O bağ Navot için çok değerliydi. Bütün gün boyunca bağı budadıktan ve otları temizledikten sonra akşamın serinliğinde bağında dinlenmeyi çok severdi. Kendisinden önce babası ve hatta babasının babası bu bağa emek vermişti. İsrail toprakları tamamen Tanrı’ya aitti ama yeryüzündeki bu küçük toprak parçası Tanrı’nın Navot ve ailesine emanetiydi. Tanrı onlara sadık kahyalar olarak bu bağa bakma görevini vermişti. Navot bağında zaman geçirirken büyük yapraklarının gölgesi altında, bereketli toprağın kokusunu içine çekip boğumlu gövdesine dokunmaktan büyük zevk alıyor ve yüreği, Rab’bin kendisiyle birlikte olduğunu hissetmesinden dolayı sevinç ve şükranla doluyordu.43
Kral Ahav bir gün Navot’u ziyaret etti. Navot korku içindeydi çünkü Ahav’ın Sayda kralının kızı olan eşi İzebel’in, İsrail ulusunu iğrenç Baal’a gitgide daha derinden tapınmaya yöneltmesine izin vermesinden rahatsızlık duyuyor ve endişeleniyordu. Baal güçlü fırtına tanrısı olarak kabul edilirdi ve Baal’a tapınanlar toprağın verimli olmasını sağlayan yağmuru ve yeni bir hasadı sadece Baal’in vereceğine inanırlardı. Baal her yaz mevsiminde yerin altına saklanır ve aylarca yağmur yağmazdı. Bunun üzerine insanlar Baal’ı şimşekleriyle tekrar ortaya çıkmaya ve toprağı tekrar bereketli hale getirmeye ikna etmek üzere, tapınak fahişeleriyle cinsel ilişkiye girerlerdi.
Oysa Navot antlaşmasına sadık kaldığı için yağmur gönderen ve vaatlerini yerine getirmesi için pohpohlanmaya veya zorlanmaya gerek duymayan tek Tanrı’ya, Yahve’ye tapıyordu. Navot buna rağmen kralının sadık bir kulu olarak Ahav’ın önünde eğildi.
“Efendim kulundan ne istiyor?”
Ahav şöyle karşılık verdi: “Sarayımın sebze bahçesini genişletmeyi düşünüyorum. Senin bağın oraya bitişik. Fiyatını söyle, bu bağı senden hemen satın alayım.”
Navot çok üzgündü. “Efendim, başka ne isterseniz yaparım ama bu bağ benim için çok değerli. İsrail halkının bu toprakları ilk ele geçirdiği günlerden beri benim atalarım bu bağa baktılar.”
Ahav bu sözler karşısında şaşırdı. “Oh, başka bir parça toprak istersen, sana bundan çok daha iyisini verebilirim.”
Navot için durum gitgide zorlaşıyordu. Kralın isteğine direnmek kolay değildi. “Çok üzgünüm efendim, gerçekten çok üzgünüm. Satmak istemememin nedeni bu bağın manevi değeri veya daha çok toprak sahibi olmak değil inanın. Sözün kısası, bu bağ satılmak için bana ait değil. Yahve İsrail oymaklarına toprakları dağıtırken, bu bağ benim aileme emanet edildi. Yani bu bağ bana değil, O’na ait!”
Ahav saraya döndüğünde öfkeden kudurmak üzereydi. O kadar kızgındı ki, yemek bile yemeden odasına çekildi. Karısı İzebel sıkıntısının nedenini öğrenince ona güldü. “Siz İsrailliler ülkenizi böyle mi yönetirsiniz? Baal’a tapan bizler ülkenin nasıl yönetileceğini iyi biliriz. Sana gerçek bir kralın ne yapacağını göstereyim.”
Ertesi gün kentin ileri gelenleri, felaketten kurtulmak üzere günahların itiraf edilip tövbe edilmesinden sonra oruç tutulacağını ve kutsal bir toplantı yapılacağını duyurdular. Navot bu habere şaşırmıştı ama onur konuğu olarak davet edilmesine hoşnut kalmıştı. Ancak iki hilebazın öne çıkıp halkın önünde konuşması kendisini rahatsız etti. Bu iki adam herkesin önünde kendisini – “Navot Tanrı’ya ve krala sövdü!” diyerek – günah işlemeyle suçlayınca ve onu öldürmeye teşvik edince dehşete düştü. Kentin ileri gelenleri ve soylular bu suçlamalara destek verince korku dolu bir paniğe kapıldı; kendisini iyi bilen komşuları ve dostları onu savundular ama Navot tuzağa düşmüştü. Kendisini savunmasına veya başka tanıkların dinlenmesine fırsat verilmeden, kentin dışına sürüklendi. Bir taş yığınının hazırlanmış olduğunu gördü ve kalabalıklar kanlı bir infazı izlemeyi dört gözle bekliyordu.
