Bir insanın başına kötü bir şey geldiği zaman doğal olarak onu sorgulamaya başlarız: ‘Acaba bunu hak edecek ne yapmış olabilir?’ Hepimiz bu tarz düz mantıkla hemen acı sonucun sebebini araştırmaya çalışırız. Nitekim, her şeyin bir nedeni varsa, birileri acı çekiyorsa mutlaka kişinin bunda bir sorumluluğu vardır diye düşünürüz. Haksız da değiliz çünkü Tanrı’ya inanan herkes ilahi adalete de inanır. Böylece, Tanrı birinin başına kötü bir şey getirdiyse, mutlaka bunu hak edecek bir günah işlemiş olsa gerek diye düşünürüz.
İlk bakışta kurduğumuz bu denklem ne kadar mantıklı gelse da hayatın bu kadar basit olmadığını biliyoruz. İnsanın başına gelen her kötülük kendi yaptığı belirli bir hatadan kaynaklanmıyor. Mesela, kaza sonucu trafikte ölen nice masum çocuk var, onların günahı nedir? Doğuştan acı çeken veya ölümcül hastalıklara yakalanan arkadaşlarımız var, onların günahı nedir? Doğal afet sebebiyle canından olan nice insanımız oldu, onların günahı nedir? Savaş sonucu her şeylerini kaybeden kişilerin günahı nedir?
Tabii bunları dile getirdiğimiz zaman bazımız tedirgin olabiliyor çünkü her şeyin üzerinde hüküm süren tek Tanrı’ya inandığımız için sanki yüce Yaratan bunları başımıza getirmiş oluyor. Bu da mantıklı değil çünkü evrenin hakimi olan Tanrı’nın adil olduğuna inanıyoruz. Rab bunca adaletsizliğin sebebi olamaz, değil mi? Yine de kimileri, Tanrı’dan her şey beklenir şeklinde kaderciliğe inanmayı tercih eder. Ama bu da ruhumuzu tatmin etmez. Acaba gözden kaçırdığımız ve denkleme katmayı unuttuğumuz şeyler var mı? Özellikle söz konusu kötülük veya acı bize doğrudan dokununca, bu sorunun cevabı büyük önem taşımaya başlıyor. Ben bunu hak edecek ne yaptım ki?
Aslında asırlardır insanlar bu mevzuyu anlamak için kafa yoruyorlar. Neden kötülük iyilerin başına gelir? İnsanlar olarak sınırlı kapasite ve deneyimlerimizle bunu tam olarak çözümlemek mümkün olmasa bile benzer yollardan geçmiş birinden yardım alabiliriz. Bu konuda belki en tecrübeli isim Eyüp olsa gerek. Öncelikle kısaca bir geçmişine bakalım:
“Ûs ülkesinde Eyüp adında bir adam yaşardı. Kusursuz, doğru bir adamdı. Tanrı’dan korkar, kötülükten kaçınırdı. Yedi oğlu, üç kızı vardı. Yedi bin koyuna, üç bin deveye, beş yüz çift öküze, beş yüz çift eşeğe ve pek çok köleye sahipti. Doğudaki insanların en zengini oydu. Oğulları sırayla evlerinde şölen verir, birlikte yiyip içmek için üç kızkardeşlerini de çağırırlardı. Bu şölen dönemi bitince Eyüp onları çağırtıp kutsardı. Sabah erkenden kalkar, ‘Çocuklarım günah işlemiş, içlerinden Tanrı’ya sövmüş olabilirler’ diyerek her biri için yakmalık sunu sunardı. Eyüp hep böyle yapardı” (Eyüp 1:1-5).
Daha ne olsun! Bundan daha dürüst bir adam bulmak zor. Belli ki dürüstlüğünden dolayı Tanrı onu alabildiğine bereketledi, hiç bir eksiği yoktu. Dahası, kendi doğruluğu bir yana çocuklarının üzerine titremesi ve onları kötülükten korumak için tedbirli davranması gerçekten etkileyicidir. Eyüp’ün ne zaman ya da tam olarak nerede yaşadığını bilemesek de oldukça saygın bir Tanrı adamı olduğu kesindir. Ama hiçbir şey onu başına gelecek felaketler için hazırlayamazdı.
