Eğer gözeten yetkisi altında bulunan kişilere bakan bir kişiyse – o kişiler de buna karşılık olarak gözetenlerine sadakat, saygı ve hizmetlerini sunarlar – o zaman hiç şüphesiz Tanrı nihai gözetendir. Tanrı her şeye gücü yeten ve sevgi dolu yaratıcı olarak, tüm yaratılışın varlığını sadakatle devam ettirir ve yarattığı tüm varlıkların ihtiyaçlarını lütfuyla karşılar. Bu hak edilmeyen cömertliğine verilecek en uygun karşılık gönüllü itaat, sevinç dolu tapınma ve bol hizmettir. Tanrı’nın efendiliğine teslimiyetleri ne kadar derinse, bol iyiliğine duydukları güven hazzı da o kadar büyüktür. Tanrı tüm gözetenler için ideal örnek olduğundan, Kutsal Kitap Tanrı’nın bizlerle ilişkisini tanımlarken gözeten-gözetilen ilişkisini ifade eden bir dil kullanmaktan çekinmez. Eski Antlaşma İbranicesinde yaygın olarak kullanılan kabod sözcüğünün kökü “ağır” anlamındadır – Avram’ın servetini (Yar. 13:2) veya Balak’ın Balam’ı ikna etmek üzere gönderdiği önderlerin saygınlığını (Say. 22:15) tanımlamak üzere kullanılmıştır. O dönemde olduğu gibi bugün de, servet ve saygı - onur arasında yakın bir ilişki vardır! Fakat Tanrı’nın görkemini tanımlamak için de aynı sözcük kullanılmıştır (Çık. 14:4; Lev. 10:3; Yas. 28:58); çünkü bizim onurumuz Tanrı’nın görkeminin bir yansıması, daha üstün bir makam ve yetkinin işaretidir.
Yeni Antlaşma Grekçesi de benzer şekilde, Tanrı’nın huzurundaki konumumuzu anlamamıza yardım etmek üzere, sosyal düzen gözetmenliğine ait sözcükler kullanır. Örneğin sık sık Tanrı’nın lütfu için kullanılan ve çok sevilen charis sözcüğü, başlangıçta bir gözetenin gözetilenleri üzerine karşılıksız ve cömertçe bahşettiği iyiliğe işaret ederdi. Aristoteles şöyle demiştir: “Lütuf [charis] ihtiyaç içindeki birisine, bir şeye karşılık olmadan yardım etmek olarak tanımlanabilir…”34 Bu gözetilenler gözetenin lütfuna, sadık bir vefa ve güvenle adanmalıdırlar ve bunu özetleyen sözcük pistis’tir. Pistis Yeni Antlaşma’da genellikle “iman” olarak çevrilmiştir – çünkü Tanrı’nın lütfuna verilecek tek uygun karşılık budur. “Lütuf” ve “iman” gibi teolojik sözcüklerin arkasındaki bu sosyal zemin, aslında güven dolu diri bir teslimiyet ilişkisi olan “iman” veya “inanç” kavramının, körü körüne inanılan dogmalara verilen zihinsel onay olarak yanlış algılanmamasına yardım eder.
İsa mükemmel gözetenin beden almış hali olduğu için, himayeyle ilgili sözcük dağarcığının ona uygulanmasına şaşırmamak gerekir. Romalı yüzbaşı Kornelyus’tan aldığı davet, Petrus’a müjdeyi Yahudi olmayanlara ilk kez duyurma fırsatı verdi. İsa’nın kim olduğunu açıklarken söze Kornelyus’un anlayacağı türden ifadelerle başladı. İsa “her yanı dolaşarak iyilik yapan” biriydi (Elç. 10:38); “iyilik yapan” ifadesinin Grekçe karşılığı euergeteo olup, sık sık gözetenleri tanımlamak için kullanılırdı; bunun Latincedeki tam karşılığı ise “hayırsever”di. Romalı Kornelyus bu kavrama ve himaye gerçeğine aşina olduğundan, Petrus İsa’yı hastaları iyileştirmek, baskı görenleri ve baş düşman olan Şeytan’ın egemenliğinde tutsak olanları özgür kılmak üzere, Tanrı tarafından gönderilen yüce gözeten olarak tanıtır.
