Filipi’de yaşam
Pavlus MS 50’lerde Troas’tayken, Korint’te yaşanan zor dönemden yaklaşık beş yıl kadar önce, müjdeyi paylaşma macerasındaki bir sonraki adımın ne olacağını sezmeye çalışıyordu. Bir akşam gördüğü güçlü bir görümde, Makedonyalı bir adam “Makedonya’ya geçip bize yardım et” diye seslendi (Elç.16:9). Pavlus yanındakilerle birlikte hiç oyalanmadan, Makedonya’nın başlıca kenti olan Filipi’ye giden bir gemiye bindi ve kendisini tamamen farklı bir kültürün içinde buldu.
Filipi Pavlus’un yaşadığı kentler arasında Roma kültürüne en çok sahip olandı. Bu kent MÖ 42’de Julyus Sezar’a yaptıkları suikastın intikamını almak üzere Brütüs ve Kassius’e karşı girdiği savaşı kentin hemen dışında kazanan Oktavian – daha sonra imparator Agustus adını almıştır –tarafından bir Roma kolonisi olarak kurulmuştu. Oktavian işsiz konumdaki bir sürü askeri Roma’ya geri götürmenin bir felaket olacağını bildiğinden, elindeki bunca askerle ne yapacağını bilemiyordu. Bu soruna bulduğu çözüm askerlerine bu kenti ve çevresindeki toprakları vermek oldu. O topraklarda yaşayan zavallı yerli halk ise yeni Romalı efendilerine yol vermek üzere evlerinden atıldılar ve resmi olmayan sosyal hiyerarşi içinde en alt seviyeye itildiler!
Filipi tam bir Romaydı. Büyük çoğunluğu Agustus’un askerlerinin soyundan gelen nüfus Roma’ya ve Roma kültürüne son derece bağlıydı. İmparatorluğun tamamına bakıldığında nüfusun yaklaşık yüzde 14’ü Roma vatandaşı olmasına rağmen, Filipi’deki arkeolojik buluntular bu oranın yüzde 40’a kadar çıkabileceğini gösterir.20 Kentin her yanında görülen taş yazıtların bolluğu, halkın kendilerini nasıl gördüğünü anlatan sessiz tanıklardır. Hepsi sosyal statülerinin ve cursus honorum, Onur yarışmasında nerede olduklarının fazlasıyla bilincindeydiler. Romalı yazar Çiçero’nun şu sözlerine yürekten katılırlardı: “Doğamız gereği onurlandırılmayı arzular ve buna açlık duyarız ve onurun ışıldayan küçücük bir parçasını gördüğümüz an, bunu edinmek adına katlanamayacağımız ve göze alamayacağımız hiçbir şey olamaz.”21 Ulaştıkları onur kamusal makam unvanlarıyla ifade edilir ve tipik bir yazıt şöyle bir şey olurdu:
Voltinia oymağından Publius oğlu, Publius Marius Valens, aedile olan Dekurion ve ayrıca Filipili Dekurion, oyunların sponsoru olan kutsal duumvir Antoninus Pius’un armalarıyla onurlandırılmıştır.22
Publius kimliğinden, ailesinden ve vatandaşlığından kaynaklanan onurla giriş yapar ve elde ettiği başarıları ve onurları sıralayarak devam eder. Filipi’deki yazıtların yaklaşık yüzde 50’si, tüm Roma vatandaşlarının ait olduğu oymaklardan biri olan Voltinia’dan23 söz ederdi ve bundan söz edilmesinin nedeni Publius’un Roma vatandaşı olduğunu vurgulamasıydı. Dekurionlar elit kesimindeki senatör ve süvariler altında kalan üçüncü seviyeye aittiler; aedile kamu işlerinden ve oyunlardan sorumlu kişiydi; duumvir (iki erkek) kentte güç sahibi olan önde gelen yargıçlardı. Publius bir keresinde oyunlara sponsorluk yaptığını da herkesin bilmesini istiyordu; kendi cebinden harcadığı paraların cömertliğini göstererek konumunu yükseltmesini amaçlıyordu. Onur kazanma yarışına katılmak ucuz bir seçenek değildi ama Romalılar için onur, servetten çok daha önemliydi ve servet sadece onur kazanmada kullanılan bir araçtı.
