1980’lerde eşimle birlikte Ankara’da bir kilise kurulmasına yardım ettik. Süreç tahammül edilemeyecek kadar yavaştı. Kentte yirmi yıldan uzun bir süre boyunca yapılan tanıklıklardan sonra ortaya çıkan küçük topluluğumuz yirmi civarında üyeden oluşuyordu ve bu kardeşlerin birçoğu yeni kabul ettikleri inançlarında zorlanıyordu.
Daha sonra Bulgaristan sınırının ötesinden, Kutsal Ruh’un Millet olarak anılan Türkçe konuşan Roman halkı üzerine dikkate değer bir şekilde döküldüğüne dair harika haberler almaya başladık. İnsanların şifa bulduğu, hatta ölümden dirildiği haberleri itimat edilen kaynaklardan geliyordu. Hevesli imanlılar yeni kurulan kiliseleri dolduruyor ve 1995’e gelindiğinde önderler yeni kiliselerde on bin imanlının olduğu tahmininde bulunuyorlardı. Fakat on iki yıl sonra yapılan bir sayımda kiliselerde sadece altı bin üye tespit edildi. Nerede hata yapılmıştı?
Kilise kurma üzerine yapılan çalışmalar genellikle, olağanüstü büyüme hareketinin nedenlerini tespit etmek amacıyla başarı hikayelerine odaklanırlar. Oysa bazen kilisenin gerilediği dönemlere bakarak başarısızlıklarımızı incelemek de bir o kadar yararlı olabilir. 1990’ların baş döndürücü Bulgaristan’ında orada yaşayan Avustralyalı Richard ve Evelyn Hibbert adlı çift, yıllar sonra Bulgaristan’a geri dönerek kişilerin kiliseyi neden terk ettiklerini araştırmak üzere doktora çalışması yaptılar.8 Kişilerin kiliseden ayrılma nedenlerini pastörlere sormak yerine, kiliseden ayrılan kişilerin kendilerine sordular. Ortaya üç açık neden çıktı:
Konuştukları kişilerden bir tanesi hariç hepsi, artık kiliseye gitmemelerine rağmen hala İsa’ya inandıklarını söylediler. Bu kişiler inançlarını değil, kiliseyi terk etmişlerdi. Tek istisna eski inancına dönüp bir imamla evlenen kadındı!
Birçoğu Hristiyan yaşam tarzına uyum sağlamakta zorlandıkları için, kiliselerdeki diğer kişilerin kendilerini kabul etmediğini düşündüklerinden şikayet etti. Bu durumdan utandılar ve dışlanıp dedikodu konusu olmaktan korktular.
Kendileriyle konuşulan kişilerin yarısından fazlası Bulgaristan toplumunda, siyasetinde ve kiliselerinde görülen otoriter önderlik tarzını benimseyen pastörlerin, yüklerini ağırlaştıran tavırlarından şikayet etti. Bazı belli başlı sorunlar şunlardı:
Diktatörce önderlik tarzı. Pastörler kişilerin kendi izinleri olmadan başkalarını ziyaret etmesini bile yasaklayarak, artan ölçüde herkesi kontrol altına aldılar.
İlgi veya sıcaklık göstermemek. Pastörler kayıtsız ve uzak bir tutum takındılar ve zorluk çeken kardeşleri ne ziyaret ettiler ne de desteklediler.
Pastörler tek taraflı kararlar aldılar.
Suçlayıcı tavırlar. Pastörler davranışlarını onaylamadıkları kilise üyelerini vaaz kürsüsünden herkesin önünde kınadılar; zaman zaman sadece kendileriyle paylaşılan özel konuları uluorta herkese anlattılar.
Pastörler arasındaki rekabet. Pastörleri diğer pastörleri eleştirdiğinde ve onların hatalarını ortaya dökmekten zevk alırmış gibi göründüğünde, kilise üyeleri hayal kırıklığına uğradılar. Pastörler kentlerinde Tanrı’nın egemenliğinin geliştiğini görmek yerine, sanki sadece kendi kiliselerinin – ve kendilerinin – itibarını arttırmak istiyormuş izlenimi veriyorlardı.
