça yol alırken, aramızdaki herkesin tüberküloz hastası olduğunu anladık. Bu yüzden, mahkûmlar için bir çeşit sanatoryumun bulunduğu Tirgul-Ocna’ya götürüldüğümüz sonucuna vardık. Dört yüz yıl boyunca mahkûmlar çevredeki tuz madenlerinde çalıştırılmışlardı. Çok ünlü bir doktor olan Romascanu, otuz yıl önce bu sanatoryumu yaptırmış ve devlete bağışlamıştı. Komünistler başa geçmeden önce, sanatoryum çok iyi bir isim yapmıştı.
Bir gün bir gece süren yaklaşık 300 kilometrelik yolculuğun ardından Tirgul-Ocna istasyonuna vardık. Kasabanın nüfusu yaklaşık 30.000 kişiydi. Yürüyemez durumdaki diğer altı mahkûmla birlikte beni bir el arabasının üzerine yatırdılar – diğerleri de arabayı çekmeye başladı. Nöbetçilerin gözetiminde, kasabanın çıkışında bulunan büyük bir binaya ulaştık. İçeri taşındığımızda, tanıdık bir yüz gördüm. Bu, Doktor Aldea idi. Eskiden bir faşistti, sonra iman etmiş ve aile dostumuz olmuştu. Karantina bölümündeki yatağıma yatırıldıktan sonra beni muayene etti.
“Ben de bir mahkûmum” dedi. “Ancak doktor olarak çalışmama izin veriyorlar. Burada hiç hemşire yok; sadece bir hekim var, bu nedenle birbirimize elimizden geldiğince iyi bakmalıyız.”
Ateşimi ölçtü ve beni muayene etti.
Bana bakarak şöyle dedi, “Seni kandırmayacağım. Yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Ancak iki haftalık ömrün kalmış olabilir. Sana verilen yemekleri kötü de olsa yemeye çalış. Aksi takdirde...” Omzuma hafifçe dokunup dışarı çıktı.
Sonraki iki gün içinde istasyondan aynı el arabasında geldiğimiz mahkûmlardan ikisi öldü. Bir başkasının boğuk bir sesle Aldea’ya yalvardığını duydum, “Yemin ederim daha iyiyim doktor. Ateşim düşüyor. Biliyorum. Lütfen beni dinle! Bugün sadece bir kez kan tükürdüm. Lütfen beni 4 numaralı odaya götürmelerine izin verme!”
Sulu bulamacımı getiren adama 4 numaralı odada neler olduğunu sordum. Tabağı dikkatle masaya bıraktı ve cevap verdi: “Orası artık sende hiçbir umut kalmadığını öğrendikleri zaman götürdükleri yerdir.”
Bulamacımı yemeğe çalıştım, ancak başaramadım. Birisi bana kaşıkla yedirdi. Yediklerimi bedenimde tutamıyordum. Doktor Aldea, “Üzgünüm, fakat ısrar ediyorlar. 4 numaralı odaya gitmek zorundasın” dedi.
Ben de el arabasındaki diğer arkadaşlarımla yeniden buluştum.
Yakında öleceğimi sanan öbür mahkûmlar yatağımın ucundan geçerlerken haç çıkarıyorlardı. Çoğu zaman koma halinde yatıyordum. İnlediğimde etraftakiler beni diğer yanıma döndürüyor ya da su veriyorlardı.
Doktor Aldea’nın elinden fazla bir şey gelmiyordu. “Keşke elimizde yeni ilaçlardan olsaydı” dedi. Amerikalılar tarafından yeni bulunan streptomisinin tüberküloza karşı harikalar yarattığı söyleniyordu. Ancak Parti yönetimi bunun bir Batı propagandası olduğuna karar vermişti.
Sonraki on beş gün içinde benimle birlikte 4 numaralı odaya konulan dört kişi öldü. Bazen ben bile ölümüyüm yoksa yaşıyor muyum, emin değildim. Geceleri kısa sürelerle uykuya dalıyor, ama sancılarla uyanıyordum. Diğer mahkûmlar günde ortalama kırk kez beni bir yanımdan diğer yanıma çeviriyorlardı. Açık yaralarımdan iltihap akıyordu. Göğüs kısmın şişmişti, bununla birlikte belkemiğim de etkilenmişti. Sürekli olarak kan tükürüyordum.
Bedenim ve ruhum birbirine çok zayıf bağlarla bağlıydı ve maddesel dünyanın sınırlarındaydım. Koruyucu meleğime bir soru yönelttim: “Sen ne biçim bir koruyucusun, beni bu acılardan ve hatta Hıristiyanlık dışı düşüncelerimden koruyamıyorsun?” Aniden, bana saniyenin binde biri kadar gelen bir süre, göz kamaştırıcı bir ışığın içinde Krişna (Hindu inanışında bir tanrı) gibi çok kollu bir yaratık gördüm ve sesini işittim: “Senin için yapmam gerekenlerin hepsini yapamıyorum. Ben de bir dönmeyim”
O zamanlar, ne Kutsal Kitap’ı ne de öğretilerini hatırlayabiliyordum. Zihnim çalışmadığından, gördüğüm görümü nesnel bir biçimde değerlendiremiyordum. Ortodoks mistiklerin, kara meleklerin Tanrı’nın hizmetine geri getirildiği bazı vakalardan söz ettiklerini belli belirsiz anımsadım. Ancak içten bir tövbe bile, tümüyle kötüyken imana dönenlerin karakterini (özünü) tamamen değiştiremez. Bu görüm, bulunduğum koşullar altında başıma gelenlerin açıklanması için bana bir ölçüde yardımcı oldu.
İlk krizi atlattım. Ben yaşama sarıldıkça, Doktor Aldea’nın acıma dolu bakışları şaşkınlığa dönüşüyordu. Bana ilaç verilmiyordu, buna rağmen sabahları bir saat kadar ateşim düşüyor ve bilincim açılıyordu. Etrafıma bakmaya ve çevremi incelemeye başladım.