Gözetenler izleyicilerine hitap ederken, onların hislerine saygı göstermek adına – aşağı olduklarını vurgulayan - “gözetilen” gibi küçümseyen türden bir sözcük kullanmak yerine, onları “dost” diye çağırarak onurlandırırlardı. İsa çarmıha gerilmesinden önceki akşam üst kattaki odada yaptığı veda konuşmasında öğrencilerine duyduğu sevgiyi, onlara kul veya köle (doulos) olarak değil, “dost” olarak seslenerek gösterdi (Yu. 15:15). Bunu kendi dilimizde okuduğumuz zaman, “dost” sözcüğünü eşitlik, rahat ve resmi olmayan bir yakınlık olarak anlama eğiliminde oluruz. Oysa “dost” sözcüğünü kullanan İsa gerçekten de öğrencilerine yakın olduğunu söyleyerek onları onurlandırmıştır ama aralarındaki ilişkinin eşit düzeyde olduğunu veya öğrencilerinin artık kendisine saygı göstermelerine gerek olmadığını ima etmemektedir. Bir sonraki ayette onların kendisini seçmediğini, aksine onları seçenin kendisi olduğunu ve kendi hizmetine atadığını hatırlatır. Rab himayesindekilere “dostlarım” diye seslenerek büyük lütuf gösterir ama bu durum, mutlak yetkisinin azalması olarak anlaşılmamalıdır.
İsa konumun sosyal bir anlam taşıdığı utanç ve onura yer veren hiyerarşik bir dünyada yaşadı. İsa bir keresinde önde gelen bir Ferisi önderin evine yemeğe davet edildiğinde, diğer davetlilerin sofrada en saygın yer olarak kabul gören masanın başına yakın yerlere oturma yarışında olduklarını fark etti (Luk. 14:7-11). Davetliler sadece oturabilecekleri boş bir yer peşinde değildiler; ama kapıya en yakın yerden başlayıp ev sahibinin oturduğu masa başına doğru gitgide artan şeref mevkilerinin fazlasıyla farkındaydılar. Masa başına yakın bir yere oturmak son derece önemliydi ve bu hedefe ulaşma adına önlerine çıkanlar uluorta dirseklenebilirdi. İsa bu fırsatı yakalayıp onlara bir benzetme anlattı ve şunları söylediğini hayal edebiliriz: “Biri seni düğüne çağırdığı zaman başköşeye kurulma, en uzak köşeye otur. Kendini diğer misafirlerden daha üstün görüp başköşeye yaklaşmaya çalışırsan, düğün sahibi gelip senden daha önemli birisine yer vermeni istediği zaman, herkesin gözü önünde yerinden kalktığında hissedeceğin utancı bir düşün! Bunun aksine düğün sahibi sana ‘Dostum, daha öne buyurmaz mısın?’ deyip herkesin önünde başköşeye yaklaştığın zaman ne kadar gurur duyacağını hayal et.”
Batılılar bu benzetmenin öneminin çoğunluğunu gözden kaçırırlar çünkü onlar için oturma düzeni genellikle makamla değil, rahatlıkla ilgilidir. Bir odaya girdiğimizde boş olan sandalyelere veya konuşmak istediğimiz arkadaşlarımıza yakın yerlere bakarız. Oysa İranlı arkadaşlarım bana, ilk kez bir Kutsal Kitap çalışmasına katıldıklarında, bir sürü yabancı insanın arasında oturacak bir yer bulmanın garip bir tecrübe olduğunu söylediler. Öğretmenin kim olduğunu bildikleri için, en şerefli yerlerin nerede olduğunu da biliyorlardı; fakat diğer öğrencilerin yaşını ve makamını bilmediklerinden, kendilerini nereye yerleştirmeleri gerektiğinden emin değillerdi; aksi taktirde İsa’nın bu benzetmede sözünü ettiği en arkaya geçme utancıyla karşılaşabilirlerdi. Türkiye’ye ilk taşındığımızda eşim evin hanımı olarak yerini çabucak öğrendi. Evin reisi olan ben kapının karşı tarafında otururken, eşimin sorumluluğu herkesin çay bardağını doldurmak olduğundan, kapıya yakın bir yerde ait olduğu mutfağa gitmeye hazır bir şekilde otururdu!