“Bir gün Eyüp’ün oğullarıyla kızları ağabeylerinin evinde yemek yiyip şarap içerken bir ulak gelip Eyüp’e şöyle dedi: ‘Öküzler çift sürüyor, eşekler onların yanında otluyordu. Sabalılar baskın yaptı, hepsini alıp götürdü. Uşakları kılıçtan geçirdiler. Yalnız ben kaçıp kurtuldum sana durumu bildirmek için.’ O daha sözünü bitirmeden başka bir ulak gelip, ‘Tanrı ateş yağdırdı’ dedi, ‘Koyunlarla uşakları yakıp küle çevirdi. Yalnızca ben kaçıp kurtuldum durumu sana bildirmek için.’ O daha sözünü bitirmeden başka bir ulak gelip, ‘Kildaniler üç bölük halinde develere saldırdı’ dedi, ‘Hepsini alıp götürdüler, uşakları kılıçtan geçirdiler. Yalnızca ben kurtuldum durumu sana bildirmek için.’ O daha sözünü bitirmeden başka bir ulak gelip, ‘Oğullarınla kızların ağabeylerinin evinde yemek yiyip şarap içerken ansızın çölden şiddetli bir rüzgâr esti’ dedi, ‘Evin dört köşesine çarptı; ev gençlerin üzerine yıkıldı, hepsi öldü. Yalnız ben kurtuldum durumu sana bildirmek için.’ Bunun üzerine Eyüp kalktı, kaftanını yırtıp saçını sakalını kesti, yere kapanıp tapındı. Dedi ki, ‘Bu dünyaya çıplak geldim, çıplak gideceğim. RAB verdi, RAB aldı, RAB’bin adına övgüler olsun!’ Bütün bu olaylara karşın Eyüp günah işlemedi ve Tanrı’yı suçlamadı” (Eyüp 1:13-22).
İnanılmaz bir yıkım! Üst üste gelen kötü haberler adamı perişan etti. Özellikle on çocuğunu bir kerede kaybetmesi, olacak şey değildi. İnsan bir felakette her şeyini kaybetse bile ‘yeter ki aileme bir şey olmasın’ der. Ama Eyüp çocukları dahil her şeyini bir günde kaybetti. Bu acı haberi duyar duymaz yasa bürünen Eyüp ne yaptı? Yere kapanıp tapındı. İnanılmaz! Çoğumuz Tanrı’ya isyan ederdik ama Rab’den korkan Eyüp’ün yaptığı ilk şey Tanrı’nın önünde secde etmekti. Yaptığına şaşıran insanlara şu açıklamayı yaptı: “Bu dünyaya çıplak geldim, çıplak gideceğim. RAB verdi, RAB aldı, RAB’bin adına övgüler olsun!”
Biz olsaydık, “Tanrım ne yaptın böyle? Çocuklarımı benden nasıl alırsın? Ben sana ne yaptım?” derdik. Ancak Eyüp bu hatayı yapmıyor. Aksine kendi içinde farklı bir hesaplaşma yapıyor: Tanrı’dan almadığım neyim var ki? Aslında “bana ait” denecek bir şeyimiz yoktur. Dahası Tanrı’dan hak diye talep edebileceğimiz bir şeyimiz de yoktur. Fakat itiraf etmeliyiz ki çoğumuz hayata böyle bakmıyoruz. Kendimizce pek çok şeye sahibiz ve bunlar elimizden alınınca ‘adaletsizlik’ diye bağırıyoruz. Oysa ki gerçek anlamda Tanrı’nın lütfu dışında neyimiz var ki?
