2. KUTSAL KİTAP’IN YETKİSİ



Kutsal Kitap’ın Güvenilir Olduğundan Nasıl Emin Olabiliriz?


İnsanlar bu soruyu sorduklarında genelde daha önceden duydukları bir şeyi tekrar ederler: Kutsal Kitap (Tevrat, Zebur ve İncil) geçerliliğini yitirmiştir, değiştirilmiştir, hatalarla doludur, vb. Tabii bu iddiaları tekrarlayan kişilere öncelikle şunu sormak isterim, ‘Kutsal Kitap’ı kendin okudun mu?’ Sağlıklı bir araştırma, yaygın varsayımları kabul ederek değil, onları tek tek sorgulayıp mevcut durumdaki olguları inceleyerek başlar. Mümkün oldukça bahsi geçen unsuru kişisel olarak incelemek en iyisidir. Bu bakımdan şanslıyız çünkü İncil dünya tarihinde en çok dile çevrilmiş ve yayımlanmış kitaptır. Ana dilimizde bir tane bulmak zor olmamalıdır. Modern teknoloji sayesinde online olarak bile okuyabiliriz.

Yukarıda belirtilmiş olduğu gibi, birçok kişi Kutsal Kitap gibi antik bir eserin bilimsel testler karşısında duramayacağını düşünebilir. Birçok eleştirmen Kutsal Kitap’ın sadece hayal ürünü hikayeler ve efsaneler ile dolu, çoktan eskimiş bir kitap olduğunu zannedebilir. Bazıları ise ellerinden geldiğince Kutsal Kitap anlatımında çelişkiler veya hatalar bulmaya çalışır fakat bu yaklaşım Kutsal Kitap’ın insanlık tarihinin en çok okunmuş, çalışılmış ve dünyanın en güvenilir kitabı olduğu gerçeğini değiştirmez. Peki, Kutsal Kitap gerçekten bilimsel testler karşısında sapasağlam kalabilir mi? Bu kadar eski bir kitap gerçekten de değiştirilmemiş olarak günümüze kadar gelmiş olabilir mi? Dahası, içinde Tanrı’nın gerçek sözleri olduğuna inanmamızı sağlayacak ne kanıtlar var?

Söylediğim gibi, Kutsal Kitap’ın her bakımdan eşsizliği göz ardı edilemez. Örneğin, tarihten insan ahlakına, astronomiden arkeolojiye, coğrafyadan devlet yönetimine, değindiği konuların zenginliği, bu kitabın ne kadar dikkate değer olduğunu gösterir. Aynı şekilde, insanların medenileştirme sürecinde benzersiz bir etkiye sahip olduğu tartışılmaz. Kutsal Kitap ve öğretileri tarih, edebiyat, kültür, eğitim, bilim ve sanat dallarında kalıcı birçok iz bırakmıştır.54 Örneğin sadece bilimi ele alırsak, çoğu insan modern bilimin öncülerinin entelektüel Hristiyan bilim insanları olduklarını unuturlar. Bu bilim insanları doğanın gizemli iç yüzünü inceleyerek evrenin hükümdarı olan Tanrı’yı daha iyi tanıyacaklarına inanırlardı.

En ünlü bilim adamlarından biri olan Isaac Newton şöyle demiştir: “Yarım-yamalak düşünen biri Tanrı’ya inanmaz; ama gerçekten düşünen birinin Tanrı’ya inanması şarttır.”

İnsanlar çoğu zaman bilimi Tanrı’ya zıt göstermeye çalışırlar. Fakat saygın bilim adamı Albert Einstein bile inancı ve bilimi birbirine zıt rakipler olarak görmek yerine birbirlerini tamamlayıcı yardımcılar olarak düşünmüştür. Bunu şu güzel sözünde anlatmıştır: “Bilim olmadan inanç topaldır, inançsız bilim ise kördür.” 55İnanç ve bilimi aynı paranın iki yüzü olarak görmek daha yararlıdır. Bilim gözle görülebilen, somut ve ölçülebilir dünya ile ilgili çalışmalar için gerekliyse de, inanç gözle görülemeyen, doğaüstü gerçekleri anlamak için şarttır. Tabii ki bu iki alanın da örtüştüğü noktalar vardır, o noktalarda bir uyumluluk görmeyi bekleriz. Bu durumda diğer eski metinlere ve mitolojik açıklamalara kıyasla Kutsal Kitap inanılmaz farklılığını ortaya koyarak oldukça güvenilir ve gerçeklere dayalı olduğunu kanıtlamıştır.

Buna rağmen, Aydınlanma Çağı’ndan beri birçok entelektüel, Kutsal Kitap’ın yakında itibarını kaybedeceğini ve yerini modern hümanist kavramların alacağını tahmin etmişlerdir. Örneğin, 1778’de vefat etmeden hemen önce, ünlü Fransız ateist Voltaire, bir asır içerisinde Hristiyanlığın sonunun geleceğini söylemiştir. Fakat ölümünden yalnızca 50 yıl sonra Voltaire’in evini ve matbaasını Cenevre Kutsal Kitap Cemiyeti satın almış ve Kutsal Kitap basmak için kullanmışlardır. Başka ünlü bir Fransız filozof olan Jean Jacques Rousseau ise daha dürüst bir değerlendirme yaptı: “Filozoflarımızın işlerine bakın; bütün şatafatlı telaffuzlarıyla söyledikleri Kutsal Yazılara kıyasla ne kadar adi ve aşağılıktır! Hem anlaşılması kolay hem de son derece ulvi olan bu kitabın yalnızca bir insanın eseri olması mümkün müdür?”56

Kısacası, Kutsal Kitap’ın dünya tarihi ve modern medeniyetimizin üzerinde emsalsiz etkisi kesinlikle göz ardı edilemez. O halde en baştaki sorumuza geri dönüyoruz: İsa Mesih’in bu gezegende yürüdüğü zamanlardan beri Kutsal Kitap’ın değiştirilmediği konusunda deneysel kanıtlar bulabilir miyiz? Kesinlikle bulabiliriz.


a. Metinle İlgili Kanıt

İlk önce Kutsal Kitap’ın günümüze değişmeden gelmiş olduğuna dair bize güven verip vermediğini sorgulamak gerekir. Kutsal Kitap metninin Orta Çağ keşişlerinin menfaatleri doğrultusunda kurcalanmış ve değiştirilmiş olduğunu iddia eden birçok kişi vardır. Öncelikle bu tür düşüncelerin popülerliklerine rağmen, bugüne kadar bu iddianın gerçekçi hiç bir kanıtla desteklenemediğini belirtmeliyiz. Bu tür iddialar, yalnızca insanların söylentileri ve önyargılarından kaynaklanır. Tabii ki herkesin düşünce özgürlüğü vardır ama konu tarih olunca kişisel duygularla değil kanıtlanmış delillere dayanarak fikir yürütmeliyiz.

Gerçek şu ki, Kutsal Kitap’ın gerçek anlamda değiştiği veya tahrif edildiği ile ilgili inandırıcı bir kanıt yoktur. Bilimsel yönteme dayanarak ve genel mantık kullanarak Kutsal Kitap metni hakkında var olan tarihsel kanıtları incelediğimizde, Kutsal Kitap’ın yazıldığı zamandan günümüze dek bütünlüğünü korumuş ve değişmemiş olarak geldiği sonucuna ulaşıyoruz. Tabii ki Tanrı, O’nun sözüne körü körüne inanmamızı beklemez, bunun yerine bize vermiş olduğu zihinle mevcut kanıtları mantıklı bir şekilde değerlendirmemizi teşvik eder. Böylece, Kutsal Kitap’ın güvenilir olup olmadığını anlamaya çalışmak için tarihsel ve arkeolojik ispatlara da bakabiliriz.

Öncelikle Kutsal Kitap’ın nasıl vahyedildiğini, kaydedildiğini, çoğaltıldığını ve tarih boyunca korunduğunu anlamamız gerekir. Birçokları Kutsal Kitap’ın, içinde bulunan olaylardan çok uzun bir süre sonra yazıldığını sanıyor. Bunun nedeni, Kutsal Kitap’ın antik dini efsaneleri anlatan basit bir kitap olduğu varsayımıdır. Fakat durum hiç de böyle değildir. Kutsal Kitap kendini net bir şekilde Tanrı’nın Sözü olarak sunar. Örneğin, Kutsal Kitap’ın ilk beş bölümünü yazmış olan Musa, anlattığı dönemin büyük bir kısmını kendi yaşamıştır. Tanrı’nın nasıl ona göründüğünü ve onunla yüz yüze konuştuğunu kaydeden Musa için, kaydettiklerinin birebir Tanrı’nın sözleri olduğunu teyit eder. Ondan sonra gelen peygamberler de aynı şekilde anlatımlarına, çoğu zaman “Rab şöyle diyor…”diye başlarlar.

Mesih’in hayatına gelince, Yeni Antlaşma dediğimiz İncil O’nun hayatının aynı çizgide ilerleyen dört anlatımıyla başlar: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. İncil’in bu ilk 4 bölümü yaşanan olaylardan kısa bir süre sonra İsa’nın kendi öğrencileri veya yakın tanıdıkları tarafından yazılmıştır. Yeni Antlaşma’nın geri kalanı, İsa’nın elçileri tarafından ilk Hristiyanlara yazılmış olan mektupların koleksiyonunu içerir. Bu orijinal el yazmaları çabucak kopyalanıp çektikleri zulüm nedeniyle dünyanın dört bucağına dağılmakta olan imanlılar arasında her yere yayılmıştır. O zamandan beri yüzyıllar boyunca bu antik el yazmalarının birçok kopyası kurtarılmış, kopyalanmış ve itinayla korunmuştur.

Bazıları bu orijinal el yazmalarının nerede bulunduğunu merak edebilir. Gerçek şu ki, yaklaşık 2000 yıl önce yazılmış olan orijinal belgelerin günümüze ulaşmış olması neredeyse imkansızdır. Bu durum sadece Kutsal Kitap için değil, başka antik el yazıları için de geçerlidir. Burada Jül Sezar’ın yazdığı otobiyografilerle karşılaştırma yapmak yardımcı olacaktır. Tarihten Jül Sezar’ın İsa’nın zamanından hemen önce yaşamış olduğunu biliyoruz. Gallia Savaşlarıkitabında askeri harekatlarını anlaşılır bir şekilde yazmıştır. Bu metinler genelde Latin ve Roma tarihi ile ilgilenenler arasında büyük ilgi görür. Fakat, hiçbir zaman akademik toplumlar bu otobiyografilerin gerçekliğini sorgulamaz. Ne var ki, işin gerçeği orijinallerin hiçbir zaman bulunamamış olup geride kalan yalnızca birkaç kopyanın, Jül Sezar yaşadıktan 1000 yıl sonrasına dayanıyor olmasıdır.

Kutsal Kitap’ın antik elyazmalarına gelince, bin yıl sonrasına dayanan birkaç kopyadan değil, aksine dünyanın birçok arkeoloji müzesinde sergilenen oldukça eski binlerce parça ve elyazmalarından bahsetmekteyiz. İ.S. ikinci yüzyılın başlarından on beşinci yüzyıla kadar İncil’in antik metinlerinden bir kısmı veya tam kopyaları olan 5.700 civarında orijinal dili Grekçe olan elyazmaları bulunur.57Dahası, 10.000’den fazla antik Latin elyazması bulunur. Aynı zamanda, Kutsal Kitap’ın 9.300’den fazla el yazısı ile yazılmış çevirileri bulunur. Bu çeviriler arasında antik Mısır dili olan Kıptice, Keldanice, Süryanice dahil olmak üzere daha birçok antik dilde çevirisi vardır; bu çevirilerin çoğu kilise tarihinin ilk yüzyıllarına kadar uzanır. Sadece bu da değil, eski Kilise Babaları yorumlarında Kutsal Kitap’tan yaklaşık 24.000 alıntı yapmışlardır. Bu alıntılar o kadar çoktur ki, neredeyse Yeni Antlaşma’nın tümü yalnızca bu alıntılardan yeniden toparlanabilir.58Başka bir deyişle, İncil’in mucizevi bir şekilde Tanrı tarafından korunduğuna dair başka bir yerde emsali olmayan metinsel kanıtlarımız vardır.

