Ali1 her zaman bir önder olmuştu. Orta Doğu’daki bir kentte dünyaya gelmiş ve en büyük oğul olduğu için gördüğü özel ilgiyle, sık sık kendisinden küçük olan erkek kardeşlerinden ve özellikle de kız kardeşlerinden üstün tutulduğundan, ailesinin gurur ve sevinç kaynağı olarak büyümüştü. Daha çocukken mahalledeki diğer çocuklar ondan futbol maçlarını organize etmesini beklerler ve okulda öğretmenleri onu sınıf başkanı yaparak onurlandırırlardı. Zeki bir öğrenciydi ve mühendislik fakültesinde eğitimini başarıyla sürdürüyordu.
Ali’nin önünde parlak bir gelecek vardı ama doğuştan sahip olduğu adalet duygusu, hükümetin acımasızlığı karşısında alevlenince radikal siyasete karışıp siyasal bir partiye üye oldu. Yine, doğal olarak sahip olduğu önderlik özellikleri – zekası, çekici kişiliği ve inisiyatif kullanma becerisi – parti önderlerinin ilgisini çekince kendisinden, yerel yetkililerin bariz yolsuzluklarına karşı bir protesto mitingi organize etmesi istendi.
Birkaç gün sonra gecenin geç bir saatinde kapısı çalındı; sivil giysili polisler ellerini kelepçeleyip başına bir torba geçirdiler ve hoyrat bir şekilde araçlarının arka koltuğuna alıp Ali’yi emniyet müdürlüğüne götürdüler. Tek başına kapatıldığı hücrede, uyumaması için gece gündüz çalınan yüksek sesli müziğe maruz bırakıldı. Her gün gözleri bağlı şekilde saatler boyunca sorguya çekildi. Polis yandaş eylemcilerin isimlerini vermesini istiyordu ve Ali bu isteklerini reddedince onu dövüyorlardı. Ali güçlü ve kararlıydı; sonunda polis onu serbest bıraktı. Fakat bütün bunlar sıkıntılarının sadece başlangıcıydı; çünkü üniversiteden atılmış ve arkadaşları artık onunla görülmek istemez olmuşlardı. Geceleri gördüğü kabuslar ve yaşadıklarının bıraktığı acı hatıralar uykusuz kalmasına neden oluyor ve gündüzleri gitgide derinleşen bir depresyona giriyordu.
Ali dindar biri olmamasına rağmen dua etmeye, aklına esenlik vermesi ve sorunlarına bir çözüm sağlaması için Tanrı’ya yalvarmaya başladı. Bir gece tamamen gerçekmiş gibi görünen bir rüya gördü: bembeyaz giysileri ışıl ışıl parlayan bir varlık, komşusu Hüseyin’in kendisine Tanrı’dan bir mesajı olduğunu söyledi. Ali büyük bir heyecanla uyandığında daha önce hiç hissetmediği türden harika bir sevinç içindeydi. Hala sabahın erken saatleri olmasına rağmen, çok geçmeden Hüseyin’in kapısına dayandı. Ali uyku mahmurluğuyla kapıyı açan Hüseyin’e rüyasında gördüklerini bir bir anlattı. Komşusuna “Beyazlar içindeki o adam kimdi acaba?” diye sordu. Hüseyin rafta duran bir kitaba uzanarak bunun İncil veya Yeni Antlaşma olduğunu söylediğinde Ali şaşkınlığa uğradı. Ali Hristiyanlar tarafından İncil’in değiştirildiğine inandığı için bu kitabın doğru olamayacağını düşünüyordu ama Hüseyin kendisine İsa’nın görünümünün değiştiği dağdayken, giysilerinin nasıl ışık gibi bembeyaz olduğunu anlatan bölümü gösterdiğinde, rüyasında gördüğü kişinin o olduğunu biliyordu. Şaşkınlık içinde kitabı aldı. Okumaya başlayınca bir türlü elinden bırakamadı.