İsa utanç, onur ve himaye dünyasında yaşadı ama bu dünyayı altüst etti. Anlattığı bu benzetmenin anlamını çok güzel açıkladı: “Kendini yücelten herkes alçaltılacak, kendini alçaltan yüceltilecektir” (Luk. 14:11). Onuru insanlardan gelen övgü ve saygı olarak değil, ama Tanrı’dan gelen övgü ve onay olarak göstererek, onurun tanımını yeni baştan yapar. Bu dünyanın verdiği onur geçici ve aldatıcıdır ve nihayetinde bir yalan üzerine kuruludur. Gerçek onurun kaynağı Tanrı’dır ve Tanrı’nın gözünde iyi konumda olmak, hepimizin peşinden gitmesi gereken en büyük onurdur.
İnsanlar İsa’nın bir gözeten olduğunu anlıyorlardı çünkü birçok farklı yolla, bir gözeten gibi davranıyordu ama dünyadaki gözetmenlik sisteminin üzerine kurulduğu en temel varsayımı reddediyordu. Müjdelerin dördü de, öğretişlerini dinlemek ve hastalarına şifa dilemek üzere kırlara akın eden kalabalığa verdiği karşılığı kaydeder. Kuzeni Vaftizci Yahya’nın öldürüldüğünü henüz işitmiş olmasına rağmen – ki bu haber kendi ölümünün ön habercisiydi – onlara şefkat gösterdi ve hem fiziksel hem de ruhsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere kendini verdi. Akşam olduğunda hiçbir şey yemediklerini ve geri dönüp yiyecek bir şeyler bulmalarının zor olduğunu fark etti. Gerçek bir gözeten olarak hareket ederek, beş ekmek ve iki balıkla karınlarını doyurmak suretiyle onların ihtiyacını karşılama sorumluluğunu üstlendi. Halk bu mucizeyi O’nun “dünyaya gelecek olan peygamber olduğunun” işareti olarak algıladı ama bu yorumu, kendi önderlik ve himaye anlayışlarına göre yaptılar (Yu. 6:14-15). O’nu, kendilerine ekmek ve arenada gösteriler sağladığı sürece Nero’ya övgüler yükselten Romalı ayak takımı gibi, düzenli olarak ekmek sağlaması karşılığında kralları olarak ilan etmeye hazırdılar. Eğer İsa onları gözetecek ve düzenli olarak yiyecek sağlamayı garanti edecek olursa, bunun karşılığı olarak, O’nun yetkisi altına girmeyi ve O’na büyük unvanlar takmayı kabul edeceklerdi.
İsa egemenliğinin bu dünyadan olmadığını ve kalabalıkların sunduğu krallık önerisinin, kendisinin mesihsel misyonuyla tamamen alakasız olduğunu bildiği için, tek başına dağa çekildi. Güç ve popülerliğin tadını çıkarabilirdi ama bunlardan uzak durdu. Ertesi gün O’nu tekrar bulan halk hala ekmeğin peşindeydi (Yu. 6:26, 34). Onlara kendi egemenliğinin gerçek doğasını öğreterek – “Yaşam Ekmeği Ben’im” (6:35) ve “İnsanoğlu’nun bedenini yiyip kanını içmedikçe sizde yaşam olmaz” (6:53) diye konuştuğunda – onları sınadı. Kalabalık giderek küçüldü ve en sonunda küçük bir grup öğrencisiyle baş başa kaldı. Romalı gözetenler için sahip oldukları onurun büyüklüğü maiyetlerindeki kişilerin sayısıyla ölçülürdü. İsa için büyük kalabalıkların sunduğu övgülerin önemi yoktu; asıl önemli olan şey Babası’nın hoşnut olduğunu bilmesiydi.