Ahav ve Navot arasındaki bu çatışma Baal ve Yahve arasındaki farkı yansıtır. “Efendi” anlamına gelen Baal, daha küçük tanrılar ve insanlar üzerinde despotluk yapan kaprisli bir tanrıdır. İzebel’in kral olma anlayışı, Baal’ın “efendi” olarak davranmasına dayalıydı. Öte yandan Yahve yöneticileri sorumlu tutarak, toprakların nihai sahibi ve nihai kral konumunu elinde tutarak onların yetkilerini sınırlıyordu. Örneğin Davut yetkisini suiistimal ederek Uriya’nın eşini elinden alıp onu öldürttüğü zaman, herkes gibi Tanrı’nın yargısına ve adaletine maruz kaldı (2Sam. 11, 12).
Tanrı’nın kendisi nihai yetki kaynağı olduğundan, Tanrı hakkındaki anlayışımız, kaçınılmaz olarak yetkiye bakışımızı şekillendirir. Eğer Tanrı kaprisli, kontrol eden veya tehditkâr olarak görülüyorsa, o zaman bu anlayışa dayalı yönetenler de kaprisli, kontrol eden ve tehditkâr tavırla hareket ederler. Eğer tapındığımız Tanrı sevgi dolu ve sadık olarak görülüyorsa, o zaman önderler de yetkilerini benzer şekilde kullanacaklardır.
Kişinin kendisini yetki kaynağı olarak sunması putperestliktir. Hesap verme söz konusu değildir ve güç kişinin yararına kullanılır. Yetki kullanımı bencil bir hal alır ve yetkisine boyun eğen kişiler yöneticinin planlarını gerçekleştirmek üzere kullanılırlar. Daha üst bir yetkili olmadığından, sadece kendi önderlerine tabidirler ve bir manada, onun amaçlarına hizmet için yaşarlar. Önderin sözleri Tanrı hakkında doğru ifadelerle dolu olabilir ama davranışları yetkinin kendisinden kaynaklandığı inancını örnekler ve yetkisini kendisini yüceltme amacı için kullanır. Yetki kendisine ait olduğundan, yetkisini kişileri teslim olmaya zorlayarak, ve gerekirse, şiddet ve yalanlarla savunur.
A. W. Tozer şöyle yazmıştır: “Tanrı hakkında düşündüğümüzde aklımıza ilk gelen şey hakkımızda en önemli olan şeydir.”44 Bu sözlerle kastettiği şey, Tanrı kavramımızın düşüncelerimizi derinden etkilediği ve davranışlarımızı harekete geçirdiğidir. Tanrı hakkında sahip olduğumuz bilinçaltı izlenim daha da güçlüdür. Tüm evrenin nihai egemeni Tanrı olduğu için, O’nun hakkındaki izlenim ve anlayışımız, önderlerimizden beklediklerimizin yanı sıra, önderliği nasıl gerçekleştirdiğimizi de derinden etkiler.
Tanrı hakkındaki en yaygın görüşlerden biri, O’nun mutlak anlamda tek olduğudur. O’nun eşi ve benzeri yoktur; Tanrı esas itibarıyla teklikten başka bir şey değildir. Bu yaklaşım, Tanrı’nın bölünemez, tek bir varlık olduğu anlamındaki “teklik” kavramını öne süren Grek filozof Pisagor’dan kaynaklanır. Ardından Plato bu teoriyi benimsedi ve bunun sonucu olarak da felsefi düşünceler büyük ölçüde etkilendi. Neo-Platocular ve Gnosisçiler bunu daha da geliştirdiler. Batı Avrupa’daki en etkili kişilerden biri olan Leibnitz de, Tanrı’yı “tek bir varlık – monad” veya bölünemez bir birim olarak algılamıştır.
