5. bölümde düşünme şeklimizin kültürümüzden nasıl etkilendiğini gösterdik. Yeni inanlılar için yaptığımız kaleler kursunda kültürlerimizin ve yetiştirilme biçimlerimizin düşüncelerimizde nasıl kaleler inşa ettiğine bakıyoruz. Bu bağlamda “ dünya görüşümüz” konusuna bakmalıyız çünkü verilen durumu anlamamızı etkileyen budur.
“Dünya görüşü” ile ne demek istiyorum? Bu konu bir kitabı doldurabilir ama ben buradaki meseleleri özetlemeye çalışacağım. Bu konu üzerinde çok güzel kaynaklar var ve eğer bu önemli konuda daha fazla araştırma yapmak isterseniz David Burnett’in Clash of Words164 adlı kitabını okumanızı öneririm. Dünya görüşü bizim kişisel felsefemizle ilgilidir. Doğru ve yanlış, uygun ve uygun olmayanla ilgili olarak genellikle bilinçsizce yaptığımız varsayımlar, yani hayata bakış şeklimiz.
Dünya görüşümüz eğitimimize, yetiştiriliş biçimimize, arkadaşlarımıza ve yaşadığımız yere bağlıdır. Çoğu zaman bir dünya görüşüne sahip olduğumuzun farkında bile değiliz. Dünya görüşümüzün düşünme sürecimizi nasıl etkilediği aklımızın ucundan bile geçmez. Dünya görüşümüzün birçok yönü pek önemli değildir. Örneğin, yirminci yüzyılın ilk dönemlerinde İngiltere’de yaşasaydınız ve yemek yerken bıçakla çatalı doğru tutamasaydınız, parmaklarınıza hafifçe vurulurdu. Bu, şimdi pek olmaz ama, önceki kuşaklar için yaşama bakışın bir parçasıydı. Onlar için önemliydi. Tek başına bakıldığında aşırı görülebilir ama o dönemin normlarında olağan görülen bu ilke genel olarak kabul görmüştü. Terbiye ya da “görgü kuralları” olarak adlandırılan bazı standartları savundular ve bu da onların aldıkları eğitimin bir parçasıydı.
Bu dünya görüşünde yanlış olan hiçbir şey yok, ama doğru olan bir şey de yok. Sadece bir dünya görüşü; o zaman İngiliz halkının çoğu kendini böyle ifade etti. Bazı ülkelerde insanlar elleriyle ya da çubuklarla yemek yediler ama İngilizler çatal ve bıçak kullanarak “adabına göre” (kendilerince) yedi.
Dünya görüşünün bir tanımı şöyle der: “Dünyamızın temel yapısıyla ilgili olarak bilinçli ya da bilinçsizce savunduğunuz birtakım varsayımlardır.”165
Bir keresinde bir adamın Tayland’a gittiğini ve orada kralla tanıştığını duydum. Bu iki ya da üç yüzyıl önce oluyor. Kralın pek “dış dünya” deneyimi yokmuş ve bu adamın anlattığı rüzgar değirmeni, kanallar ve tuhaf gemilerle ilgili gizemli hikayeleri ilgiyle dinliyormuş. Kral şaşıp kalmış; hayatında hiç böyle şeyler duymamış. Günlerden bir gün bu adam krala Hollanda’da soğuk kış günlerinde su kanallarının nasıl donduğunu, buzun ne kadar kalınlaştığını ve öyle ki bir filin bile su üzerinde yürüyebileceğini anlatmış. Bu da biraz fazla gelmiş krala; o noktaya kadar adamın anlattığı her şeye inanmış ama bir filin su üstünde yürümesi fikri onun dünya görüşüne ters gelmiş. Kral bunun imkansız ve adamın da yalancı olduğunu söylemiş. Ondan sonra adamın anlattığı hiçbir şeye inanmamış.
Pasifik Okyanusu’nda Yap diye bir ada var. Bir keresinde iş için o bölgedeyken bir fırsatını bulup o adaya gittim. David Burnette, o ada halkının bebeklerin cinsel ilişki sonucu doğduklarını kabul etmeyi nasıl reddettiklerini anlatır; kadına bir ruhun girdiğine inanırlar. Sonunda bir antropolog Avrupa’dan getirilen yaban domuzlarının yerli tohumla karışmasından oluşan “cinslerin sonucu ilkesini” kullanarak bunu göstermeyi başardı. Halk buna şaşıp kaldı. Bir antropoloğun insanlar da domuzlar gibi doğar diye düşünmesi onları çok şaşırttı!
Yine Pasifik’te iş gezisindeyken hafta sonunda başka bir adaya gittim. Gördüğüm bir kiliseye girmek istedim. Pazar günü tapınmanın saat kaçta başladığını bilmiyordum. Sonunda birine yaklaşıp “tapınma saat kaçta başlıyor?”diye sordum ve soruma karşılık olarak şaşkın bir ifade gördüm. “Anlaşılan İngilizce anlamıyor” diye düşündüm ve anlayıp anlamadığını sınadım. Evet İngilizceyi gayet iyi anlıyordu; dolayısıyla tekrar sordum ve aynı tepkiyi aldım. Soruyu bir kere daha sordum ve bu sefer bir yanıt aldım: “Niye aynı şeyi sorup duruyorsunuz, insanlar gelince tapınma başlar!” dedi. Tabi ya, insanlar gelince tapınma başlar. Ne aptalım! Benim sorunum buydu, sorun dil sorunu değildi; sorun zaman kavramımızın dünya görüşlerimiz açısından farklı oluşuydu. Dolayısıyla birbirimizle hemen anlaşamadık. Ben zamanı bir ölçü olarak algılarken o, bir olay olarak algılıyordu. Bunu bir adım daha götürelim. Bazen Kutsal Kitap’a da kendi dünya görüşümüz açısından bakabiliriz. Örneğin, Afrika’nın bir yerinde Davut’un Batşeba ile olan yasak ilişkisini anlatan bir vaiz vardı. “Ne tuhaf?” dedi. “Bu kadar küçük bir günah için bu kadar derin bir tövbenin olması.” Bir vaiz zinaya nasıl olur da küçük bir günah der? Elbette ki, küçük bir günah değil. Ne var ki, onun vaaz ettiği kültürde zina, sosyal yaşamın az çok kabul edilebilir bir parçasıydı. Bu insanlar açısından Davut’un yasak ilişkisine kendi dünya görüşleriyle baktıklarında bunda hiç öyle abartacak bir şey yoktu.
Bize de bu özellikle gösterilmezse, biz de Kutsal Kitap metnine kendi dünya görüşümüzle yaklaşabiliriz. Birçok kültürde vaaz etmem bu olasılığı incelemem konusunda bana çok yardımcı oldu. Kutsal Kitap’a uygun dünya görüşünü anlayabilmemiz için zihinlerimizin yenilenmesine gerek vardır.
