Tanrı’nın yüreğinde evrensel bir plan var ve düşman da buna karşı geliyor. Dahası Tanrı bu planı bize Kutsal Yazılar’da en ince ayrıntısına kadar olmasa da fırça darbeleriyle göstermiştir. Zamandan önce planlanan, Mesih’in ölümü ve dirilişi ile gerçekleştirilen Tanrı’nın mutlak amacı, son günde her şeyi Mesih’in otoritesine bırakmaktır. 202 Arzusu, kilisede ve Mesih’te kuşaklar boyunca Tanrı’ya övgüler sunulduğunu görmektir. 203 Sonunda her kabile, dil ve ulustan O’na övgüler sunan insanlara sahip olacaktır. 204 Bu bağlamda “ulus” sözcüğü her etnik grup anlamına gelir.
Tanrı’nın amacını her etnik gruptan oluşan kiliseden övgüler almak olduğu şeklinde özetleyebiliriz. Bu gerçekleştiği zaman, Mesih geri gelecektir ve tüm yaratılış Mesih’e bağımlı kılınarak yeni gök ve yeni yeryüzünde mutlak ifadesini bulacaktır.
Tanrı, lütfundan dolayı bu amacı gerçekleştirmek için bizimle çalışmaya karar verdi. Biz burada bu misyon için varız. İsa, bizi tüm uluslardan öğrenciler bulmamız için görevlendirdi. 205 Müjdeyle her insan grubuna ulaşılmalıdır. Son günlerde her etnik gruptan oluşan görkemli kiliseler olacağına inanıyoruz. Dünyanın her yerindeki kilisenin hatta Müjdeye en çok karşı gelen bölgelerde bile dağ üstüne kurulmuş bir şehir gibi olacağına inanıyoruz. 206 “Rab’bin tapınağının kurulduğu dağ, son günlerde dağların en yücesi, tepelerin en yükseği olacak.”207
Ruhsal savaş meselesi doğrudan misyonla ilintilidir. Bu savaş ortaya çıkıyor, çünkü İsa Mesih’in kilisesi Tanrı’nın krallığını (egemenliğini) ileriye götürerek karanlığı istila ediyor. İşte bu nedenle düşman bize karşı savaşıyor; Müjdenin ilerlemesine karşı kalelerini korumaya çalışıyor. Ruhsal savaş kilise hayatının ayrı bir meselesi, bu konulardan anlayan birkaç uzmanın alanı gibi görülmemelidir. Ruhsal savaşta misyonumuzdan bizi saptıracak olan Kutsal Yazılar’a uymayan birkaç vurguya izin veririz diye kaygılanıyorum. Daha önce gördüğümüz gibi Müjdeyi yaymak, hastaları iyileştirmek ve cinleri çıkarmak için yetmiş iki öğrenci yola çıktı. İsa, Şeytan’ın gökten yıldırım gibi düştüğünü gördü. 208 Bu nedenle misyonun önceliğini, Tanrı’nın egemenliğinin öncelikli işleriyle uğraşmamız (bazıları buna ruhsal savaşın alt basamağı der!) ve Tanrı’yı ruhsal dünyada iş başında görmemiz oluşturur.
Son bölümde Şeytan’ın kaleleriyle karşı karşıya gelişimizi gördük. Amacımız, inanlıların bu kalelerinin gücünden kurtulmasını ve böylece kilisenin şeytani etkiden uzak bir şekilde bina edilişini görmektir. Bu karanlıktaki güçlü kötü güçlerin iş başında olmadığına inanmıyor değiliz; işin büyüklüğünün farkındayız. Görevimiz, insanları düşmanın bu kalelerinden kurtarmak ve düşmanın sahasında Yeni Antlaşma kiliselerini kurmaktır.
Son yıllarda misyon uzmanları kültür meselelerinin ne kadar önemli olduğunun farkındadırlar. Diğer kültürlere saygılı olmak için kültürel farkındalığın önemi konusunda mutabakat vardır. Batının kültürel değerlerini ve tarzlarını başkalarına empoze etmemeye çalışmamız gerektiği anlaşılmıştır. Müjde, herhangi kültürel bir kelepçeden uzak ve özgür olmalıdır.