Benzeri olaylar Kazakistan’ın doğusundaki Çin sınırı boyunca yaşayan Uygurlar arasında da görüldü. Komünizmin 1990 yılında çöküşüyle ortaya çıkan ekonomik kaos ve ideolojik boşluk dönemi, kilisenin tüm Orta Asya’da hızlı bir şekilde gelişmesine yol açtı. 1996 yılında o bölgedeki bir kentte, yüz imanlı, bir pastör ve topluluğun bir araya geldiği bir bina mevcuttu. 2010 yılına gelindiğinde bu kilise tamamen ortadan kalkmıştı. Deneyimli bir Hristiyan işçisi olan Phillip9 kiliseden uzaklaşan kişilerin birçoğuyla görüştü. Öğrendikleri Bulgaristan örneğindekine çarpıcı benzerlikler gösteriyordu:
Herkes Mesih’e olan inancında devam ediyordu. On dört yıl boyunca kiliseye gitmeyen bir hanım, Yehova Şahitlerine hiç tereddüt etmeden “Biz Hristiyanız ve sonuna kadar da öyle kalacağız!” dediğini gururla anlattı.
Kişiler kendilerini güvende hissetmedikleri ya da kabul edilmediklerini düşündüklerinden, kilise toplantılarına katılmak onları rahatsız etmeye başladı. Phillip şöyle açıkladı: “Olup bitenlerin çoğu dedikodu, insanların birbirine gücenmesi, kin tutma, af dileme ve uzlaşma için gerekli olan alçakgönüllülüğü gösterememekten ibaretti.”
Ortak şikayet kötü önderlikti. “Birçok kişi duyarsız şekilde söylediğini düşündükleri sözler yüzünden pastöre karşı öfkeliydiler.” Kilisenin başarısızlığı için sorumluluk üstlenmek yerine başkalarını suçladı.
Kilise katılımının gerilediğini gösteren bu her iki örnekte, aynı iki önemli faktörü görüyoruz: kötü toplumsal oluşum ve kötü önderlik. Bunlar arasında kötü önderlik daha temel bir sorundur çünkü herhangi bir grubun kültürü ve zihniyeti, önderlerinin sunduğu örneğe ve öğretişlere göre belirlenir. İyi niyetli pastörlerin, sürülerini öylesine tutarlı ve kötü şekilde başarısızlığa sürüklemelerine sebep olan şey nedir? Bunun sebebi, hiyerarşik kültürlerde yaygın olan gözeten-gözetilen modeliyle şekillenen önderlik anlayışlarında yatar.
Babaların kültürünüzdeki yeri nedir? Bazı İranlı ve Arap arkadaşlarım bana, babaları odaya girdiğinde oturdukları yerden ayağa kalkmaları ve babalarının yanında kesinlikle sigara içmemeleri gerektiğini söylediler. Babalarına saygı göstermek hayatın en önemli ilkesidir – ve bu durum babalarının istediği üniversiteye gitmeye ve sadece onun onayladığı, belki onun seçtiği kızla evlenmesine kadar varır. Babalarıyla bu şekilde ilişki kurmanın yararı, evlendikleri zaman ailenin, yeni evli çiftin evinin en modern eşyalarla ve en son moda mobilyalarla döşenmesini garanti eder.
Asya’da yirmi yıl boyunca yaşamış biri olarak, batılı ailelerde çocukların anne ve babalarına adlarıyla hitap etmesi beni şaşırtır. Bu çocuklar ergenlik çağına geldiğinde ebeveynlerin onların yaşamı üzerinde çok az denetimi varmış gibi görünür – üniversite ve eş seçimi hakkında tavsiyede bulunurlar ama bunları kesinlikle belirleyemezler. Batılı gençler daha ileri yaşlarda evlenmeyi tercih ettikleri için, iş güç sahibi olmuşlar ve evlilik maliyetlerine kendi ceplerinden katkıda bulunma imkanına kavuşmuşlardır. Ebeveynler yeni evlenecek çiftin ev kurma masraflarına katkıda bulunmaya hazır olmalarına rağmen, en son moda eşyaları satın almaktan kendilerini sorumlu tutmazlar.