Odanın içinde yan yana on iki yatak ve birkaç tane küçük masa vardı. Açık pencerelerden dışarıdaki sebze bahçesinde çalışan mahkûmları görebiliyordum. Onların ardında ise yüksek duvarlar ve dikenli teller yükseliyordu. Her yerde sessizlik hakimdi. Ne alarm zilleri ne de bağıran gardiyanların sesleri duyuluyordu. Aslında hiç gardiyan yoktu. Enfeksiyondan korktukları için hastalardan olabildiğince uzak durmaya gayret ediyorlardı. Tirgul-Ocna uzaktan yönetiliyordu. Böylece, ihmal ve ilgisizlik nedeniyle “daha az sıkı” sayılabilecek cezaevlerinden biri haline gelmişti. Bizim için neredeyse hiçbir şey yapılmıyordu. Tutuklandığımızda üzerimizde olan ve yıllar içinde elimize ne geçerse yama yaptığımız giysilerimizi hâlâ giyiyorduk.
Yemekler adi suçlular tarafından siyasi suçluların bölümünün kapısına kadar getiriliyor; oradan hücrelere alınıyordu. Yürüyebilecek kadar güçlü olanlar kendi paylarını gidip alıyorlar; diğerlerinin ise yataklarına getiriliyordu. Yemekler, sulu bir lahana çorbası, biraz kuru fasulye, arpa ya da mısırdan yapılan sulu bir bulamaçtan oluşuyordu.
Mahkûmlardan biraz iyi durumda olanlar ana binanın dışındaki sebze bahçesini kazıyorlardı. Diğerleri ise tahta yataklarında yatıp saatlerini dedikodu etmekle geçiriyordu. Ancak 4 numaralı odadaki atmosfer çok farklıydı. Bu odadan hiç kimse canlı dışarı çıkmadığı için “Ölüm odası” olarak adlandırılıyordu.
O odada bulunduğum otuz ay zarfında çevremdeki birçok hasta mahkûm öldü ve yerlerine yenileri geldi. Ancak dikkate değer bir gerçek var. Hiçbiri de ateist olarak ölmedi. Faşistler, Komünistler, kutsallar, katiller, hırsızlar, rahipler, zengin toprak sahipleri ve yoksul köylüler; hepsi birlikte küçük bir hücreye kapatıldılar. Fakat tek birisi bile Tanrı’yla ve insanla barışmadan ölmedi.
Birçok mahkûm 4 numaralı odaya çok katı birer inançsız olarak girdi. Ölümle yüz yüze geldiklerinde bu inançsızlıklarının daima yıkıldığını gördüm. Şöyle söylendiğini duymuştum: “Eğer bir kedi köprüden geçerse, bu, köprünün sağlam olduğunu göstermez. Ama bir tren geçerse, köprü muhakkak sağlamdır.” Yani, bir adam eşiyle oturup kahve içerken kendisinin bir ateist olduğunu söylerse, bu onun ateist olduğunun kanıtı değildir. Gerçek kanaatin, yoğun baskılara dayanabilmesi gerekir. Ateizm ise, dayanamaz.
Yaşlı Filipescu zaman geçirmek için sık sık çok sevdiği Shakespeare’den alıntılar yapar ya da yaşamına dair öyküler anlatırdı. Elli yıl boyunca hep bir devrimci olmuştu. Politik kışkırtma yaptığı gerekçesiyle birçok kez tutuklanmıştı. Bunların ilki 1907 yılında gerçekleşmişti. 1948 yılında Gizli Polisler onu almak için geldiğinde onlara, “Siz doğmadan önce ben Sosyalizm uğruna acı çekiyordum” demişti. Polisler de ona, o zaman Komünistler’e katılsaydın ve zaferin meyvelerini paylaşsaydın diye sert bir yanıt vermişlerdi.
“Beni almaya gelenlere, ‘Sosyalizm, iki kolu olan canlı bir bedendir – Sosyal Demokrasi ve devrimci Komünizm. Kollarından birini keserseniz, Sosyalizm sakat kalır’ dediğimde bana gülmüşlerdi” diye devam etti.
Filipescu yirmi yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. “Gardiyanlardan biri bana, ‘Hapiste öleceksin’ dedi. Ben de kendisine, ‘Ben ölüm cezasına mahkûm olmadım ki, beni neden öldürmek istiyorsunuz?’ diye sordum.”
Bize, bir ayakkabıcı olarak hayata atıldığını, kendi kendini eğiterek yaşamın güzelliğini takdir etmeyi öğrendiğini anlattı. Marksizmin dinle ilgili öğretilerini –yani kilisenin, baskı uygulayan yönetici sınıfın yanında olduğuna ve din adamlarının da, yoksullara ödüllerinin Cennet’te verileceğine inandırmak için zenginlerce desteklenen kişiler olduğuna dair görüşleri– kabul etmişti.
Ama hiç kimse kendi yüreğinin derinliklerini bilemez. Nasıl bazıları olmadıkları halde kendilerini dindar ya da ateist sanırlarsa, Filipescu da Tanrı’yı reddediyordu. Fakat onun reddettiği sadece kendi kendine yaratmış olduğu ilkel bir “Tanrı” kavramıydı; sevginin, doğruluğun ve sonsuzluğun gerçekleri değildi.
Bu düşüncemi ileri sürdüm.
“Ben İsa Mesih’e inanıyorum ve O’nu insanların en büyüğü olarak seviyorum. Ama O’nu Tanrı olarak düşünemem” dedi.
Durumu gittikçe kötüleşiyordu. Sürekli kanama geçirdiği on beş günün ardından artık sonu geldi. Son sözlerini bana söyledi. “Ben İsa’yı seviyorum” diye mırıldandı. O hafta birkaç ölüm daha olmuştu. Onu da diğerleri gibi çıplak bir halde mahkûmların kazmış olduğu ortak bir mezarın içine attılar.
Eskiden Jandarma Kuvvetleri komutanı olan General Tobescu, bunu duyduğunda yattığı köşeden sesini yükselterek, “Komünistler’le işbirliği yapan Batı’daki Sosyalistler de kendileri için aynı sonu hazırlıyorlar” dedi.
Yatak komşum, Tismana Başkeşişi Iscu haç çıkararak yavaşça, “En sonunda Tanrı’ya geldiği için en azından minnettar olabiliriz” dedi.
Başçavuş Bucur odanın diğer ucundan buna itiraz etti. “İlgisi yok. Bize İsa’yı Tanrı olarak düşünemediğini söylemişti” dedi.