Örneğin, İncil’deki arkadaşın yoldan gelene sunmak için ekmeği yoktu. 166 Bu hikayeyi bilirsiniz. Gece yarısı arkadaşının evine gitti ve arkadaşı kapıyı açana kadar kapıyı çaldı. Biz bunu bugün İngiltere’de anlayamayız. Bu, bizim yapacağımız bir şey değil. 24 saat açık olan bir süpermarkete gidebiliriz ama bunun için de büyük bir olasılıkla kendimizi sıkıntıya sokmayız. Ya da ertesi güne kadar erteleriz. Dolayısıyla bu metin hakkında konuşan birçok Batılı vaizi dinlerken gece yarısı bir komşunun kapısını çalmaya kendi dünya görüşümüzle bakar, buna mantıksız ya da cüretkar deriz. Ancak o zamanın (ve bugünün!) Ortadoğu kültüründe misafirperverlik onlar için her şeyden daha önemliydi. Dolayısıyla misafirimiz geldiğinde evinizde ekmek yoksa, süpermarkete gidemezdiniz ama günün ve gecenin hangi saatinde olursa olsun arkadaşınızın evine gidebilirdiniz. Onların size yardım edeceğini bilirdiniz. Zira gerekli misafirperverliği gösteremezseniz bunun tüm köyün ayıbı olacağını herkes bilirdi. Kenneth E. Bailay, Poet and Peasant and Through Peasant Eyes167 adlı kitabında İsa’nın esprili bir hikaye anlattığını öne sürer. Bir misafir gelir ve ev sahibi de ona misafirperverliğini göstermek için ödünç ekmek arıyorsa, kapının kilitli ya da çocukların yattığını söylemek gibi saçma bir bahane bulunmayacağını bilirsiniz. Bu yorum doğruysa, bu hikayenin akla getirdiği güvenle Göksel Babamız’a duayla yaklaşırız. Dolayısıyla belki biz de zaman zaman Kutsal Yazılar’ı yanlış düşüncenin kalelerini içeren dünya görüşümüz açısından okuyabiliriz.
Günahtan dolayı her kültür “düşmüştür” ve bütün kültürlerde cinlerin etkisiyle oluşan yanlış düşüncenin kaleleri vardır.
1. bölümde belirttiğim gibi herhangi bir ulusa kaleler hakkında öğretişte bulunmak için gittiğim zaman, kültürlerindeki yanlış düşünce kalelerinden özgür kılınmalarına pratik olarak yardımcı olmak için orada o insanların kültüründen bir şeyi anlamam önemlidir. Düşüncenin değişmesi ve adapte olmasına daima ihtiyaç vardır. İlgili bireyin ya da ailenin yaşantısında büyücülük, puta tapma ya da başka günahlar aracılığıyla cinlerin gücü yanlış düşünceye bağlanmış olabilir. Dolayısıyla bireyin ya da ailesinin bundan kurtulması gerekecektir.
Sık sık başka bir kültürden örnek vererek başlarım konuşmama. Çünkü başka kültürdeki kaleleri görmek kolaydır. Ancak kendimizdekini o kadar kolay göremiyoruz. Başka bir kültürdeki kaleleri görmek, kültürel kalelerin ilkelerini anlamamıza yardımcı olur. Daha sonra bu ilkeleri kendi kültürlerine uygulamalarını öğretebiliriz.
Kiliseler etraflarındaki kültürün içinde kolayca emilebilir. Öyle ki, etraflarında inanlı olmayanlarla aralarında pek bir fark kalmaz. Kilise daima kültüre karşı olarak tasarlanmıştır. Bu demek değildir ki, kırk yıl öncesinin giysileri giyilsin, gündemde olmayan müzik çalınsın, ya da Afrikalılar’ın tam tam müziğine batılı müzik girsin. Aslında “demode” görünen kiliseler farkında olmadan kültürlerindeki düşüncelerin pek çoğunu benimseyebilir.
Sık sık kültürel üstünlük konusunu ele almak zorunda kalıyorum; bizim yetiştirilme tarzımız doğrudur varsayımı. İngiltere’de halkın çoğu geleneksel olarak böyle düşünür. İtalyanların daha heyecanlı, İskandinavların daha sakin ve İngilizlerin ikisinin ortasında ve doğrusunun da bu olduğunu düşünürüz!
Bir keresinde bu durum bana tuhaf ama net bir şekilde gösterildi; gerçekten böyle bir durumla daha önce hiç karşılaşmamıştım. Son derece yargılayıcı babaya sahip birinin özgür kılınmasını görmek için bakıyordum. “Hep haklı olduğunu düşünen Kolonici İngilizler’in ciniyle yüz yüze gelmek zorunda kaldım. Adının bu olup olmadığını bilmiyorum ama karşılık verdi ve gitti! Daha sonra bu hikaye beyaz Güney Afrikalılar’la kültürler hakkındaki konuşmalarımda çok işime yaradı!
Bunu örneklemeye gelince, İngiltere’de bu konuda öğretişte bulunduğum zaman ele aldığım kalelere götüreceğim sizi. Göreceğiniz gibi bu diğer batılı uluslara da kolayca uyarlanabilir.
Bu kale eğitim sistemiyle gelişti ve düşünme şeklimizi etkiledi. Görebildiğimiz ve anlayabildiğimiz şeylerin gerçek olduğunu kabul ederiz ve bir şeyi anlayamazsak onun ya gerçek olmadığını ya da “daha az gerçek” olan ruhsal dünyaya ait olduğunu varsayarız.
Burada olan şudur: entelektüel analiz imanın üstüne çıkarılır. Entelektüelin tutumu üstün görülür ve biz sık sık insanların “kör” bir imana sahip olan Hristiyanlar hakkındaki konuşmalarını duyarız. Bir de bunu “Sana bir faydası oluyorsa yap” diyerek tiksindirici bir onayla “sırtını sıvazlayarak” yapmazlar mı?! Bu, Hristiyanlığın yaşlı kadınlar ve Pazar Okulu’ndaki çocuklar için olduğunu ama sofistike ve eğitimli yetişkinler için olmadığını düşünen entelektüel üstünlüktür. Pek çok kişi iş yerinde, üniversitede ve okulda “Buna sen de gerçekten inanmıyorsun, değil mi?” diyen yukarıdan bakan bu tutumla karşı karşıya kalır. İmanımıza zarar verebilir. Hinduizmin putlarına tapınmaktan kurtarılan Hintliler’in, kültürlerindeki kaleleri reddetmeleri gibi bizim de aynı şekilde kültürümüzün bu ilkesine karşı cesurca savaşmamız gerekir. Ruhsal dünya ya pek çok kişi tarafından yadsınır ya da pek gerçek sayılmaz. Sadece bilimsel açıdan açıklanabilen şeyleri gerçek olarak kabul ederler. Kutsal Kitap’a dayalı dünya görüşü ise tam tersine hem fiziksel hem de ruhsal dünyayı eşit düzeyde gerçek sayar ve her ikisinin de Tanrı tarafından yaratıldığını kabul eder. Tabii Hristiyanlık akla uygun bir iman olmalı, yani entelektüel olarak mantık açısından ikna edilebilir ve öğretiş olarak da tartışılabilir olmalıdır. Ancak Pavlus, hem bildirisinin hem de sözünün insan bilgeliğinin ikna edici sözlerine dayanmadığını söyler. 168 Tam tersine sözünün ve bildirisinin Kutsal Ruh’un kanıtlayıcı gücüne dayandığını söyler. Buradaki amacının şu olduğuna işaret eder: imanımız insan bilgeliğine değil, Tanrının gücüne dayalıdır.
