Luther ara sıra şarkı söyleyen ve ut çalan, ara sıra sert ve katı Allah’ı ve gökkuşağında oturan yargıç Mesih’i düşündüğü zaman acı çeken, iyi bir Katolik ailenin iyi bir çocuğuydu. İçinde, sağlıklı her gençte olduğu gibi, Allah arayışı vardı, ama Allah’ın nasıl olduğu sorusu öbür sorularından daha baskın çıkmamıştı. Olağanüstü yeteneği, özellikle zengin düş dünyası, duygulu vicdanı ve yarıda kalan, hiçbir şeyden memnun olmayan doğruluk anlayışı Luther’e özgüydü. Manastıra gitmesi, kendini suçlamasının bir sonucuydu. Önemli olan tek şey, ‘Canımın kurtuluşu için bugüne değin gerçekten yapmadığım şeyi şimdi yapmak istiyorum’ şeklindeki arzusuydu. Orta Çağ’ın sonlarında binlerce kişinin acı sorunu şuydu: “Merhametli Allah’ı bulmak için nasıl yeterince iyi olabilirim ve iyilik yapabilirim?” Bütün ondalık vermenin, duaların, oruçların, kendi kendini cezalandırmanın, hacca gitmenin, kutsal emanetleri toplamanın ve endüljansların1 arkasında bu sorun yatıyordu.
Çağımızın insanı bir düşünceden öbürüne ve bir konudan başka bir konuya o denli çabuk geçer ki, hiçbir şey benliğinde büyük bir iz bırakmaz. Yaşamının bütün amacı, günahlarından arınmak ve iç dünyasını denetlemek olan keşişi anlamak ona zor gelir. Keşişin yaşamında yalnız iki önemli nokta, ruh ve Allah, Allah ve ruh, vardı. Yıldan yıla rutubetli keşiş odasının tavanında oluşan su damlaları düşerken sert taşlarda nasıl iz bırakırsa, keşişin düşüncelerini durmadan kemiren şu acı veren sorun, ‘Günahlarım, benim günahlarım!’ sorunu da onun benliğinde öylesine derin izler bırakmıştı. Luther keşişe özgü olan boyun eğmeyi, yardım etmeyi, dilenmeyi, susmayı, uykusuz kalmayı, dua etmeyi, oruç tutmayı, soğuğa dayanmayı, kendini kırbaçlatmayı bile uyguluyordu, ama içindeki acı dinmedi; huzursuzluk kaybolmadı. Katolik Kilisesi’nin olağan çıkış yolları ona başarısız ve yetersiz geldi.
Luther’e öğretilen ‘yeni yol’ felsefesine göre kalıtsal günah suçluluk değil, ancak zayıflık getirdi. Asıl günah, yapılan kötü işlerdi. Günaha düşüş, insanın doğal yeteneklerini bozmadı; böylece insan aklını ve özgür seçimini kullanarak tövbe ve itirafla kendini günahların bağışlanmasına hazırlayabilirdi. “İnsan yapabildiklerini yaptıktan sonra Allah, merhametini esirgemez” deniliyordu. İtiraf üç noktadan oluşuyordu: 1- Kilisenin buyurduğu sevaplar, örneğin, oruç tutmak, fakirlere yardım etmek, hacca gitmek, dua etmek vb. 2- Günahları belirli bir kişiye itiraf etmek. Keşişler bunu ciddi olarak her hafta yaparlardı. 3- Yürekten gelen tövbe. Ama gerçek tövbe neydi? Tanrıbilimcilerin ılımlı kolu şöyle diyordu: Birisi cehennem korkusundan ötürü günahlarından pişman olup cennet umudu için Allah’ı severse bu yeterlidir. Ama birisine bu da çok gelirse, yeterince pişman olmadığından üzüntü duyarsa, o da yeterli sayılırdı. Luther’in öğretmenleri buna karşı çıkmışlar, çünkü ‘dar ağaç tövbesi’ diye adlandırdıkları bu öğretide insan, Allah’ı kendi bencil isteklerinin aracı yapmıştı. Onlara göre gerçek tövbede insan günahlarından tiksinir, iğrenir ve Allah’ı sever. Ama şöyle de öğretiyorlardı: İnsan kendini tövbe etmeye eğitirse, sonunda Allah’ı bir karşılık beklemeden, cezadan korkmadan ve özgür istekle sevebilir. Bu düşünceyi de şöyle kanıtlıyorlardı: “Bir genç ancak bir yaratık olan kızı o denli sevebilir ki, kendi canını bile onun uğruna feda etmeye hazır olur. Ya da bir tüccar para ve mal sevgisi için sonsuz tehlikelere atılabilir. Böylece insan yaratılmış olanları bu kadar sevebilirse, en üstün iyilik olan Allah’ı daha çok sevebilir. Yani, doğal yetenekleriyle insan Allah’ı her şeyden çok sevebilir.” Birisi böyle hazırlanıp günahlarını itiraf edip günahlarının bağışlanmasını kabul ettiyse, ondan sonra da Rab’bin Sofrası’na katıldıysa, bu kutsal eylemlerde onun içine günahı bir anda yok eden doğaüstü bir lütuf akıtılır. Kalıtsal günahtan ancak yeni bir günahı alevlendirebilen bir kıvılcım kalmış olur.