Günümüzde İncil herhangi bir dile çevrileceği zaman orijinal Grekçe metinleri kullanılarak, yukarıda sıraladığımız binlerce antik elyazması karşılaştırılıp derlenir. Kıyaslama yapacak olursak, aynı dilde yazılmış oldukları halde, Homeros’un İlyada destanı veya Platon’un Devlet gibi ünlü klasik eserlerin hiçbirinde İncil’in sahip olduğu metinsel desteğin yüzde beşi bile bulunmaz. Buna ek olarak, İlyada’nın en eski el yazması Homeros’tan 500 yıl sonra yazılmıştır. Oysa İncil konusunda durum farklı, İsa’dan 100 yıl sonra yazılmış olan İncil parçaları bile olduğunu biliyoruz. Yani tarih boyunca Kutsal Kitap kadar bol kanıta sahip ve büyük itinayla korunan başka bir kitap bulmak mümkün değildir.

Peki ya Eski Antlaşma dediğimiz Tevrat ve Zebur için aynısını söyleyebilir miyiz? Bazısının bundan 3.500 sene önce yazılmış bu antik metinler için çok fazla kanıt olmaz diye düşünülebilir. Tam tersine bir kez daha arkeologlar yakın bir zamanda, Mesih’ten yüzyıllar önce yazılmış antik elyazmalarıyla dolu bir metin hazinesi bulmuşlardır. 1947’de Kumran mağaralarında ‘Ölü Deniz Tomarları’ koyununu arayan bir çoban tarafından bulunmuştu. Daha sonra arkeologlar keşfedilen yüzlerce parşömenleri incelediler ve neredeyse Eski Antlaşma’nın her kısmını içeren, inanılmaz derecede iyi korunmuş metinler tespit ettiler. Bunlar, günümüzdeki kutsal metinlerle karşılaştırıldığında neredeyse kelimesi kelimesine uyan elyazmalarıdır.59


img

Küdus Müzesindeki Kumran eserlerinden bir örnek:

Yeşaya Tomarı

Kısacası Kutsal Kitap kadar tasdik edilmiş ve iyi korunmuş başka hiçbir antik eser yoktur. Eğer Kutsal Kitap'ın güvenilirliğinden şüphelenecek olursak elimizde bulunan bütün eski belgeleri peri masalı olarak saymamız gerekirdi.

Eski belgelerden bahsetmişken, daha önce birçok defa sahte öğretmenlerin Yeni Antlaşma öğretilerinin yerini alma teşebbüsünde bulunduklarını not etmemiz gerekir. Aslında İsa ve ilk öğrencileri doğruyu çarptırmaya çalışan sapkın öğretmenlerin çıkacağı konusunda birçok uyarılarda bulunmuşlardı.60Kısa süre sonra Mesih’in öğretisine tam olarak tutunmak istemeyen bu tür kişiler, kiliseden kopup kendi mezheplerini kurma arayışına girdiler. Aynı zamanda sapkın öğretilerini desteklemeyen asıl İncil’in yerine Tanrı tarafından görevlendirildiklerini iddia ederek kendi ‘kutsal yazılarını’ yazmaya kalktılar.

Son zamanlarda, Dan Brown’un yazdığı Da Vinci Şifresi gibi kitaplarbaştan beri kabul görmüş, Kutsal Kitap anlatımının İsa hakkındaki her şeyi anlatmadığını iddia ederek demin bahsettiğim bu sapkın yazılardan çıkar sağlamaya çalışmışlardır. Dan Brown, Tomas İncilidiye bilinen eski tahrif edilmiş bir sahte yazı uyarınca, İsa’nın aslında Mecdelli Meryem’le evli olduğunu ve ondan çocukları da olduğunu iddia eder. Sonra dört İncil’in dördüncü yüzyılda İmparator Konstantinus tarafından İznik Konseyi’nde seçildiğini iddia ederek devam eder. Fakat iddialarının tarihi yanlışlarıyla karşı karşıya getirilince, Brown sadece bir roman yazdığını söyleyerek geri çekilmiştir. Maalesef bu tür tarihe dayalı olmayan romanlar, hem imanlı birçok kişinin inancını sarsmıştır hem de birçok eleştirmenin gerçek İncil’e saldırmasına neden olmuştur.

Özellikle modern çağımızda da, internet aracılığıyla hızla yayılan bilgiler yüzünden ortaya çıkan iddiaları tamamen doğrulamak çok zor olmaya başlamıştır. İnternet birçok insanın yüzeyde mantıklı gibi görünen ama derin bir şekilde incelendiğinde yanlış olduğu görülen her tür iddiayı yaymasını kolaylaştırmıştır. Buna en iyi örnek, son zamanlarda çıkmış olan Zeitgeist belgeselidir. Bu belgeselin destekçileri, Kutsal Kitap’ta anlatılan İsa’nın bir bakireden doğmuş olması, 12 öğrencisi, ölümü ve dirilişinin aslında daha eski Pagan efsanelerinden alıntı olduğunu kanıtlamak için astrolojik kaynaklar ve eski dinlerden zorla uydurulmaya çalışılan kanıtlar toplamışlardır. Videonun yapımcısı olan Peter Joseph, İsa’nın aslında hiç var olmadığını ve Kutsal Kitap’ın uydurma olduğunu iddia ederek çok ileri gider. Başlangıçta bu kadar etkileyici kanıtların toplamı ikna edici gelse bile, mitoloji ve tarih uzmanları tarafından deneysel olarak incelendiklerinde Zeitgeist’in tezinin kolayca yıkıldığını görüyoruz.61

Gördüğümüz gibi eskiden beri günümüze kadar İsa ve Kutsal Kitap hakkındaki tarihi metinleri kötülemek adına birçok teşebbüs olmuştur. İnsanlar bunu genelde gerçekleri tahrif ederek, başka Pagan inançlarla olan benzerlikleri abartarak ve/veya Mesih’in öğretilerini yanlış bir şekilde lanse ederek yaparlar. Ne var ki, bir Kutsal Kitap araştırmacısı olan Bruce Metzger şöyle bir iddiada bulunur: “Antik mistik inançların her zaman Hristiyanlığı etkilemiş olduğu iddiasını sorgusuz kabul etmemeliyiz. Çünkü bazı durumlarda etkinin ters yönde ilerlemiş olması sadece mümkün değil aynı zamanda da olması muhtemeldir.”62Başka bir deyişle, eğer Kutsal Kitap ile Pagan inançları veya başka dünya dinleri kaynakları arasında benzerlik varsa bunun nedeni bunların Kutsal Kitap’tan alıntı yapmış olmasıdır. Neden böyle bir şey yapmak istediklerini tahmin edebiliriz: çünkü Kutsal Kitap’ta yazılı olanların kaya gibi sağlam bir zemine oturduğunu biliyorlardı.


b. Tarihi Kanıt

Bazıları, Kutsal Kitap ve mesajı bize tam ve kusursuz olarak ulaşmış olsa bile, yazdıklarına inanmamız gerekmiyor diye düşünebilir. Örneğin, birçokları Kutsal Kitap’ın tarihsel anlatımını sorgular ki bu anlatım dünyanın başlangıcı ile ilgili açık ve net açıklamalar, küresel bir tufan ve gelmiş geçmiş birçok medeniyetin faaliyetlerini de içerir. Peki, Kutsal Kitap’ın dışında bu olayların olmuş olduğuna dair herhangi bir kanıt var mıdır? Kesinlikle vardır. Hatta eskiden arkeologlar tarihte adı geçen şehirleri ve medeniyetleri bulmak için hep Kutsal Kitap’tan ipuçları ararlardı. Yüzyıllardır bütün eleştirilere rağmen Kutsal Kitap, tarihi olayları doğru dürüst aktaran güvenilebilir bir kaynak olduğunu fazlasıyla kanıtlamıştır.

Modern evrim teorisinin ortaya çıkmasından çok zaman önce, hem sıradan insanlar hem de bilginler Tanrı inancının ilahi vahiy ile ortaya çıktığına inanırlardı. Bu sadece Kutsal Kitap anlatımına dayalı olan yerleşik dinler için değil, aynı zamanda da eski Sümer, Akat, Pers, Grek ve eski Roma dinleri için de geçerlidir. Medeniyetin başlangıcından ve yazının icadından beri insanlar yüce, ilahi ve ruhsal varlıklara olan inançlarını ifade etmişlerdir. Hatta, mitolojik metinlerden veya Kutsal Kitap metinlerinden insanoğlunun kökenini benzer şekilde ifade eden çeşitli yazılı eserlerin olması ilginçtir. Birkaç istisna olmak kaydıyla çoğu antik yazınsal eser üstün bir varlığın evreni yarattığına ve bu üstün varlığın insanoğlunu eşsiz bir konuma yükselttiğine inanıldığını ifade ederler. Daha sonra Tanrı(lar) ve insanlar arasında nasıl anlaşmazlık çıktığından ve on(lar)dan koptuğumuzdan bahsederler. Birçoğu, üstün bir varlığın ya da varlıkların insanları cezalandırmak için nasıl bir tufan göndermiş olduğundan ve sadece çok az sayıda insanın kurtulmuş olduğunu anlatan hikayeler içerir. Son olarak, birçok anlatımda insanların ayrılıp dünyaya yayılmadan önce bir noktada aynı dili konuşmuş olduklarından bahseder.63İlginç olarak bu ortak mitolojik anlatımlar aynı zamanda antropologların dünyanın birçok yerinde rastladıkları ilkel kabilelerin inanç sistemleri ile de uyum içindedirler.

Birçok modern bilim adamı yukarıda bağdaşan iki durumun tesadüfi veya uydurma olduğunu söyleyerek gerçek olarak kabul etmezler. Fakat bulguların tarihi kapsamı, coğrafik çeşitliliği ve kanıtın aşkın boyutu incelemeyi talep eder. Tanrı’ya olan inancın ezelden beri varlığımızın özünde olması mümkün olabilir mi? Bu kadar anlatım, efsane ve mit ortak bir başlangıçtan arta kalan bir kanıtın gerçekliği değilse, nedir?

İnsanın ve dinin köküne gelince, Kutsal Kitap bütün tarihi belgelerden en ayrıntılı ve en etkili anlatımı sunar. Özellikle son iki yüzyıldır, karşı karşıya kaldığı bütün eleştirilere rağmen Kutsal Kitap, bu sınava dayanmış ve kendini hatasız bir tarihi belge olarak fazlasıyla kanıtlamıştır. Ünlü arkeolog W. F. Albright şöyle der:


Günümüzde hala belirli aralıklarla karşımıza çıkan, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın önemli tarih ekollerinin Kutsal Kitap’a aşırı kuşkucu yaklaşımı giderek itibarını (etkinliğini) yitirmektedir. Süregelen buluşlar sayesinde birçok ayrıntının doğruluğu kanıtlanmış ve Kutsal Kitap’ın güvenilir tarihi bir kaynak anlamında değeri yükselmiştir.”64

Kutsal Kitap, fantastik ve abartılı hikayelerle dolu olan antik mitolojinin çok ötesindedir. Bozukluk ve abartıdan uzak tarihi anlatımlarda aranan başlıca niteliklere sahiptir. En önemlisi ise gerçek olan Tanrı’nın vahyine sahip olmasıdır: “Kutsal Yazıların tümü Tanrı esinlemesidir.”65


i. Yaratılış Tanımı

Yaratılış anlatımıyla başlayalım. Kutsal Kitap’ın ilk cümlesi şöyle başlar, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.”66Yaratılmış bütün varlıkların Tanrı tarafından yaratıldığını etkili bir şekilde vurgular. Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın varlığı ile ilgili herhangi bir münakaşa sunmaması aslında Tanrı’nın var olmasının en güçlü kanıtlarından biridir. Tanrı’nın varlığı o kadar açık ve belli ki, Kutsal Kitap bunu kanıtlamaya bile ihtiyaç duymaz.