Müjde’nin gerçekleri değişmez ama Müjde’nin içten hizmetkarları olarak bir kültüre ulaşmak için o kültüre uyum sağlayabiliriz. “Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahudiler’i kazanmak için Yahudiler’e Yahudi gibi davrandım. Kendim Kutsal Yasa’nın denetimi altında olmadığım halde, Yasa altında olanları kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. Tanrı’nın Yasası’na sahip olmayan biri değilim, Mesih’in Yasası altındayım. Buna karşın, Yasa’ya sahip olmayanları kazanmak için Yasa’ya sahip değilmişim gibi davrandım. Güçsüzleri kazanmak için onlarla güçsüz oldum. Ne yapıp yapıp bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum. Bunların hepsini Müjde’de payım olsun diye, Müjde uğruna yapıyorum.”209 Pavlus’un bu açık, dolambaçsız beyanı hizmet etmek istediğimiz kültürlere yaklaşımımız için iyi bir çekül oluşturur. Bir misyon konferansında gelinen şu noktayı anımsıyorum: Pavlus, Müjde’yi Yahudi giysisinden çıkardı. Martin Luther de Müjde’yi Latin giysisinden çıkardı. Bugün olan ise Müjde’nin Batı giysisinden çıkarılışıdır.
Her kültürde üç unsur olduğuna ve bunlar arasındaki farkı anlamamızın da elzem olduğuna inanıyorum. Eğer bu kültürlere ulaşmak için misyonumuzun etkili olmasını istiyorsak şunlara dikkat etmeliyiz.
Bir misyoner Endonezya’daki Irian Jaya’da bulunan bir kabileye Müjde’yi duyurmak için gitti. Misyoner o halkın dilini öğrendi ve kültürünü tanıdı. Müjde’nin hikayesini onlara kendi dillerinde okudu ve hikayeyi dinlerlerken kendilerini hikayeye nasıl kaptırdıklarına şaşıp kaldı. Bu iş kolay olacaktı. Hikayenin sonuna doğru bir şeyin yanlış gittiğini anladı. Yanlış anlamışa benziyorlardı. Hayatlarını vermek istedikleri kişi İsa değil, Yahuda idi! Anladığınız gibi o kültürdeki en büyük değerlerden biri ihanetti ve bu da onların şimdiye dek duymuş oldukları en inanılmaz ihanet hikayesiydi. Dolayısıyla esas kahramanın Yahuda olduğunu sandılar.
Böyle kalelerin olduğu bir kültürde Müjde’nin anlaşılmasını nasıl sağlayabilirdi? Bunu nasıl sunmalıydı ki, burada ihanet hikayesinden başka bir hikaye daha vardı? O zaman şunu da anladı:İhanet çok yaygındı ve köyler arasında savaşlara neden oluyordu. İnsanlar böyle bir ihtilafı sonlandırmak için küçük bir çocuğu alıp, onu diğer köye barış sunumu olarak sunuyorlardı. Bu çocuğa “barış çocuğu” deniyordu. İşte size bir fırsat! Buradaki bu unsur o kültürü Müjde’ye açık kılıyordu. O da onlara Tanrı’nın dünyaya göndermiş olduğu İsa adındaki barış çocuğunu anlattı!210
Elçi Pavlus da Atina’ya gittiğinde buna benzer bir şey yaptı. Nereye baksa putları görüyordu; öyle ki, artık içi dışı put olmuştu. O zaman çevrede dolaşırken “Bilinmeyen tanrıya” diye kazılarak yazılmış bir sunağı fark etti. 211 Dolayısıyla Atinalılar’ı dindar oldukları için övdü ve “Sizin bilmeden tapındığınız bu Tanrı’yı ben size tanıtayım” dedi. 212 On ikiden vurma noktasını –ki bu nokta onların kültürlerini Müjde’ye açık kılan noktaydı- bulmuştu. Oğlunu dünyaya ölmesi ve sonra da dirilmesi için gönderen bilinmeyen Tanrı’yı anlattı onlara.