Luther bu yolu denedi, ama ne içinde huzur buldu, ne de Allah’ın lütfundan emin olabildi. Daha önce gördüğümüz gibi Luther öğretmenken ünlü Kilise Babası Augustinus’un yapıtlarını incelemiş, onlarda bambaşka bir günah öğretisi bulmuştu. Aynı derin günah anlayışıyla Alman mistisizminde de karşılaştı. Augustinus kalıtsal günaha ilişkin şunları öğretiyordu: “Günaha düşüşten önce insan bütün varlığıyla Allah’ı sevip O’na güveniyordu ve bu nedenle varlığında beden ve ruh arasında bir denge vardı. İnsan günaha düşüşünde gururla Allah’a karşı gelince, kendi isteği öyle bozuldu ki, şimdi gururuyla ancak Allah’tan nefret eder. O’na karşı gelir; bu geçici dünyayı ve özellikle kendi kendini sever. İnsan varlığının derinliklerinde gurur, bencillik ve dünya sevgisi bulunur.” Luther kendini ve ruhsal benliğini araştırdığı zaman, Augustinus’un öğretisinin kendi yaşamında da doğru olduğunu gördü. Özgür bir istekle ve karşılık beklemeden Allah’ı sevemiyordu. Çok incelemiş olduğu, İsa Mesih’in Dağdaki Vaazı, tam istekli ve karşılık beklemeden kendini adamasını emrediyordu. Ama Luther’e, Allah’ın isteğine göre hareket etmek zor geliyor ve bunu isteksizce yapıyordu. Çünkü aslında Allah’tan hoşlanmıyor ve kendi isteğini yapmak istiyordu. İyilik yaptığı zaman da onu isteksizce ve karşılık bekleyerek yaptığı için, sadece günahlarını çoğaltıyordu. ‘Günahın kraliçesi, iyi işlerde bile kendi onurunu arayan düşüncedir.’ Her şeyden önce kendini ‘sevinç ve özgür isteğiyle’ bir şeye adamak umudu yoktu. Çünkü insan tümüyle bencillik içinde ‘kendi çevresinde dolaşıyor’, her şeyde kendi iyiliğini, zevkini, onurunu arıyordu. Allah’ı da bencil isteklerinin aracı yapmaya kalktığı zaman insan bencilliğinin en iğrenç biçimini ortaya koyuyordu. İnsan ancak kendi iyiliğini arayıp kendini her şeyden çok sevebilir durumdadır.
Luther’in elde ettiği acı sonuç şuydu: Gerçekten tövbe edemiyordu, günahtan gerektiği gibi iğrenemiyordu ve kendi çıkarını aramadan Allah’ı sevemiyordu. Çünkü kendini ve günahlarını seviyordu ve Allah’tan hoşlanmayıp O’na karşı geliyordu. Katoliklerin tövbe ve günah öğretisinin tümüyle yanlış olabileceği düşüncesi aklına bile gelmedi. Kendisinin başkalarından daha kötü olduğu için gerçekten tövbe edemediğine inanıyordu.