İlk bölümün devamında, Tanrı’nın, yaşanabilir bir hale getirmek için, dünyanın düzenini nasıl kurduğu detaylı bir biçimde anlatılır. Bu bilgi art arda gelmiş olan altı günü içerir. Önce dünya sularla kaplıydı fakat güneş sistemindeki diğer gezegenler gibi boştu. İlk gün Tanrı evrene ışık verdi ve dünyanın döngüsünü başlatarak gündüz ve gece döngülerini oluşturdu.67İkinci gün Tanrı, suları ayırarak dünyada ısı ve ışığın dağılımını sağlayacak, koruyucu atmosferik bir kubbe oluşturmuştur. Üçüncü gün Rab yeryüzünü engin sulardan ayırarak içinde her tür tohum bulunan bitki örtüsüyle kapladı. Dördüncü gün Tanrı dünyaya ışık ve mevsimsel döngü sağlamaları için güneşi, ayı ve yıldızları ayarlayıp yerleştirdi. Beşinci gün okyanuslarda ve denizlerde yaşayan ve uçabilen her tür hayvanı yarattı. Altıncı gün Tanrı çoğalmaları için tasarladığı, yeryüzünde yaşayan hayvanları yarattı. Son olarak, Tanrı insanı kendi benzeyişinde yarattı. İlk adam olan Adem yerdeki topraktan yaratıldı ve Rab ona yaşam soluğunu üfleyince Adem yaşayan bir varlık oldu. Daha sonra ilk kadın olan Havva’yı adamın kaburgasından yaratarak kocasının yanına verdi.

Şimdi, birçok kişi yukarıdaki anlatımı bir hayal ürünü olarak görüp reddetse bile, bunun mantıksız, akıl almaz veya bilime aykırı bir yönü yoktur. Tam tersine anlatımın yapısı gayet mantıklı, düzenli ve zarif bir şekilde aktarılmıştır. Birçok kişinin sorgusuz reddetmesinin gerçek nedeni aslında doğaüstü olaylara ve Tanrı gibi Üstün bir Varlığa inanmayı reddetmeleridir. Fakat daha önce bahsettiğimiz gibi, doğaüstü yüce bir varlığın gerçekten de var olduğunu kabul edersek buradaki tanım tamamen inanılabilir ve gerçekçi olur. Birçok kişi Tanrı’ya inanmanın bilimsel olmadığını söylemeyi sevse bile, bilimin de bu konuda sınırları olduğunu tespit ettik bile. Bilim, tanımı gereğince, bize gözlemlenebilir dünyayı belli ölçüdeki bir eminlik ile tanımamıza ve tanıtmamıza yardımcı olur. Fakat sevgi, güzellik ve inanç gibi somut olmayan gerçeklere gelince, bilim yetersiz kalır ve bize pek yardımcı olamaz. Benzer şekilde tarihsel olaylar deney tüpünde gözlemlenebilmek için tekrarlanamadıkları için bir açıdan bilim sınırları dışındadırlar.

Kutsal Kitap’ta tanımlanan dünyanın yaratılışı anlatımına gelince, sunulmuş olan düzen ve olayların yapısında hiç gerçek dışı veya mantıksız bir şey yoktur. Tam tersine yaratılış tanımı bilimsel kanunlarla tamamen uyum içindedir. Örneğin sebep ve sonuç kanunu her sebebin bir sonucu olması ve sebebin sonuçtan daha büyük olması gerektiğini söyler. Bu durumda ilahi bir iradenin olması sonuç için yeterince üstün bir nedendir. Maalesef günümüzde insanlar uzun zamandır hüküm süren Tanrı’nın Sözü’ne inanmaktansa ve tarihin en eski kayıtlarında geçen yaratılış öykülerinde geçen destekleyici delileri hiçe sayarak şans eseri teorilere veya dünya dışından gelen yaratıklara inanmaya daha meyillidirler.


ii. Küresel Tufan

Yaratılış kitabının altıncı bölümünde Tanrı’nın küresel bir tufan getirmeye karar verdiğini okuruz. Birçok kuşkucu insan böylesine korkunç ve kapsamlı bir olayın sadece efsane olabileceğini düşünür. Fakat Kutsal Kitap’ı dikkatlice okuduğumuzda Nuh’un ailesini ve hayvanları korumak için inşa ettiği geminin detaylı tanımını yaptığını görürüz. Net ölçüler şu şekilde kaydedildi: “Gemiyi şöyle yapacaksın: Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın olacak.68Standart arşın ölçüsünün yaklaşık 45 cm olduğunu ele alırsak, geminin boyutunun yaklaşık 135 metre uzunluğunda, 22,5 metre genişliğinde ve 13,5 metre yüksekliğinde olduğunu söyleyebiliriz. Burada dikkate değer ilk şey bu ölçülerin gerçekten çok sağlam ve denize elverişli bir gemi ortaya çıkarmasıdır. Daha sonraki ayetlerde gökten şiddetli bir yağmur yağdığını ve toprağın altındaki suların da taşarak dünya çapında küresel bir sele yol açtığını okuruz. Yağmurun 40 gün, 40 gece yağdığını ama suların dünyada yaklaşık bir yıl boyunca kaldığını okuruz. Bu zamandan sonra gemi, Mezopotamya’nın kuzeyinde bulunan Ağrı (Urartu) dağlarına oturmuştur.


img Bu noktada birçok kişi Babilliler ile Sümer’in daha eski tarihte yazılmış tufan anlatımlarının, Musa’nın İ.Ö. 1440 civarında yazmış olduğu anlatımıyla benzerlikleri olduğunu göstermekte çabuk davranır. Bundan çıkarılan sonuç, Musa’nın bu iyi bilinen efsaneyi kopyalamış ve derlemiş olduğu varsayımıdır. Kutsal Kitap anlatımı ile eski tufan efsanelerini, karşılaştırdığımızda gerçekten de dikkate değer birçok paralellik gözükür. Antik efsanelerde ailesini ve hayvanları korkunç bir tufandan kurtarmak için büyük bir gemi inşa etmiş olan bir adamdan bahsedilir. Fakat mitolojik anlatımların belirsiz detaylara sahip olduğunu, genelde kendisiyle çeliştiğini ve büyük ölçüde abartılı bir dil kullandığını da not etmemiz gerekir. Bunları her bir efsanede görmeyi bekleyebiliriz. Fakat eğer Musa gerçekten de yaygın efsaneleri yeniden anlatmışsa o zaman onun anlatımının daha inandırıcı ve gerçekçi değil daha da abartılı olmasını beklerdik. Araştırmacı Josh McDowell şöyle der:


Yaratılış’taki Tufan anlatımı diğer eski çağ anlatımlarıyla karşılaştırıldığında daha gerçekçi ve daha az mitolojik bir yapıya sahip olduğu görülür. Yüzeysel benzerlikler, bizi Musa’nın kaydının bir alıntı olduğu görüşüne değil, diğer metinlerin de yazılmasına neden olan tarihi bir olayın özüne doğru yöneltir.”69


Musa’nın eski efsaneleri daha anlaşılır ve düzenli bir şekilde anlatmış olmasını var saymak hiç mantıklı olmaz. Çünkü genellikle efsaneler zaman geçtikçe daha karmaşık bir hal alırlar. Bu da bizi yukarıda bahsedilen sonuca getirir; Musa ise sade bir dille iyi bilinen ve dünyaca kabul edilmiş bir tarihi olayın temel bilgilerini aktarmıştır.

İlginç bir şey daha, bu tufan efsanelerinin sadece Orta Doğu medeniyetlerinde değil de, aynı zamanda dünyadaki ilkel insanların geleneksel hikayelerinde de yer alması Musa’nın anlatımını güçlendirir. Çinliler, Yunanlılar, Hintliler, Aztekler, Algonquin’ler (Kızılderili aşireti) ve Hawaiililer bile benzer tufan efsanelerine sahiptirler.70Eğer, tam tersi olup da böylesi bir olay yaşanmamış olsaydı, eski tarihte tufana ilişkin çok az veya aksini belirten kanıtlar bulmayı beklerdik.

Arkeologlar aynı zamanda sadece dünya çapında bir tufanın neden olabileceği etkileyici birçok kalıntıya da rastladılar. Bu kanıtlara yüksek yerlerde bulunan kaya çatlaklarının içinde toplu hayvan mezarları da dahildir. Aynı zamanda, farklı ülkelerin en yüksek dağlarında deniz hayvanlarının fosil kanıtlarını da bulmuşlardır. Bunların hepsini bir araya getirdiğimizde Kutsal Kitap anlatımının gerçekliğinin ağır bastığını görürüz.71Kısacası, küresel tufan Kutsal Kitap’ta anlatılan ve bir ‘efsane’ olmaktan çok modern arkeologlar tarafından tasdik edilen tarihi resme tam oturur.


iii. Babil Kulesi

Kutsal Kitap anlatımına göre tufandan sonra insanlığın ikinci bir başlangıcı oldu. Yaratılış kitabının 10. bölümü Nuh’un üç oğlu Sam, Ham ve Yafet aracığıyla detaylı soy kütüğünü verir. Onlardan gelen ulusların nerelere yerleştiğini yazar. Bu eski metnin inanılmaz kesinliği hala bilginleri şaşırtmaya devam eder. Bu bölüm hakkında Arkeolog Albright şöyle demiştir: “Greklerde bile eşi benzeri yoktur, ‘Ulusların Tablosu’ antik edebiyatta tamamen emsalsiz şaşılacak derecede kesin bir belge olarak kalır.”72

Uluslar Tablosunda’ Yafet’in oğullarının Orta Doğu’nun kuzeyinden Akdeniz’e kadar yayıldıklarını okuruz. Onlar Medler’in, Yunanlılar’ın ve Kıbrıs ile Rodos adalarının insanlarının atalarıydı. Ham’ın oğulları güneye yayıldı ve nihayetinde Afrika kıtasına ulaştı. Mısırlılar’ın, Etiyopyalılar’ın ve Kenanlılar’ın ataları oldular. Nuh’un en büyük oğlu olan Sam’ın soyundan gelenler ise Mezopotamya’nın bereketli topraklarında kaldılar. Persler’in, Asurlular’ın, Aramiler’in ve İbraniler’in ataları oldular. Öteki antik ulusların listeleriyle karşılaştırıldığında Yaratılış kitabının 10. bölümündeki ‘Uluslar Tablosu’nun detay ve doğruluk konusunda rakipsiz olduğunu görüyoruz. Bu yine Kutsal Kitap’ın metinlerinin insan kaynaklı değil ilahi bir vahyin eseri olduğunu gösterir.

img Yaratılış’ın 11. bölümü Nuh’un soyunun bir zamanlar Mezopotamya’da refah içinde yaşarken neden birdenbire dağıldıklarını açıklar. Bölüm bir zamanlar herkesin aynı dili konuştuğunu ve Şinar (Sümer) bölgesinde bir ovaya göç edip yerleştiklerini belirtir. 10. bölümde buranın Nuh’un torunu olan Nemrut’un Babil, Erek, Akat ve Kalne şehirlerinde krallıklarını kurduğu topraklar olduğunu okuruz. Nemrut’un daha sonra kuzeye Asur’a gittiğini ve Ninova, Rehovot-İr ve Kalah kentlerini kurduğunu okuruz. İlginçtir ki bu isimler modern Irak’ta, Dicle ve Fırat Nehri arasında bulunmuş olan antik şehirlerle tam bir uyum içindelerdir. Bunlar Sümer ve Akat tarihlerine dayanır. Aynı şekilde, Enmerkar’ın Altın Çağ ile ilgili destanlarında, insanların Enlil tanrısına “aynı dili” kullanarak tapındıkları anlatılır.73

Arkeologlar genelde, İ.Ö. üçüncü milenyumda Mezopotamya’da birdenbire kentsel bir gelişim patlaması yaşandığını tespit ederler. Arkeoloji uzmanları tarihi kalıntılarda gözüken bu gizemli yükselişin sebebini tam anlamasalar da, Kutsal Kitap’a göre bu tufan sonrası Nemrut’un kurmuş olduğu medeniyetin sonucudur. Bazıları birdenbire bu kadar gelişmiş bir toplumu nasıl kurduklarını merak ederken, Kutsal Kitap Nuh’un soyundakilere aktarılmış olan bilgi kalıntılarının bu gelişmedeki rolünün altını çizer. Oluşan bu medeniyet uzun zamana yayılan ‘sosyal evriminin’ bir parçası olarak oluşmamıştır, aksine tufandan önce gelişmiş bir düzenin sadece kısa bir süre için küresel sel yüzünden kesintiye uğrayıp Babil bölgesinde yeniden canlandığını görüyoruz. Peki Orta Doğu’nun dışında bulunmuş ve ilkel varlıklara işaret eden kalıntılar hakkında ne diyeceğiz? Bunun cevabı da Kutsal Kitap’ta geçen Babil Kulesi olayındadır.