Bilgiyi ve entelektüel anlayışı imanın üstünde tutan Batılı dünya görüşümüz, Göksel Egemenliğin işini yapmadaki etkililiğimize zarar verebilir; zira “bilgi” ve “etkililiği” eşit saymamız için bizi sınar. Örneğin, şifa için yeterli sayıda seminere gidersek, insanları iyileştirmede etkili olabiliriz gibi düşünebiliriz. Peygamberlikle ilgili yeterli sayıda seminere gidersek, kendimizi “peygamberlik edebilir” gibi görebiliriz. Öyle ki, bir toplantıda hiç etkili bir peygamberlikte bulunmamış olsak bile böyle düşünebiliriz.
Batılı dünya görüşünün bu kalesinden dolayı hastalar için gerçek ve inanan bir imanla dua etmek zordur. Dünyanın bazı bölgelerinde inanlıların hastalar için dua etmemeleri ve birçoklarının iyileşmesini görmeyi beklememeleri tuhaf olarak algılanabilir. Ancak Batı dünyasında iyileşmek için dua etme bir savaş alanıdır. Hastalar için ne zaman dua etmeye çalışsak, Batılı dünya görüşünün arkasındaki güçlerle ve hükümranlıklarla güreştiğimiz bir savaş alanı görürüz. İnsanların iyileştiğini gördüğümüz zaman bile bu iyileşmenin “rasyonel” bir açıklamasının olup olmadığını merak ederiz. İşte böyle bir kale bu.
Doğaüstü şeyleri dışlayan rasyonel dünya görüşünün mantıksal sonucu ateizmdir. 1960’larda yeni yetme bir delikanlı iken Time dergisi kapağındaki “Tanrı Ölü” manşetini anımsıyorum. Öyle ki, hümanizmin ateistlik felsefesi batılı düşüncede zaferini ilan ediyordu. Atom bombasını yapan ve uzaya insan gönderen toplum “rüştünü ispat etmiş” ve artık doğaüstü şeyleri kullanmasına gerek kalmamıştı. (Hümanizm, Tanrı’yı göz ardı eden ya da varlığını yadsıyan, insanı özerk, temelde iyi ve gereksinimlerini sağlayabilen ve potansiyelini rasyonel araçlar ve insani gayretle gerçekleştiren varlık olarak gören dünya görüşünün adıdır. )
Aslında ateizm yeni bir felsefe değildi, ama bunu bu şekilde formüle eden 19. yüzyıl Alman Filozofu Nietzsche olmuştur. A Shattered Visage adlı kitabında Ravi Zacharias, Nietzsche’nin Tanrı’nın 19. yüzyıldaki ölümünden dolayı yirminci yüzyılın tarihteki en kanlı yüzyıl olacağı ve evrensel bir deliliğin patlak vereceği “peygamberliğinde” bulunduğuna işaret eder. 169 Belki de bu “evrensel delilik” aşağıdaki sözleri yazarken Malcolm Muggeridge’nin aklındaki delilikti: “Tanrı ölüyse, onun yerine başka biri geçecektir. Megolaman (büyüklük hastalığı) ya da erotomani(aşırı erotizm düşkünlüğü), güç ya da zevk tutkunluğu, sıkılı yumruk ya da penis, Hitler ya da Hugh Hefner”170 (Playboy Dergisi).
İnanlı olmayanlar savaşları ve din adına yapılan katliamları anımsattığı zaman kolayca savunmaya geçtiğimizi görürüz. İsa, Egemenliğinin bu dünyaya ait olmadığını ama olmuş olsaydı hizmetkarlarının bunun için savaşacağını dile getirdi. O’nun bu sözlerine Hristiyan kilisesinin kulak vermede sık sık yetersiz kaldığını kabul etmeliyiz. 171 Ne var ki, buna yanıt olarak yirminci yüzyılın ateist liderlerinin çok daha kötü olan kayıtlarına işaret edebiliriz. Sadece Hitler, Stalin ve Mao bile savaşlarla ve baskıcı rejimlerinde insan haklarını ihlal ederek örneği görülmemiş acılara ve ölümlere neden oldu.
İspanyol Engizisyonu ve Reformasyon eylemcilerinin şehitlerinin karşı gruptaki Hristiyanların ellerinden çok çekmeleri gibi bazı “Hristiyanların” insan hakları ihlalinde bulunduklarını kabul etmek zorundayız. Ama her şeyi düşünürsek Hristiyanların sosyal hizmet (eğitim, hastaneler, yoksullara götürülen hizmet v. b. )açısından mükemmel bir tarihi geçmişleri vardır. Ayrıca toplumda adalet ve ahlakın gelişmesinde etkili olmuşlardır.
Kültürümüzdeki ateizmin büyük ve alaycı kalesinden korkup çekilmeyelim ve düşmanın kampına savaşmak için gitmeye devam edelim. İmanımız entelektüel ve ahlaki incelemeye dayanır: insanoğlu entelektüel ve ahlaki olarak “rüştünü ispat etmek”ten uzaktır. Dünyamızdaki kötülük günahkar bireylerin yüreğindedir. İsa Mesih’in çarmıhında bu kötülüğe verecek cevabımız vardır.
Kültürümüzde birçokları için kişisel zevk en büyük amaç haline gelmiştir. “Bu beni nasıl etkiler” düşüncesi genel yargımızı oluşturur. “Yiyelim içelim nasıl olsa yarın öleceğiz”172. Kültürümüzde bu baskın kalenin nasıl oluştuğunu göstermek için zaman harcamamıza pek gerek yok. Televizyondaki reklamlara bakmamız bile yeterli. Ancak inanlılar olarak kültürümüzden etkilenebiliriz ve bu kilise hayatında engeller oluşturabilir. Bunun nasıl olacağını birkaç noktada toplamak istiyorum.
Tedavi edici hareket: Bu hareket batı dünyasının orta direğini ele geçirmiştir. Şimdi lütfen beni yanlış anlamayın. Düzenli olarak psikolojik danışmanlık kurslarında öğretiyorum. Kutsal Kitap’a dayalı danışmanlığın gerekliliğine ve hayatın sorunlarından ya da geçmişlerindeki günahlarından zarar görenlere yardım etmedeki tesirine inanıyorum. Ancak dünyada olduğu gibi kilisede de danışmanlık “ben” merkezli olabilir. Amaç “benim” bütün olmamdır. Aslında bu sahte bir vaattir. Yüceliğe dek “bütün” olamayacağım; zira Tanrı’nın Egemenliği tüm doluluğuyla daha gelmedi. Geçmiş acıların köleliğinden ya da geçmişteki günahların etkisinden özgür kılınma benim kendimi daha iyi hissetmem için değildir. Mesih’in bedeninde hizmet etmek ve dünyada müjdeyi yaymak için özgür olmamı mümkün kılmak içindir. Hristiyan danışmanlığın amacı; daha iyi “hissetmem” değil, Hristiyan hizmetinde daha etkili olabilmem ve Tanrı’nın yüceliğine yakışan bir hayat sürmemdir.