Luther manastırlarda öğretilen ‘mükemmellik yoluyla’ merhametli Allah’ı bulamıyordu. O zamanki yaşamında attığı hemen her adımda karşılaştığı mistisizm ise, bambaşka bir yol gösteriyordu. Mistisizm, yani ruhun Allah ile araçsız, yakın ve gizli birliğe erişme isteği, çok yönlü bir felsefedir. Mistisizmin bir kolu, insanın düşünce ve hayallerini bu dünyadan koparıp görünmeyen şeylere o denli sıkı bağlanmasını istiyordu ki, sonunda insanın ruhuna sözsüz dua, sessiz düşünme ve görme yoluyla esenlik içinde ‘Allah’ı tadabileceği’ni söylüyordu. Mistisizmin başka bir kolu ise kişinin, yürekten gelen bir sevgi ve özlemle acı çekmiş olan Mesih’e, ‘canının damadına’ acı ile bağlanmasını ve bu yolda kendinden geçerek gelinin damatla birleştiği gibi, O’nunla birleşmesini öğretiyordu. Luther bunların ikisini de denedi, ama bu onu daha da karamsarlığa itti. Luther’i en çok çeken bir başka mistisizm koluydu. Buna göre Allah ile bağlantı kurmanın tek yolu, kendinde olan her şeyden vazgeçmekti. İnsanın en son vazgeçeceği şey kendi isteğidir. Bundan da vazgeçmesi gerekiyordu. Bu mistisizm türü, ‘kendini boşaltma ve bedenin isteklerini öldürme yolu’, çok eski bir gelenekti. Mezmurlar’da görülen tükenmez Allah özlemiyle Orta Çağ’ın Mesih’e benzeme ülküsü; keşişin alçakgönüllü olma çabasıyla sofinin bu dünyadan ve kendinden geçme eylemi bu noktada birleşiyorlardı. İnsan, Allah önünde şan ve şeref aramamalı, aksine Allah önünde bir hiç olmak için daha büyük günahkâr olduğunu görmelidir. Bu nedenle bilmediği günahları da kabul etmelidir. Böylece insan kendinde olan en son bencil isteğinden vazgeçtiği, değersizliğini anladığı ve alçakgönüllü olduğu zaman Allah, insanın boşluğunu lütfuyla doldurur. İnsan kendi isteklerini yok etmekle, bu dünyayla olan bağlarını tümüyle koparırsa, o zaman huzursuzluk kaybolur, insan kendi varlığının en derinlerinde Allah’ı ve O’nun sarsılmayan huzurunu sezinler.
Bu alçakgönüllülük, ‘kendini boşaltma’ ve bir hiç olma yolu Luther’i çok etkiliyordu, çünkü insanın öz günahının gurur olduğunu görüyordu. Kısa bir zaman sonra Luther, eğitim yoluyla kendini alçakgönüllü yapamayacağını anladı. Alçakgönüllülük eğitiminin arkasında hep gurur ve yetenek baş gösterdi. Eğitimle elde edilen alçakgönüllülük gizli gururdu. ‘Gerçekten alçakgönüllü olan kişi, alçakgönüllü olduğunu hiçbir zaman bilmez, çünkü bilirse hemen bu niteliğinden gururlanır... Eğitimle elde edilen alçakgönüllülük de hiçbir zaman gurur olduğunu bilmez... İnsan gerçekten alçakgönüllü olduğu zaman alçakgönüllülüğünün farkında olmaz.’
İnsan özgürce ve karşılık istemeden Allah’ı sevemez, çünkü ancak kendisini sevebilir. Bundan başka sevgi yapmacık, doğal olmayan sevgidir. İnsan gururlu olduğu için kendini alçakgönüllü yapamaz. Allah’ın isteğine de boyun eğemez. Böylece insan çıkmaza girer.
Bu yüzden Luther de gittikçe daha derin sıkıntı ve umutsuzluk içine gömülüyordu.