Her kültür içinde Müjde’ye açık olan öğeler barındırır. Bizim de bu öğeleri bulmak ve gereğince kullanmak için hikmetli olmamız gerekir. Öyle ki, Müjde’nin değişmez gerçeklerini o insanların yüreklerine ulaştırabilelim.
Tarafsız şeyler insanların şarkı söyleme ve dans etme şekillerini, yani sanatı ve bunun ifade edilişini içerir. Afrika’da birçok kez vaaz ettim. Özellikle son yıllarda Lesoto’ya yaptığım ziyareti anımsıyorum. Şarkı (ilahi) söylemeye başladıkları zaman (ki bu Afrika’nın çoğu yerinde olur) tapınma önderi onlara başlama sesi, notası verdi ve cemaatin hepsi ona katıldı. Tamamen uyum içindelerdi. Dansları da harikaydı. Ama bu, Batı Avrupalı biri olarak bana pek ritim duygum olmadığını hissettirdi. Tabii ki, Afrikalı bir kilisedeki tapınma Afrika dans şekliyle ifade edilmelidir.
Afrika’ya yaptığım başka bir ziyareti anımsıyorum. Bu seferki Uganda idi. Orada bir Afrikalı kilisedeydik. Kilise önderleri Singapurlu’ydu ve mükemmel bir iş yapıyorlardı. Tapınmanın ilk bölümünü Amerika’nın güney eyaletleri aksanıyla İngilizce konuşan bir Singapurlu yönetti. Ne var ki, tapınmanın sonunda bizimle konuştuğunda bu aksanın izi bile yoktu. “Tapınma bu aksanla yönetilir” gibi bilinçaltı bir önyargı vardı. Tapınmanın ilk kısmı akıcı geçmedi, ama Afrikalılar’ın Afrika davulunu çaldığı ikinci kısma insanlar hevesle katıldı.
Geçen yıl Kırım’daydım. Bildirilerimin birinin sonunda havada bir ağırlık olduğunu sezdim ve insanları dans etmeye teşvik etmek için zaferle dolu bir ilahinin söylenmesinin iyi olabileceğini hissettim. O zaman bilmediğim bir şey vardı: o kilisenin pastörü daha iki hafta önce kilisedeki tapınmada dans etmenin pekala olabileceği kanaatine varmış. Oysa daha önce buna izin vermeyecekti. Dolayısıyla insanlar tapınmada dans etmeye alışkın değildi. Orkestraya canlı bir Rus şarkısını (ilahisini) söylemesini rica ettim ve daha sonra da insanları kiraladıkları sinema binasının koridoruna çıkmaları ve dans etmeleri için teşvik ettim. Buna harika bir karşılık verdiler, ama daha “karizmatik iki adımı” öğrenmemişlerdi! Sadece kendi kültürlerinin bir parçası olan Kazak dansını biliyorlardı. Kendimi ortada buldum ve bir kez daha ritim duygumun pek olmadığını anladım.
Tanrı’nın yüceliği için kullanılan bütün bu kültürel ifadeler, O’nun çok renkli bilgeliğini açığa vuruyor. 213
Önceki bölümde bunu gördük. Kiliselerin, kültürlerindeki yanlış yönlere adapte olabileceğini gördük. İnsanların o kültürdeki düşmanların kalelerinden özgür kılınmaya ihtiyaçları vardı.
Bu kültürel anlayışın ruhsal savaş konusuyla ilgili birkaç sonucu vardır. Kültürel olarak uygun olanı yapma kaygısından dolayı kalelerin ayırdına varamama tehlikeli olabilir. Bir keresinde anaerkil bir toplumdan gelen bazı kişiler için dua ettiğimi anımsıyorum. O kültürde bir erkek evlendiği zaman anaerkil kültürün devamını sağlamak için eşinin ailesiyle birlikte oturmak zorundadır. Bu kültürün baskın olduğu yerde birkaç yıldır görülen Hristiyan etkisinden dolayı geçen yıllarda bir uyanış oldu. Bu kültürün etkisinde olan genç bir adam için dua ediyordum. Ona kilisenin tarihsel olarak bu mevzularda herhangi bir şey yapıp yapmadığını sordum. “Hayır” dedi. Kilise bunun kültürel olduğunu düşünüp hiçbir şey yapmamıştı. Sorun kültüreldi ama Kutsal Kitap’a aykırıydı. Dolayısıyla tanrısal önderliğin yetiştirilmesinde zararlı bir etkiye sahipti.