Onlara şöyle dedim: “Filipescu şimdi öbür âlemde gerçeği öğrenmiştir, çünkü o, hiç kimseyi reddetmeyen İsa Mesih’i seviyordu. Golgota’da iman eden ve İsa’nın Cennet’i vaat ettiği haydut da, O’na sadece bir insan olarak hitap etmişti. Ben İsa’nın Tanrılığına – ve ayrıca bunu göremeyenlere olan Sevgisine de inanıyorum.”
Bucur kimseyi sevmezdi, fakat kendi oluşturduğu devlet kavramına tapardı. Bu kavramın içine, taşra bölgesindeki bir asayiş amiri olarak kendine özgü bir adalet yöntemi uygulayan kendisi de giriyordu. Jandarma başçavuşu olarak hırsızları ve dilencileri, kendisine karşılık vermeye cesaret eden kendi adamlarını, özellikle de Yahudiler’i nasıl dövdüğünü bize anlatıyordu. “Hiçbirinde bir tek iz bile kalmazdı” diye böbürleniyordu. “İlk önce sırtlarına kum dolu çuvallar yerleştirirdik. Böylece dayağın acısı azalmazdı ama izi kalmadığından kimseye şikayette bulunamazlardı.”
Bucur yeni yönetim tarafından neden görevinden alınmış olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Görevini ifa ederken Komünist karşıtlarını da diğerleri gibi aynı şevkle yere çalmaya hazırdı.
Bucur çok hasta olduğu gerçeğini bir türlü kabul etmiyordu. Bir gece Doktor Aldea onu muayene ederken şöyle bağırdı: “Neden beni burada tutuyorsunuz? Benim çok fazla bir şeyim yok ki. Ben ötekiler gibi değilim!”
Aldea ise termometreye bakıp başını salladı, “Hayır! Sen onlardan daha kötü durumdasın. Tartışmayı kesip, ruhunla ilgili düşünmeye başlamalısın.”
Bu sözlere çok öfkelenen Bucur, uzaklaşan doktorun ardından, “Sen kendini kim sanıyorsun?” diye bağırdı. “Aldea’nın Yahudi kanı taşıdığından kuşkulanıyorum” diye ekledi. Bu, Bucur’un biri hakkında düşünebileceği en kötü şeydi.
Bucur, yakınında yatan orta yaşlı ufak tefek bir Yahudi olan Moisescu ile tartışmaktan çok hoşlanıyordu.
“Demir Muhafızlar sizinle nasıl başa çıkacaklarını iyi biliyorlardı” dedi.
Moisescu ona, “Biliyor musun, ben Demir Muhafızlar’ın bir üyesi olarak tutuklanmıştım” diyerek karşılık verdi. Odada kahkaha sesleri yükseldi.
“Gerçekten” diye sözlerini sürdürdü. “Yeşil gömlek Demir Muhafızlar’ın üniforması sayıldığı için, Muhafızlar tasfiye edildikten sonra yeşil gömlek sahibi olmak büyük bir suç sayılıyordu. Biz Yahudiler, onlar yönetimde olduğu zamanlar pek çok şeyimizi kaybettiğimizden, ‘İşte şimdi bize ait olanların bir kısmını geri alma fırsatını buldum. Elde kalan bütün gömleklerin hepsini satın almalı, mavi renge boyayıp satmalı’ diye düşündüm. Polisler arama yapmaya geldiklerinde, evimin içi Bükreş’teki bütün yeşil gömleklerle doluydu. Açıklamalarımı dinlemediler bile. Bu yüzden bir Demir Muhafız olarak etiketlendim. Yani, bir Yahudi, Nazi sempatizanı olması nedeniyle cezaevine gönderildi!”
Bucur mücadeleci bir Hıristiyan olduğunu yüksek sesle beyan etmesine rağmen, tüm yaşamı Tanrı’yla bir çekişmeden ibaret olmuştu. Kiliseye gitmiş, ancak kendisine önderlik yapacak kimseyi bulamamıştı. Köyündeki rahipler din vaaz eden kişiler değil, birer tören ustasıydılar. Şimdi ise, ne acı çekip ölmekte olmasının nedenini, ne de gerçek imanın ne anlama geldiğini anlayabiliyordu.
Ona şöyle dedim: “Umut etmek için hiçbir nedenin kalmadığını düşünüyorsun. Ama güneş gecenin en koyu karanlığının ardından doğar. Hıristiyanlar seher vaktinin geleceğine inanırlar. İman iki sözcükle ifade edilebilir: ‘Bile’ ve ‘yine de’. Eski Antlaşma, Mezmurlar 23:4’te şöyle yazılıdır: ‘Karanlık ölüm vadisinden geçsem bile, kötülükten korkmam. Çünkü sen benimlesin...’ Bu sözcükler Kutsal Kitap’ta çoğu kez bir arada yer alırlar. Bizlere en karanlık anlarımızda bile inancımızı korumamız bildirilir.”
Bucur bir başkasının kendisine ilgi göstermesine sevinmişti. Ancak geçmiş acımasızlıkları ve kötülükleri konusunda, bir gün Doktor Aldea’nın teşhisinde haklı olduğunun farkına varana dek, hiçbir pişmanlık duymadı. Yaşamı hızla tükeniyordu. Korkulu bir sesle, “Ülkem için ölüyorum” dedi.
Saatlerce bilinçsizce yattı. Uyandığında, “Günahlarımı hepinizin önünde itiraf etmek istiyorum. O kadar çok günah işledim ki… Bunları düşünerek ölemem” dedi. Sesinde garip bir dinginlik vardı. Bize öldürmüş olduğu sayısız Yahudi’den söz etti. Bu insanları emir aldığı için değil, yaptıkları yüzünden asla cezalandırılmayacağını bildiği için öldürmüştü. Kadınları ve bir de on iki yaşında erkek çocuğunu öldürmüştü. Bir kaplan gibi kana susamıştı.
Sözlerinin sonunda şöyle mırıldandı: “Şimdi Bay Wurmbrand benden nefret edecek.”
Ona yanıt verdim: “Hayır, aslında sen insanları öldüren o yaratıktan nefret ediyorsun. Sen o yaratığı yendin ve reddettin. Sen artık o katil değilsin. Bir insan yeniden doğabilir.”