İsa Dünyasal Gözetmenliği Reddeder
İsa tekrar tekrar dünyanın himayeye dayalı önderlik modeliyle, Babası’nın egemenliğindeki yetki arasında seçim yapmak zorunda kaldı. Bu denenmelerin en büyüklerinden biri, vaftiz olmasından hemen sonra ortaya çıktı – o anda Kutsal Ruh bir güvercin gibi üzerine indi ve göklerden gelen bir ses O’nun sevgili Oğul olduğunu ve Baba’nın O’ndan hoşnut olduğunu ilan etti (Mat. 3:17). Bu sözler Mezmur 2’deki, mesh edilen (ayet 2) ve Siyon’da oturan Kral (ayet 6), ulusları miras ve mülk olarak edinecek olan Tanrı’nın Oğlu (ayet 8) hakkındaki peygamberliğin gerçekleşmesiydi. İsa kulaklarında çınlayan bu muhteşem vaatle, Şeytan’ın Tanrı’dan kaynaklanan kimliğine yönelik şiddetli saldırısıyla denenmek üzere çöle gitti (Mat. 4:1-11). Şeytan O’nu iki kez aldatmaya çalıştı: “Tanrı’nın Oğlu’ysan, söyle şu taşlar ekmek olsun” ve “Tanrı’nın Oğlu’ysan, kendini aşağı at” dedi, “Çünkü şöyle yazılmıştır: ‘Tanrı, senin için meleklerine buyruk verecek.’” Bu çabalarının başarısız olduğunu gören Şeytan, yere kapanıp kendisine tapınırsa İsa’ya tüm dünya krallıklarını ve görkemini vermeyi vadederek doğrudan saldırıya geçti. Luka Şeytan’ın İsa’ya “bütün görkemiyle dünya ülkelerini göstererek ….bütün bunları sana vereceğim” dediğini kaydeder (Luk. 4:5-6).
Vaftiz olduğunda, Babası Mezmur 2’den alıntı yaparak İsa’ya ulusları vadetmişti; şimdiyse Şeytan, bütün görkemi ve yetkisiyle aynı ulusları vadediyordu. Şeytan’ın bu vaadi gerçekten yerine getirip getiremeyeceğini merak ediyor olabiliriz ama o anda İsa’nın önünde alınması gereken kesin bir karar vardı: ulusları Babası’nın yetkisini Babası’nın isteğine göre kullanıp Babası’na itaat ederek mi miras alacak ve bunun sonucu olarak da, Babası’nın görkemiyle mi ödüllendirilecekti? Yoksa Şeytan’a bağlılık yemini ederek, yetkisine boyun eğip işlerini gerçekleştirmek için Şeytan’ın yetkisini mi kullanacaktı? Kime boyun eğecek, yetkisini ve gücünü kimin adıyla kullanacaktı? Kimin görkemini arayacaktı? İsa hiç duraksamadan, anında ve kesin bir yanıt verdi: “Çekil git, Şeytan! ‘Tanrın Rab’be tapacak, yalnız O’na kulluk edeceksin’ diye yazılmıştır” (Mat. 4:10). İsa itaat, alçakgönüllülük ve hizmet yolunu seçti. Yaşantılarımızda alacağımız en önemli karar, kime boyun eğeceğimizdir; hepimiz belli kişilere veya ideolojilere bağlanırız ve eğer hiç kimseye boyun eğmediğimizi söyleyecek olursak kendimizi aldatırız. Aslında gururla kimseye boyun eğmediğimizi iddia edersek, yaptığımız şey kendimizi tahta çıkartmak ve böylece, aynen Şeytan’ın bizden istediği şeyi yapmak olur!
Şeytan İsa’dan kendi önünde eğilerek tapınmasını istedi ve bunu yapması karşılığında İsa, üzerine iyilikler bahşedeceği gözetileni olacaktı. Burada tapınma için kullanılan Grekçe sözcük proskunesis’tir ve harfi harfine çevrildiğinde “elini öpmek üzere diz çökmek” anlamına gelir. Bu sözcük Eski Antlaşma’nın Grekçe çevirisi olan Septuagint’te sık sık kullanılır ve neredeyse tamamen Tanrı’ya tapınmayla alakalıdır. Fakat Ester kitabında, Pers imparatorluğu saraylarında görülen bir uygulamayı tanımlamak üzere kullanılmıştır – örneğin, Kral Ahaşveroş’un hizmetkârlarının kötü Haman’ın önünde eğilip yere kapanmasını tanımlayan sözcük proskunesis’tir (Est. 3:2).