Yetki herhangi bir sosyal yapının temel unsurudur. Yetki anlayışımız, erken yaşlardan itibaren babalarımız tarafından şekillendirilir. Babamızın annemiz ve kardeşlerimizle nasıl ilişki kurduğunu gözlemleriz; ağabey ve ablalarımızın bize nasıl davrandığı da anlayışımızı derinden etkiler. Son derece bireyci olan – kendi istediğim şeyi yapma meylinde olduğum, ne yapmam gerektiğini söyleyerek özerkliğimi ihlal eden kişilere içerlediğim ve başkalarının benim hakkımda düşündüklerine çok az aldırdığım - Batı toplumunun tersine, Asya ve Afrika’da yaşayanlar kendilerini aileleri ve daha geniş sosyal birimlerle çok daha yakından özdeşleştirirler. Bir aileye ait olmak çok önemli olduğundan, aile içindeki yetki makamına itaat ve saygı hayati önem taşır. Buna karşılık olarak aile de, fertlerinin ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu taşır ve eğer bunu gerçekleştiremezse bu durumdan utanç duyar. Ailenin şerefi tehlikededir ve toplum içindeki itibarı hayati önem taşır.
Bunun sonucu olarak, Güney ve Doğu genelinde en çok görülen önderlik modeli gözeten-gözetilen modelidir. “Hami / gözeten” sözcüğü Latincede pater (baba) sözcüğünden gelir ve gözetenler gözettikleriyle çeşitli yollardan ilgilenen yetkili makamlardır – bu yollar ekonomik destek sağlamak, söz sahibi kişilerle tanıştırmak veya ruhsal boyutta tavsiyeler vermek olabilir. Gözetilenler gözetenlerine sadakat, itaat ve övgüyle saygı göstererek karşılık verirler. Bu karşılıklı alışverişte gözetenler kendileri için en önemli olan şeyi – onur ve şeref – elde ederler ve gözetilenler de tehlikelerle dolu bir dünyada kendilerini gözeten birisi olduğunu bilmenin güvenini kazanırlar. Babalar öncelikli olan gözetenlerdir ama gözeten-gözetilen ilişkileri, tüm yetki makamları bu şekilde algılandığı için toplumların tamamında bulunur. Öğretmenler, işverenler ve siyasi önderler bu tip saygıya layık görülür ve onlardan yetkileri altındakilerle ilgilenmeleri beklenir.
Gözeten-gözetilen modelinin kendi başına yanlış olmadığını ve tarafları tatmin eden sağlıklı bir ilişki olabileceğini savunacağım. Ancak günahkâr yapımız göz önüne alındığında, bu modelin sık sık yozlaşıp suiistimal edici bir hal aldığını görmek şaşırtıcı değildir. İşte zehirli gözeten önderliğin on iki belirtisi şunlardır:
Gözeten önderler yetkilerini baskıcı ve kontrol edici yollarla kullanırlar.
Gözeten önderler, kendilerini izleyenlere yardım ettikleri için onların sadakatini satın aldıklarını düşünürler – ve bunun sonucu olarak da yaşamlarının her detayında itaat beklerler. Kiliseye dargın ve uzak olan Bulgaristan’daki imanlılar, pastörlerinin kimlerle görüşüp görüşemeyeceklerini bile buyurduğundan şikayet ediyorlardı. Bu pastörlerden bazılarının, Pavlus’un 1. Korintliler 5’teki kilise disipliniyle ilgili talimatlarını düşünmüş olmaları mümkündür. Oysa Pavlus çok ciddi – bir adamla üvey annesi arasındaki cinsel yakınlık gibi - günah örnekleri veya Hristiyan olduklarını iddia edenlerin günahkar bir yaşam tarzı sürdürmesi hakkında yazıyordu. Hiç şüphesiz “dünyadaki ahlaksızlardan” (1Kor. 5:10) söz etmiyordu. Eğer pastörler kendi yetkilerini zorla kabul ettirmek ve herkesi kontrol altında tutmak için topluluğundakilere başkalarıyla görüşmemeyi emrediyorsa, bu durum hem sorumluluklarını yanlış anladıklarını, hem de kutsallar arasında kutsallığı desteklemek amacıyla verilen Tanrı-vergisi yetkiyi suiistimal ettiklerini gösterir.
Gözeten önderler gözettiklerinin önemsiz konularda bile kendilerine danışmasını beklerler.
Gözeten önderler herhangi bir konuda kendilerine danışılmadığı veya bilgilendirilmedikleri zaman gücenirler ve bunların yapılmamasını hor görülme olarak algılarlar. Örneğin, bazı kilise üyeleri pastörlerine haber vermeden başkente gidip geldikleri için pastörleri tarafından soğuk bir şekilde karşılanmışlardır.
Gözeten önderler görev dağılımı yapmakta zayıftırlar.