Yaratılış kitabının 11. bölümü Nemrut’un krallığındaki insanların Tanrı’nın vermiş olduğu emir karşısında nasıl isyan ettiklerini anlatır. Tufandan sonra Tanrı insanlara çoğalmalarını ve dünyaya yayılmalarını buyurmuştu. Bunun yerine insanoğlu göklere erişen bir kule inşa edip dağılmayı reddederek Tanrı’ya karşı diklendi. Bu muazzam yapı insanın Tanrı’ya karşı olan gururunun ve küstahlığının bir sembolü olmak üzere tasarlanmıştı. Tarihçi Josephus, Nemrut’un niyetinin, tufan olsa bile insanların kendilerini koruyabilecekleri yükseklikte bir kule yapmak olduğunu belirtir.74Tanrı, bu durumun insanoğlunu ikinci bir yıkıma götüreceğini bildiği için, insanların isyanına son vermeye karar verdi. Bunu oldukça basit bir şekilde başarır: dillerini karıştırır. Eskiden aynı dili kullanan insanlar bir anda anlaşamaz oldular. Bunun sonucunda insanlar birbirlerini anlayamadı ve bu durum kulenin inşaatının durdurulmasına sebep oldu. Bundan kısa süre sonra aynı dili konuşanlar gruplaşarak kendi kolonilerini kurmaya gittiler. Bu şekilde tufan sonrası gelişmekte olan medeniyet çok geçmeden alt edilmiş ve dağıtılmış oldu.

Kuleye geri dönecek olursak, aslında arkeologların günümüzde Mezopotamya’da sadece bir değil birden fazla ‘ziggurat’ denilen kuleye benzer büyük yapılar bulmalarına şaşırmamalıyız. Bu kulelerin her biri göklere ulaşmak üzere tasarlanmış merdiven basamaklarına benzeyen bir mimariye sahiptir. Hepsinin en üst katında değişik dini tapınakları vardır.75İlginç bir şekilde bu yapılara benzer özelliklere sahip olan yapılar Mısır, Meksika, Peru ve Asya’da da bulunur. Bunun nedeni sonraki nesillerin yeni yerleştikleri memleketlerinde dini nedenlerle Babil’in kült yapısını yeniden yaratma girişimleri olabilir mi?

Kısacası, arkeolojik, tarihi ve Kutsal Kitap’a yönelik anlatımlar insanların bir noktada aynı dili konuştukları ve Mezopotamya’da gelişmiş medeniyet kurdukları konusunda anlaşırlar. İnsanlar daha sonra Nemrut’un feshedilmiş krallığından çıkmaya zorlanmış ve aynı dili konuşanlarla yeni yerler bulmaya gitmişlerdir. İnsanlar kötü şartlarda ve yabancı bölgelerde yeni bir yaşam oluşturmaya çalışırken muhtemelen önceki gelişmiş yaşam stilinden gittikçe uzaklaşmışlar.76Bu da dünyanın farklı yerlerinde görülen mağara adamı resimlerinin nereden geldiği sorusuna cevap verir. Nuh’un Üç Oğlukitabının yazarı Arthur Custance şöyle bir sonuca varmıştır: “Birçok ‘mağara adamı’, özellikle de Neandertaller, Sam ve Yafet’in soyundan daha önce yaban hayata geçmiş olan Ham’ın soyundakilerdi. Çatık kaşlı kafatasları gibi ilkel özelliklerinin nedeni ise akrabalarından çok daha zorlu durumlarla başa çıkmak zorunda olmalarındandı.”77Ona göre bir tür ‘evrim’ gerçekten olduysa, mağara adamı modern insandan ‘evrimleşmiş’ oldu yani dejenere oldu, öteki türlü değil.

Kutsal Kitap insanoğlu ve Tanrı inancının kökeni konusunda oldukça gerçekçi ve mantıklı bir açıklama sunar. Tam tersine olan iddialara rağmen Kutsal Kitap anlatımı sürekli arkeolojik, antropolojik ve tarihi kanıtlarla pekişir. Bu bağdaşım Kutsal Kitap’ın tümü için geçerlidir. Arkeologlar Kutsal Kitap’ta geçen diğer olaylar, yerler ve insanlar hakkında bağlantısı olan her türden kanıt bulmuşlar ve bulmaya da devam ediyorlardır. Örneğin: yakın zamanlarda, Kutsal Kitap’ta bahsedilen Kral Davut ve diğer Yahudi kralların bazı isimleri eski tabletlerde kazınmış olarak bulunmuştur. Mesih’in hayatının son sahnelerinde yer alan Başkâhin Kayafa ve Roma valisi Pilatus gibi bazı insanların isimleri de aynı şekilde çeşitli tabletlerde ve tarihi yazıtlarda bulunmuştur. Bunlara benzer örnekler verip listeyi uzatmak mümkün, ama bunlar Kutsal Kitap’ta bahsedilen olayların efsane olmadıklarını yeterince ortaya koyuyor.

img

Başkâhin Kayafa'nın kemik kutusu


Kısacası, antik elyazmalarını dikkatlice inceleyip, konuyla ilgili arkeolojik buluşları değerlendirdiğimiz zaman Kutsal Kitap’ın efsaneler ve peri masallarıyla dolu gelişigüzel bir koleksiyon olmadığı çok açık bir şekilde belli olur. Tam tersi Kutsal Kitap tamamen makul ve oldukça titiz bir şekilde hazırlanmış bir tarih anlatımıdır. Eğer Kutsal Kitap kendisinin tarihi konularında önemli biçimde doğru olduğunu kanıtladıysa, o zaman ruhsal konularda da güvenilir olduğunu kabul etmeliyiz, öyle değil mi?


Kutsal Kitap’ta Çelişkiler Var mı?

Kutsal Kitap’ın metinsel ve tarihi güvenilirliğine işaret eden kanıtların fazlalığı konusunda tartışmak neredeyse imkansızdır ama yine de birçok kişi onu Tanrı’nın Sözü olarak kabul etmemekte direniyor. Metnin bize değişmeden ulaşmış olmasını kabul etseler de, metnin kökeninin ve doğasının ilahi olduğunu kanıtlamadığını ileri sürerler. Bununla birlikte bazısı Kutsal Kitap metninin kendi içinde çelişkileri olduğu iddialarına dikkat çekmeye çalışır. Gelecek sayfalarda bu “çelişkiler” hakkındaki önemli itirazlara bakıp iddialara cevap vermeye çalışacağız.

Fakat öncelikle Kutsal Kitap’ı çok iyi bilmeyenler için içeriğine dalmadan önce genel bir tanıtım yapalım. Kutsal Kitap, 39’u Eski Antlaşma’da ve 27’si Yeni Antlaşma’da olmak üzere 66 bölümden oluşur. Eski Antlaşma İsa’nın zamanından önce, Tanrı’nın birçok peygamber aracılığıyla kendisini Yahudi halkına açıkladığı kısımdır. Halk arasında bu kısma Tevrat ve Zebur denir. Daha sonra Yeni Antlaşma, Mesih’in ölümü ve dirilişinden sonra öğrencilerine açıklanmıştır. Eski Antlaşma Tanrı’nın İsrail halkıyla olan ilişkisine odaklanırken Yeni Antlaşma İsa Mesih’in mesajını netleştirip bütün dünyaya sunar. İsa’dan sonra yazılan bu kısma İncil denir. Hristiyanlar için hem Eski hem de Yeni Antlaşma’nın Tanrı’nın vahyi olduğunu ve güvenilir tek yetki kaynağı oluşturduğunu belirtmeliyiz.

Bu noktada Tanrı’nın vahyinin bütünlüğünü not etmemiz çok önemlidir çünkü aynı zamanda Kutsal Kitap’ın bütünlüğü onun ilahi kökenine de işaret eder. Kutsal Kitap başından sonuna kadar 1500 yılı kapsayan sürede, yaklaşık 40’tan fazla Kutsal Ruh tarafından esinlenmiş yazar tarafından yazılmıştır. Ayetlerin bazı kısımları tarihsel konuları ele alırken, bazı kısımları şiirsel ve doktrinsel, bazı kısımları ise geleceği anlatan kehanetlerdir. Olağanüstü olan şey ise bu kadar geniş bir süre zarfında, bu kadar değişik konulara değinen ve bu kadar farklı insana yazdırılan bir kitabın halen uyum içinde ve tutarlı olmasıdır.

Karşılaştırma yapmak adına tıp alanına bir bakalım. Son 1500 yıl içindeki tıp alanının en ünlü isimlerinin yazılarını toplayıp bir kitapta derlediğimizi farz edelim. Kaçının temel tıp bilgilerinde bile aynı fikirde olmasını bekleyebiliriz? Kaçınılmaz bir şekilde saçmalıklar ve uyuşmazlıklar bulurduk. Fakat yaklaşık 2000 yıl önce tamamlanmış olan Kutsal Kitap’ta bu tür tezatlar yoktur. Tam tersine Kutsal Yazılar’ın her bir sayfası kapsamlı şekilde dizayn edildiğine kanıt oluşturacak nitelikte bir araya gelerek birleşik bir mesaj sergiler.78


a. İlahi Esin

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kutsal Kitap diğer antik belgeler arasında kendi sınıfında tek ve eşsizdir, ama gerçekten Tanrı’nın sözlerini içerdiğinden nasıl emin olabiliriz? Öncelikle Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın yetkisiyle konuştuğunu belirtelim. Başka bir deyişle, onlara vahyedilen şeyleri yazan peygamberler ve havariler, yazdıklarının doğrudan Tanrı’dan geldiğini tam olarak ifade etmişlerdi. Günümüzde birçok kişi, hatta en iyi yazarlar bile, oturup bir şeyler yazdıklarında, yazdıklarının ilahi bir vahiy olduğunu söylemeye cesaret bile edemez. Yine de Eski Antlaşma’nın peygamberleri yazılarına genel olarak, “Rab şöyle der…” diyerek başlarlar. Yeni Antlaşma’ya da baktığımızda, İsa’nın havarileri Eski Antlaşma’ya ilahi vahiy olarak bakarlar.79Dahası Yeni Antlaşma’yı yazarlarken Tanrı’nın emirlerini yazdıklarını bildikleri çok belli olur.80Mesih’in kendisi Eski Antlaşma’dan alıntı yaparken sözlerinin Tanrı’nın kendi sözleri olduğunu belirtmiştir.81Kısacası Kutsal Kitap ilahi bir vahiy olduğu gerçeğini temel edinmiştir.