“Refah müjdesi”nin bazı aşırılıkları bu kültürel kalenin ruhsallaşması ya da “Hristiyanlaşması” için çıkar amaçlı kullanılmaktadır. İmanın hedefi Tanrı’yı hoşnut etmek ve O’nun amaçları için özverili bir biçimde yaşamaktır. Bu demek değildir ki; yoksulluk peşinden gidilecek bir hedeftir. Tabi zaman zaman dayanılması gereken bir şeydir. Önemli olan eldekiyle yetinerek Tanrı yolunda yürümektir. 173
Kiliseye gösterilen tüketici tutumu: Tüketici tutumu, bu kalenin yan ürünlerinden biridir. Batı kapitalizminde yeşerir. Zaten ekonomik sistemimizin tümü tüketicilerin seçim yapmasına dayalıdır. Bu, ekonomide işe yarayabilir ama kilise yaşamındaki sorumluluklarımıza bu şekilde yaklaşmamalıyız. Sık sık kiliseye karşı bu tüketici tutumunu takınabiliriz. Bir kilise bana uymazsa “benim ihtiyaçlarımı” daha iyi karşılayacak başka bir kiliseye gidebilirim. Bir dükkanı beğenmezsem, başka bir dükkana gidebilirim diyen dünyadaki tüketici seçimiyle paralellik gösterir bu. Kilise yapısının ve programının “hissedilen ihtiyaçlar” olarak betimlenen duruma göre ayarlanması anlamına gelir. Bunun sonucu olarak artık belirli bir kilisenin “benim ihtiyaçlarımı” karşılamadığını söyleyebilirim. Kilise asla böyle bir şey için tasarlanmadı! Tanrı’nın Egemenliğini hep beraber iletmek için kendinizi adayabileceğiniz halkın bir bedeni olarak tasarlandı. Bu kale “beğendiğim türde bir kilise…” ifadesinde yansıtılır. Peki Tanrı’nın beğendiği ve Sözü’nde betimlenen türde bir kiliseye ne demeli? Uzun vadede adanma eksikliğiyle de sonuçlanabilir. Maalesef günümüzdeki kilise yaşamında uzun vadeli işlerden çok kısa vadeli işler için insanlardan ricada bulunmak daha kolaydır.
Bu kale, ”önce ben” diyen kaledir. Bu nedenle hedonizm kalesiyle bağlantılıdır ama başka nitelikleri de vardır. Kendimi, kariyerimi, başarımı ve bir bütün olarak toplumdan ziyade bizzat kendi ailemi düşünürüm. Bir topluma ait olmayı ya da başkalarının benim eylemlerim ve kararlarımdan nasıl etkileneceklerini düşünmeyi tercih etmem.
Bu kale ABD’de İngiltere’den daha güçlüdür. Amerika’da kendi işini yaratan güçlü kuvvetli birey neredeyse bir kült şahsiyet sayılır. İngiltere’de bu tutum Margaret Thatcher’ın şu ifadesiyle yerini bulmuştur; “Toplum diye bir şey yoktur. Erkek ve kadınlardan oluşan bireyler ve aileler vardır.”174 Bu, kendi hayatımı kurtarır ve başarılı olursam, toplumun geri kalanından sorumluluk duymam gerekmez; onlar yoksul da olabilir zayıf da olabilir anlamına gelir. Zaten “onlar da benimle aynı fırsatlara sahipti ama değerlendirmediler” deriz. “Onların hatası”. hükumet yeni bir yasa ya da yeni bir vergi çıkardığı zaman “bu beni nasıl etkiler?” diye sorarız. Kentimizde kilisenin ihtiyaç içinde olanlara daha etkin biçimde ulaşabilmesi için kilise hayatında bir değişiklik yapılması gerektiğinde “Bu beni nasıl etkiler?” sorusuna vereceğimiz tepkiyle eşittir. Ev grubumuzun yeni insanların gelmesinde etkin olamayacak kadar büyümesi ve grubun “bölünmesi” gerektiğinde (yani çoğalması), “Bu beni nasıl etkiler?” sorusu aklımıza sinsice girer. Paramızla ilgili olarak, “Ben kazandım, canımın istediğini yaparım” diyebiliriz. Doğru, kendi paranızla istediğinizi yapabilirsiniz. Ne var ki, işe gitmenin motivasyonları hakkında şöyle diyen ayetin pek farkına varmayız : ”İhtiyacı olanla paylaşacak bir şeyi olsun.”175
Dünyanın birçok yerinde insanlar daha az bireysel ve daha çok toplumsal düşünür ama biz Batılılar bunu anlamakta yetersiz kalıyoruz.
Afrikalı bir özdeyiş vardır; “Bir çocuğu tüm köylüler yetiştirir.” Afrikalılar, bizim insanları yakın çevresinden çıkarıp, kendi başlarına hastaneye yatırarak iyileşmelerini beklememizi anlamakta zorlanabilirler. İyileşme kesinlikle aile ve yakın çevre içinde olur diyebilirler. Hastanelerin yanlış olduğunu söylemiyorum; sadece toplumun, yakın çevrenin yaşam tarzlarında bir öncelik olduğuna işaret etmeye çalışıyorum. Dolayısıyla Afrikalı bir köy önderi Mesih’e gelmenin doğru olduğunu düşünebilir ama köylülerin de gelmek istemeleri için onları etkilemek isteyecektir.
Bu noktada İngilizce bile kafamızı karıştırabilir ve Kutsal Yazılar’ı kendi görüş açımızdan okumamıza neden olabilir. Buradaki anahtar “you” sözcüğündedir. Bu sözcük İngilizce’de hem tekil hem çoğuldur. Dolayısıyla İngilizce olarak “you” dersem bunu, hem birey olarak hem de 80. 000 kişilik bir stadyumdaki kadın ve erkekleri kastederek söyleyebilirim. Pek çok dilde “you” nun tekili “sen” çoğulu “siz” dir.
Kutsal Kitap’ı okurken burada bir sorun çıkabilir. “You” sözcüğü karşımıza çıktığında bunu hemen “kişisel olarak ben” diye algılarız. Bunun iyi bir örneğini Efesliler kitabı 5. bölümde görürüz. Pavlus sarhoş “olmamalısınız” çünkü bu benliğin işidir der. Bunun yerine Ruh’la “dolmalısınız”176 der. Biz burada bunu bireysel olarak algılayıp “sarhoş” olmamalısın ve “ruhla dolmalısın” diye yorumlarız. Ancak içeriği ve “you”nun Grekçe orijinali bunun çoğul yani siz olduğunu belirtir ve bu da bize farklı bir şeyi gösterir. Zira Pavlus birbirimizle mezmurlarla, ilahilerle ve ruhsal şarkılarla konuşmamızı söyleyerek devam eder ve daha sonra da birbirimize tabi olmamızı söyler. Bu sadece toplum ya da yakın çevre bağlamında mümkündür. Pavlus burada bir toplum olarak Ruhla dolmamızı söyler, iman yaşamımızda ve kilise yaşamımızda önemli bir meseledir bu.