Bir diğer tehlike de şudur: Hristiyanlığın “ana” gerçeklerini öğretebiliriz, zira onlar kabul edilir ve kaleleri göz ardı ederiz. Bu fenomeni inceleyen Filipino Spirit214 adlı mükemmel bir kitap var. Bu çalışma, ilk Roma Katoliklerinin Filipinler’e gidişini ve ana gerçeklerden bazısını öğretişlerini gösterdi. Tek gerçek Tanrı öğretisini öğrettiler: Üçlü Birlik, cennet ve cehennem, Mesih’in çarmıhı ve Bakire Meryem’le ilgili öğretişlerde bulundular. Filipin halkının pek çoğu bu öğretileri kabul etti ama, günlük yaşamlarını ruhlara dayalı geleneksel inançlarına göre devam ettirdiler.
Protestan misyonerler gelince, daha önce gönderme yaptığım Hristiyanlığın bazı yüksek gerçekleriyle ilgili öğretişi “düzelttiler”. İmanla aklanma gerçeğini eklediler. Ancak onlar da insanların günlük yaşamlarını etkileyen kalelerle uğraşmadılar. Dolayısıyla kimi Katolikliği kimi de Protestanlığı kabul ettiği halde Hristiyanlık bağlamında Filipin ruh dünyasının kalesi ele geçirilmedi.
Yakın geçmişte Metro Manila’daki Christ the Living Stone Fellowship’in pastörü olan Daniel Balais ile tanıştım. O, Filipinler’deki başkaları için yalvarma, dua etme grubunda bir önder. Onların dualarında hala temel olarak Filipino Spirit World’ü kullandıklarını duyunca sevindim. Kaleler meselesinin ciddiye alındığını görmemiz bizim için bir teşvik oldu.
Bir kültürdeki kaleler genellikle yüzeyde göründüğü gibi değildir. Örneğin, birçok İslam ülkesinde insanlar günlük yaşamlarında “Geleneksel İslam” denilen batıl inançlara bağlıdır. Dolayısıyla İslamiyet ile Hristiyanlık arasındaki teolojik farklılıklara odaklanmak yerine kötü ruhlardan özgür kılınmayı öne çıkarmak Müjde için bir kapı açabilir. Müjde’yi götürdüğümüz kültürdeki olumlu ve olumsuz yönlerin ayırdına varmada dikkatli olmakla kalmayıp, duyurmaya çalıştığımız Müjde ile beraberimizde getirdiğimiz kültürel tuzakların da ayırdında olmalıyız. Yaşamlarımızda etkisinden kurtulamadığımız kültürel kaleler olabilir. Bu, yardım ettiğimiz kişileri dinlemek için büyük alçakgönüllülük ve istek gerektirir.
Misyonumuz açısından ruhsal savaşın başka bir yönünü de “ilk meyveler için savaşma” dediğimiz mevzu oluşturur. Kutsal Kitap’ın örneğinde olduğu gibi yeni bir alana, bölgeye girilmesi ruhsal savaş açısından sık sık pahalıya patlar. Elçilerin İşleri kitabında Müjde’nin yayılmasında inanılmaz işkenceler görürüz. Pavlus’un Galatya’da çektiği gibi gizemli hastalıklar vardı. 215 Pavlus Korint’te neredeyse depresyona girmek üzereydi ki, Tanrı onu bir görümle teşvik etti. 216
Pavlus, Rab’be yeni gelenlerin geri dönme tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarının farkındaydı. Daha önce gördüğümüz gibi, bu endişesini Selanik’teki kiliseye yazarak dile getirdi: “Ayartıcı bir yolunu bulup sizi ayarttı mı, emeğimiz boşa mı gitti?”217 “Pavlus’un olumsuz bir itirafı gibi görünüyor bu” diyebilirsiniz. Hayır. Bu, misyonda yeni alanlara girmeye çalışanların yaşadığı bir olgudur. Dahası, aynı bağlamda Pavlus onları görmek için çabaladığı gerçeğine gönderme yapar ve “Şeytan bizi durdurdu” der. Yine yeni yerlerdeki misyonda öncü olarak çalışanların yaşadığı bir şeydir bu. Bazı kişilerin Rab’be gelişlerini görürler. Sonra aniden ülkelerine dönmek zorunda kalırlar; geri dönmek için vize almada zorlanırlar. Dolayısıyla bu ilk meyveler için savaş halinde buluruz kendimizi.