Ertesi sabah hâlâ yaşama tutunmaya çalışarak, “Dün size her şeyi anlatamadım, çünkü korktum” dedi.
Annesinin kollarındaki çocuklara ateş etmişti. Mermisi bittiğinde onları copla döverek öldürmüştü. Dehşet veren öyküsü bitmeyecek gibi görünüyordu. Nihayet sözlerini bitirdiğinde derin bir uykuya daldı. Göğüs kafesi sanki yeterince hava alamıyormuş gibi inip kalkmaya başladı. Hepimiz sessizlik içindeydik. Kirli battaniyesini avuçlarıyla bir kavrıyor bir bırakıyordu. Ardından ellerini boynundaki küçük çarmıhın üzerinde kavuşturdu. Boğazından yükselen ıstıraplı bir hırıltıyla soluğu kesildi.
Biri koridordaki nöbetçiye seslendi. İki kişi Bucur’un cesedini almaya geldi. Sabah güneşi açık pencereden yüzüne vuruyordu, fakat artık gözleri kapalıydı ve yüzünün sert çizgileri gevşemişti. Öldüğünde yüz hatlarına yaşamda hiç tatmadığı büyük bir esenlik gelmişti.
Diğer koğuşlardaki mahkûmlar da çoğu kez 4 numaralı odaya gelip ölüm döşeğindekilere yardım etmek ve onları rahatlatmak için geceyi aramızda geçirirdi.
Paskalya’da, eskiden Demir Muhafız devriyesi olan Valeriu Gafencu’ya bir mahkûm dostu kağıda sarılmış bir şey verdi. Her ikisi de aynı kasabadandı. “İçeri gizlice sokuldu. Aç bakalım” dedi.
Gafencu küçük paketi açtığında içinde parıldayan iki beyaz topak göründü. Bu, şekerdi! Yıllardan beri şeker görmemiştik. Harap bedenlerimiz hep onun özlemini çekmişti. Tüm gözler Gafencu’ya ve elindeki değerli ödüle çevrilmişti. O ise şeker parçalarını tekrar yavaşça kağıda sardı.
“Henüz onları yemeyeceğim.” “Gün boyu bir başkası benden daha kötü durumda olabilir. Yine de çok teşekkürler” dedi. Armağanı yatağının yanı başına koydu ve öylece bıraktı.
Birkaç gün sonra ateşim yükseldi ve çok zayıf düştüm. Şeker parçaları yataktan yatağa geçerek benimkine kadar geldi.
Gafencu, “Bu bir armağan” dedi. Ona teşekkür ettim. Ancak gelecekte bir başkasının benden daha fazla ihtiyaç duyabileceği düşüncesiyle şekerlere dokunmadım. Krizi atlattığımda, şekeri bir başka mahkûma verdim. Soteris, durumu çok ağır olan iki Yunanlı Komünist’ten en büyük olanıydı.
İki yıl boyunca bu şekerler 4 numaralı odada, kişiden kişiye el değiştirdi. Bu arada iki kez daha bana geri döndü. Ancak her seferinde şekerin gönderildiği hasta, onu yememe direncini gösterdi.
Soteris ve Glafkos, Yunan iç savaşının sonunda Romanya’ya kaçan Komünist gerillalardandı. Birçok yoldaşları gibi iyi savaşmadıkları gerekçesiyle tutuklanmışlardı. Şimdi ise, savaşın kendilerine karşı dönmesinden önceki kahramanlıklarını anlatarak övünüyorlardı. Athos Dağı’ndaki ünlü manastırlara baskın düzenlemişlerdi. Önlerine çıkanın taşıyabildikleri kadarını yağmalamış, götüremediklerini de kırıp yok etmişlerdi. Athos’a kadınların girmesi yasaktı. 2.000 keşişin çoğu yıllardan beri bir kadın görmemiştir. Soteris şöyle anlattı: “Yanımıza bir grup kadın partizanı alıp götürdük. Yaşlı delikanlıların kaçışlarını bir görseydiniz!”
Soteris, yaşama umudu taşıdığı ve şaka yapabildiği sürece, ateistliğiyle övünüyordu. Ancak ölüm yaklaştığında, haykırışlarla Tanrı’dan yardım diledi. Onu bir tek, göksel bağışlanma vaadiyle yüreklendiren rahibin kısık sesi yatıştırabiliyordu. Ardından, o da iki parça şekere karşı koyan manevi gücü kendinde buldu.
Cesedi dışarıdan bize yardıma gelen bir mahkûm tarafından defin için hazırlandı. Bu mahkûmun ismi Popp idi, ama ondan saygıyla, “Profesör” diye söz ediliyordu. Düşük omuzlu, uzun boylu Popp’a çoğunlukla tarih, Fransızca ya da bir başka konuda ders verdiği bir mahkûm eşlik ederdi.
Bir keresinde ona yazı gereçleri olmadan nasıl idare ettiğini sordum. Şöyle açıkladı: “Masanın üzerine sabun sürüp yazıları çiviyle kazıyoruz.” Onun bu kararlılığına hayranlığımı ifade ettiğimde çocuksu mavi gözleri parladı. “Ben eskiden geçinmek için ders verdiğimi sanırdım. Ancak cezaevinde öğrendim ki, öğrencilerimi sevdiğim için öğretiyorum!”
“Rahiplerin dediği gibi, bir armağanınız mı var?”
“Yani! Burada değerimizin ne olduğu bize gösteriliyor” diye yanıt verdi.
Kendisine Hıristiyan olup olmadığını sordum. Sıkıntılı bir ifadeyle, “Çok fazla düş kırıklığı yaşadım. Bir önceki cezaevim Ocnele-Mari’deyken, kilise, depo binasına dönüştürüldü. Birisinin kuledeki çarmıhı aşağı indirmesi gerekiyordu. Bu işi kimse yapmak istemedi. Sonunda bir rahip bu işe gönüllü oldu” dedi.