Ali’nin İncil’i okuması sadece birkaç gününü aldı. Bitirdikten sonra İncil’i baştan sona tekrar okumaya başladı ve İsa’nın görünümünün değiştiği bölüme geldiğinde Tanrı’nın üç öğrenciye göklerden söylediği sözler Ali üzerinde bir şimşek etkisi yarattı: “Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum. O’nu dinleyin!” (Matta 17:5). O andan itibaren Ali yaşam amacının İsa’nın öğrencisi olmak, O’nun gerçeğine kulak vermek ve itaat etmek ve bunu başkalarıyla paylaşmak olduğunu biliyordu. Tam bir teslimiyetle yere kapandığında Tanrı’nın sevgisi üzerine akarak tüm utanç ve yitikliğinin yükünü silip süpürdü ve içini muhteşem bir hafiflik doldurdu. Karşılaştığı bu yepyeni durumu tarif eden tek ifade, kendisini yeniden doğmuş gibi hissetmesiydi.
Ali başına gelenleri anlatmak için koşarak hemen Hüseyin’e gittiğinde, Hüseyin olanları sevinç gözyaşları ve kahkaha dolu haykırışlarla dinledi. Bu iyi haberi mümkün olabilecek birçok insanla paylaşma arzusu yüreklerinde alev aldı. Birlikte dua edip Kutsal Kitap’ı okumaya başladılar ve aradan çok zaman geçmeden bazı yakın arkadaşları da onlara katıldılar. Tabii ki bazılarıysa hakaretler yağdırarak onları para kazanmak uğruna dinlerini değiştirmekle suçladılar ve “dinlerini sattıkları” için onlara lanet okudular.
Ali büyük bir coşkuyla babasına yeni inancı hakkında konuştu. Fakat en büyük oğlunun dinden dönmesinden utanan babası, onu ailenin namını lekeleyerek utanç getirmekle suçladı ve evlatlıktan reddetmekle tehdit etti. Ali kararlılıkla fikrini değiştirmeyince, babası kendi dinlerinin Batı’ya ait değiştirilmiş Hristiyanlıktan çok daha iyi olduğunu kanıtlaması için mahallenin dini önderini evlerine davet etti. Ali dini önderin öne sürdüğü argümanları çürütmekte pek zorlanmadı ve hatta bu yeni inancında kendini daha da emin kıldı. En sonunda Ali’nin amcaları ailenin namına yönelik bu tehdidin böyle devam etmemesi gerektiğini söylediklerinde, babası aile meclisini topladı. Hep birlikte Ali’nin artık ailelerinin bir ferdi olmadığını ilan ettiler ve herhangi bir aile ferdinin onunla konuşmasını veya temasa geçmesini yasakladılar. Bütün bu olanlar Ali’nin İsa’yı sadakatle izleme kararlılığını arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
Küçük olan Hristiyan topluluğu büyümeye başladı. Bu topluluk hakkında işiten başkentteki bazı Hristiyanlar aracılığıyla, Ali Kutsal Kitap’ta köklendi ve hizmet eğitimi aldı. Topluluktaki diğer imanlılar Ali’nin armağanlarını fark edip gelişimine saygı gösterdikçe, doğal olarak onu önderleri olarak görmeye başladılar. O bölgede Hristiyanlığa merak gösteren yeni kişiler, diğer Hristiyanların yanı sıra, Hristiyan web-siteleri ve uydu kanalları aracılığıyla da Ali’nin topluluğuna yönlendirildi. Başkentten gelen bir kilise pastörü Ali’nin üzerine ellerini koyarak onun önderliğini onayladığında, Ali’nin ruhsal yetkisinde artış oldu. Tanrı Ali’nin hizmet etme gayretini, tükenmek bilmeyen çalışkanlığını ve müjdeye yönelik tutkusunu kutsadıkça, topluluktaki imanlıların sayısı arttı.
Fakat imanlıların sayısı arttıkça, görünüşte önemsiz olan küçük sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Ali Kutsal Kitap gerçeklerini aydınlatıcı ve eğlendirici bir tarzda açıklama becerisine sahip olduğunu fark etti ve kardeşlerin kendisini pür dikkat dinlemesinden ve ardından gelip kendisine iltifat etmelerinden zevk almaya başladı. Topluluktakiler onu ruhsal önderleri olarak övünce, Ali kendisine yeni bir onur ve saygı sunulduğunu anladı. Saygıdeğer bir öğretmen olarak büyüdükçe Ali’nin vaazları da, kültürünün büyük öğretmenlerden beklediği uzun konuşmalar yapma beklentisi doğrultusunda gitgide uzamaya başladı. Birisi kendisinin söylediği bir şeyi sorguladığında, bunu şerefine bir hakaret olarak gördüğü için o kişiye güzel bir ders vermek amacıyla onu birkaç hafta görmezlikten geldi.