Birisi, “Bu evi, bu arabayı ben alın terimle aldım” diye itiraz edebilir. Peki, çalışmak için kim sana güç verdi? Bir şeyleri tasarlamak için kim sana akıl verdi? Tanrı değil mi? Şu an aldığımız nefes bile onun lütfundan gelir. Hayat bize bağışlanan bir armağandır, kazandığımız bir hak değil. O yüzden bir şeyleri kaybettiğimizde bizimmiş gibi yakınamayız. İşte burada acıya ilişkin önemli bir prensip daha öğreniyoruz.
Her şeyimizi Rab’den aldık. Dolayısıyla Tanrı verdiğine göre, geri almaya da hakkı vardır. Eyüp bunu çok iyi anladı, o yüzden acı çekerken de yüzünü Rab’be çevirip tapınabildi. Daha sonra Eyüp fiziksel olarak da acı çekmeye başladı, vücudu iri yarı çıbanlarla doldu. Sevgili karısı ona gelip şöyle dedi: “Hâlâ doğruluğunu sürdürüyor musun? Tanrı’ya söv de öl bari!” Yine de Eyüp şöyle yanıt verdi, “Nasıl olur? Tanrı’dan gelen iyiliği kabul edelim de kötülüğü kabul etmeyelim mi?” Tabii burada Eyüp’ün eşinin de çok acı çektiği belli, nitekim o da on çocuğunu birden kaybetmişti. Kocası bir an evvel ölüp acılarından kurtulsa daha iyi olur diye düşünmüş olabilir. Ancak Eyüp’ün bakış açısı çok farklıydı.
Bu sırada Eyüp’ün başına gelenleri duyan üç dostu acısını paylaşmak, onu avutmak için yanına geldiler: Elifaz, Bildat ve Sofar. Ne var ki uzaktan onu hiç tanıyamadılar, böylece yüksek sesle ağlayıp kaftanlarını yırtarak başlarına toprak saçtılar. Yedi gün yedi gece Eyüp’le birlikte yere oturdular. Kimse ağzını açmadı, çünkü ne denli acı çektiğini görüyorlardı. Ama bu sırada hepsi içlerinde bir şeyleri sorguluyorlardı… Neden? Acaba Eyüp bunu hak edecek ne yapmış olabilir? Biz onu çok iyi, dürüst bir adam sanıyorduk ama demek ki öyle değildi… Acaba gizli saklı bir günahı mı vardı?
Keşke ağızlarını hiç açmasalardı ama yedinci günden sonra dayanamayıp Eyüp’ün başına gelenlere ilişkin yorumlarını dile getirmeye başladılar. En başta Elifaz dostunu övdükten sonra alttan alta Eyüp’ün günahını sorgulamaya başlar. Eyüp de Tanrı’ya karşı günah işlemediğini savunmaya çalışır ve bu şekilde aralarındaki diyalog surer:
Elifaz: “Biri sana bir şey söylemeye çalışsa gücenir misin? Kim konuşmadan durabilir? Evet, pek çoklarına sen ders verdin, zayıf elleri güçlendirdin, tökezleyeni senin sözlerin ayakta tuttu, titreyen dizleri sen pekiştirdin. Ama şimdi senin başına gelince gücüne gidiyor, sana dokununca yılgınlığa düşüyorsun. Senin güvendiğin Tanrı’dan korkun değil mi, umudun kusursuz yaşamında değil mi? Düşün biraz: Hangi suçsuz yok oldu, nerede doğrular yıkıma uğradı?” (Eyüp 4:2-7).
Eyüp: “İnsan ne ki, onu büyütesin, üzerinde kafa yorasın, her sabah onu yoklayasın, her an onu sınayasın? Gözünü üzerimden hiç ayırmayacak mısın, tükürüğümü yutacak kadar bile beni rahat bırakmayacak mısın? Günah işledimse, ne yaptım sana, ey insan gözcüsü? Niçin beni kendine hedef seçtin? Sana yük mü oldum? Niçin isyanımı bağışlamaz, suçumu affetmezsin? Çünkü yakında toprağa gireceğim, beni çok arayacaksın, ama ben artık olmayacağım” (Eyüp 7:17-21).