Kendisine dini görev yapan herkesin kutsal bir yürek taşımadığını, Hıristiyan’ım diyen herkesin de kelimenin gerçek anlamıyla Mesih’in öğrencisi olmadığını söyledim. “Tıraş olmak amacıyla berbere giden ya da terziye bir takım elbise ısmarlayan birisi öğrenci değil, müşteridir. Mesih’e yalnızca kurtarılmak için gelen birisi de O’nun müşterisidir, ama öğrencisi değildir. Mesih’in öğrencisi O’na şöyle seslenen kişidir: “Senin gibi hizmet edebilmeyi öylesine çok istiyorum ki! Bir yerden bir yere gidip, korkuyu alıp yerine sevinci, gerçeği, teselliyi ve sonsuz yaşamı getirmek!”
Popp gülümseyerek, “Peki ya son anda O’nun öğrencisi olanlara ne demeli? Sonları yaklaştığında pek çok katı ateistin imanlı olmalarını görmek beni büyük hayrete düşürmüştür.”
Kendisine beynimizin her zaman aynı düzeyde çalışmadığını söyledim. “Bir dahi bile bazen saçmalayabilir ya da eşiyle atışabilir. Ancak o bu davranışlarıyla değerlendirilmez. Biz de, zihnimize büyük bir kriz anında çıkış yolu bulmaya çalışırken saygı duymalıyız. Ölümün kapısı aralandığı zaman ateizmin maskesi düşer.”
“Çavuş Bucur gibi birisinin suçlarını neden herkesin önünde itiraf etmek istediğini düşünüyorsunuz?”
“Bir zamanlar demiryoluna yakın bir yerde yaşıyordum. Kasabanın gürültüsünden, trenlerin geçtiğini gün boyunca fark etmezdim. Ancak geceleri tren düdüklerini kolaylıkla duyabiliyordum. Bizler de, yaşamın gürültüsünden sağırlaşıp vicdanımızın kısık sesini duymayabiliriz. İnsanlar da, dikkati dağıtacak hiçbir engelin olmadığı cezaevi sessizliğinde ölüm yaklaşırken, daha önce hiç işitmedikleri bu sesi duyarlar.”
Başkeşiş, “Bir önceki cezaevim Aiud’dayken tecrit hücresinde olan zavallı bir katil vardı. Gece yarısı uyanıp; ‘Yandaki hücrede kim var? Neden sürekli duvara vuruyor? diye bağırırdı.’”
Popp: “Bunda ne var ki?”
“Yanındaki hücre boştu.”
Moisescu, “Bunu anlayabiliyorum. Bir önceki cezaevimde bir hahamı öldüren Demir Muhafızlar’dan birini tanıdım. Hahamın onun sırtına binip derisine mahmuzlarını batırdığından öylesine emindi ki.”
Kendimi yıkayacak gücüm olmadığından, bu görevi Profesör Popp üstlenmişti. Ona kendi bölümünde duşların olup olmadığını sordum.
“Evet var! Romanya Halk Cumhuriyeti’nde bizler en modern araçlara sahibiz. Fakat bunlar çalışmıyor. Duşlardan yıllardan beri su akmamış.” Omuzlarını dikleştirip konuşmasını sürdürdü.
“Öldükten sonra Cennet’te karşılaşan Komünist’le Kapitalist’in fıkrasını biliyor musun? Oraya geldiklerinde iki kapı görmüşler. Bir tanesinde ‘Kapitalist Cehennemi’, diğerinde ‘Komünist Cehennemi’ yazılıymış. Adamlar ait oldukları sınıflar nedeniyle birbirlerinin düşmanı oldukları halde, kafa kafaya verip hangi kapıdan girmelerinin daha iyi olacağını düşünmüşler. Komünist şöyle demiş; ‘Yoldaş, haydi gel Komünist bölümüne girelim. Orada kömür olsa bile mutlaka kibrit yoktur. Kibrit olsa da kömür yoktur. Hem kömür hem kibrit olsa bile fırın işlemiyordur.’”
Profesör beni yıkamayı sürdürürken diğerleri bu fıkraya gülüyordu. Çiftçi Aristar şöyle dedi: “İlk Komünistler Adem’le Havva’ydı.”
Popp, “Neden?” diye sordu.
“Çünkü üzerlerine giyecek hiçbir şeyleri yoktu, evleri yoktu ve aynı elmayı paylaşmak zorundaydılar – bütün bunlara rağmen hâlâ Cennet’te olduklarını sanıyorlardı.”
Öyküler ve fıkralar anlatmak mahkûmlar açısından oldukça önemliydi. Bütün gün yatakta yatan bu insanların düşünebilecekleri tek şey kendi perişanlıklarıydı. Onların tasalarını unutmalarını sağlayacak bir şeyler yapabilen herkes büyük iyilik etmiş sayılırdı. Açlıktan ve hastalıktan bitap düşmüş olsam bile, saatler boyunca onlarla konuşuyordum. Bir fıkra ya da bir parça ekmek gibi şeyler birisinin hayatta kalmasını sağlayabilir. Popp o sabah gücümü tüketmemem gerektiği konusunda beni uyardı, ama ona bir fıkra daha anlatacak kadar gücüm olduğunu söyledim.
“Pratik bilgeliği bol olan Talmud kitabında, yolda yürürken Peygamber İlyas’ın sesini duyan bir hahamın öyküsü anlatılır. İlyas ona şöyle der: ‘Oruç tutup dua ediyorsun, ama Cennet’te hak ettiğin yer yolun karşısındaki o iki adamınkinden daha yüksek olmayacak.” Bunun üzerine haham bu adamların peşi sıra koşarak; ‘Fakirlere çok sadaka verir misiniz?’ diye sorar.
Adamlar gülerek, ‘Hayır, biz zaten dilenciyiz’ diye yanıtlarlar.
‘O zaman sürekli dua mı ediyorsunuz?’
‘Hayır, biz cahiliz. Nasıl dua edilir bilmeyiz.’
‘O zaman bana ne yaptığınızı söyleyin.’
‘Bizler neşeli öyküler anlatırız. İnsanları üzgün olduklarında güldürürüz.’”
Popp şaşırmış görünüyordu, “Yani, çevresindekileri güldüren, neşelendiren insanların Cennet’te oruç tutanlardan daha büyük bir onura mı sahip olacaklarını söylüyorsun?”