Fakat yine bazı kişiler ‘kutsal’ denilen bazı kitapların bir tür ilahi vahiy sonucu oluştuğunu iddia ettiği konusuna karşı çıkabilir. Kutsal Kitap’ın gerçekten de Tanrı’dan kaynaklandığına nasıl emin olabiliriz? Bu konuyu anlayabilmek için Kutsal Kitap’ın nasıl ‘esinlendiğini’ anlamamız lazım. Bazıları Kutsal Kitap’ın bu noktada cennetten indiğini veya melekler tarafından getirildiğini düşünerek yanılır. Bu tür şeyler ancak efsanelerde olur. Dahası böylesi bir iddia mantığa dayalı sorguya dayanmaz çünkü ortada görünür bir kanıt yok. Kendini peygamber sanan her hangi biri kalkıp, ‘bir şeyler gördüm’ ya da ‘bir şeyler duydum’ diyerek Tanrı’dan vahiy aldığını iddia edebilir. Peki gerçekten Tanrı’dan bir mesaj aldığına nasıl emin olabiliriz? Yüce Rab tek bir adamın iddiasına inanmamızı elbette ki beklemez.

Tam tersine Kutsal Kitap çok daha mantıklı ve nesnel bir yolla Tanrı tarafından açıklanmıştır. Tanrı insanlara olan mesajını kaydetmeleri için birçok farklı peygamber seçmiştir. Havari Petrus bunun nasıl olduğunu şöyle açıklar: Öncelikle şunu bilin ki, Kutsal Yazılar'daki hiçbir peygamberlik sözü kimsenin özel yorumu değildir. Çünkü hiçbir peygamberlik sözü insan isteğinden kaynaklanmadı. Kutsal Ruh tarafından yöneltilen insanlar Tanrı'nın sözlerini ilettiler.” 82

Yukarıdaki bölümde Petrus Kutsal Kitap’ın farklı bölümleri olan ayetlerin özgün yazarlar tarafından ani bir hevesle yazılmadığını belirtir. Hiç biri bir gün oturup Kutsal Kitap’a bir bölüm daha eklemeye karar vermedi. Bunun yerine Tanrı tarafından, O’nun isteğini kaydetmek için harekete geçirildiler. Petrus ayrıca, Tanrı’nın onları Kutsal Ruh vasıtasıyla yönlendirdiğini söyler. Buradaki Kutsal Ruh, her hangi bir melek de değil, Tanrı’nın kendi Ruh’udur.

Burada esinden bahsettiğimizde bir şairin şiir yazarken veya bir bestecinin müzik yaparken esinlendiği ilhamından bahsetmiyoruz. Kutsal Kitap esini, Tanrı’nın Kutsal Ruh aracılığıyla yönlendirdiği yazarların Tanrısal vahyi anlaşılan bir insan dilini kullanarak hatasız bir şekilde aktarmaları şeklinde anlamalıyız. İncil’de Elçi Pavlus bize “Kutsal Yazılar’ın tümü Tanrı esinlemesidir”der.83Bu ayette gördüğümüz gibi Tanrı esinlemesi olan Kutsal Yazılar’ın bütünlüğü esastır. Yani, bizler hangi kısmın Tanrı’dan olup olmadığına karar vermiyoruz, Kutsal Yazılar’ın tümünü Rab’bin Vahyi olarak kabul ediyoruz. Tabii Kutsal Yazılar’ın hepsi uyum içinde olmasaydı ya da Kutsal Kitap’ın farklı bölümleri arasında ciddi çelişkiler olsaydı o zaman gerçekten şüphelenebilirdik. Fakat farklı zaman dilimlerinde, çok farklı insanlar tarafından yazılmış olduğu halde hala bütünlüğünü koruyor olması, Kutsal Kitap’ın gerçekten tek bir kaynaktan, asıl yazarı olan ve tüm yazarları harekete geçirmiş Kutsal Ruh tarafından esinlendiğini kanıtlar.

Yine de, Kutsal Kitap olağanüstü bir biçimde esinlenmiş olsa bile, gerçekten yetkili olduğuna nasıl emin olabiliriz? Kutsal Kitap’ı diğer ‘kutsal’ kitaplardan farklı kılan nedir? Bu noktada, Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın karakterini gerçek anlamda yansıttığını görebilmek için metni araştırmalıyız. Kutsal Kitap’a göre Tanrı mutlak doğru, kutsal ve değişmez olandır. O halde buna uygun olarak vahyinin hem kendisiyle hem de Tanrı’nın karakteriyle uyum içinde olmasını beklemeliyiz. Örneğin, başta zina yapmamızı yasaklayan Tanrı’nın başka yerlerde kullarına bu konuda özel izin vermesini de bekleyemeyiz, öyle değil mi?

Ayetlere baktığımızda baştan sona inanılmaz bir tutarlılık olduğunu görebiliriz. Bu, özellikle Tanrı’nın bildirdiği vahiyi yazarlarının birbirlerinden bağımsız olarak yazdıklarını düşündüğümüzde çok daha şaşırtıcıdır. Eğer Kutsal Kitap tek bir insanın eseri olsaydı, tutarlı mesajı karşısında şaşırmazdık. Fakat Kutsal Kitap’ın 1500 yıllık bir süreçte 40’tan fazla insan tarafından yazılmış olduğunu ve yine de kayda değer bir tutarsızlık olmadığını düşündüğümüzde gerçekten de hayret ederiz. Araştırmacı teologlar Geisler ve Nix bunu senfoni çalan bir orkestraya benzetirler.84Her müzisyen kendi parçasını bağımsız bir şekilde çalsa hep birlikte muhteşem bir müzik oluşturma olasılıkları nedir? Bunun gerçekleşmesinin tek ihtimali vardır, o da ancak tüm müzisyenler aynı şef tarafından yönetilseler olur. Kutsal Kitap’a gelince, şef Kutsal Ruh’tan başkası olmadığı için, yazarların kaleme aldığı Kutsal Kitap’ın her bir parçası tek başına ve bütün olarak harika bir senfoniye dönüşüyor.

Fakat yine de sorgulamayı seven arkadaşlarımız, “Kutsal Kitap’ın ilahi otoritesinin iddia edildiği gibi onu başka herhangi bir kitaptan üstün tutan ve eşsiz yapan bir özelliği var mıdır?”diye sorabilirler. Kesinlikle vardır. Aslında her hangi birimiz bugün oturup sayısız ünlü kaynaklardan alıntı yaparak ‘kutsal’ bir kitap yazabiliriz. Fakat bunu bir yere kadar başarabilsek de yapmaktan çekindiğimiz bir şey olacak, o da gelecek hakkında kehanette bulunmak. Ahlak ve tarih hakkında güzel bir şeyler yazabiliriz ama gelecek hakkında peygamberlikte bulunmaya cesaret edemeyiz çünkü söylenenler gerçekleşmeyince ‘kutsal’ kitabımızın inanırlığı tamamen yıkılacaktır. İşte gelecekten haber vermek Kutsal Kitap’ın diğer ‘kutsal’ sayılan kitaplardan kat kat üstün olduğu noktadır.

Eski Antlaşma’da Tanrı insanlara genelde peygamberler aracılığıyla konuştu. Fakat başından beri, eğer Tanrı adına konuşan birinin yalan söylediği fark edilirse, Rab’bin Yasası onun infaz edilmesi gerektiğini söyler.85 Ardından Tanrı insanlara, bir ‘peygamberin’ O’nun adına konuşup konuşmadığını kesin olarak nasıl anlayacaklarını açıklar. Şöyle der, “ ‘Bir sözün RAB'den olup olmadığını nasıl bilebiliriz?’ diye düşünebilirsiniz. Eğer bir peygamber RAB'bin adına konuşur, ama konuştuğu söz yerine gelmez ya da gerçekleşmezse, o söz RAB'den değildir. Peygamber saygısızca konuşmuştur. Ondan korkmayın.86 Başka bir deyişle verilen kehanetler (önbildiriler) %100 gerçekleşip onaylandığı zaman o sözlerin Tanrı’nın Sözü olduğuna %100 emin olabiliriz. Bundan daha azı Tanrı’dan değildir. Bu durum, Nostradamus’u ve diğer kendi kendini ‘peygamber’ ilan etmiş kimseleri otomatik olarak diskalifiye eder. Çünkü bu insanlar bazı sözlerini tutturabildiyseler de söylediklerinin büyük çoğunluğu gerçekleşmeyip boşa çıkıyor.

Kutsal Kitap’ın başka bir yerinde Yeşaya peygamber paganların sahte tanrılarına meydan okurken sadece gerçek olan Tanrı’nın geleceği bilebileceğini belirtir. Tanrı’nın kendisi şöyle der: Çok önceden beri olup bitenleri anımsayın. Çünkü Tanrı benim, başkası yok. Tanrı benim, benzerim yok. Sonu ta başlangıçtan, henüz olmamış olayları çok önceden bildiren, ‘Tasarım gerçekleşecek, istediğim her şeyi yapacağım’ diyen benim.”87 Tanrı’nın vahyinin kesin delili geleceği %100 doğru olarak bilmesi ve bildirebilmesidir. Bunun nedeni yalnızca Tanrı’nın zaman boyutunun dışında bulunmasıdır çünkü O Yaratan’dır. Sonuç olarak Tanrı tarihi en başından yazar ve biz buna kehanet deriz.88Bu ilahi vahyin nihai durum tahlilidir.

Kutsal Kitap’ın kehanetlere çok yer vermesi gerçekten dikkat çekicidir. Yaklaşık dörtte birinin yazılış tarihi itibariyle geleceğe yönelik olması gerçekten şaşırtıcıdır.89 Bir araştırmanın analiz sonucu Kutsal Kitap’ta geleceği bildiren 8.362 ayet olduğu ortaya çıkmıştır. Bunların içinde 737 farklı olayla ilgili 1.817 spesifik öngörü de dahildir.90 Bunlar gelecek olaylar hakkında sadece iyi tahminler veya genel öngörüler değildir. Tam tersine Kutsal Kitap ünlü imparatorların doğumlarından yüzyıllar önce ne tür başarı elde edeceklerini bile detaylı bir şekilde anlatır. Örneğin, Yeşaya’nın Babil’i ele geçirecek ve sürgün edilmiş olan Yahudileri memleketlerine geri gönderecek olan Pers Kralı hakkında yazmış olduğu ayetleri ele alalım. Yeşaya anlattığı bu olaylardan yaklaşık 150 yıl önce bu kralın adını bile iki kez yazar (Büyük Koreş).91 Bu ülkemizin yüz sene sonra ortaya çıkacak başkanının daha doğmadan önce adını vermeye benzer! Hangi kahin veya bilgin itibarını sıfıra indirebilecek böyle bir risk almaya kalkışır ki? Gelecekten haber vermek sadece Tanrı’ya mahsustur ve Kutsal Kitap’ta bunu çok defa yapmıştır.


img

Kral Koreş'in Silindiri

Kutsal Kitap’taki birçok kehanet İsa Mesih’in birinci veya ikinci gelişiyle ilgilidir. Hem Kutsal Kitap hem de diğer tarihi kayıtlar bu önbildirilerin tam anlamıyla gerçekleştiklerini gösterir. Örneğin Kral Davut yaklaşık 1000 sene öncesinden İsa’nın çarmıhta öleceğini bildirdi. Mezmur 22’de, Mesih’in ayaklarının ve ellerinin delineceğinden ve askerlerin kıyafetleri için kura çekeceğinden bahseder. Bu kehanetle ilgili olağanüstü olan şey, Davut zamanında çarmıha gerilerek uygulanan ölüm cezası henüz yoktu, ilk defa Mesih’in zamanından birkaç yüzyıl önce idam cezası olarak Fenikeliler tarafından kullanılmıştı. Bu yüzden Davut’un el ve ayakların delinmesi ile ilgili bir ölümü tasvir etmesi, o zaman için belki anlamsızdı, ama onu yönlendiren Tanrı bu olayın gerçekleşeceğini başından beri biliyordu.