Pavlus, Silas ve Luka gemiden indikten sonra, müjdeyi duyurmak üzere Rab’bin kendileri için hazırladığına inandıkları fırsatları aramaya başladılar. Yeni bir yere vardıklarında genellikle ilk iş olarak Yahudi havrasına giderlerdi; fakat Filipi’de havra olmadığı için, nehir kenarında dua eden bir grupla karşılaştılar. Bu grubun önderi mor kumaş gibi lüks malzeme ticareti yapan Lidya’ydı. Tanrı Lidya’nın yüreğini müjde mesajına açtı ve Pavlus arkadaşlarıyla birlikte evinde kalmaya razı olarak gözetenliğini kabul etti.
Pavlus kentte dolaşırken falcılık ruhuna tutsak olan ve bu sayede sahiplerine çok para kazandıran köle bir kızın dikkatini çekti. Kız Pavlus’un peşinden gidiyor ve “Bu adamlar yüce Tanrı’nın kullarıdır, kurtuluş yolunu bildiriyorlar” diye bağırıp duruyordu. Bu durum günlerce sürdü ve sonunda bir gün Pavlus daha fazla dayanamadı. Kötü ruhların kendisinin ilettiği bildiriyi onaylamasına izin vermek istemeyen İsa’nın örneğini izleyen (Mar. 1:25) Pavlus, “İsa Mesih’in adıyla, bu kızın içinden çıkmanı buyuruyorum!” dedi.24
Bundan sonra her şey kontrolden çıktı. Kızın efendileri, kazanç umutlarının yok olduğunu görünce, Pavlus’la Silas’ı yakalayıp, büyük ihtimalle duumvir unvanına sahip yargıçların karşısına sürüklediler. Ardından Pavlus’la Silas’ın kazançlarına balta vurduğunu söylemek yerine, “biz Romalılar için benimsenmesi ve uygulanması yasak birtakım töreler yayıyorlar” diyerek tahrik edici suçlamalarda bulundular. Filipi halkının değer verdiği her şeyi baltaladıkları bu suçlama, kenti alt üst etti. Kan görmek isteyen kalabalıkla çevrelenen yargıçlar derhal Pavlus ve Silas’ın “giysilerini yırtıp sıyırarak değnekle dövülmeleri” buyruğunu verdiler. Bu ceza hafif bir dayaktan farklı olarak “ağır şekilde dövülme” için kullanılan teknik bir terimdi.25 Küçük düşüren ve son derece acı verici olan bu ceza asla bir Roma vatandaşına uygulanmazdı; fakat yargıçlar için önlerine getirilen bu kurbanlar, diyar diyar dolaşan önemsiz iki Yahudi vaizden başka bir şey değillerdi. Ardından onların zindanın dış bölmeleri yerine, “iç bölmesine” atılmalarını buyurdular. İç bölme kapkaranlık ve tuvalet ihtiyacı göze alınmayan leş gibi bir yerdi ve çok daha zorlu suçlular buraya atılırlardı. Alçaltılmanın ve utancın son adımı ayaklarının tomruğa bağlanmasıydı.26 Pavlus bu olay hakkında şu sözleri kullanmıştır: “Daha önce Filipi’de eziyet görmüş, aşağılanmıştık” (1Sel. 2:2). Birinci yüzyılda yaşayan bir adamın maruz kaldığı aşağılanma, fiziksel acıdan çok daha fazla acı verirdi.