“Bu, Yahudi bilgelik kitabı olan Talmud’un bir öğretisidir. Ancak bunu Kutsal Kitap’ta da okuyabiliriz. 2. Mezmur’da Tanrı’nın kendisinin de bazen güldüğü yazılır.”
Popp giysilerimi giymeme yardımcı olurken, ben devam ettim: “Bir rahip ölüm döşeğindeki bir kişinin evine çağrılmış. Ölüm döşeğindeki adamın karısı, ağlayan kızını avutmaya çalışıyormuş. Kız, rahibe şöyle sormuş: ‘Bize vaaz ettiğin Tanrı’nın o koruyucu eli nerede?’ Rahibin yanıtı ise, ‘Annenin eli olarak şu anda omzundadır’ olmuş.
“Mesih birçok farklı biçimlerde cezaevinde bizimle birliktedir. Öncelikle, O’nu dövülüp zorbalık gören, ama yine bize yardım etmeyi sürdüren Hıristiyan doktorlarımızda görebiliriz. Vacaresti’deki bazı doktorlar dışarıdan gizlice ilaç sokmuşlar ve bu nedenle on yıl hapse mahkûm olmuşlardı.
“İkinci olarak, Mesih varlığını diğerlerinin yüklerini azaltmaya çalışan rahiplerde, din görevlilerinde ve kendilerinden daha kötü durumda olanlara gıda ve giysi veren ve onlara yardım eden bütün Hıristiyanlar’da sürdürür. Üçüncü olarak, Mesih, Tanrı’yı öğreten kişiler ve hatta öykü anlatanlar aracılığıyla da bizlerle birliktedir. Sizler Mesih’e, sadece size hizmet edenlerin kişiliğinde değil, sizin hizmet edebileceğiniz kişiler aracılığıyla da sahipsiniz.
“İsa Mesih bizlere Yargı Günü’nde, Tanrı’nın iyileri ve kötüleri sağ ve sol yanına ayıracağını bildirir. İsa Mesih sağındaki kişilere: ‘Gelin, içeri girin ve dünyanın kuruluşundan beri sizler için hazırlanmış olan egemenliği miras alın. Çünkü acıkmıştım, bana yiyecek verdiniz; yabancıydım, beni içeri aldınız; çıplaktım, beni giydirdiniz; hastaydım, benimle ilgilendiniz; zindandaydım, yanıma geldiniz. İyiler şunu soracaklar: ‘Rabbim biz bunları ne zaman yaptık?’ Mesih onları şöyle yanıtlayacak: ‘Bu en basit kardeşlerimden biri için yaptığınızı, benim için yapmış oldunuz.’”
Gafencu tüm yetişkinlik yıllarını cezaevinde geçirmişti. Buna rağmen Hıristiyan inancının etkin olduğu diğer tüm Demir Muhafızlar gibi, geçmişteki hatalarını telafi etmek için ne yapacağını bilemiyordu. Her gün, zaten yetersiz olan istihkakının bir bölümünü aramızda en güçsüz olanlar için ayırarak örnek bir davranış sergiliyordu. Yahudi karşıtlığını çoktan geride bırakmıştı. Eski Faşist arkadaşlarından bazıları 4 numaralı odayı ziyaret ettiğinde aniden onları şaşkınlığa uğratan bir şey söyledi: “Ülkenin tümüyle Yahudiler tarafından yönetildiğini görmek isterdim.”
Yoldaşları onu dehşetle süzdüler.
“Evet. Başbakan, yasa yapıcılar, memurlar – herkes. Yalnızca tek bir koşulla. Hepsinin de eski Yahudi önderler gibi, yani Yusuf, Musa, Daniel, Aziz Petrus, Aziz Pavlus ve Mesih’in kendisi gibi olmaları gerekiyor. Çünkü başımıza daha fazla Ana Pauker gibi Yahudiler geçerse, Romanya’nın işi biter.”
Gafencu on dokuz yaşındayken hapse girmişti. Bütün gençlik yılları bir kız bile tanımadan geçmişti. Cinsellik konusunda konuşulduğu zaman diğerlerine, “O neye benzer?” diye sorardı.
“Babam, Ruslar tarafından Besarabya’dan (eskiden Moldovya’nın doğu bölgesine verilen ad) sınır dışı edilmişti. Ben çocukken hiçbir zaman yeterli yiyeceğimiz olmadı. Okulda dayak yedim, oradan kaçıp Demir Muhafızlar’a katıldığım için de hapse atıldım. Yaşamımda bir kez bile iyi, doğru ve sevgi dolu birisine rastlamadım. Kendimce, ‘Mesih hakkında anlatılanlar sadece bir efsane... Günümüzde dünya üzerinde öyle birisi yok; öyle birisinin geçmişte olduğuna da inanmıyorum’ diye düşünüyordum. Ancak cezaevinde birkaç ay geçirdikten sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım. Çok hastayken son lokma ekmeklerini bile başkalarına verenleri gördüm. Hücremi öylesine iyilik dolu bir piskopos ile paylaşıyordum ki, giysisinin eteklerine dokunsanız adeta şifa bulacağınızı hissederdiniz.“
Gafencu bir yıldır 4 numaralı odada kalıyordu. Bu süre içinde şiddetli ağrıları nedeniyle hiçbir zaman sırtüstü yatamamıştı. Sürekli olarak sırtından desteklenmesi gerekiyordu. Her geçen gün bedensel işlevlerini daha az denetleyebiliyordu. Bu nedenle çoğu kez ihtiyaçlarını yattığı yerde gidermek zorunda kalıyordu. Bazı geceler onu temizleyecek birisinin gelmesi için saatlerce beklemek zorunda kalıyordu.
Diğer bölümlerde kalan ve bizden daha iyi durumda olan hastalar odamıza gelip, aramızda kendi temizliklerini yapamayacak kadar güçsüz olanların çamaşırlarının yıkanmasına yardımcı oluyordu. Bu hastaların gömleklerini, iç çamaşırlarını, yastık kılıflarını yıkıyorlardı. Bazen günde sayısı yirmiyi aşan çarşaf yıkadıkları oluyordu. Yıkama işlemi için avludaki buzları kırıp su temin etmeleri gerekiyordu. Benim kendi giysilerim ise kan ve iltihaptan kaskatı kesilmişti. Bir gün bunları yıkamaya kalkan bir dosta engel olmaya çalıştığımda, bana çok kızmıştı.