Yetki gözeten önderler için özsaygının anahtarı olduğundan, bunu paylaşmakta zorlanırlar. Belli bir etkinliğin yönetimini bir başkasına verseler bile, yapılanlara engel olabilir veya karışabilirler ve hiç danışmadan veya değerlendirme yapmadan gemleri tekrar ele alabilirler. Bir keresinde benden bir müjdeleme etkinliği hazırlamam istenmişti. Normal zamanda etkinliğin yapılacağı yere vardığımda, önderimin bana hiçbir uyarı veya açıklama yapma ihtiyacı duymadan, takımı halihazırda bir araya getirip onlara hitap ettiği manzarasıyla karşılaştım. Kilisenin tamamı onun yetkisi altında olduğundan, bana önceden haber verme gereği olmadığını varsaydı. Öfkelendim ve kendimi küçük düşürülmüş hissettim! Bu tür davranışlar yeni önderlerin gelişimini boğar ve kendine olan güvenlerini azaltır.
Gözeten önderler eleştirileri bastırarak gerçeği sustururlar.
Aldıkları kararları sorgulayan ya da hizmetlerini eleştiren herkes, gözeten önderlerin makamına bir tehditmiş gibi görülür. Armağan sahibi ve gayretli genç birinin işlerin nasıl daha verimli şekilde yapılabileceğine dair önerilerde bulunması, pastörün o işi yapma şekline üstü kapalı bir eleştiri olarak görülür. Gözeten pastörler böylesi önerileri kendi şereflerine yapılan bir saldırı olarak gördükleri için, farklı konular hakkında konuşmak ve yeni fikirlere açık olmak yerine gücenirler ve memnuniyetsizliklerini ifade ederler – belki bu genç kişinin “ayaklarını yere bastırmak” için hizmetten uzaklaştırmaya bile kalkışabilirler.
Kilise üyeleri pastörün hikmetinin sorgulanmaması gerektiği beklentisini anlayınca, normal görünmeyen olgulara dikkat çekmeleri zor olur. Pastörün planının iyi gitmediğini görseler bile, hiç kimse bunu açıkça dile getiremez. Sonuç olarak nahoş gerçeğin yerini nazik bir uydurma alır. Belki bir süre için yüzeysel bir uyum olabilir ama er ya da geç tatsız gerçekler yüze çıkar.
Gözeten önderler uzak tutma ve dışlama yoluyla disiplin uygularlar.
Kişiler sık sık kiliseye geldiklerinde selamları alınmayınca pastörü gücendirdiklerini keşfederler. Hiçbir açıklama yapılmadan onları yola getirmek için uzak tutulurlar. Ortak kültürlerde grubun uyumu, bireysel kültürlerden daha önemli olduğu için, kişiler sözle ifade edilmeyen şeyleri işitmede ve sözsüz mesajları anlamada daha iyidirler. Fakat İsa bize şu öğüdü verir: “Eğer kardeşin sana karşı günah işlerse, ona git, suçunu kendisine göster. Her şey yalnız ikinizin arasında kalsın. Kardeşin seni dinlerse, onu kazanmış olursun.” (Mat. 18:15). Pastör bunu yapmamakla öğrenci yetiştirme sürecindeki çok önemli bir fırsatı kaçırır.
Kilise disiplini zor ve rahatsız edicidir. Bu konu Kutsal Kitap’a dayalı bir şart olmasına rağmen, sık sık gereğinden fazla sertlikle ve ağır bir elle uygulanarak, sorunları çözmek yerine yenilerini yaratır. Ortak kültürlerde bir grubun üyesi olarak kabul görmek daha önemlidir ve bu nedenle herkes kimin gruba ait “olup olmadığıyla” yakından ilgilenir. Kilise disiplininin doğru şekilde uygulanması sosyo-kontrol olarak yanlış anlaşılabilir ve kurallara dayalı yasacılık, geçmişteki alışkanlıklarından kurtulmaya çaba sarf eden yeni imanlılar için lütfun yerini alabilir. Bulgaristan örneğinde, imanlıların kiliseden ayrılmalarının başlıca sebeplerinden birinin bu olduğunu gördük.
Gözetenler diğer önder ve kiliselerle rekabet eder ve onları eleştirir.
Gözeten pastörler şeref ve itibarlarını kilisedeki konumlarından aldıkları için, kilise ne kadar büyükse, bulundukları makam da o kadar önemli demektir. Bu nedenledir ki, daha büyük bir kilisesi olan başka bir pastör rakip olarak görülür. Gözeten pastörler rahatsız olmalarını ve kıskançlıklarını diğer pastörü kötüleyerek veya haklarında dedikodu yaparak gidermeye çalışabilirler: “Elbette kardeşimizin hizmeti için Rab’be hamd ediyoruz. Ama bütün bu insanların niçin onun kilisesine gittiğini biliyor musunuz? Asıl sebep …..”