Akla hemen Pavlus’un yargıçların önüne çıkarılır çıkarılmaz neden Roma vatandaşı olduğunu söylemediği sorusu gelir. Yeruşalim’deyken karşılaştığı benzeri bir durumda Roma vatandaşı olduğunu başlangıçta söylemiştir (Elç. 21:39) ve bunu yapması hiç şüphesiz, Roma vatandaşı olmanın büyük önem arz ettiği Filipi’deki savunmasında özellikle etkili olacaktır. Rapske ve Hellerman Pavlus’un yeni kurulmuş olan kilisenin hatırına, kendi haklarından bilinçli olarak vazgeçtiğini önerirler; çünkü Pavlus Roma vatandaşı olmasının getirdiği avantajlara sığınacak olsaydı, bu yeni inancın sadece vatandaşlar için olduğu izlenimini verebilirdi. İlk kilisedeki imanlıların çoğunluğunun başarılı vatandaşlardan değil ama yoksul kölelerden oluştuğunu biliyoruz: “Birçoğunuz insan ölçülerine göre bilge, güçlü ya da soylu kişiler değildiniz” (1Kor.1:26). Bu yeni imanlılar İsa’yı Mesih olarak kabul etmelerinin risk taşıdığını elbette biliyorlardı; korunma sağlamak için Roma vatandaşı olmaları gerekseydi, bu yol kendileri için uygun olmazdı. Pavlus’un müjdeye olan adanmışlığı o kadar büyüktü ki, bu küçük ve yepyeni imanlılar topluluğuna izlenecek bir örnek verme adına, kendi haklarından vazgeçmeye, utanç ve acıya katlanmaya hazırdı. Kendi güvenliğini ve şerefini bir kenara bırakarak onların zayıflığını ve utancını üstlendi.
Pavlus ve Silas başlarına gelen her şeye rağmen sevinçle doluydular. Leş gibi kokan karanlık içinde sırtlarına yedikleri kırbaçların açtığı yaralardan hala kan sızıyordu ama söyledikleri coşkulu övgü ilahileriyle diğer mahkumları uyanık tutuyorlardı! Ama gece yarısı olduğunda, Tanrı onları hiç beklenmedik şekilde bir depremle haklı çıkardı! Herkesin zincirleri çözüldü ve mahkumların hepsi toptan kaçabilirdi. Pavlus herkesin hala zindanda olduğunu söylediğinde, zindancı kendisini öldürmek üzereydi – çünkü görevini yerine getirememenin neden olacağı utanç ve cezaya katlanamazdı. Zindancı iman etti, onların yaralarını temizledi, besledi ve ailesinin diğer fertleriyle birlikte vaftiz oldu. Yargıçlar Pavlus ve Silas’ın Roma vatandaşı olduğunu öğrendiklerinde, sessizce olanların üstünü örtmeye çalıştılar ama Pavlus o zaman haklarını kullandı ve hak ettikleri açık özrü herkesin önünde aldılar. Durum tamamen tersine döndü ve bütün bu olanlar imanlılar için harika bir örnek ve teşvik oldu. Rab İsa Mesih’in Babası olan Tanrı, Pavlus’u içinde bulunduğu o büyük zorluktan kurtarabildiyse, hiç şüphesiz kendilerini de koruyabilirdi.27
Aradan on yıl geçtikten sonra bile – Pavlus Roma’da hapisteyken, Filipi’deki kiliseye yazdığı dostluk ve şükran mektubunda – oradaki imanlıların maruz kaldığı baskıcı Roma kültüründen kaynaklanan meydan okumanın hala bilincindeydi. Korint’te olduğu gibi, farklı sınıflara bölünmüş ve rekabetçi olan Roma modeli, kilisedeki birliğe öylesine ciddi bir tehdit oluşturuyordu ki, kaleme aldığı mektuptaki başlıca endişesi, kutsalları “Hiçbir şeyi bencil tutkularla ya da boş övünmeyle yapmayın. Her biriniz alçakgönüllülükle öbürünü kendinden üstün saysın” diyerek teşvik etmekti (Flp. 2:3). Alçakgönüllülük olumlu bir erdem olarak değil, kölelerden beklenen dalkavukça bir yaltaklıkla, içli içli konuşma havasına sahip bir özellik olarak görülürdü. Romalı bir beyefendiden beklenen gururlu özgüvenin tam tersiydi.