Tanrı Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olarak mükemmel bir topluluk içinde varolur. Tanrı’nın benzerliğinde yaratıldığımız için bir topluluk olmak için yaratıldık. Mesih’in bedeni olarak dünyaya bir bütünlük imajı sunmak için yaratıldık. Müjdeciliğin pek çok iyi şeyi bile farkında olmadan bizi bu bireyselcilik kalesinin içine hapsedebilir. “Kişisel kurtuluşumuz”dan, “Tanrı ile kişisel yürüyüşümüz”den ve “kişisel hizmetimiz”den bahsederiz. Tabi bunlar elzemdir ama, Mesih’in bedeni olma gibi eşit derecede önemli bir gerçeği ve içinde yaşadığımız toplumda adalet ve doğruluğun önemini de unutmayalım. Yoksa hep “Ben bunu yapacağım”ın ötesine geçemeyiz. “Hizmetim beni tatmin etmiyor”, “potansiyelimi kullanamıyorum” ya da “kilisede şu hizmeti ya da görevi yapıyorum ama bu iş beni tatmin etmiyor” deriz. Tatmin olmamız gerektiğini kim söylüyor? Kişisel tatmin bir put olabilir.
Hizmet ya da görev başkalarına hizmetle ilgilidir; bir topluluk olarak başkalarının ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Birbirimize tabi olmak topluluk olarak yaşamımızın bir parçasıdır ve bunu yaparken de topluluk bereketlenir. Böyle düşünmediğimiz için hizmetkarlık değer kaybına uğramıştır; her birimiz alçakgönüllülükle öbürünü kendinden üstün saysın buyruğunu düşünmüyoruz177. Bu kale kişisel tercihin, ırkın ya da rengin bile yüceltilmesine neden olur. Tanrı, bedeninin ırksal engelleri, sınırları olmayan bir kültürü yansıtmasını ister. Birlikteliği anlayamama özellikle İslam dünyasındaki kültürlere ulaşmamızı da engeller.
Kutsal Kitap’ın kültürü de bireyselciliği yansıtmaz. İsa kuyuda kadınla konuştuğu zaman kadının yaptığı ilk şey, hemen köylülerine gidip onlara yaşamındaki her şeyi bilen bu adamdan bahsetmek oldu. Derhal topluluğuyla irtibata geçti, onları da yaşadıklarına dahil etti.
Bu demek değildir ki, bireysel olarak “ben”in öneminin sona ermesi gerekir. Önemli oluşum, bir bedenin parçası olmamdır.
İnsanlar Kutsal Kitap’ı okurken, sıralanan isim listelerinin önemini bazen anlayamayabilirler. Örneğin, Sayılar 26 ve Nehemya 7 gibi. Bu listelerin amacı insanların topluluk olarak kimlik ve tarihsel bilinçlerini devam ettirmektir. Kutsal Yazılar’da kimlik kavramı önemlidir ama bu listeler bize, bir şeye ait olursak bir kimliğe sahip olacağımızı gösterir. Örneğin, ben İngiliz halkı boyundan, Devenish kabilesinden ve Roy ailesinden gelen David’im. Mesih’te bağlı olduğum yerel kilise aracılığıyla kendisini ifade eden yeni bir ailenin de üyesiyim. Yerel kiliselerde sağlıklı ev toplantıları, topluluğun Kutsal Kitap’a dayalı önceliğini yansıtır ve bireyselcilik kalesine karşı verilen savaşta yerini alır.
Kültürümüzde büyük boyutları olan diğer bir kale de paradır. Pek çok kişi maddi şeylere verilen değer ve önemi içeren materyalizm kavramını anlar ve bunun yanlış olduğuna inanır; buna karşın İsa materyalizmden bir kavram olarak değil, sahte bir tanrı olan paradan (mamondan) bahseder. 178 NIV (New International Version) Mamon’u “para” olarak çevirir ama KJV orijinal metnin ruhuna daha uygun olan “mamon” u tercih eder. Bu nedenle “mamon”u genel bir terim olan “para” ya da “zenginlik”ten ziyade sahte bir tanrının kişisel ismi olarak yorumlayabiliriz. Mamon, Eski Antlaşma’daki Baal, Aştoret ya da Molek gibi bir tanrı ya da ilah olarak temsil edilebilen bir prenslik, hükümranlıktır. Şeytani bir kültsel yönetici olarak kötü ruhların gücüdür.
“Tanrılar”dan ve “putlar”dan hala varolan şeytani güçler olarak bahsetmek tuhaf ve demode görünebilir ama, bu görüş için Yeni Antlaşma’da yetkimiz var. Pavlus, Korintliler’e cinlerin putperest tanrıların179 arkasında olduğunu ve bunların bugün doğrudan putperestliğin “dini” şekliyle çalışmayabileceklerini, varlıkları ile güçlerinin kültürümüzde gördüğümüz etkilerle gösterildiğini anlattı.
Mamon, bu güçlerin en kuvvetlilerinden biridir ve özellikle milyonlarca müridinin bulunduğu Batı dünyasını etkilemektedir. Son yıllarda başka yerlerde de milyonlarca mürit edinmiştir. Nitelikleri hırs ve açgözlülüktür, ki bu da kutsal Kitap’ta özellikle putperest180 olarak betimlenir. Hindu’lar Mesih’e gelince, onlardan putlarını yakmalarını bekleriz ama kaç tane Batılı Hristiyan Mamon putuna tapınmaktan feragat eder?
Put gerçek Tanrı’nın yedeğidir. Bir puta tapıyorsak, Tanrı’da bulmamız gereken güvenci, amaç ve kimliği ondan bekleyeceğiz. Bu özellikle Mamon’la ilgili durumda açıkça görülür; güvencemiz kazandığımız paraya dayanır, amacımız kazanmak olur ve kimliğimizi kazandığımız para miktarına ya da o paranın bizim için satın aldığı şeylere göre ölçeriz. Sigorta şirketleri, bize güvence veren maaş formatında “güvenli bir gelecek” sunarak çıkarları için Mamon’a yaranmaya çalışır. İşimizde ve terfilerimizde sahte bir amacı (daha çok güvence elde etmek için daha çok kazanma) ve kazandıklarımıza dayanan yetersiz bir kimliği arayarak Mamon’a hizmet ederiz.
Aslında insanları değerlendirdiğimiz standart bile Mamon’un başarılı olduğu yöntemlerden birini oluşturur: “Büyük bir evde oturuyorlar.” “Pahalı bir arabası var.” “Kendi işinin patronu.” Kilise önderlerinin bile gelen zengin konuklardan ve bazı kişilerin kiliseye verdiği miktardan saygıyla söz ettiklerini duyabilirsiniz. Bu şeyler insanları yargılama ölçümüz olursa, Mamon da aramızda olur. Yakup, kilisede zenginle yoksul arasında ayrım yapmamamızı ya da insanları sahip oldukları mülklere ve sosyal statülere göre yargılamamamız gerektiğini açık ve seçik ortaya koydu. 181
Her türlü kötülüğün bir kökü de para (Mamon’a tapma) sevgisidir. 182 Kutsal Yazılar’ın bu metni sık sık yanlış alıntılanır. Para sevgisi aldatma, yalan söyleme, savaşma, manipüle etme ve aileye yeterince zaman ayırmama gibi sınamaları da beraberinde getirir. Bu, son derece sinsidir; çünkü erkekler, aileleri için para kazanmak için yaptıklarına inanma gibi aldatıcı sınamayla karşı karşıya kalırlar. Para sevgisi ailelerde korkunç sürtüşmelere de neden olabilir; örneğin, miras paylaşımları.