Gözetenler yetişmekte olan yeni önderleri bir tehdit olarak görürler.
Kral Saul genç Davut’un, girdiği savaşlarda edindiği zaferlerden kaynaklanan popülerliğini tehdit olarak algıladı. Benzer şekilde oturmuş pastörler de kendilerini, yeni fikirleri ve artan popülerliği olan yeni önderler tarafından tehdit altında hissedebilirler. Önderlerin en temel sorumluluklarından biri gelecek nesiller için yeni önderler yetiştirmektir ama kendi kimlikleri sahip oldukları konuma dayalı şereften kaynaklandığı zaman bunu yapmak zordur. Sonuçta gelecek vadeden genç önderler öne çıkmaktan ve başarı kazanmaktan bilinçli olarak alıkonurlar; buna bağlı olarak onlar da ümitsizliğe kapılabilir ve başka bir kilise başlatmak üzere– belki kendi yaşlarındaki bir grupla – kiliseden uzaklaşabilirler.
Dünyanın her yerinde Mesih’e iman eden büyük miktardaki İranlı kardeşler için Tanrı’yı yüceltirken, İran kiliselerinin aynı zamanda anlaşmazlık ve bölünmelerle tanındığını da unutmamalıyız. Oksnevad’ın İran kiliselerindeki uyumsuzluk hakkında yaptığı çalışma, İranlıların önderlerine büyük saygı ve sevgi duymasına rağmen, pastör-gözetenleri tarafından hayal kırıklığına uğratıldıklarında, adanmışlıklarının düşmanlığa dönüştüğünü ve onları incitmek amacıyla rakip kiliseler kurmaya başlattıklarını gösterdi.10
Dr. Arley Loewen başarılı bir öğrenci olan büyük bir İranlı güreşçinin hikayesini anlatır. Bu öğrenci bir gün ustasından öğrenebileceği her şeyi öğrendiğine karar verir ve ustasına Şahın önünde güreşmeye meydan okur. Güreşçiler gerçekten de birbirlerine denktiler ve güreşleri, ustası öğrencisine hiç göstermediği bir hareketi uygulayana kadar, sanki hiç son bulmayacakmış gibi görünüyordu. Öğrenci güreşçi “Bu hareketi bana öğretmedin!” diye karşı çıktı. Ustası ise “Sana bildiğim her hareketi öğreterek benden daha üstün olmana izin vermemi beklemiyordun herhalde?” diye sitem etti.11
Gözetenler zayıflığı kabullenemezler.
Şeref ve onurları sahip oldukları makama dayalı olduğundan, gözeten pastörler yetkilerini kaybetme korkusuyla bir şeyi bilmediklerini veya zayıf olduklarını asla kabul etmezler. Bir pastör kendisine yanıtını bilmediği bir soru sorulduğu zaman, “Bilmediğim bir şey olduğunu düşünmelerine izin veremem; yoksa bana öğretmenleri olarak saygı duymazlar” diyerek blöf yaptığını söylemiştir. Her şeyi bilirmiş gibi davranmak tehlikeli bir yoldur! Bu sorunun daha derin etkisi, gözeten önderlerin kendi sıkıntılarını güvendikleri bir kişiyle paylaşmakta ve ihtiyaç duydukları desteği almakta fazlasıyla zorlanmalarına yol açmasıdır.
Gözetenler şeffaflıktan ve hesap vermekten kaçınırlar.
Sorular meydan okuma ve sorgu tehdit etme olarak algılandığından, şeffaflık ve hesap vermekten kaçınılır. Bir hizmet organizasyonu Orta Doğu’daki bir kiliseye maddi destek vermişti. Birkaç yıl sonra kendilerine emanet edilen bu paranın nasıl kullanıldığını kilise önderlerinden öğrenmek üzere oraya gönderildim. Tavırlarında ve yanıt verirken kullandıkları ses tonunda aşikar olan kızgınlıktan, sorduğum soruların onların dürüstlüğünden şüphe ettiğimi hissetmelerine yol açtığını ve bundan utandıklarını fark ettim.
Gözetenler önderlik rolüne dört elle tutunurlar.