Pavlus mektubunun özü durumundaki 2. bölümde, elindeki en güçlü argüman olan Mesih İsa’nın örneğini kullanarak, O’nun gösterdiği alçakgönüllülüğü ve yüceltilmesini şiirsel bir dille anlatır:
Mesih, Tanrı özüne sahip olduğu halde,
Tanrı’ya eşitliği sımsıkı sarılacak bir hak saymadı.
Ama kul özünü alıp insan benzeyişinde doğarak
Ululuğunu bir yana bıraktı.
İnsan biçimine bürünmüş olarak ölüme,
Çarmıh üzerinde ölüme bile
Boyun eğip kendini alçalttı.
Bunun için de Tanrı O’nu pek çok yükseltti
ve O’na her adın üstünde olan adı bağışladı.
Öyle ki, İsa’nın adı anıldığında
Gökteki, yerdeki ve yer altındakilerin
Hepsi diz çöksün ve
Her dil, Baba Tanrı’nın yüceltilmesi için
İsa Mesih’in Rab olduğunu açıkça söylesin.
Bütün bunlar, Mesih’in alçakgönüllülüğünde daha derinlere inen adımların detayını verdiği için, Filipililerin rekabet etmekten hoşlandığı cursus honorum ortamının tam tersidir. İsa beden alıp dünyaya gelmeden önce Tanrı özüne sahipti, görkemli görüntüsü Tanrı’dandı. “Öz” için Grekçede kullanılan sözcük, İsa’nın gerçek görkeminin ortaya çıkarak, görünümünün değiştiğini tarif eden Matta 17:2’deki “morphe” sözcüğüydü. Yahudi yazar Philo “Tanrı’nın özü” ifadesini, bir tanrı olarak giyinen İmparator Kaligula’yı tarif ederken kullanmıştır.28
Kilise tarihi boyunca Mesih’in doğası hakkında yapılan tartışmalar yüzünden, bu konuyla ilgili soruları yukarıda verilen ayetlere dayandırma eğilimine gireriz. Bu ayetler Mesih’in kimliği hakkında son derece önemli bilgiler içermesine rağmen, metnin bağlamı odaklanılan başlıca konunun Mesih’in görkemi ve onuru olduğunu gösterir. Bu ayetleri, Mesih’in iki doğasının tek bir kişide nasıl bir araya geldiğini açıklayan Kalkedon ilmihalinin sırlarını ortaya çıkarmak üzere değil, çarmıhın hem o dönemde hem de şimdi yaşamakta olan imanlıların yaşamlarında arz ettiği önemi ve etkiyi anlamak üzere okumalıyız.
İsa Tanrı’ya olan eşitliğini dört elle tutunulması ve kendi yararına kullanılması gereken bir şey olarak görmedi. Pavlus’un yaşadıkları da çok çarpıcı bir örnek oluşturur: çünkü sahip olduğu Roma vatandaşlığını, acı çekmekten ve aşağılanmaktan kurtulmak üzere kendi avantajına kullanmak yerine, bir kenara bırakmaya razı oldu. Yani Mesih İsa, insanlığın en aşağı seviyesi olarak görülen bir köle gibi kul özünü alıp tanrısal görkeminden soyundu. Romalı bir filozof olan Dio Chrysostom şöyle demiştir: “Kölelik en aşağılık ve en sefil konumdur.”29 Mesih’in insan olması, tanrısal bir varlığın köle olarak en büyük aşağılanmaya maruz kalması anlamına geliyordu! Bu durum Filipi’deki Romalılara tamamen yabancı olan ve akıl almaz bir olaydı.