Tanrı’nın mutlak şekilde bir olma fikri, kulağa mantıklı ve cezbedici gelecek kadar basittir. Fakat dikkatle incelendiğinde bu kavram beklenmedik zorluklara yol açar. Arap filozoflar Tanrı’nın doğasını tanımlayan sıfatlardan bir anlam çıkarmaya ve bunların Tanrı özüyle olan ilişkisini anlamaya uğraşırken yoğun tartışmalara girmişlerdir. Örneğin bir Arap teoloğu olan El Eş’ari (MS 874-936) Tanrı’nın dünyanın yaratılışından önce sahip olduğu ebedi sıfatlarından söz edilmesinin, Tanrı’nın yanı sıra var olan yaratılmamış başka bir varlık tehlikesine yol açması yüzünden, mutlak tekliğini ihlal edeceği hakkında uzun uzun düşünmüştür. Eğer Tanrı merhametliyse, dünyanın yaratılışından önce O’nun merhameti kime ulaşmıştır? Tanrı’nın yanında havsalaya sığmaz başka bir varlık olması düşünülebilir miydi? Yarattıklarına merhamet gösterdi mi? – eğer gösterdiyse bu durum yaratılışı da kendisiyle birlikte sonsuz kılmaz mı?
Tanrı’nın Sözü’nün statüsü hakkında da tartışmalar vardı. Bazıları Tanrı’nın Sözü’nün, özünün ayrılmaz bir parçası ve ezelden bu yana her zaman özünün ifadesi olduğunu söylerken, bazıları ise bu durumun Sözü, Tanrı’nın yanında başka bir varlık olarak bulunması sebebiyle, Tanrı’nın mutlak birliğini inkâr ettiğini savunurlardı. Bu anlaşmazlık MS 827’de öylesine alevlendi ki, Abbasi önder El-Memun, Tanrı’nın Sözünün yaratılmamış ve ebedi olduğu doktrinini sapkınlık olarak ilan etti ve altı yıl boyunca aksi düşünceyi savunanlar baskı gördüler.
El Eş’ari Tanrı’nın sıfatlarının ebedi olarak var olduğuna ısrar etmiştir ama Tanrı’nın mutlak ve yegane tekliğini korumak üzere, bu sıfatların doğasından değil, kendi özgür iradesinin işleyişinden kaynaklandığını ileri sürmüştür. “Böylece Tanrı’nın İradesi, Mutlak Teklik hakkında tüm düşünceler içinde baskın faktör halini alacaktır.”45 Tanrı’nın vasıfları Tanrı’nın doğasından kaynaklanmaz ve bu nedenle O’nun özünü bize gösteremez. Filistin’li alim İsmail Al Faruk şöyle yazar: “Tanrı’nın iradesi, hakkında öğrenebileceklerim açısından, Tanrı’nın doğasıdır. Tanrı’nın iradesi ve sahip olduğumuz tek şey budur. Tanrı kendisini hiç kimseye göstermez.”46
Tanrı hakkında bilebileceğimiz her şey, hiçbir şekilde sınırlanamayan iradesinin, kendisini hoşnut eden şekilde işlediği, kendi doğasının veya yasasının kısıtlamalarından tamamen hür olduğudur. Mısırlı Seyyid Kutup aynı fikirdedir: “Tanrı’nın iradesi, Tanrı’nın bir vaadine ya da yasasına dayalı olsalar bile, tüm sınırlama ve kısıtlamalardan özgürdür. Çünkü O’nun iradesi herhangi bir vaat ya da yasanın ötesinde mutlaktır.”47 Bunun sonucunda, Tanrı kendi sıfatlarından birini ihlal edermişçesine, kaprisli davranıyor gibi görünebilir. Eski bir Farslı alim olan Al Razi şöyle yazmıştır: “Tanrı’nın küfürbazları cennete gönderirken, doğruları ve ibadet edenleri ateşe atması mümkündür; çünkü her şey O’na aittir ve O’nu hiç kimse durduramaz.”48 Arap alim Samuel Zwemer şu sonuca varmıştır: “Mutlak yetki, sınırsız güç sahibi olma fikri her şeyin temelindedir. Bunun ötesinde Tanrı’nın karakteri kişisel değildir – sınırsız, ebedi, uçsuz bucaksız monad – tek varlıktır.”49
Mutlak tekliğin Tanrısı kendisini göstermediği için, O’nu tanıma açısından Tanrı’yla bir ilişki kurma imkanı yoktur. O’na yakınlaşmak hayal bile edilemez ve kulağa bir sövgü gibi gelir. Bilebileceğimiz tek şey, O’nun mutlak iradesidir ve bu sebeple Tanrı’yla iletişim kurabilmenin tek yolu da, O’na mutlak olarak, hiç sorgulamadan teslimiyettir.
Tozer’in dediği gibi, kendimiz hakkındaki en önemli şey, Tanrı hakkında ne düşündüğümüzdür; çünkü Tanrı anlayışımız tüm yaşama bakışımızı şekillendirir. Tanrı’ya hiç düşünmeden itaat etmenin mutlak önemine inanmak, toplumun tamamını ve toplumu oluşturan tüm yetki ilişkilerini etkileyecektir. Babaların eşlerine ve çocuklarına, öğretmenlerin öğrencilerine ve yöneticilerin maiyetlerindekilere yönelik davranışlarını etkileyecektir.