Bir süre sonra başkentteki Hristiyanlar yeni kilisenin büyüdüğünü işittiler ve onlara uygun bir toplantı salonu kiralamaları ve Ali’nin civardaki köylere seyahat edip müjdeyi paylaşabilmesine imkan sağlamak üzere araba satın alması için maddi destek verdiler. Bu maddi destek sayesinde Ali yeni imanlılara maddi sıkıntılar konusunda yardım edebiliyordu. Bu kişiler daha sonra Ali’nin önderliğine sadık kalarak ve hazırladığı projelerde ona yardım ederek minnettarlıklarını ifade ettiler. Bu kişiler kilisenin çekirdeği halini aldılar.
Kısa bir süre sonra Abdullah adlı bir imanlının etrafında çirkin bir olay gerçekleşti. Bu genç adamın, annesinin sağlık sorunları nedeniyle aniden paraya ihtiyacı oldu ve Ali kilise adı altından ona yardım etti. Fakat Abdullah herkesin önünde Ali’nin seçtiği tapınma önderini sorguladığında, Ali’nin onuruna yapılan bu “nankörlük” ve meydan okuma, genç adamın “isyankâr ruhu” nedeniyle gruptan uzaklaştırmasıyla sonuçlandı.
Ali’nin tapınma önderi olarak göreve atadığı Mehmet, imanlılar arasında övgü ruhunu harekete geçirme becerisine sahip olan kabiliyetli bir müzisyendi. Kardeşler duydukları memnuniyeti dile getirdikçe itibarı artıyordu. Mehmet Ali’nin kendi görüşlerini dinlemesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı ama Ali kendisini yetişmekte olan bu önder tarafından tehdit altında hissediyordu. Bir gün bu ikisi arasındaki gerginlik, bağrışmalarla son bulan büyük bir tartışma halini aldı. Kendisinin küçük düşürüldüğünü düşünen ve utanan Mehmet yanındaki bir grup arkadaşıyla kiliseden ayrıldı. Artık aynı kasabada iki kilise vardı ve her ikisi de büyümeye devam etmesine rağmen, önderler birbirleriyle konuşmadıkları için, iki grup arasında güvensizlik ve rekabet söz konusuydu.
O andan itibaren her şey daha ters gitmeye başladı. Yurt dışından gelen maddi destek devam ediyordu ve bunun yanı sıra Ali Amerika’daki konferanslara konuşmacı olarak davet edildikçe, kilisenin aldığı maddi destek daha da arttı. Daha çok şey yapabiliyor ve kasabasındaki daha çok kişiye yardım edebiliyordu ancak bunun sonucu olarak uzun yıllardır imanlı olanlar arasında kıskançlık görülmeye başladı. Ali’yle birlikte kilisenin kurucusu olan Hüseyin, neden sadece Ali’nin prestij ve ayrıcalıkları aldığını, kendisine neden itibar edilmediğini sorguladı. Kıskançlıkla yanıp tutuşan Hüseyin Ali’nin tüm bu desteği, dış bir güce hizmet ettiği için aldığı spekülasyonunu yapmaya başladı. Bunun hiçbir kanıtı olmadığını bilmesine rağmen, bu fikri kendilerini dışlanmış hissedenlerin kulaklarına fısıldadı. Çok geçmeden bir dedikodu fırtınası patladı. Öfkeden gözü dönen Ali’nin, eski dostunu topluluktan uzaklaştırdığını gören bazı kilise üyeleri ve olanları uzaktan izleyenler bu duruma çok üzüldüler. Artık bazıları Ali’nin yaptığı önderliğin, artık İncil’e uygun olmadığını düşünüyordu. İsa’nın lütfuna hayran kaldıkları için kiliseye gelmişlerdi ve kilisenin de aynı lütuf üzerinde kurulduğunu düşünmüşlerdi. Hayal kırıklıkları büyüdükçe, imanları zayıfladı ve kiliseden uzaklaştılar. Hala İsa’ya inanıyorlardı ama kiliseye asla geri dönmeyeceklerdi.