Kendini alçaltma süreci insan benzeyişinde doğmakla bitmemişti; Mesih’in alçakgönüllülüğü daha da öteye giderek, bir insanın alçalabileceği en düşük konuma – çarmıha kadar ulaştı. Çarmıh günümüzde saygı gösterilen dini bir simge halini aldığından, o dönemde ifade ettiği anlamın korkunçluğunu yeterince kavramakta zorlanırız.
Martin Hengel’in eski çağda çarmıha gerilme hakkında yaptığı harika çalışması, bunun ne kadar yaygın olduğunu gösteren bir sürü korkunç örnek içerir.30 Bir keresinde zengin bir adam kölelerinden birisinin, şölenden sonra sofrayı temizlerken tabaklarda kalan balık artıklarını yediğini öğrendiğinde, çarmıha gerilmesini buyurdu. Bununla göstermek istediğim şey çarmıha gerilmenin sıradan, gündelik bir olay ve çoğunlukla kölelere verilen bir ceza olduğudur. Roma kentinin dışında, bu işi ticarete döken kişiler tarafından gerçekleştirilen sıra sıra çarmıhları görmek normal bir şeydi ve birisinin çarmıha gerilmesi için ödenen para iki ekmek bedeline eşdeğerdi.
Çarmıha gerilme özellikle köleler için olup, bir açıdan onlara gözdağı verme, ama daha da önemlisi kişiyi aşağılama amacını gütmesiydi. Alay etme ve işkence sürecin normal parçalarıydı. Roma ordusu MS 70 yılında Yeruşalim’i kuşattığı ve kentin çevresindeki tepelerde yüzlerce tutukluyu çarmıha gerdiği zaman, askerler kurbanlarına gülmek için onları acayip şekillerde çarmıha çivilemekten zevk alırlardı. İsa’nın katlandığı kırbaçlar ve alaylar bu standart sürecin bir parçasıydı; çünkü çarmıha gerilmenin başlıca amacı, tüm itaatsiz köleleri hak ettikleri aşağılanmaya ve utanca gark etmekti. Bu nedenledir ki Müjde yazarları İsa’nın ölümünde, fiziksel acıların çok üstünde olan haksızlığı ve karşılaştığı hakaretleri vurgularlar; İsa’ya yöneltilen alayları ve hakaretleri detaylarıyla anlatırlar ama bedenine çakılan çivilerin neden olduğu acıdan söz bile etmezler.
Filipi’de yaşayanlar bu mektubu okuduklarında büyük bir şoka girmiş olmalıydılar. Kendisine tapındıkları Kurtarıcı ve Tanrı’nın Oğlu, onların küçümsediği ve korktuğu her şeye maruz kalmayı seçmişti. Pavlus bilinçli olarak onların dünyaya bakış açısını altüst ediyor, yeni bir örneğe ve yeni bir yaşam tarzına açık olmaları için yönlerini değiştirmeyi amaçlıyordu. Hiç şüphesiz kendisine yöneltilen “Romalılar için benimsenmesi ve uygulanması yasak birtakım töreleri yayma” suçlamalarını hak ediyordu. Pavlus Korint’te olduğu gibi Filipi’de de, kilisenin kültürünü içinde bulunduğu toplumun kültüründen köktenci bir şekilde farklılaştırarak yenilemeyi istiyordu.