Kimliklerini sahip oldukları konumdan alan kilise önderleri, bayrağı bir başkasına aktarmayı aşırı derecede zor bulurlar. Her nasılsa, başka hiç kimse yeterince iyi görünmez; böylece yollarına aynen devam ederler! Sonuçta elde edilen ise, yeniliklere daha az açık olan veya kendi kör noktalarını göremeyen, gitgide yaşlanan önderler olacaktır.
Sık sık hizmetlerini teslim almaya güven duydukları tek kişi kendi oğullarıdır ve böylece önderlik babadan oğula geçen bir miras halini alır. Oğulları kendileriyle birlikte olduğu için, oğulun önderliği üstlenmesi tehdit olarak değil, kendi şereflerinin bir uzantısı olarak görülür. Bir işyerinin veya gayrimenkulün mirasçıya geçmesi normal olmasına rağmen – çünkü bunlar sahibinin haklı olarak vasiyet edebileceği şahsi mallardır – Tanrı’nın kilisesindeki önderlik, istediğimiz kişiye verebileceğimiz bir şey değil, Tanrı’nın armağanıdır. Buradaki en temel hata yine Tanrı’nın egemenliğini ve yetkisini kendi egemenliğim ve yetkimle karıştırmaktır.
Gözetenler sahip oldukları makamın sağladığı avantajları biriktirmek isterler.
Önderliğin makamsal simgeleri, bu rolle gelen şeref ve yüceliği sergiler. Önderin daha büyük bir evi, daha büyük bir ofisi, daha büyük bir arabası olması ve herkesten daha çok yurtdışına seyahat etmesi beklenir. Gayretle çalışmaya ve konumun getirdiği sorumluluğa yaraşan bir ödül olması uygundur fakat bu tür beklentiler, vaaz edilen mesajla çelişen bir yaşam tarzına yol açarak kendi içlerinde bir amaç halini alabilirler. Buna hesap verme eksikliği de eklenince, dürüst olmayan yollardan kendini zengin etme için sahne hazırlanmış demektir; bu durum sonunda düşüşe ve ruhsal yetki kaybına kadar varır.
“Özel ayrıcalıklar” alma beklentisi ruhsal, duygusal ve cinsel tacizlere yol açar. Pastörün ruhsal yetkisi ne kadar büyükse, üyeler de kendilerini onunla uygunsuz bir yakınlığa girebilecek şekilde, boyun eğmeye mecbur hissederler. Elbette bu tehlike sadece Güneyin geneliyle kısıtlı değildir; çünkü gücün yozlaşmaya yol açma eğilimi her toplum ve her kültürde mevcuttur. Roma Katolik Kilisesi, şeffaflıktan uzak yapısı ve papazlara verdiği ayrıcalıklar göz önüne alındığında hiç de şaşırtıcı olmayan – çeşitli cinsel taciz skandallarıyla kökünden sarsılmıştır. Dünyanın çeşitli yerlerindeki mega-kilise pastörlerinin karıştığı skandalları düşününce, biz Protestanların da daha iyi olmadığını görürüz.
Gözetenler çatışma ve duygusal baskılar altında tükenirler.
Bu pastörler kendilerini neredeyse imkansız bir konuma koydukları için birçoğu tükenmiştir. Makamlarını nasıl gördükleri ve görevlerini nasıl yerine getirdikleri neredeyse kaçınılmaz olarak başkalarıyla çatışmalara yol açar. Her şey yolundaymış görünümünü verme ihtiyacı onları, yardımlarına gelebilecek kişilerden uzak tutar ve bu da duygusal baskıyı arttırır. İçten bir adanmışlıktan esinlenerek ve son derece büyük bir gayretle çalışarak hizmetlerini devam ettirirler ama ödedikleri bedel çok yüksektir. Sık sık aileleri – ki genellikle durmak dinlenmek bilmeyen yaşam tarzlarından en çok kayba uğrayanlardır – dinlenmeleri ve yenilenmeleri için gerekli olan bir sığınak olmaktan uzaktırlar. Bütün bunlar birçok kişi için çok fazladır ve sadece az sayıda kişi çabalarını devam ettirebilir. Hizmetlerine büyük ümitler ve içten heveslerle başlayan birçok pastörün kendisini mağlup hissetmesi ve hayal kırıklığına uğraması bir trajedidir. Aslında bu durum, pastörlerine güvenen ama bu tür içtenlikten uzak dindarlıktan dolayı hayal kırıklığı içinde kiliselerden uzaklaşan imanlılar için daha da trajiktir.