Tesadüf olabilir ama yeni yerlere Tanrı’nın kendilerini çağırdığını sezen kişiler sık sık tuhaf hastalıklarla boğuşurlar. Ailelerinde yanlış giden bir şeyler olur ve bu onların gidişini engelleyebilir. Bazen yeni inanlılar için her şey yolunda giderken, birden ailelerinden ya da kültürlerinden gelen baskılar onların vazgeçmesine neden olur. Ne oluyor? Yine ilk meyveler için olan savaşı görürüz. Bu savaşların içinde olanları dua ederek desteklemek elzemdir. Bu bağlamda Lisuland’lı Frazer’ın yaşamıyla ilgili Mountain Rain218 adlı kitap bizim için harika bir örnek oluşturur. Frazer, pek bir sonuç görmeden yıllarca bu savaşla boğuşur; Rab’be gelenlerin geri döndüğünü görür. Bu savaşla ilgili olarak eve düzenli bir şekilde yazar. İnsanlar onu dua ederek destekler. O kültürdeki kalelerin yıkılması için Tanrı’ya yakarırlar. Sonunda zafer kazanılır ve birçoklarının Mesih’i bulmasıyla harika bir uyanış olur.
Ruhsal savaşın bazı yöntemleri konusunda aldığımız tedbirin, misyonun yeni alanlarındaki zafer için hararetli ve devamlı dua etmemizi gerektiren ihtiyaca karşı bizi körleştirmemesi son derece önemlidir. Bizden gidenler için dua etmeliyiz. Karanlığın güçleri gerçeğiyle yüz yüze geldiklerinden kuşkumuz yok.
Bu yeni alanlarda, yerlerde kiliselerin kurulduğunu görmek de bir savaştır. Bu görevden kaçmamalıyız. Misyonu sadece yeni inanlıların gelişi olarak değil, kiliselerin o kültürlerde kuruluşu olarak da görmeliyiz. Yerel önderleri oluşturmak da bir savaştır. Başka bir şey yapmak daha kolay olabilir ama teslim olmamalıyız. Öyle ki görevimiz, Rab İsa’nın ve elçilerinin ilkelerini izlemek ve cehennem kapılarının hakim olamayacağı bir şekilde kiliselerin kurulduğunu görmektir. Daha sonraki bölümde bunun ayrıntılarına gireceğiz.
Burada göz önünde bulundurmamız gereken başka bir faktör daha var. Tanrı’nın yüreği her ulusa ulaşmıyor. O’nun arzusu, ulusları kiliseler ve müjdenin duyurulması aracılığıyla iyileştirmek ve insanlar arasındaki bariyerleri kırmaktır. Yahudiler’le diğer uluslar arasındaki düşmanlık duvarı Mesih’te yeni bir adam yaratmak için yerle bir edildi. 219 Pavlus bu konunun ayrıntısına Efesliler 3. bölümde devam eder. Eski Antlaşma zamanında bilinmeyen bir sırrın kendisine açıklandığını söyler. Bu neydi? Bütün ulusların bereketleneceği olgusu olamaz, çünkü Eski Antlaşma peygamberleri bunun farkındaydı ve bunun hakkında da yazdılar. Bütün uluslardan insanların Mesih’te bir olmak için bir araya getirileceği ile ilgiliydi bu. Tüm bariyerler yıkılacaktı. Burada ruhsal savaş hakkında anahtar bir ayet vardır. Pavlus bize, Tanrının çok yönlü bilgeliği, kilise aracılığıyla göksel yerlerdeki yönetimlere ve hükümranlıklara şimdiki dönemde bildirilmesini açıkladı. 220 Eğer Tanrı’nın amacı ulusların Mesih’te bir araya getirildiğini görmek ve bütün bu kötü hükümranlıklara ne kadar bilge olduğunu göstermekse, o zaman tabiî ki düşmandan gelecek bir muhalefet olacaktır. Hele biz birlik içinde olan çok etnik kökenli kiliseler kurmaya çalışırken, bu muhalefetin olacağı apaçıktır.