Mamon’un esas silahlarından biri kaygıdır. İsa bizi aynı metinde hem Tanrı’ya hem de Mamon’a hizmet edemeyeceğimiz konusunda uyarır. 183 Hayatımız, geleceğimiz ya da ne yiyip ne içeceğimiz gibi maddi konularda kaygılanmamamızı söyler. Göksel Babamız neye ihtiyacımız olduğunu bilir ve bizim de kaygıya teslim olmaktan ziyade O’na güvenmemiz gerekir. Kaygı, duygusal stresin ve hatta fiziksel hastalıkların güçlü nedenlerinden biridir. Kaygılandığınız zaman, bunu Mamon’un bir aracı olarak görmeli ve şöyle demeliyiz: “Bu Mamon’un bir aracıdır ve ben bunun Tanrı’yla arama girmesine izin vermeyeceğim!”
Mamon’un kalesiyle savaşmak, putlarımızı yakmamıza tekabül eder. Tıpkı İsa’nın zengin genç adama neler yapması gerektiğini söylediği gibi. 184 Herkesin her şeyini yoksullara vermesi gerektiğini söylemiyorum. Bu, o adama verilen özel bir buyruktu; çünkü İsa, o adamın sorununun para sevgisi olduğunun ayırdına varmıştı.
O zaman Mamon’un kalesiyle nasıl savaşmalıyız?
İlkin, etrafımızdakilere tuhaf gelebilir ama cömertçe vermeye başlayabiliriz. Kutsal Kitap, bazı kiliselerin ellerinden geldiği kadarını, hatta daha fazlasını kendi istekleriyle verdiklerini yazar. 185 Eski Antlaşma’da İsrail halkı bir keresinde yöneticilerin baş edemeyeceği kadar çok verdi. 186 Bugünkü kilise muhasebecileri için ne büyük bir bereket olurdu! Kutsal Kitap’a dayanan ondalık sistemini uygulamak buna atılan ilk adımdır. Ondalık verdiğimiz vakit şu beyanatta bulunuruz: “Materyalizm tarafından yönetilmemeye kararlıyım; dolayısıyla gelirimin ondalığını Rab’be vermek önceliğimdir.”
Buna bağlı olarak Mamon’un kalesiyle bireysel ya da birlikte imanla savaşırız. Bazen bir kilisenin ödeyemeyeceği bir inşaat projesine başlaması yararlı olabilir. Sadece yararlı bir bina elde etmek için değil, imanlarını büyütmek ve Mamon’un hükümranlığını cömertçe vererek yenmek için bir fırsata sahip olmak bile yeterli bir neden olur. Yeruşalim’deki ilk kilisenin yaptığı gibi sahip olduklarımızı içtenlikle başkalarıyla paylaşmayı öğrenerek ve sahip olduklarımıza sıkı sıkıya sarılmayı bırakarak da Mamon ile savaşırız. 187
Sonuç olarak dünyasal değil, göksel (sonsuz) bir görüşe sahip olarak da Mamon ile savaşırız. Aslında para vermek en iyi yatırımdır. Verirken göklerde hazine biriktiririz. 188 İsa kurnaz kahya ile ilgili tuhaf bir benzetme anlattı. 189 Efendisi, dürüst olmayan kahyayı akıllıca davrandığı için övdü. İsa, parayı akıllıca yönetmenin cömertliğini ve onun bize değil, Tanrı’ya ait olduğunu bilmemiz gerektiğini söylüyor. Cömertçe verirsek, cömertliğimizden yararlananlar tarafından “gelecek dünyada” hoş karşılanırız. Cennette şimdi ulaşılmayan insanlar tarafından karşılandığınızı bir düşünün! Cömertliğinizle Kutsal Kitap’ın onların diline çevrilmesini mümkün kıldığınızı, onların imana geldiklerini ve onların sevinç ve takdirlerini size sunduklarını bir düşünün! Jim Elliot’un meşhur alıntısı burada yerini bulur; “Kaybetmeyeceği şeyi kazanmak için elinde tutamayacağını veren ahmak olamaz.”190
Sosyologlar 1965’ten sonra doğan kuşağın yeni bir düşünce şeklini benimsediğini söyler. Buna sık sık “postmodernizm” denir ve bu değişimin etkilemiş olduğu kuşağın sosyolojik terimi “Kuşak X”dir. (Douglas Coupland’ın kitabının ismi191). Bu yeni düşünce şekli “varoluşçuluk” felsefesinden türedi. Özellikle Jean Paul Sartre ve Albert Camus gibi yazarların 1940’lar ve 1950’lerde geliştirmiş oldukları varoluşçuluğun yorumundan oluştu.
Bu felsefenin merkezi “olma” ve “olmaktan zevk alma”dır. Gerçekte “ye, iç, mutlu ol, nasıl olsa yarın öleceğiz” felsefesidir. Dahası, neyi seçersek oyuzdur. Dolayısıyla seçim varolmanın merkezini oluşturur. Ve seçtiğim şey keyfidir; ussal bir amacının olmasına gerek yoktur. Amaç olarak ona vermeyi seçtiğim şey her ne ise amaç odur. Bu filozoflara göre evren absürd ve anlamsızdır ve bizim de bunu kabul etmemiz gerekir. Kendimiz için seçtiğimiz her şey bizim için doğrudur.
Bu inanç süpermarket yaklaşımıyla sonuçlanır. Size 83 çeşit patates cipsi sunulur ve seçim size kalmıştır. Hangisini seçmeniz o kadar önemli değildir; çünkü hepsi az çok aynı tattadır. Ne var ki, seçim işi her geçen gün büyümektedir. Bu felsefeye göre, seçimlerinizin uyumlu ya da tutarlı olması gerekmez. Balinaların hayatını kurtarmak için gösterdiğiniz azim ve coşkuyu aynı şekilde doğmamış bebeklerin yasallaştırılmış kürtajla öldürülmesinde de gösterebilirsiniz. Bu mantıksız gelebilir ama önemli değil.
Bu felsefe, ruhsal inanç alanına da yayılır. Dolayısıyla insanlar, “eğer sen ona inanıyorsan, senin adına memnunum; ama ben başka bir şekilde düşünmeyi seçiyorum” diyorlar. Bu nedenle Budizmi ve Hinduizmi karıştırarak ve uydurarak “kabul edilebilir” Hristiyan öğretişiyle harmanlarlar ve bu karışımın kendi inançlarını oluşturduğunu söylerler. Onlar için bu, sizin inancınız kadar geçerlidir. Bir şey gerçek olduğu için inanma zorunluluğu yoktur; gerçek, seçmeye bağlıdır. İnanmak için neyi seçerseniz sizin için gerçek o olur ve başkasının tamamen farklı bir görüşe sahip olması önemli değildir. Bu, nihai otorite olarak Tanrı’nın sözünden çok “hoşgörü” fikrine yöneltebilir. Aslında bu felsefenin bütünü, hoşgörüsüz diye yorumladığı nihai gerçeğe dayalı inancın dışında her şeye hoşgörülüdür!