Pavlus yargıçlar tarafından suçlu bulunduktan sonra herkesin önünde haklı çıkarıldığı gibi, İsa’nın ölümü de dirilişle, yani alçaltılma yüceltilmeye dönüşerek sonuçlanmıştı. Şiirinin son kıtasına geçen Pavlus tekrar onurlandırma dilini kullanarak dirilişin önemini açıklar. Tanrı O’nu pek çok yükseltti ve tüm yaratılış O’nun görkemini kabul etsin ve övgülerini söylesin diye, O’na diğer tüm onurların üstünde olan onuru bahşederek tüm adların üzerinde olan adı verdi. “Hepsi diz çöksün ve her dil …. Rab olduğunu açıkça söylesin” sözleri, tüm dünyanın İsrail’in Rab Tanrısı olan Yahve’nin, tek gerçek Tanrı olduğunu ve kurtuluşun sadece O’nda bulunduğunu kabul edeceğini bildiren Yeşaya 45:23’ten yapılan bir alıntıdır. Pavlus burada İsa’nın Rab olduğunu ve itaatle çarmıhın utancına katlandığı için, Tanrı adını ve onurunu paylaşan yüce görkeme tekrar kavuştuğunu ilan eder.
Bütün bunlar Pavlus’un Filipi kilisesi üyelerine, ama özellikle de önderlerine sunduğu bir mücadeledir. Pavlus’un kiliselere yazdığı tüm mektupların içinde sadece Filipililer mektubu özellikle önderlere hitap eder: “Mesih İsa’nın kulları ben Pavlus ve Timoteos’tan Filipi’deki gözetmenler ve görevlilerle birlikte Mesih İsa’ya ait bütün kutsallara selam!” (Flp. 1:1). Pavlus kilisedeki önderlerin içgüdüsel olarak, imanlılar üzerinde baskıcı bir yetki kullanmak, başkaları pahasına kendi itibarlarını arttırmak, kendi yüceliklerini parlatmak için itaat talep etmek suretiyle, iman etmelerinden önce yapmaya alışık oldukları gibi yönetmeye devam edeceklerini biliyordu. Böyle davranan önderler müjdenin özünü inkâr etmekte, çarmıhın anlamını boşa çıkartmaktadırlar. Çevrelerinde bir grup insan olabilir ama hiçbir zaman Mesih’in güç, yaşam ve sevgi Ruhuyla dolan gerçek kilise olamazlar.
Pavlus mektubunun 3. bölümünde başka bir endişesini dile getirir: Filipililerin sünnet yanlısı olanlar tarafından aldatılacağından korkmaktadır. Sünnet yanlısı olan bir grup Yahudi Hristiyan, Yahudi olmayan uluslardan gelen yeni imanlıların, Tanrı’nın halkı olmak istiyorlarsa sünnet olmaları ve Musa’nın yasasına uymaları gerektiğini öğretiyordu. Pavlus ise bu duruma kendi yaşam hikayesiyle karşılık verdi:
Sekiz günlükken sünnet oldum.
İsrail soyundan,
Benyamin oymağından,
özbeöz İbrani’yim.
Kutsal Yasa’ya bağlılık derseniz, Ferisi’ydim.
Gayret derseniz, kiliseye zulmeden biriydim.
Yasa’ya dayanan doğruluk derseniz, kusursuzdum. (Flp. 3:5-6)
Hellerman kısa kısa cümlelerden oluşan bu kıtanın, yazıt üzerine harfleri oyan ustanın sözcük kullanımını, özellikle de fiilleri, en aza indirgemek istemesine benzediğine işaret eder. Pavlus’un öncelikle kendisini tanıtan ve ardından yaptıklarını anlatan içerik, Filipi halkının çok sevdiği cursus honorum’u fazlasıyla andırır. Voltani oymağından olmak yerine, gerçek bir Yahudi olduğunu kanıtlayan Benyamin oymağından oluşuyla gurur duyar. Edindiği dini başarılar dikkat çekicidir ve Yahudi toplumundan saygı görmesini garantiler. Asıl şoke eden darbe, bunların hepsini çöp, süprüntü veya tortu gibi farklı şekillerde çevrilen skubalon olarak tanımladığı 8. ayette gelir. Pavlus sadece Mesih’te bulunan eşsiz doğruluğu kazanmak uğruna, dindar Yahudilerin gözündeki konumunu tamamen kaybetmeye hazırdır. Bütün bunlar 2. bölümde tarif edilen Mesih’in alçaltılmasının ve yüceltilmesinin, Pavlus’a uyarlanmış versiyonudur; Pavlus da Mesih’i tanımak ve “Tanrı’nın Mesih İsa aracılığıyla yaptığı çağrıda öngörülen ödülü kazanmak” (Flp. 3:14) için, geleceği parlak olan genç bir dini öğretmen olarak sahip olduğu konumdan vazgeçmişti. Pavlus, geçmişteki sosyal konumlarını Mesih’i tanımanın yüceliğiyle kıyaslandığında bir süprüntü olarak görerek, halihazırda karşılaştıkları sıkıntı ve dışlanmaları bir ayrıcalık olarak algılayabilecekleri ve yeni krallık değerlerine göre hareket etmeye başlayabilecekleri için, Filipili imanlılara önlerindeki örnekleri izlemeleri için meydan okuyordu.