Ruhsal savaş bağlamında çok önemlidir bu. Örneğin, İngiltere’de Asyalı, Hintli, Çinli ve Karayipli kiliseler gibi çok farklı etnik kökene bağlı kiliseler vardır. Bununla ilgili olumlu taraf şudur; her birinin sunacağı farklı tarzın kabul edilmesidir. Olumsuz tarafı ise aralarında yaratılmış olan duvarlardır. Tanrı, gerçekten bu duvarları yıkmak ve bariyerleri ortadan kaldırmak istiyor. Öyle ki, sadece bir tane çok yüzlü kilisesi olsun.
Kısa bir süre önce farklı etnik kökenden gelen inanlıları, kaybolanlar için bir araya getirdik, Tamil, Puncabi ve İngilizce’nin kullanıldığı müjdecilik toplantıları yaptık. Hatta bu üç ayrı dilde tapınmak için üç ayrı tapınma orkestramız bile vardı.
İnsanları birleştirme denemeleri olmuştur. İmparatorluklar çeşitli insan gruplarını boyundurukları altına alarak onların bir olduklarını yüzeysel olarak da olsa göstermeye çalışmışlardır. Bunun örneklerini eski Sovyetler Birliği’nde ve Yugoslavya’da görebiliriz. Ancak bu imparatorluklar düştüğünde görülen şudur; çeşitli insan grupları arasındaki düşmanlığın her zamankinden daha kuvvetli olduğu ortaya çıkar. Hümanizmin gücü olan Birleşmiş Milletler, farklı uluslardan gelen insanları uzlaştırmada yetersiz kalmaktadır. Ne var ki, Tanrı’nın yüreği bunu yapmayı istiyor ve niyeti de bunu kilisesi aracılığıyla yapmaktır. Şeytan da buna karşı çıkacaktır; işte mesele budur.
“Çok ırklı, çok kültürlü bir topluluk olan kilise güzel bir kilim gibidir. Üyeleri farklı ve renkli kesimlerden gelir. Hiçbir insan topluluğu benzemez ona. Çeşitliliği ve uyumu emsalsizdir. Tanrı’nın yeni toplumudur. Ve kilisenin de çok yönlü bilgeliği Tanrı’nın çok renkli bilgeliğinin yansımasıdır.” John Stott221
Misyon için bir meydan okumadır bu. Ulaşılmamış yeni bir yere girerken, önce o toplumda bir grup insanla çalışmamız gerekebilir. Örneğin, Üçüncü Dünyanın birçok büyük kentinde kırsal alandan gelip birbirine yapışan ve başkalarına kuşkuyla yaklaşan insanlar vardır. İsa’nın bu durumda önerisi şudur; yeni bir topluluğa ya da topluma girdiğimizde orada “bir barış adamı” bulmamız gerektiğidir. 222 Bizi kabul edecek ve o topluma girmemizde aracılık edecek birini bulmaya gayret edelim. İnsanların kurtulduğunu görmeye başlayınca, onların toplumun diğer kişilerine ulaşmaları için onları toplumlarında bırakmak uygun bir strateji olacaktır. Bulundukları ortamdan çıkarılırlarsa, müjdeye onlar aracılığıyla kavuşabileceklerden ayrılmış olurlar. Güveni oluşturmak zaman alır.
Farklı toplumlar ya da ırklar arasındaki güvensizliğin Mesih’te kırıldığını görmezsek, Tanrı’nın amaçları açısından yol almış sayılmayız. Uzun bir zaman alabilir ama, bizim hedefimiz farklı kesimlerden gelen insanların Mesih’te birbirlerini kucaklamalarını ve Mesih’teki birliklerini göstermek için fırsat bulmaya çalışmalarını görmek olmalıdır.