Bildat: “Ne zamana dek böyle konuşacaksın? Sözlerin sert rüzgâr gibi. Tanrı adaleti saptırır mı, Her Şeye Gücü Yeten doğru olanı çarpıtır mı? Oğulların ona karşı günah işlediyse, isyanlarının cezasını vermiştir. Ama sen gayretle Tanrı’yı arar, Her Şeye Gücü Yeten’e yalvarırsan, temiz ve doğruysan, O şimdi bile senin için kolları sıvayıp seni hak ettiğin yere geri getirecektir. Başlangıcın küçük olsa da, sonun büyük olacak” (Eyüp 8:2-7).
Eyüp: “Nerde kaldı ki, ben O’na yanıt vereyim, O’nunla tartışmak için söz bulayım? Haklı olsam da O’na yanıt veremez, merhamet etmesi için yargıcıma yalvarırdım ancak. O’nu çağırsam, O da bana yanıt verseydi, yine de inanmazdım sesime kulak verdiğine. O beni kasırgayla eziyor, nedensiz yaralarımı çoğaltıyor. Soluk almama izin vermiyor, ancak beni acıya doyuruyor. Sorun güç sorunuysa, O güçlüdür! Adalet sorunuysa, kim O’nu mahkemeye çağırabilir? Suçsuz olsam ağzım beni suçlar, kusursuz olsam beni suçlu çıkarır” (Eyüp 9:14-20).
Sofar: “Bunca söz yanıtsız mı kalsın? Çok konuşan haklı mı sayılsın? Saçmalıkların karşısında sussun mu insanlar? Sen alay edince kimse seni utandırmasın mı? Tanrı’ya, ‘İnancım arıdır’ diyorsun, ‘Senin gözünde temizim.’ Ama keşke Tanrı konuşsa, sana karşı ağzını açsa da, bilgeliğin sırlarını bildirse! Çünkü bilgelik çok yönlüdür. Bil ki, Tanrı günahlarından bazılarını unuttu bile” (Eyüp 11:2-6).
Eyüp: “Kendinizi bir şey sandığınız belli, ama bilgelik de sizinle birlikte ölecek! Sizin kadar benim de aklım var, sizden aşağı kalmam. Kim bilmez bunları? Gülünç oldum dostlarıma, ben ki, Tanrı’ya yakarırdım, yanıtlardı beni. Doğru ve kusursuz adam gülünç oldu. Kaygısızlar felaketi küçümser, ayağı kayanı umursamaz” (Eyüp 12:2-5).
Anlaşılan Eyüp ile dostları arasındaki sohbet iyice kızıştı. Elifaz ve yanlılarının temel argümanı şöyledir: Tanrı doğrudur ve doğru olanları sağlık ve servetle ödüllendirir. Dolayısıyla birinin başına kötü bir şey gelirse bu demek ki o kişi doğru değildir çünkü Tanrı onu cezalandırıyordur. Eyüp ise doğruluğundan emindir ve yeri geldiğinde davasını Tanrı’nın mahkemesi önüne taşımak istiyor. Aslında anlaşamamalarının esas nedeni şu ki temel varsayımları yanlıştı. Eyüp ve arkadaşları Tanrı’nın tüm bu kötülüğün arkasında olduğunu düşünüyorlardı, oysa ki öyle değildi. Elbette ki her şeye gücü yeten Tanrı evrenin hakimidir ama O’ndan asla kötülük gelmez. Eğer yüce Tanrı hem iyiliğin hem de kötülüğün kaynağı olsa insanları nasıl adilce yargılayabilir? Kendisi bizi kötülükle deniyor olsa, günahımızın hesabını bizden nasıl sorabilir?