Birçok gözetenin kontrol edici ve baskıcı olması, durumun her zaman böyle olduğu anlamına gelmez. Gözeten-gözetilen modeli kendi başına yanlış değildir ve sağlıklı, ilgi gösteren ve verimli ilişkiler için bir çerçeve oluşturabilir. Bosna’da yaşayan Brezilyalı bir Hristiyan olan Claudia’nın, bir kilise ihtiyarı olan babası hakkında çok güzel hatıraları vardır. Ailelerinin maddi durumu iyi olmamasına rağmen, yardım için kendisine gelen yoksul genç imanlıları kilerde bulabildikleriyle beslerdi.
Ailesi bu duruma sitem ederdi ama gençler ona yürekten minnettardı ve babasıyla görüşmeye gelerek birlikte Kutsal Kitap’ı çalışırlardı. Bu gençler, müjdeci olan kızı Claudia gibi, babasının değerlerini ve hizmetini benimsediler, müjdeye adandılar ve kiliseyi ayakta tutan direkler halini aldılar. Kendi konumunu öne çıkartmak için değil, içten bir ilgiyle, bencillikten uzak olarak kendisini onlara adayınca onların hamisi oldu. Kutsal Yazıları öğretirken ve Hristiyan değerlerini örneklerken sağladığı himaye, yiyecek bir şeyler vermekten çok daha fazlaydı. Genç adamların ona gösterdiği saygı, kesinlikle kendisine-hizmet amaçlı değil, içten ve özveriliydi; ve onun ilgi duyduğu davada ona yardım etmeye kendilerini adadılar.
Gerçek bir ilgi ve içten sadakate dayalı olan böyle bir ilişki, müthiş bir dönüşümlü öğrenci yetiştirme potansiyeline sahiptir. Değerler ve karakter yürekten yüreğe aktarıldığı için, yürek-bağlantısı ne kadar derin ve taraflar birbirine ne kadar açık olursa, bir yüreğin diğeri üzerindeki izi de o kadar büyük olur. Öğrenci efendisine teslim olur ve teslimiyet ne kadar büyükse, öğrenci efendisini o kadar örnek alır. Yetki konusunda fazlasıyla şüpheci olduğumuz için, “teslimiyet” sözcüğü Batılı kulaklarda tehlike çanları çalar ama bunun Kutsal Kitap’a uygun olduğunu belirtmek isterim. Elişa “İlyas’ın ellerine su dökerdi” (2Kr. 3:11), yani onun uşağıydı; ve İlyas gökyüzüne alındığında ruhundan iki kat pay aldı. İki kat pay almak en büyük oğulun ayrıcalığıydı ve Elişa, ruhsal babasının İsrail’de Baal’a tapınmayı sona erdirme misyonunu devam ettirerek oğulluğunu kanıtladı. Timoteos Pavlus’un “öz” oğlu gibiydi (1.Tim. 1:2) ve Pavlus’a olan teslimiyeti sünnet olmayı kabul etmeye kadar gitti!
Gözeten-gözetilen ilişkileri bir zamanlar Batı’da da yaygındı ama artık küçük nüansları nasıl ele almamız gerektiğini unutmuş bir haldeyiz. Kendi özerkliğimize çok fazla değer verdiğimizden teslimiyetin içerdiği derin yakınlığa, kişisel gizliliğin azalmasına ve şahsi teslimiyete direniriz.
Onurlandırıldığımız zaman kendimizi garip hissederiz ve iyi niyetle yapılan övgüler bile kulağımıza pohpohlamak gibi geldiği için bizi rahatsız eder. Birisi bize hizmet ettiğinde utanırız. Bunun sonucu olarak ortak kültürlere sahip ülkelerde, tam zamanlı bir Hristiyan hizmetlisi, öğretmen, iş insanı veya kâr amacı gütmeyen bir organizasyon müdürü gibi rolleri üstlendiğimizde, çevremizdekilerle girdiğimiz ilişkiler sık sık karşılıklı olarak, birbiriyle örtüşmeyen beklentilerin neden olduğu hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Sahip olduğumuz pasaportlar ve genellikle elimizin altında olan kaynaklar nedeniyle, kaçınılmaz olarak gözeten olarak görülürüz ama bu rolün getirdiği ayrıcalık ve sorumlulukları anlamayız. Saygı dolu hoş sözler kulağa samimiyetsiz gelir; yardım isteklerinin kurnazlıkla ifade edilen birer zahmet olduğu düşünülür; herkes bizi kullanmaya çalışıyormuş gibi gelir ve bıkkın ve şüpheci bir hal alırız. Elbette o kültürden gelen yerel arkadaşlarımız da, verdiğimiz sinyalleri yanlış anladıkları ve yerine getirilemeyecek türden beklentilere sahip oldukları için benzeri hayal kırıklıklarına uğrarlar. Aynı zamanda – gözeten-gözetilen ilişkilerine ait kurallara aşina olmadığımız için – kendimizin vicdansız kişiler tarafından aldatılmasına ve kullanılmasına fırsat veririz. O kültürdeki bir yabancı olarak, kişilerin motivasyonlarını yerliler kadar doğru şekilde ayırt edemeyiz ve bunun sonucu olarak da saf ve enayi olarak görülürüz.