3. bölümdeki bu kısım “doğruluk” kavramının, geleneksel bir anlayış olan Tanrı’nın huzurundaki konumumuz olmasından ziyade, sosyal anlamda bir aidiyete ve Tanrı’nın halkı arasında onurlandırılmaya işaret ettiğini ima eder. Reformasyonun başlangıcından itibaren, Protestan bilginler Pavlus’un Yahudiliğin öngördüğü - yasadaki tüm buyruk ve gerekleri yerine getirmek suretiyle kurtuluşu kazanma sistemindeki - “doğruluk işlerinden” özgür kılındığını söylediği konusunda hemfikir olmuşlardır. E. P. Sanders bu geleneksel anlayışa, birinci yüzyılda yaşamış olan Yahudi öğretmenlerin yazdıklarını inceleyerek ve bunlardan hiçbirinin yasayı yerine getirerek Tanrı’nın lütfunu kazanabileceklerini söylemediğini göstererek meydan okumuştur. Bu öğretmenlerin hepsi, Tanrı’nın antlaşma halkı olarak kabul edildiklerinin bir işareti olarak yasayı yerine getirdiklerine inanırlardı. Sünnet, Şabat günü ve yiyeceklerle ilgili yasalar Yahudi olmanın getirdiği harici işaretlerdi.31
Sanders’in bulguları üzerinde çalışan N. T. Wright ve diğer bilginler, Pavlus hakkında yararlı birçok detayı ortaya çıkaran “Yeni Perspektifi” geliştirdiler.32 Pavlus’un Galatyalılar mektubundaki aklanma ve doğruluk hakkındaki büyük argümanı, Petrus’un – Yeruşalim’den gelen kişiler tarafından – utandırılmasının sonucunda, diğer uluslardan gelen imanlılarla yemek yemekten kaçınmasıyla tetiklenmişti (Gal. 2:12). Pavlus öfkeliydi çünkü beraber yenilen yemek, sofradaki herkesin kabul gördüğünü ve aidiyetini ifade eden çok önemli sosyal bir olaydı. Petrus sünnetli olmayan imanlılarla yemek yemekten kaçındığında, bir Yahudi yasası olan sünnet, diğer uluslardan gelenleri topluluk dışı bırakan ve Tanrı halkının fertleri olduklarını inkâr eden bir işaret olarak kullanılıyordu. Pavlus argümanını, İbrahim’den “Bütün uluslar senin aracılığınla kutsanacak” (Gal. 3:8) vaadine inandığının bir işareti olarak sünnet olmasının istendiğini söyleyerek geliştirir. Tanrı’nın orijinal amacı diğer uluslardan gelenlerin de, Tanrı halkının fertleri olmasıyla kutsanmaları içindi; Musa’nın yasası, Mesih İbrahim’e verilen önceki vaatleri yerine getirene kadar, Tanrı halkına rehberlik etmesi için verilen geçici bir düzenlemeydi.