Gerçek şudur ki, insanlık tarihinde başka hiçbir kitapta gelecek hakkında bu kadar çarpıcı kehanetler bulunmaz. Şimdiye kadar binlercesi tam anlamıyla gerçekleşmiştir. Fakat gelecek hakkında olan önbildirilerin bazıları günümüzde hala tamamlanmaya devam etmektedir.92Kutsal Kitap’taki bu kehanetler Tanrı’nın insanlık tarihindeki parmak izleri olarak duruyor, aynı zamanda bize her şeyin Tanrı’nın kontrolünde olduğunu ve Sözü’nün, yani Kutsal Kitap’ın, gerçekten de doğru ve değişmemiş olduğunu hatırlatırlar. Kutsal Kitap’ın tarih boyunca, özellikle de kehanet alanında, gerçekliğini kanıtladığını gördüğümüzde, onun sadece Tanrı’nın eseri olabileceğini anlarız.

b. Kutsal Kitap’taki ‘Çelişkiler’

Bu kadar kanıta rağmen bazıları yine de Kutsal Kitap’ta “binlerce çelişki” olduğunu iddia eder. Neden bahsediyorlar? Bazıları çok sayıda antik elyazmalarında bulunan metin farklarından bahseder. Bazı iddialara göre Kutsal Kitap’ta 200,000’den fazla farklılık varmış. Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi Kutsal Kitap’ı araştıran bilim adamlarının orijinal metni oluşturabilmek için başvurdukları binlerce metin vardır. Bu kadar antik kopyanın arasında doğal olarak küçük varyasyonların olması normaldir. Ayrıca bu farklılıkların çoğu yazım hataları veya kelimelerin yerlerinin değişik yazılmış olmasıdır. Bu önemli konu hakkında Rhodes şöyle yazıyor:


Bütün gerçekleri ortaya konulduğunda, sadece 40 farkın gerçek önemi vardır – ve bu durumda bile hiçbir Hristiyan inancı veya ahlaki öğretisi bundan etkilenmez. Durumların %99’unda orijinal metin daha pratik bir kesinlikte yeniden yapılandırılabilir.”93


Bununla beraber şunu da unutmamalıyız ki Tanrı tarafından esinlenen sonradan yapılan binlerce kopyaları değil, orijinal Kutsal Yazılar’ın kendisidir.94Daha önce de belirttiğimiz gibi tarihte başka hiçbir kitabın Kutsal Kitap kadar iyi korunmadığı gerçeği yapılan çok sayıda olan bu kopyalardan orijinal anlamı çok rahat bir şekilde tespit edebileceğimiz gerçeği pekiştirir.

Başkaları ise Kutsal Kitap’ta görülen bazı tutarsızlıklara işaret eder. Zaman zaman paralel anlatımlarda farklar, çelişen sayılar ve iddia edilen bilimsel yanıltmacalar olduğu söylenir. Bu kadar ‘bariz’ hatalara rağmen Hristiyanlar nasıl Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın kusursuz Sözü olduğunu söyleyebilirler? Öncelikle, diğer antik metinlerin tam anlamıyla çelişkilerle dolu olduğundan bahsetmeksizin, Kutsal Kitap’taki engin bilgilerle karşılaştırıldığında iddia edilen hata sayısının göz ardı bile edilebilecek çok az bir miktar olduğunu söylemeliyiz. İkinci olarak, Hristiyan ilham doktrininin orijinal elyazmasına bağlı olduğunu, ondan sonraki kopyaları için geçerli olmadığını yeniden belirtmeliyiz. Bu konuyla ilgili olarak birkaç çözülmemiş metin tutarsızlıkları olsa bile bunlar hiçbir önemli dini doktrini etkilemez.

Üçüncü olarak Kutsal Kitap’ta geçen bu ‘çelişkilerin’ çoğunun metindeki olayları tamamen anladığımızda kolayca çözümlendiğini de hatırlamamız gerekir. Birçok durumda çelişkili gibi görünen durumları metnin genel bağlamına göre değerlendirdiğimiz zaman çoğu zaman aksi değil aslında tamamlayıcı olduğunu görürüz. Başka bir deyişle, farklı anlatımları birleştirdiğimizde gerçek olayların daha büyük resmini gösterdiklerini görebiliriz.

Bunun iyi bir örneği İsa’ya ihanet etmiş olan Yahuda’nın ölümü ile ilgili ayetler. Matta 27:5’de Yahuda’nın kendini astığını okurken, Elçilerin İşleri 1:18’de baş aşağı düşüp bedeninin yarıldığını okuruz. İlk okuduğumuzda bir çelişki olduğunu düşünebiliriz. Ancak anlatımları birleştirdiğimizde, her ikisinde Yahuda’nın İsa’ya ihanet ettiğini ve sonucunda vicdan azabı çektiğini görürüz. İki anlatımda da kendi isteğiyle ölmüştür. Büyük ihtimalle kendini asmayı beceremediği için düşüp ölmüştür. Bu bir çelişki değildir. İki anlatım da kısmi bilgi sağladıkları için ancak bilgileri birleştirdiğimizde resim tamamlanıyor. Eğer Matta, Yahuda’nın İsa’ya ihanet etmediğini, bunun yerine ünlü bir vaiz olup çıktığını yazıp da, Elçiler’in İşleri’nde İsa’ya ihanet ettiği ve sonradan kendini astığı yazılsaydı, bu gerçek bir çelişki olurdu.

Başka iddia edilen bir çelişki ise İsa Mesih’in soy ağacıdır. Matta 1:1-17’de soy ağacı İbrahim’den itibaren yazılmışken, Luka 3:23-38’de Adem’den itibaren yazılmıştır. Aslında iki soy ağacı da Davut’a kadar aynıdır ama ondan sonra birbirinden ayrılır. Neden böyle bir fark vardır? Bazı bilginler bu sorunu Matta’nın soy ağacının Mesih’in üvey babası Yusuf’un soyunu izlediğini, Luka’nınsa annesi Meryem’in soyunu izlediğini kabul ederek çözmüşlerdir. Sonuç olarak iki soy ağacı da Davut’a ve daha sonra İbrahim’e kadar uzandığı için İsa’nın tam anlamıyla vaat edilmiş olan Kurtarıcı ve Mesih olduğunu gösterir. Üçüncü yüzyılın Eski Kilise tarihçisi Eusebius, soyağacı tutarsızlığının farkındaydı ve bir Yahudi geleneği olan vekil babalık çözümünü de önerdi.95Nasıl olursa olsun, iddia edilen bu çelişkinin birden fazla yolla anlatılabileceği nettir.

Fakat bu bizi Kutsal Kitap’ın dikkate değer başka bir karakteristik özelliğine yönlendirir, yazarlar metinde tutarsızlık gibi görünen bu gibi sıkıntıları çözümlemeye çalışmayı reddetmeleri. Birçok kuşkucunun inandığı gibi, gerçekten de Kutsal Kitap Hristiyan hareketini desteklemek için insanlar tarafından yazılmış olsaydı, yazarların bu “bariz çelişkileri” düzeltmek için çok çaba sarf etmelerini beklerdik. Fakat Kutsal Kitap’taki durum böyle değildir. Bizlere “tutarsızlık” olarak görünen bu anlatımların gerçekten de orijinal olduklarını ve daha sonradan uydurulmuş veya manipüle edilmiş olmadıklarını hatırlatır.

Aynı şekilde Kutsal Kitap’taki karakterlerin özel muamele görmemiş veya kişisel hayatlarındaki utanç verici detayların ifşa edilmemesi için muaf tutulmamış olmaları da ilginçtir. Mesela Musa’yı ele alalım, Yasa’yı İsrail halkına bildirmiş olan halkın ilk ve en önemli lideriydi. Yine de, Kutsal Kitap’ın ilk kitaplarını kayıt ederken bir Mısırlıyı nasıl öldürdüğünün üstünü kapamıyor. Kral Davut İsrail’in sevilen Mezmur yazarıydı ama yine de Kutsal Kitap Bat-Şeva ile olan zina ilişkisini açık bir şekilde anlatmaktan kaçınmadı. İsa’nın öğrencileri arasında hiçbiri Petrus kadar ünlü değildi. Yine de İncil yazarları ele verildiği gece Petrus’un İsa’yı nasıl inkâr ettiğini detaylı bir şekilde anlatırlar. Eğer ben Petrus olsaydım hayatımın en utanç verici o anın Kutsal Kitap’ta olmaması için elimden gelen her şeyi yapardım. Fakat belli oluyor ki, bu konuda hiçbir söz hakkı yoktu çünkü Kutsal Kitap Tanrı’nın kitabıdır ve tarihi dürüst bir şekilde anlatır.



c. Şiddet İçeren Bölümler:

Dürüstlükten bahsetmişken, sorgulayan bazı arkadaşlar özellikle Eski Antlaşma’daki şiddetli savaş ve katliam kayıtları içeren bölümlerin olduğunu söylemekte tez davranırlar. Yine aynı şekilde, Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın tarihteki acımasız gerçekleri anlatmaktan çekinmediğini hatırlamalıyız. Fakat bazı bölümlerde Tanrı katliamlara ve savaşlara onay verir gibi görünür. Bunlar nasıl Yeni Antlaşma’daki sevgi ve merhamet Tanrısı’yla uyumlu olabilir? Tanrı’nın kendisi On Emir’de “Öldürmeyeceksin” dememiş miydi?İsa Mesih, “Komşunu kendin gibi sev”dememiş miydi?Kesinlikle öyledir. Sonuç olarak bu tür şiddet içeren bölümler tam olarak Tanrı’nın karakteriyle uyuşmaz gibi görünür.

Öncelikle, Eski Antlaşma ve Yeni Antlaşma’daki Tanrı’nın birbirine rakip olan ilahlar olmadıklarını, bunun yerine tek ve aynı Tanrı olduklarını anlamamız gerekir. Eski Antlaşma Tanrı’nın yasası ve adaletini vurgulasa da, aynı zamanda inatçı İsrailliler’e ve diğer Pagan uluslara karşı gösterdiği sevgi ve merhamet örnekleriyle de doludur.96Yeni Antlaşma Kurtarıcı olarak dünyaya gelmiş olan İsa ile somutlaşan Tanrı’nın sevgisi ve lütfunu vurgular. Fakat bunu yaparken Tanrı’nın yasalarını veya adaletini reddetmez, bize günahların affı ve insanların suçlarının bağışlanması için gerekli olan fidyeyi sağlar. Dahası, Yeni Antlaşma’nın son bölümü olan Vahiy’e geldiğimizde, Tanrı’nın adil yargısının O’nun lütfunu reddedenlerin üzerine nasıl geleceğini görürüz. Kısacası Eski ve Yeni Antlaşma birbirlerini mükemmel bir şekilde tamamlarlar, tıpkı çocuklarını son derece seven bir babanın bazen onları disiplin etmesi gerektiği gibi… Çünkü gerçek sevgi adaletten kaçınmaz.