Gafencu durumundan hiç şikayet etmezdi. Ses çıkarmadan öylece yatağında yatar, bazen bir teşekkür ya da onaylama anlamında, başını hafifçe eğerdi. Artık fazla zamanının kalmadığı duyulduğunda, gözleri yaşlı halde eski ve yeni dostları yatağının çevresinde toplandı. Son sözleri, “Tanrı’nın Ruhu bizi kıskançlık derecesinde Kendisi için ister” oldu.
Öldüğünde diğerleri diz çöküp onun için dua ettiler. Onlara, “İsa Mesih bizlere tohumun toprağa düşüp ölmeden, meyve veremeyeceğini bildirir. Ve tohumun harika bir çiçekte tekrar yaşam bulması gibi, insan da öldüğünde, fani bedeni ruhsal bir bedende yenilenir. Onun İsa Mesih’in idealleriyle dolu olan yüreği de elbette meyve verecektir.“
Bir rahip dua ettikten sonra, Gafencu’nun bedeni çarşafa sarılıp morga götürüldü. Geceleyin adi suçluların kazdığı bir mezara gömüldü.
Tirgul-Ocna’ya gelen yeni mahkûmlar sayesinde dışarıda olup bitenlerden haberimiz oluyordu. Öyle görünüyordu ki, durumumuz dışarıdaki “özgür” işçiler ve köylülerden daha da kötü değildi. Ücretler çok düşüktü. İş günü sekiz saat olarak belirlenmişti, ama işçiler kendilerinden beklenenleri yapabilmek için on iki saat çalışmak zorunda kalıyordu. Bunun ardından gelen “gönüllü” çalışma ve Marksizm konferansları, çalışanlara aileleri için ayıracak zaman bırakmıyordu. Her hanede iki ya da daha fazla aile yaşıyordu.
Grev yapmak yasaktı. Yeni gelenlerden, bir zamanlar çetin bir sendikacı olan Boris Matel bana şöyle anlattı: “Sekiz saatlik iş günü için mücadele ettiğim ve hapse atıldığım günlerden bu yana kırk yıl geçmiş. Şimdi ise başta Komünist bir yönetim var ve ben cezaevinde on dört saat çalışmak zorundayım.” Suçu, Parti lideri Yoldaş Gheorghiu-Dej’e, çalışma arkadaşlarının adına, koşulların zorluğundan yakınan ve işçilerin herhangi bir kapitalist yönetimde işi bırakma hakkına sahip olabileceklerini bildiren isimsiz bir protesto mektubu göndermekti. Gizli Polis çalıştığı depoya gelip 10.000 çalışanın el yazısı örneklerini toplamıştı. Haftalar süren soruşturmanın ardından, Boris işçileri greve kışkırtmakla suçlanmış ve işyerini sabote etmeye teşebbüsten on beş yıl hüküm giymişti.
Boris, Marksist inancına sarsılmaz bir şekilde bağlıydı. Kendisiyle birlikte hapse atılan ayrılıkçı gruplara –serbest masonlara, roteryenlere, teosofistlere, spiritüalistlere karşı hiçbir sempati beslemiyordu. Özgür duruşları nedeniyle içeri atılmış olan yazarlara ve şairlere karşı da duyarsızdı: Onlar haliyle Parti Genel Merkezi’ne kendilerine emirler verilmek üzere çağrılmıştı ve nesnel gerçeğin peşinde boş yere koşmamaları gerektiğini bilmeleri gerekirdi.
Boris, Lenin’in kitaplarında, yaşama tek bir bakış açısının bulunmasının ve bu görüşe sıkıca bağlanmanın önemini vurguladığını ileri sürdü.
“Bu bakış açısı Parti çizgisi miydi?” diye karşılık verdim. “Ama bu doktrin tüm felsefi kavramları tersine çeviriyor. Ben yatağımda yatarken hücreye baktığımda sadece pencereyi görebilirim. Eğer senin oturduğun yerden bakarsam, kapıyı görürüm. Eğer bakışlarımı yere çevirirsem, tavanı göremem. Her bakış açısı aslında kör açıdır, çünkü diğer açılardan görebilme yeteneğini yok eder. Tüm ‘bakış açıları’nı bir kenara bırakıp, bütüne dair kendi sezgilerimizi kabul ettiğimiz zaman gerçeği buluruz. Aziz Pavlus der ki, ‘Sevgi her şeye inanır’ – yani, sadece belli bir grubun ya da diğerinin görüşlerine değil.”
Din konusunda konuşulması Boris’i öfkelendirmişti. “Tanrı yoktur, ruh da yoktur! Önemli olan tek şey maddedir. Sizi bunun aksini kanıtlamaya davet ediyorum!”
Kendisine bu iddialarını öpücüğün, “Öpüşmek; iki dudağın, karşılıklı mikrop ve karbondioksit ileterek, birbirine yakınlaşmasıdır” sözcükleriyle tanımlandığı Komünizm’in ders kitaplarından edinmiş olduğunu” söyledim. “Sevgi, hasret ya da öpücüğün içtenliği senin felsefende yer almaz. Ruhsal değerlerin bu denli yoksullaşması yaşamın, senin büyük önem verdiğin, maddesel yönünü de etkiler. Çalışanların şevki kırılır; bu nedenle Komünist ülkelerden gelen malların hepsi kötü kalitesiyle ün yapmıştır.”
Boris, “‘İnsan Şabat Günü için değil, Şabat günü insan için yaratıldı’ deyişini biliyorum. Ama hepimiz devlete yararlı olmak için varız. Kişisel hürriyetlerin ve özel mülkün kaybı, evrensel özgürlüğe giden basamaklardır” dedi.
Bir köpeğin bile kemiğini almak isteyene saldıracağını düşündüm. Ancak on beş yıllık hapis hayatı Boris’in bu yanılsamalarını iyileştirmemişse, benim onunla tartışmamın da iyileştiremeyeceğine karar verdim. Boris ihbarcılardan biri bile olabilirdi.