John Piper müjdeselci vaiz ve bilginlerin, “doğruluğun” Tanrı’nın huzurunda doğru olarak kabul görmekten ayrılamayacağı hakkındaki tartışmalarına katılır.33 Bu doğruluğun dini yasayı yerine getirerek mi, yoksa sadece Tanrı’dan gelen karşılıksız bir armağan olarak mı elde edileceği sorusu, hayati önem taşır ve Pavlus’un başlıca endişesidir.
Bu iki konumun eşit derecede kendisine özgü olduğuna inanıyorum. Bu konuyu Müslüman dünyasına aktararak örnekleyebiliriz. Tevrat yerine Şeriat vardır ama Muhammet sünnet, domuz etini yememek gibi yiyecek yasaları ve temizlik için abdest gibi kuralları dahil ettiğinden, bu ikisi yakından ilişkilidir. Tanrı’nın lütfuna erişmek için yapılan iyi işler Ortodoks İslam’ın temelidir; son yargı günü geldiğinde iyi işlerin kötü işlere karşı tartılması için, herkesin biri iyi, diğeri ise kötü işleri kaydeden iki meleği olduğu öğretilir. Kaç kere dua ettiğinin ve oruç tuttuğunun sayısı cennette tutulur ve hesabına aktarılır. Kadının örtüsüyle gizleyemediği her saç telinin hesabı tutulur ve cehennemde geçireceği zamana eklenir.
Şeriatın uygulanmasının önemli sosyal sonuçları da vardır. Sünnet olmamış bir erkek çocuk Müslüman olarak kabul edilemez. Yiyeceklerle ilgili yasaları yerine getirmemek kişiyi kirletir ve cemaat dışı edilmesini gerektirir. Ramazan ayında tutulan oruçların ardından teravih namazlarına katılmak, cemaatin üyesi olmanın önemli bir parçasıdır. Bunların ötesinde şeriatı yerine getirmek büyük onur kazandırır. Yaşlı kişiler hacı olmak için Mekke’ye gitmek isterler – bunun nedenlerinden biri yaklaşmakta olan ölümün ardından gelen yargıya karşı bir sigorta poliçesi olarak görülmesi, diğer bir nedeni ise, kendilerine büyük onur kazandırmasıdır. Hacdan döndüklerinde kendilerine ‘hacı’ unvanı verilir; yeni konumlarını ilan eden bir takke giyme hakkını kazanırlar; ve topluca yenen yemeklerde en iyi yerlere oturtulurlar.
Hiç şüphesiz yedinci yüzyıla ait bu örneği, Pavlus’un birinci yüzyılda yazdığı durumu yorumlamakta kullanamayız ama yine de yapılan işlere dayalı doğruluğun, toplum içinde onurlandırılmaya nasıl yol açabildiğini gösterir. Günümüzde buna benzer toplumlarda Hristiyan inancına sahip yeni topluluklar ortaya çıkmakta olduğu ve bu topluluklardaki önderler, içinde yetiştikleri kültürde yaygın olan bakış açısından etkilendikleri için, bunlar bugün de önemlidir. Hem kuralcı hem de onur-güdümlü dindar bir anlayışa sahip olduklarından, Mesih’te kurtuluşun kendileri için ne anlama geldiğini anlamaları gerekir. Artık bağışlanmış ve suçluluk duygusu altında olmayan, cezalandırılma korkusu taşımayan ve kendilerini ispatlamaya gayret etmeyen Tanrı’nın çocuklarıdırlar. Tanrı’nın çocukları olduklarından aynı zamanda Tanrı’nın ailesinin fertleridirler ve bu unvanı taşıma onuruna layıktırlar. Artık başkalarını alçaltarak kendilerine onur kazanmalarına, ya da başkalarını dışlayarak kendi makamlarını korumalarına gerek yoktur. Tanrı’nın lütfu Tanrı’yla ve aynı lütfu kendileriyle paylaşan kardeşlerle ilişki kurma şeklini tamamen değiştirir.