Kutsal Kitap bu konuda çok nettir:
“Ayartılan kişi, ‘Tanrı beni ayartıyor’ demesin. Çünkü Tanrı kötülükle ayartılmadığı gibi kendisi de kimseyi ayartmaz. Herkes kendi arzularıyla sürüklenip aldanarak ayartılır. Sonra arzu gebe kalır ve günah doğurur. Günah olgunlaşınca da ölüm getirir. Sevgili kardeşlerim, aldanmayın! Her nimet, her mükemmel armağan yukarıdan, kendisinde değişkenlik ya da döneklik gölgesi olmayan Işıklar Babası’ndan gelir” (Yakup 1:13-17).
Peki, kötülüğün kaynağı Tanrı değilse kimdir ya da nedir? Aslında bütün bu olaylar Eyüp’ün başına gelmeden önce Tanrı’yla İblis arasında bir dava vardı. Aralarındaki konuşma kitabın başında şöyle geçiyor:
“Bir gün ilahi varlıklar RAB’bin huzuruna çıkmak için geldiklerinde, Şeytan da onlarla geldi. RAB Şeytan’a, ‘Nereden geliyorsun?’ dedi. Şeytan, ‘Dünyada gezip dolaşmaktan’ diye yanıtladı. RAB, ‘Kulum Eyüp’e bakıp da düşündün mü?’ dedi, ‘Çünkü dünyada onun gibisi yoktur. Kusursuz, doğru bir adamdır. Tanrı’dan korkar, kötülükten kaçınır.’ Şeytan, ‘Eyüp Tanrı’dan boşuna mı korkuyor?’ diye yanıtladı. ‘Onu, ev halkını, sahip olduğu her şeyi sen çitle çevirip korumadın mı? Elleriyle yaptığı her şeyi bereketli kıldın. Sürüleri bütün ülkeye yayıldı. Ama elini uzatır da sahip olduğu her şeyi yok edersen, yüzüne karşı sövecektir.’ RAB Şeytan’a, ‘Peki’ dedi, ‘Sahip olduğu her şeyi senin eline bırakıyorum, yalnız kendisine dokunma.’ Böylece Şeytan RAB’bin huzurundan ayrıldı” (Eyüp 1:6-12).
Bu ayetler sayesinde evrenimizin üst düzeyinde, bizim ulaşamadığımız yerlerde olup bitenlere kulak misafiri oluyoruz. Gördüğümüz gibi Tanrı, kulu Eyüp’le büyük gurur duyuyordu. Şeytan ise Eyüp’ün Tanrı tarafından kayırıldığı için dürüstlüğünü sürdürdüğünü iddia ediyor. Böylece Tanrı İblis’e meydan okur. Şeytan Eyüp’ü denemek için Tanrı’dan izin alır, onu dürüstlüğünden saptıracağına emindir. Tanrı ise Eyüp’ün imanına güveniyordur.
Tabii Eyüp’le arkadaşlarının göklerde Tanrı’yla İblis arasında gelişen diyalogdan hiç haberleri yoktur, tıpkı bizim gibi. Anlaşılan Eyüp’ün başına gelen kötülük Tanrı’dan değil İblis’ten kaynaklanıyordu. Bize açılan bu pencere sayesinde kötülüğün nihai kaynağı konusunda önemli bir gerçek öğreniyoruz. Tanrı bizi asla kötülükle denemez çünkü kendisinde kötülüğün gölgesi dahi yoktur. Kötülük dünyamıza İblis aracılığıyla girdi. Peki nasıl oldu bu?