Ester’in günlerinden yaklaşık 150 yıl sonra proskunesis uygulaması son derece tartışmalı bir konu halini aldı. MÖ 328’de Büyük İskender, günümüzde kuzey Afganistan olarak bildiğimiz bölgeyi ele geçirmeye hazırlanıyordu. Bir akşam, her zaman yaptığı gibi, kendisiyle birlikte olanlar için içkili bir parti düzenledi. Ancak bu kez farklı olan bir şey vardı; İskender kendi şerefine herkesin bir bardak şarap kaldırmasından sonra, onlardan proskunesis yapmalarını da istedi. İskender iki yıl önce MÖ 330’da, Darius’u mağlup ederek Persepolis’i ele geçirmiş ve Pers kültür ve geleneklerinden gitgide etkilenir olmuştu. Geçen süre içinde giderek artan sayıda Persli saray hizmetine girmişti ve bu kişiler doğal olarak, yeni efendilerine saygı göstermek üzere yere kapanıp ellerini öperlerdi. Şimdiyse İskender, kendisiyle birlikte Makedonya’dan gelen yurttaşlarının da aynı şeyi yapmasını istiyordu.35
Sıra Aristo’nun büyük yeğeni olan Kallisthenes’e gelene kadar, hepsi sırayla ayağa kalkıp kendilerinden istenen şeyi yaptılar. Kallisthenes İskender’in ordusuna resmi tarihçi olarak katılmıştı ve Grek kültür ve değerlerinin tam bir koruyucusuydu. İskender barbar Persleri aşağıladığı sürece, onu methetmekten hoşnuttu ama artık onların geleneklerini benimsemeye başladığını gören Kallisthenes, durumu tekrar değerlendirmeye başladı. Grekler için proskunesis sadece tanrılara tapınmada kullanılırdı ve bir Grek’in bunu bir insana sunması son derece aşağılayıcıydı. İskender’in kendisine bir tanrı olarak tapınılmasını isteyip istemediğinden emin olamayız ama büyük ihtimalle emrindeki herkesin aynı standartları izlemesini istediğini söyleyebiliriz. İskender bir anlamda eşitlikçi Batı ile hiyerarşik Doğu arasındaki keskin kültür çatışmasıyla baş etmeye çalışıyordu. Kallisthenes’in İskender’i proskunesis’le onurlandırmayı reddetmesi ilişkilerinin sonu oldu ve kısa bir süre sonra da, kendisinin yetiştirdiği bazı uşaklar tarafından gerçekleştirilen başarısız bir suikast girişimini körükleyen kişi olarak suçlandı. Kallisthenes’in hunharca idam edilmesiyle, İskender’in öğretmeni Aristoteles’le arası bir daha düzelmemek üzere bozuldu. Birbirleriyle çatışan kültür ve yetki anlayışları o günlerde de, bugün olduğu kadar tehlikeliydi.
Eğilip el öpmek Asya’da hala çok yaygındır. Türk çocuklar için dede ve ninelerinin ellerini saygıyla öpmek ve karşılığında şeker ya da harçlık almak mutluluk veren bir gelenektir.
İkinci Dünya Savaşında İngiliz askerlerin, huzurlarında eğilmedikleri için kendilerini esir alan Japonlar tarafından ölesiye dövülmeleri çok trajik bir durumdu. Japonlar için önlerinde eğilmeyi reddetmek gurur dolu bir saygısızlık işaretiyken, İngilizler içinse aşağılanmanın bir fazlasıydı. Bununla vurgulamaya çalıştığım şey, bir kültürün veya dünyaya bakış açısının bir diğerinden daha iyi olduğu değil, İsa için Şeytan’a tapınmanın, onun yetkisine boyun eğmenin ve onun değerlerini kabul etmenin ifadesi olduğudur.
Dünya önderleri Mezmur 2’de Rab’be hizmet etmeleri ve öfkelenmemesi için “ayaklarını öpmeleri” konusunda uyarılırlar (Mez. 2:12). İsa Şeytan’ın sunduklarını reddedip Babası’nın isteğini kusursuz bir şekilde yerine getirmeye devam ettiği için, uluslar tüm yetkileri ve görkemleriyle birlikte kendisine verilmişti. Şimdiyse bu ulusların kralları, kendi yetkilerine dört elle sarılmayı mı, yoksa Oğul’a hizmet ederek ve tapınarak O’nun egemenliğini kabul etmeyi mi seçeceklerine karar vermeliydiler. İkinci seçenek Oğul’un bereketlerine, ilk seçenek ise Oğul’un öfkesine neden olacaktı.