Şimdi sözde Kuşak X ile ilgili olumlu şeyler de vardır. Daha büyük bir topluluk anlayışı ve doğaüstü şeylere karşı açıklık vardır. Bu nitelikler “Kuşak X”e ulaşabileceğimiz kapılar olarak görülmelidir.
Bu “karıştır ve uydur” felsefesinin kiliseyi ihlal etmemesi ve hangi Kutsal Kitap öğretişinin kabul edilebilir ve hangisinin kabul edilemez gibi seçme tutumunun getirilmemesi için dikkatli olmalıyız. İnanlılar olarak Tanrı’nın sözünde açıklanan gerçeğin karşısında saygıyla eğilelim. Bu gerçek, modern çağa ya da kişisel tercihlerimize uysun ya da uymasın, sonuçta ona saygıda kusur etmemeliyiz.
Bu felsefenin başka bir unsuru da İngiliz kültürünü etkileyen ve devamlı büyüyen gizli
alaycılık dalgasında görülür. İngiliz espri anlayışı gittikçe ince alaycı bir hal alıyor. İkiyüzlülüğü açığa çıkardığı gibi iyi olana da zarar verme eğilimi vardır. Medyamız ünlüleri idolleştirip sonra da onları bizzat kendilerinin çıkardıkları yükseklerden alaşağı etme eğilimindedir.
Gizli alaycılık imana çok zarar veriyor. Alaycı espri anlayışı kilisede gelişebilir ve bugün Tanrı’nın yaptığı büyük işlerdeki imanımızı zayıflatabilir. Bazen mucizeler konusunda sahte iddialarda bulunulduğu maalesef doğrudur ve bu tür şeylerin bizi rehin almasından sakınmalıyız. Ne var ki, kilisede ikiyüzlülüğü ortaya çıkarmada ve “süper ruhsallık”la dalga geçmede haklı bir neden olsa bile bunlara, bizi inançsızlık boşluğuna düşürmemesi için izin vermemeliyiz. Yoksa İsrail’deki bir kentte olduğu gibi İsa, inançsızlığımızdan dolayı bizim aramızda da mucizevi işler yapamayabilir. 192
Şimdiye dek İngiliz (ya da Batılı) düşüncesinin kültürel kalelerine odaklandık. Başka bir kültürde öğretiyorsam, bu meselelere değil, o kültüre uygun kaleler üzerinde odaklanırım.
Aileden ya da kültürel geleneklerden kaynaklanan bu inançların, insanların yaşamında bağlayıcı bir etkisi vardır. Kötü ruhlar bunları kullanır ve batıl inancın tabuları ihlal edildiği takdirde de bir lanet gibi harekete geçebilir.
Batıl inançların birçoğu hastalıkla ya da kötü talihle savaşmakla ilgilidir ve sık sık doğum, buluğ çağı, yetişkinlik, evlilik ve ölüm gibi insanların yaşamında önemli değişim zamanlarıyla bağlantılıdır. Bazı arkadaşlarım Ortadoğu’da çalışıyor. Birinin eşi hamile kalınca, etraflarındaki kadınlar ona hamileliği boyunca neleri yapıp neleri yapmaması gerektiğini söyleyip durdular ve bebek doğduğu zaman da bazı ritüellerin yapılmadığını görünce şaşırıp kaldılar. Ancak bu, onun batıl inançtan kaynaklanan, nazarlar ve diğer uygulamalar olmadan anneyi ve bebeği Mesih’in gücünün koruduğu konusunda tanıklık vermesi için harika bir fırsat oldu.
Diğer batıl inançlar kötü “talih” getirmesi için ruhlar dünyasına yönelir. Birçok kültürde “kem göz” kuvvetli bir batıl inançtır; birinin size ya da bebeğinize lanet ya da kötü talih getirecek “kem göz”le baktığı algılanabilir. Bu sözde kem bakışın etkilerini kovmak için her çeşit muskaya başvurulur.
Batıl inançların bir başka grubu ise hayvanlar ve davranışlarıyla ilgilidir. Örneğin, bir köpek tuhaf tuhaf havlarsa, kötü bir ruhun geçtiği varsayılır. Birçok kültürün kara kedi ile ilgili batıl inancı vardır.
Bazı ülkelerde sinkretizmi öğretiyorum. Sinkretizm farklı, çeşitli, zıt inançları ve uygulamaları birleştirme ya da bir araya getirme gayretidir. Örneğin, Katolikliğin bir ülkeye Hristiyanlığı getirip orada bireysel iman olmadan vaftiz olma durumunun olması gibi. Sonra da eski pagan tanrılarına tapılmasına devam edilmesi ama onlara Katolik azizlerin isimleri verilmesi gibi.
Toplumda şifa ve refahı sağlama amacıyla ruhsal dünya ile işbirliği içindeki büyücülerin olduğu Şamanizm konusu da var. Sık sık toplumun kontrol altına alınmasıyla sonuçlanır. Sözüm ona beyaz büyüdür. Mesih’e gelmiş olmalarıyla beraber birçok kişinin hala etkisinden korktuğu büyücülük hakkında konuşurum. Ziyaret ettiğim bir yerde insanların malvarlığına karşın büyücülük törenleri yapılmıştı. Katıldığım her toplantıda insanlar bu konuda dua edilmesini istediler. Konuşmacı olduğum bir toplantıda bulunan bir hanımı anımsıyorum. Bu onun kiliseye ilk gelişiydi. Malvarlığının etrafına dikkatlice konan baharatlara tanık olmuştu. Komşusu ona, bunun birisinin kendi malvarlığına karşı yapılmış bir büyü olduğunu söylemiş. Öyle ki, bunu yapanın onun malvarlığına göz koyan uzak bir akraba olduğu ortaya çıkmış. Sonuç olarak bir yıl içinde babası, annesi ve erkek kardeşi ölmüş. Şimdi aileden kalan tek kişi olarak büyük bir korku içinde yaşıyordu. Bu konularla baş edebilmemiz gerekir ve bunu ileriki bölümlerde nasıl yaptığımızı açıklayacağım. Güvenliğimiz ve Mesih’teki otoritemizi öğretme bu bağlamda çok önemlidir.
Dıştan ataerkil gibi görünen ama içte gizli bir anaerkilliğin olduğu kültürler vardır. Burada önemli bir incelik olduğundan kalelerin “her iki tarafıyla” da uğraşmamız gerekir. Örneğin, erkeklere Mesih’in kiliseye hizmet ettiği gibi eşlerine hizmet etmeyi öğretmemiz gerekiyor. Bir arkadaşım belirli bir yerde bunu öğretiyordu ve sonradan önderlerden birinin buna öfkeyle yaklaşmış olduğunu duydu. “Karıma çay yapmam gerektiğini söylemeye nasıl cüret ediyor!” Bu açıdan bakıldığında, tanrısal erkekliğin çarpıtılan maçoluğuna bazı yerlerde göğüs germek gerekir.