Afrika’daki tecrübeleri üzerinde düşünen Del Chinchen, biz Batılıların bu tür ilişkileri doğru şekilde yönetebilmesine yardım etmek üzere bazı ilkeler önermiştir. İdeal bir gözeten-gözetilen ilişkisinin, muhtemel bir gözetilenden gelen – bu gözetene karşı duyduğu hayranlığın ve kendisinin bu gözetenle bir ilişkiye girmek ve ondan öğrenmek istediğinin bir işareti olarak verdiği - küçük bir armağanla başladığını hayal eder. Söz konusu gözeten bu armağana onu ziyaret ederek veya ondan küçük bir görevi yerine getirmesini isteyerek karşılık verir. Bu ikisi aralarında güven sağlayan küçük adımlar atarak ilişkilerini geliştirdikleri için, yapılan küçük bir iyilik, sevinçle yerine getirilen bir hizmetle karşılık bulur. Karşılıklı güven ve adanmışlık, gözeten daha çok ve kayda değer yollarla yardım etme güvenini kazanana dek büyümeye devam eder ve gözetilenler suiistimal edilme korkusu olmadan kendilerini gözetenin planlarına adayabilirler.12
Chinchen “Bozuk Himaye” ve “Kurtarılmış Himaye” arasındaki farkları gösteren şu tabloyu hazırlamıştır.13
Bozuk Himaye |
Kurtarılmış Himaye |
İstemci büyük bir istekte bulunarak başlar. |
İstemci memnuniyetini ifade eden küçük bir armağan sunarak başlar. |
Temelsiz ümit, sahte güven duygusu, bilinçli olarak yaratılan hayal ürünü güvensizlikler. |
Gerçek, dürüstlük, açıklık, bütünlük, yerine getirilen vaatler. |
Zayıf, çıkar gözeten ilişkiler. |
Güçlü, samimi ilişkiler. |
Yararcı ve maddeci. |
Gerçek ve samimi. |
Gururlu gözeten unvan ve makam ister. |
Alçakgönüllü gözeten gözetileni onurlandırır. |
Gururlu ve gözetileni ziyaret etmeye isteksiz. |
Gözetileni ziyaret eder ve besler. |
Gururlu gözeten asla sorgulanamaz. |
Alçakgönüllü gözeten hatalarını kabullenir. |
Dengeli bir karşılık konusunda ısrarcıdır. |
Karşılıksız, fedakar sevgi. |
Tekelci, gözetilene az değer verir. |
Gözetilenin olgunlaşmasını ve bağımsızlığını amaçlar. |
MS birinci yüzyılda yaşamış olan Romalı filozof Seneca, ideal bir gözeten-gözetilen ilişkisini üç tarz lütfun dansına benzetmiştir: gözetenin cömert bir şekilde verme lütfu, gözetilenin bunu kabul etme lütfu ve gözetilenin şükran dolu karşılık verme lütfu. Zarif dansçılar hareket ettikçe, sağlanan yarar bu yararı sağlayana geri döner ve dans her iki tarafı da hoşnut eden, sevinç dolu ilişkiler ağı halini alır. Karmaşık ayak hareketleri hassasiyet ve beceri gerektirir. Bencillik ve nankörlük ahengi bozar. Fakat iyi bir şekilde dans edildiğinde, ortaya çıkan manzara son derece güzeldir. İlgili bir gözetenle sadık bir gözetilen arasındaki ilişki, Tanrı’nın görkemi için değiştiren bir etkileşim halini alabilir.