Tevrat’ın çeşitli bölümlerinden Şeytan dediğimiz zatın başta çok görkemli bir Keruv yani üst düzeyde güçlü bir melek olduğunu öğreniyoruz (bkz. Yeşeya 14, Hezekiel 28). Ne var ki Lusifer olarak tanımlanan bu yüce Keruv Tanrı’nın himayesinde kalmak yerine, gurura kapılıp Yaradan’dan daha üstün bir mevkiye sahip olmak istedi. Tanrı dışında kendi egemenliğini kurmak istedi. İşte kötülüğün ilk çıkış noktası bu oldu. İlk günah İblis’in yüreğinde doğdu. İsyanından dolayı Tanrı’nın huzurundan atıldıktan sonra derhal gidip atalarımız olan Adem ve Havva’yı da aynı şekilde zehirlemeye kalktı. Onları Tanrı gibi olma vaadiyle cezbedip kendi isyanına katmak istedi. Maalesef, yaratılmış olan bu dünyayı miras alan atalarımız Tanrı’ya güvenmek yerine yasak meyveden yiyerek, İblis’e inanmayı seçtiler. Böylece günah insanlara da bulaştı. Dahası onlara emanet edilen dünyayı Şeytan’ın eline kaptırmış oldular. Zamanla kötülük bütün kainatı sarıp sarmaladı.
Tabii toz toprak içinde acı acı inleyen Eyüp’ün ve onu sorguya çeken arkadaşlarının bundan hiç haberleri yoktu. Onlara göre Tanrı her şeye egemense, o zaman Eyüp’ü bu hale getiren de kendisi olsa gerekti. Ancak bilemedikleri başka bir faktör vardı, o da Şeytan ile Tanrı arasındaki dava. Kutsal Kitap sayesinde bizler bu göksel mücadeleden haberdar oluyoruz ve canımızın düşmanı olan İblis’in kükreyen aslan gibi ortalıkta dolaşıp, yutacak birini arayarak dolaştığını öğreniyoruz. Yine de bazılarının sandığı gibi İblis Tanrı’nın ezeli rakibi değildir çünkü Şeytan yüce Tanrı’ya eşit bir güç değildir. Hatta İncil’in ilerleyen bölümlerinde İblis’in nasıl yenildiğini okuyoruz. Yine de bu dünyada yaşadığımız sürece onun saldırılarına maruz kalabiliyoruz, o yüzden temkinli olmamız gerekir.
Eyüp’ün hikâyesine döndüğümüzde, arkadaşlarıyla uzunca tartışıp çıkmaza girdikten sonra Elihu isminde, olup bitenleri izleyen daha genç biri Eyüp’ün karşısına çıkıyor. Elihu Eyüp’e öfkelendi çünkü bir yerden sonra Eyüp kendini Tanrı’dan da haklı görüyordu. Elihu Eyüp’ün diğer arkadaşlarına da öfkelendi çünkü argümanlarıyla bir yere varamadılar. Tarafsız olmaya çalışan bu genç adamın en büyük derdi Tanrı’nın haklılığını savunmaktır. Elihu’nun çok güzel bazı tespitleri var:
Çekilen bir acının sebebini bilmiyorsak da bu sebepsiz olduğu anlamına gelmez, yalnızca bizi aşıyor demektir.
Çekilen bir acıya karşılık Tanrı’nın sesini duyamıyorsak bu da sessiz kaldığı anlamına gelmez, yalnızca biz algılayamıyoruz demektir.
Çekilen bir acıya boğulduğumuzda çoğu zaman Tanrı’nın lütfettiği diğer iyiliklerini hemen unutuveririz.
Çekilen bir acıya odaklandığımızda Tanrı’nın işinin gücünün bizi rahatlatmak olduğunu sanabiliyoruz oysa ki buna mecbur değildir.
Dört konuşmanın sonunda Elihu dikkatimizi Tanrı’nın akıl ermez işlerine çevirerek O’nun bizden ne kadar daha bilge ve güçlü olduğunu vurgulamak ister. Bu sebeple, Eyüp’ün yaptığı gibi Tanrı’ya dava açmanın hiç akıl işi olmadığını belirtir, çünkü bu gibi derin konulara gelince haklı çıkamayacağımız kesindir.