Buna karşı bazı kültürler dıştan erkek egemen görünse bile, “bir erkek annesi ölene dek özgür olamaz” denir. Anneler gelinlerini hizmetçi gibi kullanabilmek için oğullarını evlenmeleri için sıkıştırır. Bu durumda özgür olamayan yalnızca erkek değil, gelinin hayatı da kayınvalide ölünceye dek cehennem halini alır. Gelin de daha sonra bu geleneği pekiştirir. Bu konuları kontrol kalesi ve İzebel ruhunun olduğu bölümlerde daha ayrıntılı ele alacağım.
Birçok yerde ırkçılık ve kabile kültürü kalelerine göğüs germek gerekir. Toplumun bölünme döneminde bir grup olarak aidiyet duygusu veren kabile düşüncesi aslında faydalı bir ihtiyat tedbiridir. Dolayısıyla siyasi ve sosyal izolasyon ile bunun pek çok kültürde yeniden oluşumunu görebiliriz. Ne var ki, kabile kültürü ve ilişkisi kötü bir güçtür. Pavlus’un bedenin işleri olarak193 betimlediği gibi bir “çekişme” ve “hizipleşme” biçimidir. Onun bu bağlamdaki referansı, bunun kiliseyi işgal edebileceğini gösterir. Aslında birçok dini sürtüşmenin altında kabile kültürü ve ilişkisi yatar.
Hindistan’daki kast sisteminin kötülüğü de bu ayrımcılık konusuyla ilintilidir. Kast sistemi” bir tarafa atıverme” ve “reddetme”nin kurumsallaşmasının bir şeklidir. Hindistan’da yüksek bir kasttan gelen bir hanımın tanıklığını anımsıyorum: Hizmetçisi ile aynı bardaktan içmeye gönüllü olduğu zaman yaşadığı kurtuluşu ve özgürlüğü tanıklığının bir kanıtı olarak anlatmıştı.
Elbette İngiltere’de de benzer şeyler var. Duayla birçok kişiyi sınıf sisteminin “kavgaya hazır olma” ya da “önderlik bizim gibiler için değil” gibi etkilerinden özgür kıldım. John Westley bu kaleye karşı başarılı bir savaş verdi. İşçi sınıfından Rab’be gelenleri görmekle kalmayıp onların binlercesinden önder de yarattı.
Bazı yerlerde kabile kültürü ve ilişkisinin belirli bir şekli olan “ırkçılık”a karşı durmamız gerekir. Bu yine Hristiyan mirasımıza tamamen tezat oluşturur. Mesih’te Grek ve Yahudi, Barbar ve İskit ayrımı yoktur. 194”Barbar” sözü farklı bir dile sahip halk için kullanılan küçültücü bir ifadeydi. Mantıksız bir görüşle de daha aşağı olan “barbar” bir kültüre sahip oldukları dillendiriliyordu. “İskitler” o zamanlar geleneksel olarak alay edilen bir halktı.
Çekişmenin yoğun olduğu yerde bir tarafta militarizmin etkisine yardım ederken, diğer tarafta da yoğun acı ve reddedilmeye de yardım etmeliyiz. Irkçılık döneminde Güney Afrika ordusunda yıllarca çalışmış bir adama yardım ettiğim zamanı anımsıyorum. Öfke, ırkçılık ve militarizm’in büyük kalelerinden özgür kılınmaya ihtiyacı vardı.
Kaleler bazen de tarihlerinden ötürü bir halkın içinde olabilir. Tüm bir ulus başka bir ulusun kendisine kötü davranmasından dolayı kavgaya hazır bir öfke içinde olabilir. Ne var ki, kilisede insanları bu tutumlardan özgür kılmalıyız.
Diktatörlüğün olduğu yerde kilisedeki insanlar arasında pasiflik ve sorumluluk alma eksikliği olabilir. Bu, inisiyatif almada istekli Hristiyan önderlerin yokluğuyla sonuçlanabilir. Kilisede bile otoriter önderlerin başa geçmesine neden olabilir. Şu konuların öğretilmesi gerekir: İnsanların özgür kılındığını görmek, pasiflik ve sorumluluk almama kalelerinden insanları çıkarmak için onları eğitmeye gayret etmek. Bazen bir ulusun tarihinden ötürü insanlar yanlış bir şekilde onurlandırılabilir. Kısa bir süre önce Ukrayna’daydım ve oradayken 2. Dünya Savaşı’ndan bir ya da iki erkeğin dönmüş olduğunu duydum. O erkeği elde eden kadına gıptayla bakılmış ve o erkek de şımartılmış! Bu da yine erkeğin o ülkenin yeni döneminde sorumluluk alamamasıyla sonuçlandı.
Birçok defa Danimarka’ya gittim. Onların kültüründe “Jante” yasası var. Bu, Danimarka kültürüne insanları mütevazı kılmak niyetinde olan biri vasıtasıyla girdi. Övünmemeliyiz ve kendimizi çok önemsememeliyiz gibi. Öyle ki, hiç kimse başkasından daha üstün bir pozisyona gelmesin; hiç kimse başkasından daha üstün olamaz gibi bir anlama bile geldi bu. Böyle bir şey önderlik için gerekli inisiyatifi ve enerjiyi kurutur. Eğer biri sizden daha çok ilerleme kaydediyorsa, o zaman onu geri çekmek meşrudur. Size ne yapacağınızı söylemek onların haddine mi düşmüş. Bazen yengeçler bir kovanın dibinde üstüne bir kapak konmadan bırakılabilirler: Yengeçlerden biri tırmanmaya başlarsa, diğerleri onu aşağıya çekebilir. Birçok kültürde kendini farklı şekilde gösteren bir kaledir bu.
Bütün bunların ruhsal savaş stratejimiz ve yanlış kaleleri yıkmayla bağlantısı nasıl olacak?
Daha önceki bölümlerde dediğimiz gibi bu kaleleri “bağlamak” için bir formül kullanmanın yeterli olmadığını görmek önemlidir. Esas ihtiyaç bunların etkisini kilisede ifşa ederek, onlara karşı öğretişte bulunarak ve insanları bunlardan özgür kılarak kırmakken, maalesef “duada azarlama”ve”bağlama”yla daha çok uğraşılabilir. Bu bölümde kültürel kaleleri tanıyarak, insanların zihinleri yenilenebilsin diye onlara öğreterek ve kültürlerinin cinlerle ilgili bölümlerinden özgürce çıkmalarına yardım ederek bunu göstermeye gayret ettik. Kiliselerin gerçekten özgür kılınmasını ve müjdelemede etkinleşmesini görebiliriz. Bireylerin özgür kılınması gerekiyorsa, bunu yapmada geri durmamalıyız.
Ruhsal savaşın can alıcı meseleleri bunlardır. Kiliselerimizin kültürlerdeki kalelerin gücünden özgür kılındığını görmeliyiz. Ancak o zaman kiliseler Tanrı’nın tasarladığı gibi radikal olabilir.
8 Numaralı Etkin Strateji: Belirli bir kültürdeki yanlış düşünme kalelerini tanı, öğretişle ve Tanrı’nın Sözü’nü hayata geçirerek insanların özgür kılındığını gör. Kültürdeki yanlış düşünceye dayalı herhangi bir kötü ruhtan özgür kılınmalarına tanık ol.