Giriş

Hepimiz ormanda hayvanlar tarafından büyütülen çocuğun hikâyesini duymuşuzdur. Kaza sonucu vahşi ormana düşen bebek gözlerini açtığında kendini bir kurt sürüsünün içinde bulur. Büyüdükçe kendini doğal olarak bir kurt gibi görür ve diğer kurt yavrularını taklit etmeye çalışır. Fakat bir süre sonra çabalarının boşa gittiğini fark eder; çünkü diğer kurtlara benzemediğini görür.

Sonra kendini, yani gerçek kimliğini bulmak için yola çıkar. O arada panterden maymuna kadar birçok hayvanla karşılaşır. Bir ara maymunlara özellikle ısınır; fakat kısa bir süre sonra kendisinin maymunlarla dış görünüşten başka bir benzerlik taşımadığını anlar. Böylece neredeyse tüm ümitlerini yitirir. Ta ki bir başka insanla tanışana kadar… Çünkü o insanda kendini görür. Daha da önemlisi ailesinin kim olduğunu öğrenir ve esas kimliğini keşfeder.

Bu tür hikayeleri severiz; çünkü rahatlıkla empati kurabiliriz. Biz de garip bir dünyaya düştük ve kendimizi bulmakta zorluk çekiyoruz. “Hayatımın amacı nedir?”, “Neden varım?” gibi sorular hep kafamızı kurcalar. Ormandaki çocuğun ailesinden uzaklaşması gibi; bizim de esas sahibimizle ilişkimiz kopmuş durumdadır.

O’nu göremiyoruz, O’nun sesini duyamıyoruz, arıyoruz; ama bulamıyoruz, sanki sahibimizle aramızda derin bir uçurum açılmış. Buraya ait olmadığımızı ve çok daha yüce bir amaç için yaratıldığımızı fark ediyoruz. Tıpkı o orman çocuğu gibi ciddi bir kimlik krizi yaşamaktayız. Gerçek kimliğimizi acilen bulmaya ihtiyacımız var. Daha da önemlisi, bizi buraya dünyaya yollayan varlığa, esas sahibimize, kavuşmaya ihtiyacımız var.

Şüphesiz ki gerçek sahibimiz Allah’ın kendisidir. Canımız O’na erişene dek asla istirahat edemez. Bu yüzden insanın asıl görevi sahibi olan yüce Allah’ı tanımaktır. İnsanın her şeyden önce yapması gereken şey, onun varlığına sebep olan yüce Allah’ı aramak ve Onun’la ilişki kurmak olmalı. Nitekim Allah’ı tanımayan kişi kendini de tanıyamaz.

Allah’ı tanımayan şahıs gerçek anlamıyla kayıp ve kimsesizdir. Nereden geldiğini bilmediği gibi, nereye gideceğini de bilemez. Günübirlik yaşar; çünkü hayatında belirli bir hedef ya da düzen yoktur. Ahlak anlayışı da esnektir; çünkü sabit bir ilkeye bağlı değildir. Durum neyse ona ayak uydurmaya çalışır. Bulunduğu ortama göre kimi zaman dindar kesilir, kimi zaman kendini bırakır. Yaşantısı daima bir kaos içindedir. Yaşantısında belirli bir ahenk de yoktur. Neden? Çünkü sahibini tanımadığı gibi, kendini de bilemez.

Peki insanlar gerçekten Allah’ı tanımıyor mu? Birçok kişiden duyuyoruz “Allah bize şah damarımızdan daha yakındır”;ama yaşadıkları hayat Allah’tan ve O’nun korkusundan uzaktır. Günahın bu kadar yoğun yaşandığı bir dünyada Allah’ın kendisine “şah damarından”daha yakın olduğunu düşünen biri nasıl olur da bu kadar kolay günah işler?

Allah’ı tanıyoruz”diyebiliriz, bununla ilgili birçok söz de ezberlemiş olabiliriz; fakat acı gerçek şu ki, Allah’la kişisel boyutta bir ilişkimiz yoktur. Birçoğumuz annemizden, babamızdan veya çevremizden duyduğumuz sözleri tekrar edip duruyoruz. Yalnız Allah hakkındaki bilgilerin sağlam bir temele dayalı olup olmadığını hiç araştırmadık. Doğrusunu söylemek gerekirse edindiğimiz bilgilerin çoğu kulaktan dolmadır. Yine de herkes kendi kafasında bir Allah portresi çizer. Kimisi iyi, kimisi kötü; ama önemli olan şu ki, insan düşüncelerinde Allah’ı nasıl canlandırırsa bunu birebir hayatına yansıtır.