Tanrı hakkında gerçekten bilebileceğimiz şeyin sadece O’nun “mutlak yetkisi ve her şeye yeten zalim gücü” ve buna verebileceğimiz tek uygun karşılığın da, hiç düşünmeden ve sorgulamadan teslimiyet olduğuna inanırsak, insan önderlerimiz de bizden tam sadakatli kör bir itaat görmek isterler. Bu durum sık sık Arapçada bay’ah olarak bilinen yeminle ifade edilir. Etimolojik olarak bu ifade “satmak” sözcüğüyle ilişkilidir; kişinin kendisini önderden alacağı yönlendirme veya korunma karşılığında satması veya vermesidir ve genellikle ruhsal veya dini önderlere atıfta bulunur. Örneğin mistik Nakşibendi tarikatı, yeni üyelerini aralarına kabul ederken onları bay’ha töreninden geçirirler. İnternet siteleri bunu şöyle açıklar: “Arayış içinde olan kişi, kendisini Kudretli ve Yüce Tanrı yolunda yönlendirmesi ve tam bir teslimiyete ulaşana kadar bu yolu aydınlatması için kamil bir Mürşidi izlemelidir. Arayış içinde olan kişi, kötü davranışlarından nasıl uzaklaşması gerektiğini öğretmesi ve Kamil Ruhsallık Bilgisine ulaşmak üzere kendisini daha iyi biri olarak yaşayacağı seviyeye kaldırması için mürşidine yemin etmeli ve söz vermelidir.”50 Tenevvüre ulaşma yolu kamil bir mürşide itaat yemininden geçer. Mürşidi izlemek Tanrı’yı izlemektir; mürşidi hoşnut etmek Tanrı’yı hoşnut etmektir; mürşide itaatsizlik Tanrı’ya itaatsizliktir.
Bu kavramın meşum bir uygulaması, IŞİD önderi Ebu Bekir Al Bağdat 2014 yılında Musul’da kendisini yeni halife ilan ettiğinde ve müritlerinden bay’ah yemini ederek kendisine tam bir bağlılık sözü vermelerini talep ettiğinde görülmüştür. Afganistan, Mısır, Cezayir ve Nijerya gibi ülkelerdeki benzeri şiddet yanlısı örgütler de, Ebu Bekir’in hareketine ve davasına uyum sağlamak için, hiç zaman kaybetmeden internet üzerinden bay’ah tebliğinde bulundular.
Ancak bu kavram sadece dini gruplarla sınırlı olmayıp siyasi önderlerin kendilerini nasıl gördüklerini ve yetkilerinin parametrelerini nasıl algıladıklarını da etkiler. Yakın bir geçmişte, Orta Doğudaki bir ülkede yaşayan zengin ve önde gelen bir sanayici Devlet Başkanıyla çatıştı. Bu sanayici aile uzun yıllardır, bol kazançlı ihaleleri tekrar tekrar kazanarak hükümete yakın olmuştu ama bu durum, ailenin oğlu Devlet Başkanını açıkça eleştirme hatasını yapana kadar sürdü. İhaleler aniden tükendi ve tekrar göze girmenin tek yolunun ayaklarına kapanarak özür dilemek olduğu aşikârdı. Ailenin oğlu doksan dakika boyunca bekleme odasında bırakılarak aşağılandı ve Başkanın huzuruna çıkarıldığında kısaca ve gaddarca azarlandı. İktidardaki partinin üyesi olan bir milletvekili, ileri gelen işadamları hükümetten iş alacaksa, bay’ah vermeleri gerektiği yorumunu yaptı. Bununla kastettiği şey Başkanın lütfundan yararlanacaklarsa, Başkana kişisel olarak sadık kalma yemini etmeleriydi; eğer vefasızlık yaparlarsa, utancı ve cezayı beklemeliydiler. Hükümet, başkanın kişisel mülkü olarak görülür ve yetkisi, dini bir önder gibi mutlak ve kişisel şartlarla anlaşılırdı.