Bazı “kilise büyütme uzmanları” kilisenin büyümesi açısından “homojen birlikler”le çalışmanın daha iyi olacağı görüşünü savunmuştur. Başka bir deyişle, kiliseyi bizim gibi insanlarla inşa etmeye çalışmalıyız. Burada şöyle bir şey olur; aynı bölgede olsalar bile farklı ırklardan oluşan insanlar arasında farklı kiliseler olacaktır. Orta sınıf kiliseleri, işçi sınıfı kiliseleri, gençlik kiliseleri gibi kiliseler göreceğiz. Kilisenin büyümesi açısından bu daha kolay olabilir ama, Tanrı’nın kilisesi aracılığıyla bütün bariyerlerin (sınırların) kırıldığını gösterme amacını yerine getirmez. Tanrı, kilisesinin gerçekten bir aile olarak tüm yaşları, kesimleri, zengini yoksulu, yaşlıyı genci, farklı ırkları kucaklayabileceğini göstermek istiyor. Bunun savaşmamız gereken ruhsal savaşın bir meselesi olduğuna inanıyorum. Bu, misyonumuzu kamçılayan bir meydan okumadır.
Dışsal davranış kurallarının inanlılara empoze edilebileceğine ve kurallara uyma koşuluyla Tanrı tarafından kabul edilecekleri gibi bir sonucun ortaya çıkmasına şaşırmam. Bu yasacılık, kaleleri yıkmadan onlar üzerinde etkin olabilir; Yasa’nın tek başına kaleleri yıkma gücü yoktur. İktidarsız bir koca gibidir. 223 Yaşam verme gücü yoktur. Buna karşın, dışardan saygın görünen bir görüntü yaratabilir. Bunu da o kültürdeki kalelerle uğraşmadan ve o kalelere karşı etkin olmayan bir kiliseyle yapabilir. 17. bölümde bu konuyu daha ayrıntılı olarak ele alacağım.
Birbirimize ihtiyacımız olduğuna, dolayısıyla birbirimizden öğrenebileceğimize ve kültürlerimizde kalelerin yıkıldığını görebileceğimize inanıyorum. Örneğin, Hindistan’a ve dünyanın başka yerlerine gittiğim zaman toplumun ve konukseverliğin gücünü bir kere daha anlıyorum. Bu da benim kendi kültürümdeki konukseverlik eksikliğini daha iyi görmemi sağlıyor. “İngilizin evi kalesidir” olarak bilinen kaledir bu. Yeni Antlaşma’da konukseverlik göstermemiz buyrulur. Zaman zaman en yakın arkadaşlarımızı, dostlarımızı yemeğe çağırmak anlamına gelmez bu. Yabancılara karşı iyiliksever olma anlamına gelir. Yeni Antlaşma kiliselerinde konukseverlik o kadar önemsendi ki, görevlilerin seçilmesinde bir kriter oldu. 224 Başka kültürlerden kardeşlerim olmadan Tanrı’nın olmamı istediği kişi olmak için tamamen özgür kılınabileceğime inanmıyorum. Buna hem kendim hem de kiliselerimiz için inanıyorum.
Hemen bir gecede olmayabilir ama, sonuçta Türklerle Kürtlerin Mesih’te kucaklaştığını görmek istiyoruz. Aynı şekilde Sırplarla Kosovalı Arnavutlar’ın, müjdenin lütfunun her iki topluma ulaştığını görmelerini istiyoruz. Ruslarla Çeçenler’in Mesih’te bir olup yan yana durmalarını ve canlarımızın gerçek düşmanının karşısında olduğunu görmek istiyoruz. Tanrı’nın çok renkli bilgeliğinin kilise aracılığıyla yandığını, aydınlattığını görmek istiyoruz.
10 Numaralı Etkin Strateji: Misyonla ilgilendiğimizde insanların kalelerden özgür kılındığını görür ve sonunda onların kendi misyonlarında etkin olmalarını temin ederiz.