Ali büyük bir baskı altındaydı. Kiliseyi bir arada tutmak ve üzerine yüklenen beklentileri yerine getirmek için daha çok çalışması gerekiyordu. Yüreği girdiği çatışmalardan ve eski dostlarını kaybetmekten dolayı yara almıştı, şimdiyse, kendisine karşı dürüst olacak ve sıkıntılarını paylaşabilecek hiç kimsesi yoktu. Bulunduğu konumun getirdiği itibar sanki her şey yolundaymış gibi davranmasını gerektiriyordu. Oysa perde arkasındaki duygusal sıkıntılar gitgide kötüleşiyordu. Sonra bir iki kadeh şarabın kendisini az da olsa rahatlattığını keşfetti. Seyrek olarak kullandığı alkol kısa sürede kontrol edemediği bir alışkanlık halini aldı. Ne yazık ki, bu durum gitgide kötüleşerek bir skandala ve lütuftan uzaklaşmaya dönüştü. Ali yaşadığı kasabadan ayrılmak zorunda kaldı; çobansız kalan topluluk kısa sürede dağıldı. Parlak bir gelecek vaadiyle başlayan bu hikaye – Ali, kilise ve müjde adına - felaketle sonuçlandı.
Ali’nin başına gelenler çeşitli katmanları olan hayal ürünü bir hikaye olmasına rağmen, detaylar Orta Doğu’daki yeni kilise önderlerinin yaşamlarında gözlemlediğim gerçek olaylardan alınmıştır. Benim çağrım, Tanrı’nın Egemenliği’nin o bölgede yaşayan halklar arasında kurulduğunu görmektir ama kırk yıllık hizmet sürem boyunca, bu gibi trajik olayların tekrar tekrar yaşandığını gördüm: Kutsal Ruh muhteşem bir şekilde birisinin yaşamına girer ve Tanrı Sözü’nün gerçeği o kişiyi Rab İsa’yı izlemek ve O’na hizmet etmek üzere özgür kılar; samimi gayretleri, Mesih’e olan derin adanmışlıkları ve Tanrı vergisi olan becerileri erken ürün vermelerini ve kilise önderleri olarak atanmalarını sağlar. Fakat o kültüre has olan hiyerarşik ve onur-güdümlü önderlik modelleri, bu kişileri baskıcı, hakimiyet kuran ve hatta baskıcı önderler haline sokar; Kutsal Ruh boğulduğu ve ateşi söndürüldüğünden, kilise imanlılar için ölü ve monoton olur ve önderler içinse bir zahmet halini alır. Önderlik herhangi bir grubun başarısı için en önemli yegane faktördür ve yukarıda sözü edilenlere benzer durumlar, müjdenin iyi başlangıçlarının altını kusurlu önderlikle tekrar tekrar kazarlar.
Yıllardır bu soruna çözüm bulmaya çalışıyorum. Bir batılı olarak, 1960’ların isyankâr ortamında öğrenci olduğum günlerde beslenip büyüyen, her türlü yetkili makama şüpheyle yaklaşma meylinde olduğumun farkındayım. Kendi kültürel yapımı Asya veya Afrika’daki önderlere empoze etmeyi hiç istemedim ve kısa bir süre sonra da, onlardan demokratik Batılıların danışmanlık tarzıyla yetkilerini kullanmalarını beklemenin, onları başarısızlığa mahkum etmek olduğunu fark ettim.
Kendilerini izleyenlerin kafaları kararsız tavırlarıyla karışır ve onlara yönelik saygılarını kaybederler. Kutsal Yazılar’a çok itibar eder ve Kutsal Kitap’ın tüm uluslara evrensel olarak uygulanabilen Tanrı’nın gerçeği olduğuna inanırım. Bu nedenle arayışım, Doğu’da olduğu kadar Batı’da da bulunan zayıflıkları ve kör noktaları ele alarak, tüm kültürlerdeki yanlış önderlik anlayışlarını düzeltecek olan Kutsal Kitap anlayışı içindir.
