Martin Luther’in bu kitapçığındaki öğütlerinden faydalanan bugünkü bir imanlının tanıklığı:
Bir budalanın duaları
Kendimi bir duacı olarak tasvir etmek için aklıma gelen en uygun söz “budala”dır. Bunun sebebini anlatayım.
Gençlik yıllarımda dua hakkında çok ders ve öğretiş dinlemiştim. Katıldığım imanlı gençler grubu, etkili dua hakkında o kadar çok ders dinledi ki, sanırım, dua hakkında bundan daha fazlasını öğrenmeyi hayal bile etmek zordur! “Duan etkili olsun!”, “Duamız bütün dünyayı altüst edebilir, yeter ki imanımız güçlü olsun.” Ateşli duacılar, dua kahramanları olmak isterdik ve çeşitli toplantılarda böyle olmaya da teşvik edilirdik. Bunun kolayca anlaşılan bazı koşulları vardı:
- İmanın güçlü olsun,
- Yüreğinde şüphe bulunmasın,
- Allah’ın iradesine göre dua etmelisin,
- Allah’ın isteğini bileceksin,
- Duan uzun ve güçlü olmalı.
Ne kadar emin olarak ve güçlü bir şekilde dua edersek, o kadar iyiydi. Belli konular için dua ederdik. Dualarımızın temiz, doğru ve uygun olmasına dikkat ederdik. Özel dua toplantıları düzenlerdik. En etkilisi tabii ki dua geceleriydi. Bütün gece süren dua toplantıları düzenlerdik. Dualarımızla hep “hedefe” varmak isterdik, kararsız dualar zaten kabul edilmezdi.
Ama istediğimiz sonuçlara varamadığımıza göre dualarımızın önünde engeller de olmalıydı. Hatamız neydi? Her halde yüreklerimiz yeterince temiz değildi! İmanlıların hayatında en yaygın 100 günahın listesini bir kitapta bulduk. Bu listenin kopyasını çıkarıp aramızda dağıttık. Hepimiz bu günahları tek tek kontrol altına almalıydık, yoksa Kutsal Ruh aramızda etkili şekilde çalışamazdı.
Yalnız ben bunlardan, ne Allah’ın iradesini öğrendim, ne de listedeki yüz günahı unuttum ama birini bile kontrol altına alamadım. Dünyada herhalde benden başka herkes dua edebilir gibi geliyordu bana. Bu koşullar altında dualarıma cevap alma ümidim artık yoktu. Düzenlediğim dua toplantılarının faydasına güvendiğim halde genellikle fikirlerim dua konularından hızla uzaklaşıp uçuyordu. Böyle bir duacının dua etmesi mutlaka faydasız olmalıydı!
O yıllarda yeni bir öğretiş kulağımıza çalındı. Sonra bu öğretiş Hristiyan dünyasında öyle yayıldı ki, bugün neredeyse her yerde rastlanabiliyor. Bu öğretişte dualarımızın etkili olmasına sağlayacak ve cevapsız kalmasına son verecek iki unsur vardı: Şükretmek ve tapınmak! Biz Allah’a yeterince şükretmemiştik. Allah sadece kendisine şükredenlere cevap verirdi. Ya da en azından şükrümüz dualarımızın cevaplandırma şansını artırırdı. Şükretmek ve tapınmak hem cemaatin problemlerine hem de kişisel iman zayıflığımıza ve yenilgilerimize çare olurdu.
Bugün çok sayıda imanlının yaşadığı tecrübeyi geçmişte biz de yaşadık – en azından ben yaşadım: İmanımızda Allah hayat kaynağı olmaktan çıktı, bizim şükrümüzü içen ve yutan bir puta dönüşmeye başladı. Benim şükranımın kesinlikle yetmediğini anlamaya başladım. Dualarımın ve imanımın zayıflığına bu öğretiş de çare olmamıştı.
İyi, güçlü, örnek bir duacı olmak benim için artık mümkün değildi. Yıllar geçtikçe bunu daha iyi öğrendim. Ben, Allah’ın iradesinden emin olamazdım, günahlarımı ve dua toplantılarında her yöne uçuşan fikirlerimi kontrol edemezdim, şükretmekle ve tapınmakla dualarımı daha güçlü ve makbul kılamazdım.