Tanrı’nın sevgisinin adil yargısı ile el ele yürüdüğünü hatırlamalıyız. Rab hak ettiğimiz yargıyı görmezden gelerek bize lütuf sunmaz, bunun yerine bizim uğrumuza Oğlu İsa Mesih’i sunarak adaletini yerine getirmiş olur.97Bunların hepsi bizi Tanrı’nın doğasına ve orijinal yaratılış amacına geri götürür. Kutsal Kitap tekrar ve tekrar Tanrı’nın kutsallığını vurgular, yani günahla ilişkisi yoktur. Aynı şekilde insanları kutsallığına yaraşır bir şekilde yaşamaları için yaratmıştır ama maalesef biz isyan ettiğimiz için günahın girdabına tutulmuşuzdur. Bunların hepsi Tanrı’nın bizi kurtarmak isterken aynı zamanda da günahımızın cezasını vermesi gerektiğini gösterir. Tanrı bu döngüyü İsa’nın bizim yerimize ceza almasıyla tamamlamıştır.

Eski Antlaşma’nın en başında Tanrı’nın adaletinden dolayı günahı görmezden gelemeyeceği için günahı yargıladığını görürüz. Önce Adem ve Havva’yı isyanlarından dolayı Aden Bahçesi’nden kovar, daha sonra da Kayin’i kardeşi Habil’i öldürdüğü için ölümle yargılar. Ardından Nuh’un döneminde bütün insanları küresel bir tufan ile cezalandırır çünkü, RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.”98Tanrı’yı Yaradan olarak kabul ettiğimizde ahlaksızlık ve kötülüğü cezalandırmak için her tür hakkı da var. Modern çağda hukuk kurallarının olmasının, kötü davranışların üstesinden gelinmesi ve suçluların cezalandırılması için gerekli olduğunu biliriz. Kutsal Kitap bize Tanrı'nın kötülüğü cezalandırma ve toplumda adaleti sağlama görevini yerine getirmeleri için, insanların liderlerine yetki verdiğini söyler.99

Yine de Eski Antlaşma’da Tanrı’nın İsrail halkına açıkça Kenan’ın pagan halkını yok etmelerini emrettiği anlaşılması zor olan bazı bölümler vardır. Tanrı böylesine bir toplu katliama nasıl izin verebilir? Tekrardan bir adım geriye atıp o zamana geri dönmemiz ve durumu bahsedildiği zamana göre anlamamız gerekir. Öncelikle, daha önceden de belirttiğimiz gibi, Tanrı’yı evrenin asıl hükümdarı ve yargıcı olarak görebildiğimizde tufanda olduğu gibi, dünyayı kötülükten arındırmak için zaman zaman yarattığı dünyaya elini uzatmasına şaşırmamalıyız. Bunun başka bir örneği ise, İbrahim’in zamanındaki Sodom ve Gomora şehirlerinin yıkılmasıdır. Bu şehirlerdeki insanlar kendilerini tamamen cinsel bozukluğa vermişlerdi ki, Tanrı’nın onları yok etmek ve ahlaki çöküşleri başkalarına yayılmasın diye gökten ateş ve kükürt yağdırmaktan başka çaresi kalmadı. İlginçtir ki, bu yargının hemen öncesinde İbrahim bu şehirlerde yaşayanlar için Tanrı’ya yalvarmıştı, bunun büyük bir nedeni yeğeni Lut’un ve ailesinin orada yaşıyor olmasıydı. Sonunda Tanrı ona, eğer bu şehirde sadece on doğru insan olursa onları yıkımdan esirgeyeceğini söyledi. Maalesef, bu küçük sayıya bile ulaşılamadı ve Tanrı yıkım yağmurunu onların üzerine yağdırdı ama yine de Lut ve ailesini esirgedi.

Çoğumuz Tanrı’nın yargı örneklerini rahatsız edici bulmayız çünkü, eğer O Tanrı’ysa kötülük yapanları cezalandırmaya hakkı ve sorumluluğu vardır. Şimdiki soru ise şudur, Tanrı belli bir kralı veya ordusunu da yargı aleti olarak kullanamaz mı? İlginçtir ki, İbrahim’in zamanında Tanrı ona bir gün o toprakların Kenan’ın pagan halkından arınacağını söylemiştir.100Neredeyse 500 yıl sonra Tanrı mucizevi bir şekilde İbrahim’in soyundan gelenleri Mısır’dan Firavun'un emrinden çıkarıp atalarına vaat ettiği topraklara götürmüştür. O zamanda Tanrı onlara atalarına vaat ettiği toprakları güvence altına almak için Kenanlılar’ı yok etmelerini emretmiştir. Burada belirtmemiz gereken önemli şey Tanrı’nın bunu çok uzun zaman önce vadetmiş olması ve Kenanlılar’a tövbe etmeleri için bol zaman ve fırsat vermiş olmasıdır. Aynı şekilde, bu yargı tufan yargısından veya Sodom yargısından farklı değildir çünkü, yargıyı sağlayan Tanrı’dır. Bu durumda tufan suyu veya ateşle kükürt kullanmak yerine İsrail halkını adalet aleti olarak kullanmayı seçmiştir.

Burada Tanrı’nın yargısını sorgulamak cazip gelse de, o zamandaki Kenanlılar’ın nasıl bir halk olduğunu anlatmak, Tanrı’nın neden böylesine şiddetli bir eyleme geçtiğini kavramamıza yardımcı olacaktır. Eski Antlaşma bilgini Walter Kaiser şöyle yazar:


Kenan halkı İsrail’in ve dünyanın geri kalanının bozulmaması için yok edilmişlerdi (Yasa’nın Tekrarı 20:16-18). Bir halk putları uğruna çocuklarını yakmaya başladığı zaman (Levililer 18:21), cinsel sapıklık, hayvanlarla cinsel ilişkiye girme ve her tür iğrenç ahlaksızlıklar yapmaya başladığı zaman (Levililer 18:23, 24; 20:3), yaşadıkları topraklar içten içe zehirlerinin yüküyle çalkalanmaya başlar ve onları dışarı ‘kusar.’”101


Kenanlılar’ın kötülüğünü kansere benzetebiliriz. Bir kimsenin vücudunu ele geçirdiğinde, o kişinin hayatını kurtarmak için uzuv veya tüm organı kesip atmaktan başka bir seçenek kalmıyor. Yani, Tanrı bir yandan Kenanlılar’ı cezalandırırken bir yandan o bölgedeki kanserli azgın kötülüğün daha fazla yayılmasına da engel oluyordu.

Yine de bazıları bu tür bölümleri, Eski Antlaşma’daki ahlak kurallarının teröristlerden farklı olmadığını iddia ederek günümüzdeki ‘cihada’ benzetmekte çabuk davranırlar. Fakat, Kutsal Kitap’ın bu bölümlerinde Tanrı’nın onayladığı ile mücahitlerin benimsedikleri arasındaki kilit farkları anlamak önemlidir. Bir sonraki alıntıda bunun farkı net bir şekilde görülür:


Tanrı İbraniler’e net bir şekilde Kenanlılar’ı ve etraflarındaki halkaları yok etmelerini emretmiştir. Sonuç ne olursa olsun, bu tür bir şiddet Tanrı’nın isteğinin bir ifadesidir. Ne olursa olsun, İbraniler tarafından yapılmış ve Eski Antlaşma’da yazılmış olan şiddet sadece tarihtir. Tanrı emrettiği için olmuştur. Belirli bir zamanda, yerde ve belirli bir halk için olmuştur. Bu tür bir şiddet hiçbir zaman Yahudi yasasında standartlaşmamış veya sistemleşmemiştir. Kısacası, Kutsal Kitap’taki şiddet anlatımları tanımlayıcıdır, emsal değildir.”102


Özetlemek gerekirse, bazı ayetlerde Tanrı’nın şiddet emirlerinin kayıtları olsa bile, bunlar hiçbir zaman kendileri gibi inanmayanlara saldırıp yok etmek için kullanılacak bir ‘fetva’ olmadı, olamaz da. Bunun yerine Kutsal Kitap’ın temel öğretisi Tanrı’nın tüm uluslara cömertçe tövbe fırsatı sunduğu ve O’na inanan herkese kurtuluş yolları sağladığı yönündedir.


d. ‘Modern’ Çelişkiler

Kutsal Kitap’taki şiddet konusu, tarih boyunca din ve özellikle Orta Çağ Hristiyanlığı adına işlenmiş belli şiddet örnekleri hakkındaki soruları ortaya çıkarır. Birçok modern kuşkucu dinin ‘her şeyi zehirlediği’ konusunda polemik yapmayı sever. Karl Marx sıklıkla dinin bir baskı aracı olduğunu yazmıştı. Birçok şüpheci, haçlı seferleri, engizisyon, emperyalizm ve köle ticaretinin ‘dinsel aşırılığa’ örnek olduğunu söyler. İnancın her şeyi ‘doğaüstü hale’ getirdiği için modern dünyada uyum ve barışın sağlanması için tamamen yararsız olduğunu savunur. Hatta bazıları dinin toplum için zararlı olduğunu ve tamamen saf dışı bırakılması gerektiğini bile düşünürler.

Öncelikle Hristiyanlık dahil her dinin, kötülük için kullanılmaya ve suistimal edilmeye müsait olduğunu kabul etmemiz lazım. Fakat bu, gerçek inancın yararsız ve değersiz olduğunu kanıtlamak yerine, tam tersi doğal olarak ne kadar güçlü olduğunu kanıtlar. Aynı zamanda şiddetin her zaman dine bağlı olmadığını da belirtmek gerekir. Birçok modern sosyalist ve hatta laik cumhuriyetin bile şiddet ve baskıcılıkla dolu anıları vardır. Şiddet dünya başlangıcından beri insanların sorunudur. Şiddeti doğrudan dinle ilişkilendirmek yerine insan doğasına bağlamalıyız.

İkinci olarak dini düşünceleri saf dışı bırakmak bizim sorunumuzu sadece büyütür çünkü yalnız ortak bir Yaradan’a olan inanç bize uyum içinde yaşamamız için gerekli olan ahlaki ilkeleri sağlar. İronik olan ise, bilginlerin her şeyi yalnızca makul ve pragmatik bir mantıkla anlatmak istedikleri, tarihin en laikleştirilmiş, küreselleştirilmiş ve ultra modern zamanında yaşıyor olsak bile, hala dünya barışının sağlanmamış olmasıdır. Aksine tarih boyunca ve çağımızda inancın insanlar üzerindeki etkisi gerçek değerini ve önemini göstermeye devam eder.

Aslında aynı şey evlilik için de söylenebilir. Tarih boyunca sık sık şiddet ve istismarla kirletilmiş olduğu için evlilikten tamamen vazgeçmemiz mı gerekir? Hiç de değil. Bunun yerine orijinal amaca geri dönüp sağlıklı evlilik ilişkisi kurmayı öğrenmemiz gerekir. Aynı şekilde, sırf din papazlar ve politikacılar tarafından suistimal edildi diye doğallığında kötü değildir, tam tersine din hayatımızda Tanrısal niteliklerin olması gerektiğinin altını çizer.

Dini çok eleştiren insanlar genelde Mesih’in de yanlış yola saptırılmış dini yobazlara karşı oldukça eleştirici davrandığını gözden kaçırırlar. İsa’nın paganlara vaaz vermediğini, dindar Yahudilere konuştuğunu unutmayalım.103Yine de onlara dinlerinden vazgeçmeleri gerektiğini söylemek yerine, yüreklerine bakmaları gerektiğini öğretir. İsa kendinden önce gönderilmiş Kutsal Yazılar’a karşı olmadığını ama insanların önyargılı ve menfaatçi yorumlarına karşı olduğunu bariz bir şekilde belirtir. Zaman zaman Yahudiler İsa’ya Romalılar’a karşı din adına ayaklanma yönetmesi konusunda ısrar eder ama İsa bunu hep reddetmiştir.104Mesih en ağır eleştirisini o zamanki çıkarcı din gruplarına ‘budalalar ve engerek soyu’ diyerek ayırdı.105Sonunda İsa, bu dini sisteme uymayı reddettiği için Yahudi dini önderlerinin ısrarıyla çarmıha gerildi.