Örneğin, insan eğer Allah’ı en ufak bir sebepten her an canını cehennemde yakabilen biri olarak görüyorsa o zaman bu anlayış, en basit olarak, kendi aile fertlerine de yansıyacaktır. Allah’ı bu şekilde tanıyan babanın çocuklarına despotça yaklaşması gayet normaldir. Çünkü düşüncelerindeki Allah da öyledir. Eğer Allah’ı ilgisiz ve mesafeli biri olarak tanıyorsa bu da onu ikiyüzlülüğe sürükler. Yani din konusu açıldığı zamanlarda çok dindar kesilir; ama hayatın diğer alanlarında Allah’ı yok sayar. Çünkü Allah’ın hayatının diğer ayrıntılarıyla ilgilenmediği düşüncesine kapılmıştır.

Aynı gerçek toplum için de geçerlidir. Bir toplumun Allah anlayışı neyse halk da odur. Çünkü en yüce saydığımız değerlerimiz Allah kavramına bağlıdır. Nitekim toplumun en ulvi değeri Allah’ın kendisidir.

Örneğin, eski mitolojide adı geçen Grek ilahlarını duymuşuzdur: Zeus, Ares, Afrodit ve Hermes gibileri. Onlar sürekli çatışma halinde olup, birbirinin tanrıçalarını kaçırırlarmış. Dolayısıyla savaş ve şehvet için yaşayan bu tür ilahlara inanan Grek medeniyetlerinin de savaşa ve şehvete aşırı tutkun olmaları bizi şaşırtmamalı; çünkü sadece kendi ilahlarını örnek alıyorlardı. Anlaşılan şu ki bir milletin en yüce değeri olan ilah nasılsa ona inanan ulus da onun yolunda ilerler ve gittikçe ona benzer.

Onlar putperest, ama biz Allah’a inanıyoruz”diyebilirsiniz. Peki, kendi toplumumuzun durumunu bir gözden geçirelim:

Kendi dilimiz dışında belki hiç bir dilde, Allah sözcüğü bu kadar çok kullanılmıyordur: “Allah’a şükür”,“Allah’tan kork”, “İnşallah”, “Maşallah”ve “Allah şahidimdir” gibi alışagelmiş sözler belki günde yüzlerce kez dilimizden eksik olmuyor. Yalnız söyleyenlerin hayatlarına baktığımızda “Allah’a şükür”deyip içinden lanet okuyan veya“Vallahi billahi tillahi” diyerek karşıdakini inandırmak için Allah’tan korkmadan Allah’ı günahına alet eden kaç kişi tanıyoruz soralım kendimize. Dahası insanların aile hayatlarına bakın; Allah’ı her zaman hatırlıyorum diyen kişi hemen ardından kendi çocuklarına sövebilir ve eşini dövebilirse gerçekten Allah’ı saymıyor demektir.

Ne yazık ki bu konuda birçoğumuz Allah’a inanmayan kimselerden beter duruma düşmüşüzdür. Neden? Çünkü onlar en azından bu konuda dürüsttür. Allah’a inanmadığını söyler ve bu inanca göre yaşantısını düzenler. “Ben Allah’tan korkarım”diyen bizler ise devamlı Allah’ın adıyla yemin ederiz; ama yaptıklarımızla O’nu resmen inkâr ederiz. İnsanları kandırabiliriz; ama emin olun Allah kanmıyor.

Sorun nedir? İnsanlar hep derler, “kendisiyle barışık olmayan kimseyle barışık olamaz.”Kısmen doğrudur. Yalnız bunun bir önceki boyutunu da hesaba katmamız gerek. İnsanın kendisiyle barışık olması için öncellikle Allah’la barışık olması gerek. Yüce Yaratan’ımızla barışık olsak, ancak o zaman kendimizle gerçek anlamıyla barışık olabiliriz.

Gördüğünüz gibi insanın Allah hakkındaki düşüncesi ve anlayışı her şeyi etkiler. Allah’ı nasıl tanımladığımız sadece inancımızı değil tüm yaşantımızı ve toplumumuzu da yönlendirir. En önemlisi Allah’ı tanımadan kendimizi tanımak da mümkün değildir. O yüzden kendi kimliğimizi çözmek için öncellikle Allah’ı tanımaya gayret etmeliyiz.

Bu kitabın amacı; Allah’ın şahsiyetini en doğru şekilde tanımlamak ve bunun hayatımız için ne anlam ifade ettiğini saptamaktır. Emin olun Allah’ın gerçek kimliğini anladığınızda hayatınızın tümü değişecek. O’nun yüce şahsiyetini tanıdıkça da sizler de asıl kimliğinize kavuşacaksınız.