Fakat kendime bundan ötürü “budala” duacı demiyorum. Beni “budala” duacı haline getiren şu: İyi, güçlü ve örnek bir duacı olmadığım halde dua etmeyi bir türlü bırakamıyorum. Gençliğimden yaşlılık yıllarıma kadar iyi kötü dua etmekteyim. Dualarım için Allah’tan ve insanlardan hatta kendimden bile ödül ya da teşekkür beklemiyorum. Yine de dua etmeyi bırakamıyorum, çünkü Allah’ın yardımına ve lütfuna muhtacım.
Dua etmek için diz çöktüğümde iki yoldaş beni hiçbir zaman yalnız bırakmaz. İkisi de o kadar sadık ki hayatımda herhalde onlar yanımda olmadan bir tek dua bile etmemişimdir.
İşte “sadık dostlarım”:
Birincisi İblis’in kendisidir. Kaygılarımın ve dertlerimin altında ezilip Allah’a yakarmak, feryat etmek için bazen diz çökerim. Yanımdaki bu refakatçim güçlü bir sesle şunu söylemeyi hiç unutmaz: “Risto, boşuna dua ediyorsun!” Sonra duruma göre çeşitli sebepler öne sürer: “Dua etmeye layık değilsin!” “Allah belki başka herkesin duasını duyar, fakat seninkini duymaz.” “Duaların güçlü değil, imanın da oldukça zayıf.” “Zaten günahkârsın ve duaların da bencilliğinle kirlenmiş.” “Evet, gerçi Allah sana kimi zaman yardım etti, ama bu durumda artık etmez.” Gençken şu iddiayı da duyardım: “Ya Allah yoksa?”
Dua ettiğimde beni hiç bırakmayan, hep yanımda bulunan ikinci “sadık dostum” eski Âdem, yani kendi benliğim. Bu yoldaşım aslında sadece yanımda değil, içimdedir. Onun sesi de İblis’inki kadar kuvvetli ve nettir. Eski Âdem’in kulaklarının algısı kendine özgüdür: Allah’ın sözünü ya hiç duymaz ya da yanlış duyar, ama İblis’in her fısıltısını hemen duyar ve bana da söyler. Duaya karşı en çok sevdiği itiraz şöyle: “Şimdi dua ediyorsun. Ya hiç cevap almazsan? Ya hayal kırıklığına uğrarsan? Utanacaksın, sonra daha da az iman edeceksin.”
Teşvikçilerim: Çaresiz Baba ve Petrus
Sonu gelmeyen bu itirazlara ve şüphelere karşı iki dostumu çağırıyorum: Çaresiz Baba’yı ve İsa Mesih’in öğrencisi olan Petrus’u. Onların yardımı ve tecrübesi benim için büyük teselli kaynağıdır. Dua ettiğimde İblis imanımın zayıflığını, hatta olmadığını gözlerimin önüne serdiğinde Markos kitabının 9. bölümünden Çaresiz Baba’yı çağırıyorum, çünkü ben de çok defa çaresiz bir babaydım. Ona “Sen nasıl dua ettin?” diye sorarım. Çaresiz Baba “‘İman ediyorum, imansızlığımda bana yardım et!’ diye feryat ettim” cevabını veriyor. “Peki, yardım geldi mi? Mesih sana yardım etti mi?” “Yardım etti. Oğlum iyileşti.” “Neye dayanarak feryat ettin?” “Mesih’e. Başka bir şey yoktu!”
İblis’in sesi dualarımın tamamen boşuna olduğuna beni ikna etmeyi başarmışsa ve imanımın da yok denecek kadar zayıf olduğunu anlıyorsam başka bir teşvikçiyi çağırırım: İsa Mesh’in öğrencisi olan Petrus’u. “Petrus, her şeyin bittiğini sandığın ve İsa da sizlere ‘Siz de mi ayrılmak istiyorsunuz?’ diye sorduğunda ne dedin?” soruma, Petrus şöyle cevap verir: “İnan ki ben de çareyi bilmiyordum, bir çıkmazdaydık. Sadece İsa’ya ‘Rab, biz kime gidelim? Sonsuz yaşamın sözleri sendedir’ dedim.” Artık Petrus’un yaptığı gibi yapmayı ben de öğrendim. Benim tek çarem dualarıma değil, Mesih’e dayanmaktır.
Yıllar önce şunu da öğrendim: “Ya Rab, isteğini bize bildir” diye ısrar etmenin yerine artık “Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de Senin isteğin olsun” diye dua ediyorum. Ben O’nun isteğini anlamasam ve bilmesem bile.