İsa öğrencilerini dünyanın yetki, onur ve güç anlayışına uymamaları için tekrar tekrar uyardı. Herkes gibi onlar da, İsa’nın Mesih olarak kuracağı egemenliğin, nefret edilen Romalı baskıcıları mağlup ederek, doğruluk ve esenlik sağlayacak bir yönetimi kuracak büyük bir siyasi güç ve askeri kudret olacağını varsayıyorlardı. İsa Yeruşalim’e doğru son yolculuğuna başladığında heyecan gitgide artmaktaydı. Öğrenciler bu yeni rejimde ne gibi rolleri olacağı hakkında spekülasyonlar yapmaya başladılar. Teyzesi Salome’nin oğulları olan Yakup ve Yuhanna İsa’nın kuzenleri oldukları için önemli konumlara getirileceklerini bekliyorlardı. Anneleriyle birlikte İsa’ya gidip egemenliğindeki en önemli ikinci ve üçüncü konum olan İsa’nın sağında ve solunda oturmaya talip oldular (Mat. 20:20-28; Mar. 10:35-45). Bugünün anlayışıyla Maliye ve Savunma Bakanı konumlarını arzuluyorlardı. İsa’nın görkeminden pay istiyorlar, kendi anlayışlarına göre elde edecekleri unvanı, maddi kaynakları, çevrelerinden eksilmeyen maiyeti ve makamın getirdiği nimetleri düşünüyorlardı. Diğer on öğrenci bu planı işittiklerinde haklı olarak öfkelendiler. İsa hepsini bir araya getirerek diğer uluslar gibi olmayı arzuladıkları için onları azarladı. O ulusların yöneticileri maiyetindekilere “ağırlıklarını hissettirirler”, güç ve makamlarını göstermek için emirler verip dururlar. Onların üzerinde sahip oldukları yetkiyi sert, kontrol edici ve baskıcı bir şekilde kullanmaktan zevk alırlar. Daha yüksek bir prestije kavuşmak üzere üst makamlara ulaşma yarışına girerler. Oysa Tanrı’nın egemenliği, yücelik hizmetten geldiği ve mükemmelleşme arzusu herkesin kölesi olmaktan kaynaklandığı için, tamamen farklıdır. İsa misyonunu bu şekilde algıladı – yani hizmet edilmeye değil, yaşamını insanlar uğruna bir fidye olarak vermeye varacak kadar, hizmet etmeye geldi.
İsa en büyük eleştirilerini dindar elit kesime yönlendirdi; çünkü onlar Tanrı’nın adını ve yetkisini, önderlik suiistimalinin en zehirleyici şekli olan, kendilerini ön plana çıkarmak üzere kullanıyorlardı. İsa’nın Yeruşalim’e vardıktan sonra tapınakta para bozanları kovması, din bilginleri ve Ferisilerle gireceği en büyük ve son yüzleşmeyi tetikledi. Girdiği detaylı tartışmanın sonunda, Davut Oğlu’nun Tanrı’dan başkası olmadığını göstererek onları susturdu ve can yakıcı bir suçlamayı doğrudan onlara yöneltti (Mat. 23:1-12).
Onlara yönelttiği en büyük suçlama, başlangıçtan beri yaptığı başlıca eleştirilerden biri olan iki yüzlülüktü. Söyledikleriyle yaptıkları birbirinin aksiydi. Başkalarından ağır yükleri sırtlamalarını istemelerine rağmen, kendileri ne bu yükü taşıdılar ne de onların taşımasına yardım ettiler. Musa’nın yasasını analiz etme ve ayetleri yorumlama konusunda uzmandılar ve başkalarına yönelik buyrukları öğretirken ikna ediciydiler. Etüt odasında ve kürsüden konuşmakta başarılıydılar ama sahip oldukları bilginin ve hitabet becerilerinin yeterli olduğunu düşünüyorlardı. Yaşamları ağızlarından çıkan sözlerle uyuşmadığı ve uyuşamadığı için, bu sözler zehir dolu yalanlar halini aldılar. Dini açıdan gösterdikleri performans harikaydı, ettikleri dualar uzun ve muhteşemdi (Mar. 12:40) ve ne kadar ruhsal olduklarını çok güzel sergilerlerdi. Böylesi bir dindarlığın arkasındaki gerçek motivasyon, onur ve saygıya duydukları açlıktı. Elbette böylesi bir suçlamayı öfkeyle inkâr ederlerdi ve belki de, kendileri bile davranışlarının çoğunluğunun insanların övgüsünü alma arzusundan kaynaklandığının farkında bile değillerdi.