İhbarcılık salgın bir hastalık gibi yayılmıştı. Tanrı hakkında konuşmak ya da dua etmek, hatta yabancı bir dili öğrenmek ya da öğretmek bile ihbar konusu olabiliyordu. İhbarcı çoğunlukla cezaevinin içinden ya da dışından bir arkadaş, baba, oğul, karı ya da koca olabiliyordu. İhbarcı olması için kişiye acımasızca baskı uygulanmaktaydı. Aslında, bu ihbarcılar belki de demir parmaklıkların ardındakilerden çok, dışarıdaki “özgür” insanlar için büyük bir tehdit oluşturuyordu. 4 numaralı odadaki bizler ise Romanya’nın herhangi bir köşesindekilerden daha fazla konuşma özgürlüğüne sahiptik, çünkü hiçbirimiz yaşamayacaktık.
Kasım 1917 tarihi Rus Devrimi’nin – “Dünyayı sarsan on gün”ün yıldönümüydü. Profesör Popp günün anısına bir kısa bir öykü aktardı:
“Bolşevizmin zaferinin birinci yıl dönümünde, ülkenin yeni yöneticileri için Moskova dışındaki ormanda bir av partisi düzenlenmişti. Avdan sonra bir ateşin çevresinde dinlenirlerken Lenin çevresindekilere, ‘Yoldaşlar, söyleyin bana; yaşamdaki en büyük zevkin ne olduğunu düşünüyorsunuz?’ diye sormuştu.
Troçki, ‘Savaşmak’ diye yanıtlamıştı.
Zinoviev ise, ’Kadınlar’ demişti.
Kamenev, ‘Hitabet, büyük bir kalabalığı etkinizin altında tutabilme gücü’ diye katılmıştı.
Stalin ise her zamanki suskunluğunu sürdürmüştü, ama Lenin, ‘Bize seçimini açıkla!’ diye ısrar etmişti.
En sonunda Stalin, ‘Hiçbiriniz gerçek zevk nedir bilmiyorsunuz. Şimdi size anlatacağım. En büyük zevk birinden nefret etmek, yıllarca onun en yakın dostuymuş gibi davranmak ve bir gün başını güvenle göğsünüze yasladığında bıçağı sırtına saplamaktır! Dünyada bundan daha büyük bir zevk yoktur’ demişti.”
Uzun bir sessizlik oldu. O zamanlar Stalin’in acımasızlığının bir parçasını biliyorduk. Geri kalanı da ölümünden sonra yoldaşları tarafından açıklandı ve ortaya çıkanlar bu öykünün doğruluğunu kanıtladı.
Ortamı yumuşatmak için onlara ülkemizle ilgili bir başka Stalin öyküsünü anlattım.
“Banat bölgesinin yeni iktidara bağlı olan kadınları Romanya’nın Komünistlerce ele geçirilmesini övüyorlardı. Aralarından biri, ‘Yoldaş Stalin yaşamlarımızı değiştirdi’ dedi. Bir diğeri, ‘Tüm hayvanlarımızı kooperatiflerde toplayarak bizi onlara bakma yükünden kurtardı.’ Üçüncüsü, ‘Evde olmayan; cezaevinde olan bir koca elbette daha kolay aldatılabilir’ diye ekledi. Kadınlar Stalin’e yetmişinci doğum günü münasebetiyle bir şükran armağanı sunmaya karar verirler. Sadece Rumen milli giysilerinin yapıldığı değerli bir kumaştan, yaklaşık iki metre kadar dokuyup Kremlin’e postayla gönderirler. Stalin bundan çok hoşnut kalır.
Molotov’a, ‘Şu Rumenler beni ne kadar da çok seviyor! Onları ödüllendirmek için Rumen milli giysili bir resmimi 10 Mayıs yortu bayramlarında yayınlatacağım. Onların ülkesini ele geçirdim – şimdi de kalplerini fethedeceğim!’ der.
Ancak Kremlin’deki terzi kumaşı görünce başını sallar ve, ‘Yoldaş Stalin, siz çok cüsseli bir insansınız. Bu ceket ise piliseli ve katları olan zor bir model. Pantolon için en azından iki metre daha kumaşa ihtiyacım olacak’ der.
Stalin, ‘Ne o! Benimle pazarlık mı ediyorsun? Haydi git ve dik!’ diye bağırır.
Terzi giysiyi dikemediği için kurşuna dizilir. Moskova’nın tüm terzileri Stalin’e heybetli gövdesi nedeniyle iki metrelik kumaşın yeterli olmadığını söylerler. Yüz kadar terzinin kurşuna dizilmesinden sonra, Molotov bu konuda bir şeyler söyleme cesaretini bulur; ‘Yoldaş Stalin, bizim Marksizm kuramlarımız dünyanın tüm bilgeliğini içerir, ancak bazı hahamların bunun dışında ayrı bir bilgeliğe sahip olduğunu duymuştum. Onlardan birine sorsak?’
Derhal bir haham çağırılır. Haham onlara hemen şöyle der: ‘Bu iş için en uygun terziyi tanıyorum. İsmi, Isaac Cohen’dir ve New York’ta yaşar.’
Stalin, ‘Hemen onu buraya çağırın’ der.
Haham ise, ‘Buraya gelmeyecek kadar zekidir’ diye yanıtlar.
Stalin düşünür ve kararını verir: ‘Tüm Rumen halkının gönlünü fethetmek için New York’a gideceğim.’ Stalin Broadway Caddesi 356 numarada Cohen’in neon ışıklı tabelasını bulur. İçeri girip öyküyü anlatır.
‘Sana istediğin ücreti öderim, nasıl olsa benim cebimden çıkmıyor – Rumen halkı ödeyecek.’
Terzi Isaac elinde mezurasıyla Stalin’in ölçülerini almaya başlar, ‘Bayım, size tam takım bir milli giysi, ayrıca bir de yedek pantolon dikerim ve artan yarım metre kumaşı da geri veririm’ der.
Stalin duyduklarına çok şaşırır. ‘Ülkemdeki tüm terziler heybetli olmam nedeniyle ceketi bile iki metrelik kumaştan zorlukla çıkarabileceklerini söylerken sen nasıl başarabiliyorsun?’
Isaac Cohen ona şöyle yanıt verir: ‘Siz Rusya’da çok heybetli bir adam olabilirsiniz, ancak burada bizim aramızda o denli küçüksünüz ki, iki metre yeter de artar bile.’”