Tam bu esnada, Rab bir kasırganın içinde yaklaşıp Eyüp’ü şöyle yanıtladı:
“Bilgisizce sözlerle tasarımı karartan bu adam kim? Şimdi erkek gibi kuşağını beline vur da, ben sorayım, sen anlat. Ben dünyanın temelini atarken sen neredeydin? Anlıyorsan söyle. Kim saptadı onun ölçülerini? Kuşkusuz biliyorsun! Kim çekti ipi üzerine? Neyin üstüne yapıldı temelleri? Kim koydu köşe taşını…” (Eyüp 38:2-6).”
İlerleyen ayetlerde Tanrı birçok konudaki üstün bilgeliğini sergilemeye başlar. Böylece Rab’bi suçlamaya kalkan Eyüp büyük utanç içinde şöyle yanıtlar:
“Bak, ben değersiz biriyim, Sana nasıl yanıt verebilirim? Ağzımı elimle kapıyorum. Bir kez konuştum, yanıt almadım, İkinci kez konuşamam artık” (Eyüp 40:4-5).
Tanrı yine üsteler ve bu sefer büyük başlı deniz yaratıklarının birçok gizemli özelliklerinden bahsederek, kendini haklı çıkarmaya çalışan Eyüp’e kısa bir bilim dersi verir. Burada ilginç bir şey var, sözünü ettiği canavarlardan bir tanesi, Livyatan, başka bölümlerde İblis’le eşleşen bir sembol olarak geçer (Yeşaya 27). Kısacası Tanrı kendisini sorgulayan Eyüp’ün neden bahsettiğini hiç bilmediğini kanıtlamış oldu. Böylece utanca boğulmuş Eyüp Tanrı’yı şöyle yanıtlar:
“Senin her şeyi yapabileceğini biliyorum, hiçbir amacına engel olunmaz. ‘Tasarımı bilgisizce karartan bu adam kim?’ diye sordun. Kuşkusuz anlamadığım şeyleri konuştum, beni aşan, bilmediğim şaşılası işleri. ‘Dinle de konuşayım’ dedin, ‘Ben sorayım, sen anlat.’ Kulaktan duymaydı bildiklerim senin hakkında, şimdiyse gözlerimle gördüm seni. Bu yüzden kendimi hor görüyor, toz ve kül içinde tövbe ediyorum” (Eyüp 42:2-6).
Dikkat edersek günün sonunda Rab Eyüp’ün bütün sorularına cevap vermiyor. Neden? Çünkü anlatsa da Eyüp anlayamazdı. Bu bizim için de çok önemli bir ders. Bizler de acı çekerken Tanrı’ya “Neden?” diye direttiğimizde sessiz kalmasına şaşırmamalıyız. Bu evrende ruhsal ve dünyasal, görünen ve görünmeyen o kadar çok faktör var ki bunları tam anlamıyla kavramamız mümkün değil. O yüzden Tanrı Eyüp’e kısaca şunu söylüyor: “Bana güven! Senin anlayamadıklarını ben anlıyorum, senin aklın ermese de hepsi benim kontrolümdedir. Yeter ki bana güven!”
Özellikle acı çekerken bu konuda Rab’be güvenmek çok zor olabilir ama haddimizi bilmezsek, günaha gireriz ve İblis’in tuzağına düşmüş oluruz. Aksine, Eyüp’ün yaptığı gibi imansızlığımızdan dolayı tövbe edip Rab’bin lütfuna sığındığımız zaman, yavaş yavaş yeni bir perspektife sahip olmaya başlarız. Eyüp’ün son sözleri çok önemli:
“Kulaktan duymaydı bildiklerim senin hakkında, şimdiyse gözlerimle gördüm seni” (Eyüp 42:5).
Çektiği onca acının sonunda Eyüp şuna sevindi ki Tanrı’yı artık yakından tanıma şansına sahip oldu. Çoğu insan Tanrı’yı ancak kulaktan duyma tanır ancak acı çektiğimizde kendisine güvenirsek onu kendi gözlerimizle görmüş, kendi yüreğimizle tanımış oluruz.