Elbette Orta Doğu’nun haricinde, yetkinin suiistimal edildiği ve kontrolcü olarak kullanıldığı birçok örnek vardır; Batı da dahil olmak üzere, dünyanın her yerindeki birçok önder yıldırma ve şiddetli baskıdan suçludur. Güce duyulan ihtiras, yalan söylemelerine ve güce kavuşmak ve gücü ellerinde tutmak üzere kavga etmelerine neden olarak her yerdeki önderi mustarip eder. Bu güç kimliklerinde öylesine merkezi bir yere sahiptir ki, onsuz yaşayamazlar. Hatta kendilerini Hristiyan olarak görmelerine rağmen, eşlerini döven bir sürü koca vardır. Tanrı’yı kendi iradesini yerine getirtmek üzere tehditler savuran ve cezalandıran, sert ve mesafeli zalim bir hükümdar olarak gördüklerinden, eşlerini teslim olmaya zorlayarak kendi Tanrı anlayışlarını yansıtırlar. Hristiyanlık-altı olan Tanrı anlayışları, eşlerine yönelik Hristiyanlık-altı davranışlara yol açar.
Bununla birlikte sosyal bilim insanları, dünyanın farklı bölgelerindeki toplumların farklı güç ve yetki anlayışları olduğunu keşfetmişlerdir; ve bunlardan bazılarındaki “güç mesafesi” diğerlerinden daha fazladır.51 Bunun anlamı yetki sahibi kişilerin mesafeli oldukları, daha çok saygı gördükleri ve daha fazla ayrıcalıktan yararlandıklarıdır. Bu gibi toplumlardaki önderler ille de daha fesatçı veya otoriter değildirler; çünkü bu, yetkiye yönelik tavırlarına ve yetkiyi nasıl anladıklarına bağlıdır. Benim iddiam ise, mutlak monoteizm ideolojisi üzerine kurulu toplumların, kendilerini yasanın üzerinde gören ve kendi konum ve ayrıcalıklarını ellerinde tutmak üzere her türlü yolu kullanmaya hazır olan zorba tavırlı önderlerin elinden daha çok çekecekleridir.
Mutlak monoteizmin neden olduğu zorluklarla ciddi bir şekilde yüzleşen ilk Hristiyan teolog Şamlı Aziz Yuhanna’dır. Saygın bir aileden gelen Yuhanna’nın dedesi Mansur, MS 635’te Arap ordularıyla teslim şartlarını müzakere eden kent önderlerinden biriydi. Babası Sarjun Şam’daki Halifenin hizmetinde haznedardı ve iyi bir eğitim alan Yuhanna’nın da, babasının örneğini izleyerek üst seviyedeki hükümet hizmetine girdiği anlaşılır. Grekçe ve Arapçayı çok iyi konuşurdu ve o dönemdeki bilim dallarının hepsinde beceri sahibiydi.
Yuhanna’nın yaşamına ait bilgi yarım yamalaktır ve belli açılardan kafa karıştırıcıdır. MS 675 civarı doğmuştur ama ölüm tarihi kesin değildir. Halifenin hizmetinde birkaç yıl geçirdikten sonra görevinden istifa ederek Yeruşalim yakınındaki Aziz Sava Manastırına katılmıştır. Bu değişimin nedenini bir mit şöyle açıklar: Konstantin’deki Bizans imparatoru III. Leo, Yuhanna’nın ikonların kullanımını savunmasına kızgındı ve Halifeye yazdığı hakaret dolu mektupla Yuhanna’yı ihanetle suçladı. Öfkeli Halife Yuhanna’nın elini kesti ama Yuhanna kesilen elini alıp Meryem ikonunun önünde dua etti ve sabah uyandığında eli mucizevi bir şekilde tekrar yerindeydi! Bunu gören Halife af dileyip onu eski konumuna getirdi ama Yuhanna artık yaşamının geri kalanını Tanrı’ya adamaya kararlıydı.
Manastıra kapanmasından sonra Yuhanna yazdığı sayısız ilahi, tapınma törenleri ve teolojik yazılarla, yaşamının en bereketli dönemini yaşadı. Yaşadığı dönemdeki teolojik tartışmalara katılan Yuhanna’nın, Arap dostlarıyla yaptığı konuşmalardan etkilendiği aşikârdır.