Birkaç yıl önce, İsa ve Pavlus’un günümüz Orta Doğusuna çok benzeyen bir kültürde yaşadıklarını fark ettim. Birinci yüzyıldaki Grek-Roma toplumu aşırı derecede otoriterdi – Sezar sadece tam bir teslimiyet değil, kendisine tapınılmasını da istiyordu; babalar kendilerine itaat etmeyen oğullarını öldürme hakkına sahiptiler. Onur ve şeref kazanmak yaşama amaç veren en üstün hedefti. Eski bir Grek ya da Roma kentinin kalıntılarını ziyaret eden herkes, belli kişileri onurlandırmak, onların başarılarını ve unvanlarını ilan etmek üzere bu detayların taşlar yok olana dek, sayısız taş levha veya sütun üzerine oyulduğunu görecektir. Elçilerin yaşadığı dönemde onların hizmetleri sonucunda iman eden kişilerin ve yeni kilise önderlerinin yetiştiği kültür böyleydi. Peki nasıl oldu da, “hizmetkâr önder” kavramının anlamsız bir çelişki olarak görüleceği bir ortamda, hizmetkâr önderler tarafından yönetilen Hristiyan topluluklar kurmayı başarabildiler?
Bu kitabın özü Yeni Antlaşma’da, öncelikle İsa’nın ve ardından elçilerin, dünyasal yetki ve onura sırtlarını dönebilen ve bunların yerine yaşamlarını “dünyayı altüst eden” (Elç. 17:6) alışılmışa aykırı, toplulukları beslemeye adayan önderler yetiştirmek üzere baskıcı kültürel değerlerden uzaklaştıklarını gösterir. Çarmıhtaki utancı kucaklayan İsa, öğrencilerin dünyaya bakış açısını değiştiren bir örnek vererek, onları “dünyanın süprüntüsü” (1Kor. 4:13) olarak anılma utancına katlanmaya hazırladı. Onların takdire şayan bu başarısı, zaman içinde Roma İmparatorluğunu tamamen değiştirecek olan bir hareketin başlangıcıydı.
27 Ekim 312’de başarılı bir Romalı general olan Konstantin, ordusunu Roma’nın kapılarına doğru ilerleyen Tiber Irmağı kıyılarına yönlendirdi. Ertesi gün kendisiyle İmparatorluğun Batı yarısının kontrolü arasında duran rakibi Maxentius’la savaşacaktı. Tanrılardan yardım için dua etmekte olan Konstantin gözlerini güneşe doğru kaldırdığında, göklerde şu sözlerin yazılı olduğu parıldayan bir çarmıh gördü: “Bu işaretle zafer kazanacaksın.” Aynı gece gördüğü görümde Mesih ona bu işaretin anlamını açıkladı ve çarmıhı düşmanlarına karşı bir sancak olarak kullanma talimatı verdi. Konstantin ertesi gün kendi ordusundan iki kat büyük olan düşmanı karşısında müthiş bir zafer kazandı ve muzaffer fatih olarak Roma’ya girdi.2
Konstantin bir yıl içinde Hristiyanlara tapınma özgürlüğü veren bir ferman çıkarttı ve önceki birkaç yıl içinde Diocletianus yönetiminin korkunç baskı döneminde gasp edilen tüm kilise binalarının iade edilmesini buyurdu. Kendisi de Hristiyanlığı öğrenmeye karar verdi ve Piskopos Lactantiyus’u öğretmen olarak sarayına davet etti. Bir süre sonra Hristiyanlara yazdığı bir mektupta, başarısını sadece Yüce Hristiyan Tanrısı’na borçlu olduğunu dile getirdi; ardından düzenli olarak Hristiyan değerlerinden etkilenen çeşitli yasalar çıkardı.
337’deki Diriliş Bayramı’nın hemen ardından, çarmıh görümünden yirmi beş yıl sonra, Konstantin ağır bir şekilde hastalandı. Ölümünün hızla yaklaşmakta olduğunu fark eden Konstantin aceleyle, Hristiyan olan herkesin suyla vaftiz olmadan önce öğrenmesi gereken öğretişleri içeren ilmihali öğrenmeye karar verdi ve sonunda aynı yılın Pentikostunda vaftiz oldu. Öylesine harika bir tecrübeydi ki “Tanrı’nın esinlediği gücün karşısında dehşete kapılmıştı.”3 Bundan kısa bir süre sonra öldü.