Dualarımın nedenlerinin de iyi ve temiz olmasına artık dikkat etmiyorum. Tabii ki Allah’ın kelamına uymayan dua yanlıştır, fakat yüreğimizde o kadar çok karışık şey var ki, onları değiştirmeye ve temizlemeye kalksam, sanırım dua etmeye hiç fırsat kalmaz! Yükler, kaygılar altında ezildiğimde Rab’be yakarıyorum ve derdimi anlatıp içimi O’na döküyorum. Zaten Allah’a günahlarımdan ve dertlerimden başka verecek hiçbir şeyim yoktur.
“Sıkıntılı gününde seslen bana, seni kurtarırım, sen de beni yüceltirsin” (Mezmur 50:15). Pavlus Hristiyanlar’a, “Mesih’in adını yakaranlar” unvanını verdi. Bundan başka Birinci Emri de kalkanım olarak kullanıyorum: “Benden başka ilahin olmayacaktır.” Yani sadece O’na sığınmak doğrudur. Allah merhamet, yardım ve hayat kaynağıdır. O’na ısrar ederek ve O’nunla pazarlığa girerek bir şey alamayız, ama vaatlerine güvenerek dua edersek ve kendisine sığınırsak hayatımızı kazanırız. Bunları yavaş yavaş öğrendiğimde Allah’a şükretmeyi de biraz öğrendim. Şükretmek her zaman yerindedir.
Bugün de benden önce herkesin duasının uygun, doğru ve makbul olduğunu hissediyorum. Benim dualarım ne ki! Fakat yıllar içinde Allah’ın ne kadar sadık, sevecen ve güçlü olduğunu görmeye başladım. Bazen dua sadece bir bağırış, bir feryattır. Sözlerimi doğru dürüst sıraya bile koyamam, çünkü yüküm ağırdır. Bir cevap almayı bile ümit edemem. Kutsal olan Allah benim gibi birinin duasına neden kulak versin?
Duanın iki “şartı” vardır. Birincisi Allah’ın vaadi ve emri. Allah duayı bize elimizde bir cankurtaran simidi, bir derman olsun diye verdi ve onu kullanmayı emretti, üstelik duaya sayısız vaatler kattı. İkinci “şart” dua edenin çaresizliği. Duada Allah’a teklifler değil, dertlerimizi getirmek, O’na çıkmazda olduğumuzu anlatmak doğrudur. “Ya Rab, yardım et. Eşim hasta! Oğlum kötü yollarda. Cemaatimizde kavgalar var! Bu ay kirayı ödeyemem. İşsizim! Ülkemizi yönetenlere hikmet ve dürüstlük ver!...”
Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Bu nedenle O’nunla pazarlık yapmak tamamen yanlıştır. Yeter ki kendi ihtiyaçlarımızı ve yakınlarımızın ihtiyaçlarını O’na söyleyelim. Genellikle insanlar tam tersini sanıyorlar: Benim ruhsal hayatım ne kadar güçlüyse dualarıma cevap gelmesi o kadar kesindir. Hâlbuki cevap, derman, yardım ve çözüm Allah’ın elindedir. Allah diri su kaynağıdır, bu kaynağa susamış bir yolcu gibi gelip bol bol kurtuluş suyundan içelim.
Biz Allah’a kendi liyakatimize güvenerek yaklaşamayız. Aslında günahkâr olan bizler, gazaptan ve cezadan başka bir şey bekleyemeyiz. Ama İsa Mesih’in adıyla, yani O’nun liyakatine dayanarak Allah’a yaklaşıp dua edersek O’nun merhametinden ve yardımından kuşkular sebepsizdir.
Bana inan, benim gibi “budala” bir duacının dualarına Allah kulak verdiyse, senin de duaların boşuna olmayacaklar.
“Allah’ın Oğlu İsa gökleri aşan büyük başrahibimiz olduğu için açıkça benimsediğimiz inanca sımsıkı sarılalım. Çünkü başrahibimiz zayıflıklarımızda bize yakınlık duyamayan biri değildir; tersine, her alanda bizim gibi denenmiş, ama günah işlememiştir. Onun için Tanrı’nın lütuf tahtına cesaretle yaklaşalım; öyle ki, yardım gereksindiğimizde merhamet görelim ve lütuf bulalım” (İbraniler 4:14-16).
Risto Soramies
İstanbul Luteryen Kilisesi