Dini inançlarımız bir sahne üzerinden halka sunulduğunda, o andan itibaren kaçınılmaz olarak bir gösteri / icraat halini alacağından, tehlikeye maruz kalırız. Sahnede olmak haklı olarak, sunum yapma becerilerini, sesimizi nasıl kullanmamız, dinleyicilerle nasıl iletişim kurmamız, mesajımızı nasıl ikna edici ve etkin bir hale sokmamız gerektiğini öğrenmemizi gerektirir. Bunun tehlikeli tarafı, alkış beklememiz ve ön plana çıkmaktan tat almamızdır. Farkında olalım veya olmayalım, egomuz pohpohlanmaktan hoşlandığı için sahne varlığımıza yaraşır bir tutum geliştiririz. Cezbettiğimiz ilgiye bilinç altından verdiğimiz karşılıkla, vaazlar gitgide uzunlaşır ve kardeşlerin önünde yönettiğimiz tapınma zamanı daha yoğun bir hal alır. Eleştiri alana veya yerimize bir başkası geçene kadar olup bitenlerin farkında bile olmayabiliriz – ve o an verdiğimiz öfke veya kıskançlık dolu tepki, dini gayretimizin arkasındaki gerçeğe bizi uyandırmalıdır. Kendimize ve herkese, her şeyi Tanrı için yaptığımızı söyleriz ama aslında kendimiz için yaparız.
Din bilginleri ve Ferisilerin derinden arzuladığı onur unvanlarla ifade edilirdi. İsa’nın verdiği örnekler öğretmen, baba ve önderdir (Mat. 23:7-10). Bu durum eşitlikçi Batı toplumunda büyük bir sorun arz etmez; çünkü resmiyetten uzak olma sevgimiz, birbirimize unvanlarla saygı göstermemizi büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Dedem en eski arkadaşlarına bile soyadlarının önüne koyduğu “bey” unvanıyla hitap ederdi. Günümüzdeyse bazı çocuklar anne babalarına adlarıyla seslenmekteler.
Eşim Lena’yla tanıştığım yer olan Kutsal Kitap okulunun müdürü, öğrencileri tarafından 2 metrelik boyu nedeniyle “nazik dev” olarak anılan ve ülke çapında müjde gerçeğine olan bağlılığı, bilgisi ve aynı zamanda lütufkâr duruşuyla tanınan Rev. Dr. Geoffrey Grogan’dı. Nikahımızı o kıymıştı ve Türkiye’de on beş yıl yaşadıktan sonra İskoçya’ya geri döndüğümüzde onunla tekrar görüşme fırsatımız oldu.
Ona “Nasılsınız Bay Grogan?” diye sordum.
Hitap tarzımın resmiliğinden utandığı bariz olarak, “Oh, lütfen bana Geoff de” diye karşılık verdi.
“Size Geoff diye hitap etmem mümkün değil” diye karşılık verdim, “Bize öğreten ve sonra da evlendiren kişisiniz siz.”
Orta Doğu’da geçirdiğim onca yıldan sonra uygun bir unvan kullanmadan ona olan saygımı ifade etmem olanaksızdı.
Ankara’da yaşarken, yaşça benden küçük olan Türk imanlılar bana ağabey diye hitap ederlerdi. Aradan geçen yıllardan sonra bana amca diyerek takılmaya başladılar. Bu değişim sağlıklı bir saygıdan kaynaklanıyordu ve beni ne kadar yakın gördüklerine işaret ediyordu. İsa’nın öğrencilerine, yaşlı olanları onurlandırmak için samimiyet ifade eden terimleri kullanmamalarını söylediğine inanmıyorum; ama utanç ve onura dayalı bir kültürde yetişmiş olan biri olarak onları, bu gibi unvanlarla kendi önemlerini öne çıkartma isteğinin, fark edilmesi güç olan tehlikesi hakkında uyarıyordu. Unvanlar zevk ve gurur kaynağı, başkalarını daha küçük göstermek üzere gösteriş aracı halini aldığında, lekelenir ve bozulurlar.
İsa sözlerine din bilginleri ve Ferisiler hakkında yaptığı yedi “Vay halinize” ile devam etti (Mat. 23:13-36); çünkü dini kendi onurları için kullanmaları, hizmet etmeleri gereken kişiler üzerinde felaket niteliğinde sonuçlara yol açmıştı. İsa onları, ruhsal anlamda aç olanların yoluna sürçme taşı oldukları için, Göklerin Egemenliğinin kapılarını insanların yüzüne kapamakla suçladı. Yahudi olmayan birisini dinlerine döndürmek üzere büyük çaba sarf ettiklerini, ama bunu büyük ihtimalle kendi şöhretlerini arttırmanın bir yolu olarak gördükleri için o kişiyi kendilerinden daha kötü bir hale getirdiklerini söyledi. İnsanları yoldan çıkaran kör kılavuzlar gibiydiler. Son olarak da gerçek Tanrı’nın sözünü duyurarak onların konforlu krallıklarını tehdit eden peygamberleri, bilge kişileri ve din bilginlerini öldürdüler.