Konstantin’in vaftiz olma kararı alması niçin bu kadar uzun bir süre almıştı? Bu sorunun yanıtına ait ipucu belki, katıldığı Rabbin Sofrası’ndaki ekmek ve şarabı aldığında söylediği tövbe ifadesinde, artık o andan itibaren mor giymekten vazgeçtiği sözlerinde görülür. Hristiyanlık hakkında öğrenmeye başladığı ilk günlerden itibaren, ilmihalin dünyasal değerlere ait simgelerden vazgeçilmesi buyruğunu içerdiğini biliyordu. Dünyasal gücün en üst simgesi sadece imparator ve en üst seviyeli aristokratlar tarafından giyilen mor toga idi. Konstantin bu onur simgesinden vazgeçmek zorunda kalacağını bildiği için, vaftiz olup kilisenin öğretişine boyun eğmeye razı gelemiyordu. Dünyaya bakış açısı saray ve ordudaki yaşamıyla şekillendiği için, ona göre en yüce iyilik dignitas’ta – onur, zenginlik, kapsamlı bir maiyet, gösterişli kıyafetler, unvanlar ve resmi hitap tarzlarındaydı. Mor togasından vazgeçmenin neden olacağı utanç katlanamayacağı kadar büyüktü.4
Mor boya doğu Akdeniz kıyılarında bulunan kabuklu bir deniz ürününden elde edilirdi. Yeterince boya üretmek için bu küçük yaratıklardan çok büyük miktarda toplanması gerektiğinden maliyet aşırı derecede pahalıydı. Sadece çok zengin olanların mor giysilere maddi gücü yeterdi. Bunun sonucu olarak mor renk siyasi gücün simgesi halini aldı. Birinci yüzyılda yaşayan bir yazar olan ihtiyar Pliny, mor kumaşın böylesi gösterişli kullanımını “çılgınlık” olarak tanımlamıştır.5 İlk Roma İmparatorlarından bazıları bu beyanın halkın ahlaki değerleri üzerindeki etkisinden endişe ettikleri için, mor boya kullanımını sınırlayan yasalar çıkardılar. Nero’nun döneminden başlayarak mor boya kraliyet tekeline alındı ve sadece üst seviyeli hükümet görevlilerinin mor toga giymesi için katı kurallar uygulandı.
Konstantin’den yaklaşık yüz yıl kadar önce yaşamış olan kilise önderi Hippolitus şöyle yazmıştır: “Eğer üst rütbeli bir asker veya kent yöneticisi mor giyerse, ya vazgeçecek ya da dışlanacaktır.”6 İlk Hristiyanlar rütbe sahibi olan yeni imanlıların mor giymekten vazgeçmelerini beklerdi; aksi taktirde kiliseden uzaklaştırılmaya maruz kalırlardı. Yaklaşık aynı dönemde yaşayan ve kilise karşıtı olan Minucius Felix alayla “Onurlandırılmayı ve mor kaftanları küçümsüyorlar”7 demiştir. Roma İmparatorluğunun değer sistemi sosyal statü edinme üzerine kurulduğundan, imanlıların kültür karşıtı olan radikal yaşam tarzları, elit sınıflar için son derece rahatsızlık vericiydi. Kilise putperestlikten gelen yeni imanlıların tutumlarını değiştirmekte başarılı olan, ilmihal ve vaftiz süreçli bir öğrenci yetiştirme süreci geliştirmişti. Bir araya gelerek sık sık yaptıkları tapınma ve Rabbin Sofrası etrafında şekillenen birlikte yemek zamanları, İsa’nın ve elçilerin örneklediği şekilde yaşayan öğrencilerden oluşan topluluklar kurulmasına yol açmıştır.
Maalesef Konstantin’in Hristiyanlığa duyduğu sempati, gücünün ve prestijinin simgelerinden vazgeçerek bu beklentileri yerine getirmeye yeterli değildi. Konstantin’den itibaren, kilise önderleri makamlarını dışa vuran gösterişli kaftanlar giymeye ve yeni kilise binalarının mimarisi de hükümet binalarına benzer şekilde yapılmaya başlandı. Kilise ve devlet yakınlaştıkça, ilk kilisenin sahip olduğu yaşam ve saflıktan kaynaklanan katkısız görkem yavaş yavaş yok oldu; kiliseye yeni katılanlar İsa’nın yolunu izlemek yerine, sık sık İmparatorlukta göze girme ve ilerleme umuduyla hareket ediyorlardı. Kilisede önderleri de gitgide artan ölçüde, otoriter bir Roma modeli olan onur, unvan ve prestijin etkisiyle hareket etmeye başladılar. Oysa günümüz kilisesinde önder olacak imanlılar hala “mordan vazgeçmeye” çağrılırlar!