Şamlı Yuhanna en çok Üçlü Birlik doktrininin geliştirilmesine yaptığı katkılarla takdir edilir. Mutlak monoteistler için Üçlü Birlik, bunu üç ayrı tanrı olarak anladıklarından savunulması mümkün olmayan bir kavramdır. Hatta bazıları Üçlü Birliğin Baba, eşi Meryem ve oğulları İsa anlamına geldiğini bile düşünürler! Yuhanna Üçlü Birlik doktrinini ilk olarak anlayan Kapadokyalı Atalarının çalışmalarına baktı. Bu atalar Mesih’in Tanrı oluşunu reddeden Ariyan yazılarının, MS 325’teki İznik konseyinde yenilmesinden ve tartışmalar Kutsal Ruh’un doğasına doğru kaydıktan sonra yazılarını kaleme almışlardı. Sezariyeli Vasil Ruh’un Baba ve Oğul’la aynı Tanrı’nın özünü paylaştığını gösterdi. Üçlü Birlik’teki her Şahıs Tanrı’nın yaptığı her şeyde söz sahibidir: yaratılışta, Mesih’in ölümüyle elde ettiğimiz kurtuluşumuzda ve son yargıda. O halde Baba, Oğul ve Ruh arasındaki ilişki nedir? Nissalı Gregor bu Şahısların birbirlerinden ayrı zatlar olduğunu ve birbirleriyle aynıymış gibi görülmemeleri gerektiği hakkında ısrarcıydı. Kutsal Kitap’ın anlatımı Oğul’un Baba’dan geldiğini söylerken, Ruh’un ise Baba ve Oğul’dan geldiği şeklindedir. Nenizili Gregor Kutsal Ruh’un tanrılığını savunmada daha da ileri giderek, eğer Ruh Tanrı değilse kutsallaşamayacağımızı veya “tanrısal özyapıya ortak” olamayacağımızı söylemiştir (2Pet. 1:4).
Tanrı’nın mutlak manada tek olduğu iddiasının neden olduğu meydan okumayla yüzleşen Yuhanna, Tanrı’nın üçlü birlik doğasının anlaşılamamasının, Tanrı’nın üç olduğu anlamına gelmediğini göstermek durumundaydı. İlk olarak Nenizili Gregor tarafından kullanılan ve üçün aynı zamanlı olarak ötekilerde yer aldığını tarif eden perichoresis kavramını ele aldı – Baba Oğul’da ve Kutsal Ruh’ta yer alır ve aynı şekilde Oğul da Baba ve Kutsal Ruh’ta yer alır. Perichoresis sözcüğü “yer” veya “oda” anlamına gelen chora kökünden ve “yer açmak” anlamına gelen choreo fiilinden isimdir; ayrıca peri edatı “çevresinde” veya “civarında” anlamındadır. Bu sözcük bir kişinin bir başkasına açılabileceğini ifade etmek için kullanılır.52 Bu nedenle kişilerin birbirleriyle nasıl paylaşacağını ve birbirlerini nasıl dahil edeceklerini tarif eder. Şamlı Yuhanna perichoresis’i, üçün karşılıklı yaşam değiş tokuşuyla var olduğunu, kendi varlıklarını birbirlerinde bulduklarını ve birbirlerinden ayrı olarak var olamayacaklarını içeren ayrılmazlık fikriyle harmanlayarak geliştirdi. Birbirlerine öylesine açıktırlar ki, kendi öz varlıklarını paylaşırlar. Aralarındaki birlik, birbirleri aracılığıyla yaşarken, birbirleriyle olan ilişkinin yoğunluğundadır. Üçtürler ama karşılıklı fedakârlık etme yoğunluğu öylesine büyüktür ki, aslında tektirler.
İmad Shehadeh Tanrı’nın tekliğinin Üçlü Birlik anlayışıyla açıklanmasının, Arap filozofların Tanrı’nın sıfatlarıyla ilgili problemi çözme uğraşlarını nasıl sonuca bağlayabileceklerini göstermiştir. Eğer Tanrı’nın öz doğası sevgiyse, o zaman Tanrı her zaman sevgi dolu olmalıdır ve kendisi ve sevgili arasındaki sevgiyle, her zaman kendi sevgisinin objesi vardır. Eğer Tanrı mutlak olarak tekse, evrenin yaratılmasından önce sevebileceği başka birisi olma ihtimali yoktur fakat tek olan Tanrı’da çoğulluk söz konusu ise, o zaman Baba ile Oğul arasında Kutsal Ruh tarafından aracılık edilen bir sevgi olabilir. Üçlü Birliği oluşturan şahıslar arasındaki sevgi, sevgi niteliğini doğasının ayrılmaz bir parçası olarak güvence altına alır. Shehadeh şöyle der: “Her nitelik bir ilişki gerektirir ve bir ilişkinin varlığı, her niteliğin korunmasını güvence altına alır.”53
Üçlü Birlik doktrini, 9. yüzyılda büyük ihtilaflara sebep olan, Tanrı’nın Sözü’nün felsefi muamma statüsüne de çözüm getirir. Tanrı’nın Sözü yaratılmış mıdır yoksa yaratılmamış mıdır? Oğul İsa Tanrı Sözü (Yuhanna 1:1, 14), Tanrı’nın özünün kusursuz ifadesi olduğundan, O’nun ebediyetten bu yana Baba’yla birlikte olduğunu ve Baba’nın yaratılmamış doğasını paylaştığını anlarız. Tanrı’nın lütfunu ve gerçeğini tam olarak ifade etmek üzere, Baba’dan farklı olarak insan oldu ve aramızda yaşadı.