Din bilginlerini ve Ferisileri yaptıkları yanlışlar yüzünden yargılamadan önce, onların koltuğuna ne kadar yakın olduğumuzu görmek üzere kendimizi dikkatle gözden geçirmeliyiz. Daha önce Bulgaristan ve Orta Asya’daki kötü önderliklerin nasıl kiliselerin yok olmasına neden olduğundan bahsettim. Aramıza yeni imanlılar katıldığında seviniriz ama kiliselerden uzaklaşan onca kişi için ne dereceye kadar suçlanabiliriz? Hiç şüphesiz farklı motivasyonlarla aramıza katılanlar ve öğrenci olmanın bedelini fark ettiğinde kiliseden ayrılanlar olacaktır. Ancak sık sık kilisede uğradıkları hayal kırıklıklarından dolayı kiliseden uzaklaşan birçok kişi de vardır. Tanrı’nın sevgi mesajını ve İsa’nın lütuf dolu muhteşem yaşamını işiten bu kişiler, kilisenin de aynı ruhla dolu bir topluluk olmasını bekliyorlardı. Oysa bunun yerine ikiyüzlülük ve çıkarcılık bulduklarını söylerler ve sık sık en büyük şikayetlerini önderlere yöneltirler. Bazen yeni bir imanlı kazanırız ama sonunda o kardeş işlev görmez bir hal alır, ailesinden uzaklaşır, Tanrı’ya ve kiliseye karşı acılık duyar – “kendimizden iki kat cehennemlik olur”. Tanrı’dan yüreklerimizi alçaltmasını istememiz, kendimizi onurlandırma çabaları, O’nun adını karalamayla sonuçlanmasın diye son derece önemlidir.
Üç yıl boyunca İsa’yla yaşamalarına ve öğretişlerini dinlemelerine rağmen, öğrencilerinin O’nun mesajını hala anlamamış olmaları çok şaşırtıcı bir durumdur. İsa’nın Rabbin Sofrası’ndaki ekmeğin bedenini ve şarabın kanını simgelediğini açıklamasından hemen sonra, aralarında kimin en büyük olduğunu tartışmaya başladılar (Luk. 22:24-27). Az önce onlara aralarından birisinin kendisini ele vereceğini söylemişti ve belki de bu hain hakkındaki konuşmaları, birbirlerini suçlamaya dönüşmüş olabilirdi. Bencillikleri öylesine hayret vericidir ki! Belki ortaya çıkmak üzere olan krizin ciddiyetini anlamıyorlar ve hala İsa’nın sağında ve solunda oturma hayalleri kuruyorlardı. İsa bir kez daha halihazırda onlara öğrettiklerini– insanlar üzerinde baskı kurma ve “velinimet” ya da “gözeten” gibi unvanların peşinden gitme isteğinin, Yahudi olmayanlara ait bir özellik olduğunu hatırlatmak zorunda kaldı. Tanrı’nın gerçek halkı arasında en büyük olan kişi, aynen İsa gibi, makam peşinde koşmayan ve başkalarına hizmet edendir.
Öğrencileri, egemenliğinin öz doğasını kavramakta zorlanmalarına rağmen, İsa onları onayladı ve onlara güvendiğini ifade etti. Egemenliğindeki sofrasında kendisiyle oturma ayrıcalığına sahip olacaklarını vadetti. Ayrıca yargı günü geldiğinde yargılayarak, egemenlik yetkisini kendisiyle paylaşacaklarını da söyledi (Luk. 22:28-30). Bu yetki paylaşımının hala kendi konum ve makamlarını daha çok parlatacağını düşünüyor olmalarına rağmen, İsa gelecekte, yargıç olarak hareket etmeleri için ihtiyaç duyacakları bilgelik ve tarafsız adaletle, gerçek yetkiyi kullanacaklarını da sözlerine ekledi.
İsa bundan nasıl emin olabilirdi? Yüreklerinde böylesi bir köklü değişim nasıl oluşabilirdi? İnsanlar nasıl değişir?