On birinci yüzyılda yaşamış olan Fransız ruhsal önder Clairvaux’lu Bernard, Ezgiler Ezgisi hakkında şöylesine cesur bir yorumda bulunmuştur: “Eğer, doğru anlayışa göre, öpen Baba ve öpülen Oğul’sa, o zaman bu öpücükte Kutsal Ruh’u görmek yanlış olamaz; çünkü Ruh, Baba ve Oğul’un vakur esenliği, koparılamaz bağı, bölünemez sevgisi ve birliğidir.”54 O zaman biz de Baba’ya Oğul aracılığıyla geldiğimize göre, Kutsal Ruh Tanrı’nın bize olan sevgisini temin etmesiyle, biz de Ruh tarafından öpülürüz! Shehadeh Üçlü Birliğin utanç verici çözülmesi gereken bir problem olarak görülmek yerine, “sürekli olarak keşfedilmesi ve tat alınması gereken bir güzellik”55 olarak algılanmasını söyleyerek doğru bir yorum yapar.
Jürgen Moltmann56 yirminci yüzyılda Üçlü Birliğe ve Yuhanna’nın perichoresis fikrine geri dönüş yaptı ve önderliği ve yetkiyi nasıl gördüğümüz konusunda bunun önemini vurguladı. Moltmann Almandı. İkinci Dünya Savaşında Hitler’in önderliğinden kaynaklanan feci sonuçları şahsen yaşamıştı. Kendi güç ve yetkilerinden gurur duyan totaliter yöneticilerin neden olduğu zarardan büyük endişe duyuyordu. İlk kilisenin eski dünyada yaygın olan putperestliğin karşısında Tanrı’nın tekliğini vurguladığını anlıyordu ama Tanrı’nın tekliğini aşırı derecede vurgulamanın veya Baba’nın Oğul’u ve Kutsal Ruh’u gölgede bırakmasının tehlike yarattığını da görüyordu. Tanrı’nın mutlak ve ayrılmamış tekliğine inanma anlamına gelen bu monizmin, çarpıtılmış yetki anlayışlarına neden olduğu düşüncesini savundu. Bu düşünce yetki sahibi olan kişinin kendi özünde yeterli ve himayesindekilerden ayrı olduğunu, kendi başına kararlar verdiğini ve diğerlerini itaat etmeye zorladığını önerir. Bu önderlik tarzının tebaası altındakiler üzerinde baskı kurduğunu ve kilisedeki önderlerin ruhsal önderliği sadece kendilerini yüceltmek ve kendi namlarını arttırmak hakkında olduğunu düşündüklerini gördü.
Moltmann için Şamlı Yuhanna’nın perichoresis’i çok hoş bir düzeltmeydi. Tanrı soğuk, uzak ve soyut bir kavram değil, esasen ilişkiseldi. Benzer şekilde Baba, Oğul ve Ruh üzerinde baskı kuran sert disiplin yanlısı değildi; aksine onlarla derin, açık ve karşılıklı bir ilişki içindeydi. Tanrı sevgidir ve bu sevgi öncelikle ve orijinal olarak toplum içinde yaşanmıştır. Baba Oğlu, Oğul Baba’yı sever. Baba Oğul’da ve Oğul Baba’da yaşar. Baba Oğlu ve Oğul Baba’yı yüceltir. Ruh bu ilişkileri paylaşan üçüncü şahıstır ama Baba tarafından gönderilerek ve Oğlu açıklayarak bunu farklı şekilde yapar. Baba’nın amacı kendisini yüceltmek değildir ama tüm yaratılış Oğul’a yücelik vermelidir. Oğul’a tapınıldığı zaman O’nu kıskanmaz, aksine Oğul’un yüceltilmesine sevinir. Bunu tek başına yapmaz ama her şeyi Kutsal Ruh’la ve eylemleriyle gerçekleştirir. Bunu yaparken Baba tam anlamıyla bir babadır ve bizim için babalığını sürdürür. Oğlu göndermesinde, güçlendirmesinde, O’nda yaşamasında ve yüceltmesinde, Baba bize baba olmanın özünü gösterir.
Moltmann ve öğrencisi Miroslav Volf, bu Üçlü Birlik ilişkilerini önderlik için bir model olarak kabul ederler. Tanrı yolundaki önderlik, vizyonlarını gerçekleştirmek için tek organizasyon kuran ve üzerlerinde egemen olan güçlü kişilerin elinde değildir; aksine Üçlü Birlik bize gerçek önderliğin ilişki içindeki toplumlarda gerçekleştiğini gösterir; bu gibi toplumlarda kişiler derinden bir paylaşım ve karşılıklı teslimiyetle bir araya gelirler. Yaşamları sevgi aracılığıyla birbirine bağlanır, birbirlerinin kazandığı zaferlere sevinirler, armağan ve becerilerini birbirlerine hizmet amacıyla kullanırlar.
Dr. Viv Thomas, Moltmann ve Volf’un bu fikrini, önderlikteki Üçlü Birlik modelinin organizasyonları nasıl etkilemesi gerektiği hakkında düşünmek üzere geliştirmiştir.57 Tanrı’nın kendisi esasen ilişkiseldir; bu yüzden etkin önderlik ve önderlik takımları esas olarak sağlıklı ilişkilerle tanımlanırlar. Etkin takımlar, güven ve kabullenme ortamında daha çok büyüyen yaratıcılığı besler, takım üyelerini yeni fikirleri birbirleriyle paylaşmaya açık olmaya teşvik eder. Etkin önderler amaçlarını sadece başkaları aracılığıyla gerçekleştirebileceklerini anlarlar; bu nedenle kendilerini çevrelerindeki kişileri güçlendirmeye ve geliştirmeye adarlar. Takım üyeleri farklı beceri ve armağanlarını kullanarak birbirlerini tamamlayabildikleri zaman iyi performans gösterirler. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh birbirlerinden farklı roller üstlendikleri için, önderlik çeşitliliği besler ve farklı perspektifleri hoş karşılar. Bilge önderler kendileriyle yapıcı şekilde fikir ayrılığına girecek kişilere ihtiyaç duyduklarını bilirler.
Bu bölüm özet olarak, Tanrı hakkında inandıklarımızın, yönetme tarzımızı derinden şekillendirdiğidir. Tanrı’nın hiçbir eş değeri olmadığını savunan mutlak tek olduğuna inanmak, evren üzerinde iradesini güç ve baskıyla empoze ettiği fikrine yönlendirir. Bu yaklaşım baskıcı olmaları, mutlak bir sadakat beklemeleri ve tebaalarındaki kişilerin herhangi bir sorgulamasını veya bağımsız davranışlarını cezalandırmaları gerektiğini düşünen önderlerle sonuçlanır. Elbette bu önderlik modeli tarihin başlangıcından itibaren var olmuştur. Dünyadaki birçok kültür bu yetki görüşünü kabullenir ve güçlü bireyler herhangi bir muhalefet veya önderlerin üstünlüğüne tehdide yer vermezler. Sınırsız güce sahip konumun kendi hakları olduğunu düşünürler ve hiç kimse kendilerinin yerine geçemeyeceğinden, kendilerini yaşadıkları sürece aynı konuma atarlar.
Mutlak monoteizm iddiaları hakkında Arap teologlarla müzakereler yapan ilk Hristiyan teolog Şamlı Yuhanna’dır ve en büyük teolojik katkısının, o döneme kadar kimsenin tam olarak ulaşamadığı Üçlü Birlik anlayışını ileriye götürmesi bir tesadüf değildir. Tanrı anlayışı kökten farklıydı; Baba kendisini onlara vererek doğasını Oğul ve Ruh’la paylaştı, onlarla en derinden ve yakın bir ilişki kurarak yaşadı ve birlikte Oğul’un onurlandırılmaktan ve “büyük bir ailedeki ilk doğan” (Romalılar 8:29) olma üstünlüğünden tat alacağı, kurtuluş planıyla sonuçlandı. Kabul etmemiz gereken önderlik modeli budur. Günahkâr doğamız her zaman kendisini yüceltmenin peşinden gittiği ve günahkâr kültürlerimiz değerlerimizi kökten şekillendirdiği için, bunu yapmak kolay olmayacaktır. Onurlandırılmanın peşinden koşma yüreklerimize ve zihinlerimize derinden işlenmiştir ve bu düzensizliğin acı meyvesini ve bugün de dünyanın her yerindeki organizasyonlarda ve toplumlarda yarattığı kaosu görürüz.
İsa’nın bizim için örneklediği daha iyi bir model vardır. Gelecek bölümde bunun nasıl göründüğünü inceleyeceğim.