Ölümünden üç gün sonra Mesih dirildi. Takipçilerine intikam almalarını veya O’nu infaz eden dini kuruluşlara karşı devrim başlatmalarını söylemesini beklerdik ama bunların hiçbirini yapmadı. Bunların yerine havarilerine Yeruşalim’de kalmalarını ve oradaki insanlara tanıklık etmelerini söyledi. Belli ki mesajı öç alma veya başkaldırma ile ilgili değil, reform yapma ile ilgili bir mesajdı. İlginç olarak Mesih’in anlattığı benzetmelerden birinde Tanrı’nın Egemenliği’nin bir buğday tarlasına benzediğini belirtmiştir. Mesih’i temsil eden çiftçi iyi tohum eker ama sonra Şeytan gelip kötü tohum eker. Çalışanlar ortaya çıkan yaramaz otları çekmek isteyince çiftçi izin vermez. Her ikisinin birlikte büyümesine izin verilir ve ancak hasat zamanı geldiğinde iyi olanlar kötülerden ayrılır. Kısacası, İsa takipçilerinin arasına her tür nahoş insanın sızabileceğini önceden görmüştür ve geri geldiğinde onları ayırıp işleri yoluna koyacaktır.106

Bu basit benzetme birçok yönden Hristiyan tarihinin son 2000 yılının harika bir özetidir. Başlangıçta ilk kilise topluluğu Yahudi köklerini reddetmedikleri için memleketlerini terk etmeye zorlanmışlardır. Kilise topluluğu politik hünerleri sayesinde değil, içten sevgileri sayesinde her türlü zulme katlanarak büyümüştür. O zamanlarda Mesih’in takipçisi olmak insanın yapmak isteyeceği en son şey olurdu çünkü büyük ihtimalle bu seçimin sonucunda büyük sıkıntılara maruz kalırdı. İmanlılar, gittikleri yerlerde avlanıp öldürülmelerine rağmen yine de Mesih’e ve inançlarına sadık kaldılar. İlk Hristiyanlar yine de kendilerini korumak veya imanlarını yaymak adına şiddete başvurmayı reddettiler. İsa’nın düşmanlarımızı sevmek konusunda öğrettiklerini uyguladılar ve canlarını Mesih’in uğruna seve seve feda ettiler.

img İronik olan şu ki Hristiyanlar Mesih’in öğretisi uyarınca kendilerine işkence eden yetkililer ve cellatlar için dua ederlerdi. Böylece barbarlık, ahlaksızlık ve sarhoşluk sıradan olduğu bir dönemde, zamanla Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu üzerinde inanılmaz bir insanileştirme etkisi oldu. Aşağıda, o ilk dönemde Hristiyanların hayatlarına doğrudan tanıklık etmiş olan imanlı olmayan birinin ifadesi dikkate değerdir:


Hristiyanlar diğer insanlardan ülke, dil ve gelenek bakımından farklı değildir. Kendilerine ait şehirlerde yaşamazlar, farklı bir diyalekt kullanmazlar veya bir yaşam tarzları yoktur.

Onların bu öğretileri birtakım araştırmacı adamların icadı veya varsayımı değildir. Bazı kimseler gibi insanların ürettiği öğretileri de yaymazlar. Rastlantı sonucu hem Yunan hem de yabancı şehirlerde yaşarlar. Giyim, yemek ve hayatın diğer alanlarında yerel geleneklere uyarlar. Ancak aynı zamanda bizlere kendi vatandaşlıklarının harika ve de kesinlikle olağanüstü yanlarını sergilerler.

Doğdukları topraklarda yabancı gibi yaşarlar. Vatandaş olarak her şeylerini başkalarıyla paylaşırlar. Ancak yine de yabancı olarak çile çekerler. Onlar için her yabancı ülke kendi ülkeleri, kendi ülkeleri de yabancı bir ülke demektir.

Herkes gibi evlenip çocukları olur. Ancak istenmeyen bebekleri öldürmezler. Yemeklerini paylaşırlar, ama yataklarını paylaşmazlar. Şu anda ‘bedenleri’ var, ama ‘bedensel isteklere göre yaşamazlar’. Günlerini dünyada geçirirler, ama onlar aslında göksel halktır. Bildirilen yasalara uyarlar ve kendi yaşamlarında yasaların ötesine geçerler.

Onlar herkesi sever, ama herkes onlara zulmeder. Onlar bilinmiyor ve kınanıyor; öldürülüyorlar ama yaşıyorlar. Yoksuldurlar, ama birçok insanı zengin ederler. Hiçbir şeyleri yok, ama bir sürü şeye sahipler. Onurları kırılıyor, ama onurları kırılarak yücelirler.

İsimleri kirletilir, ama bu yolla paklanırlar. Onlarla alay edilir, buna karşılık kutsanırlar. Onlara kötü davranılır, buna karşılık olarak onlar herkese saygı gösterir. İyilik yaptıklarında, kötülük yapmış gibi cezalandırılırlar. Cezalandırıldıklarında yeni bir yaşama kavuşmuş gibi coşarlar. Yabancıymış gibi Yahudilerin saldırısına uğrar, Yunanlılar tarafından zulme ve eziyete uğrarlar. Ancak onlardan nefret edenler bu düşmanlığın nedenini açıklayamaz.

Kısaca söylemek gerekirse: Can beden için neyse, Hristiyanlar da dünya için odur. Can bedenin her parçasına yayılmıştır, Hristiyanlar da dünyadaki bütün şehirlere. Can bedenin içindedir ama bedenden değildir. Hristiyanlar da dünyadadır ama dünyadan değildir.”107


Bu Hristiyanlığın ilk 300 yılının inanılmaz öyküsüydü. Ama bu sırada Şeytan’ın ektiği kötülük tohumları filizlenmeye başladı. İ.S. 313’te yeni Roma İmparatoru Konstantinus kendini Hristiyan olarak ilan etti ve birdenbire Hristiyanlığı açıkça ilan etmek çok kolay ve popüler bile oldu. Bu dönemde kiliseler devlet tarafından koruma altına alındılar, ardından Hristiyanlık hükümetin resmi dini de oldu ve ister istemez bir süre sonra siyasi birçok yanlışlara da ortak edildi. Atanasios ve Ambrose gibi birçok kilise önderi bu durumu protesto etmeye çalıştılar ama zamanla Mesih’in Kilisesi çok farklı bir kişiliğe büründü. Bir süre sonra Kutsal Kitap’a aykırı bazı öğretiler ve ibadet şekilleri meşrulaştırıldı ve ‘Katolik’ (Evrensel) Kilise olarak anılan kuruluşun bazı önderleri despot bir şekilde yönetime geçti. Durum öyle kötüleşti ki yalnızca Tanrı’nın Sözü’ne bağlı kalmayı seçen imanlılara bile baskı uygulamaya başladılar.

Daha sonraki yüzyıllarda birçok teolojik tartışma ve etnik bölünmeler yaşandı, bu yüzden İ.S. 1054’te Doğu Kiliseleri Roma’dan ayrılarak Ortodoks dalını oluşturdular. Maalesef ilerleyen süreçte birçok haksızlık, bölgesel yöneticilerle iş birliği yapan ve gittikçe emperyalist bir hale dönüşen oluşum ‘Kilise’ adı altında devam etti. Bu karanlık dönemin bazı yan ürünleri Haçlı Seferleri ve Engizisyon olmuştur. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğiz. Ancak 31 Ekim 1517’de Almanya’da, Martin Luther tarafından Protestan Reformasyonu harekete geçirilmiştir. Reformcuların en büyük şikayetlerinden biri Katolik Kilisesi’nin politikaya çok fazla karışmış olmasıydı. Daha sonra reformasyon yanlıları kilise ile devleti ayırma konusunda baskı yapmaya başladılar, böylece modern laik demokrasinin tohumlarını ekmiş oldular. Bu konuyla alakalı olarak, ‘Aydınlık Çağındaki’ Locke gibi ünlü düşünürlerin oldukça dindar kişiler olup insan eşitliği üzerindeki düşüncelerini Kutsal Kitap doktrinlerine bağlı olarak geliştirdiklerini belirtmemiz gerekir. Daha sonra ilk yerleşik demokrasiye sahip olan Amerika, özgürlüğe ve eşitliğe inanan büyük çoğunlukla Hristiyan kişiler tarafından kuruldu. Açıkça görülüyor ki Hristiyanlık dini yanlış kullanılıp korkunç bir yürek acısı getirmiş olsa da, doğru kullanıldığında reform ve modern sürecin en büyük hızlandırıcısı olmuştur.108

Haçlı Seferleri konusuna dönecek olursak, bu üzüntülü olaylar kilisenin tarihinde kara bir lekedir. Ancak bu konuda Hristiyanlığı sertçe eleştiren bilginlerin, tarih boyunca öteki dinlerin de benzer şekilde şiddet uyguladıklarını fark etmemeleri de ilginçtir. Mesih, bariz bir şekilde şiddete karşı olduğu için, Hristiyanlık belli ki daha yüksek standarda tabi tutuluyor. Nedeni oldukça açık, Mesih adına uygulanan şiddet asla kural değildir ama kabul edilemez bir istisnadır.

Tarih bakış açısından kilisenin bu sıralarda orijinal misyonundan bir hayli uzaklaştığını hatırlayalım. Aynı zamanda da haçlı seferlerinin Orta Doğu’daki İslami saldırıya gecikmiş bir yanıt olduğunu da belirtmeliyiz. İslam’ın 7. yüzyıldaki ani yükselişine kadar Orta Doğu’da çoğunlukla Hristiyanlar yaşıyordu. Fakat, çok çabuk ve bazen şiddetli bir şekilde Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Avrupa’nın önemli bir kısmı İslami yönetime geçti. Yıllar sonra Müslümanlar batıdan gelen hacıları tehdit etmeye başlayınca, Papa tarafından yönetilen Avrupa güçleri karşı koymaya karar verdiler. Sonunda teşebbüslerinin sadece kötü planlanmış değil aynı zamanda da fena halde öngörüsüz olduğu ortaya çıkmış oldu. Yalnız Hristiyanlığın temel mesajının tersini uygulamakla kalmadılar, aynı zamanda eylemleri daha sonra Müslüman rakiplerini kızdırdı ve araları daha da açıldı. Yeniden canlanmış olan Müslüman orduları kısa sürede Avrupalı saldırganları ortadan kaldırdı ve bu olayları daha sonra Hristiyanlara daha fazla saldırmayı savunmak için kullandılar.

Avrupa’da yenilgiye uğramış Katolik Kilisesi bu defa gazabını etrafında tehlikeli olarak nitelendirdiği kişilere çevirdi. Roma ve dini sistemi ile uyum içinde olmayan kimseler ‘sapkın’ varsayıldı. Bu da, Avrupa’da çok fazla masum kişinin Kilise adına adaletsizce yargılanması ve korkunç bir şekilde idam edilmesi demek olan ‘Engizisyon’ mahkemelerine neden oldu.

Mesih’in öğretileri ve Kutsal Kitap’ın bakış açısından Haçlı Seferleri, Engizisyon ve orta çağlarda Hristiyanlık adına yaşanan daha nice zorbalıklar, tamamen haksızca ve affedilemezdir. Ancak bu olayların aynı zamanda tarihi bağlamlarıyla da anlaşılmaları gerekmektedir. Aynı zamanda Mesih’in gerçek bir takipçisinin bu tür saldırganlıkları asla savunmaya cesaret edemeyeceğini vurgulamak gerekir.

Son olarak dikkatimizi, emperyalizme ve sonucunda köle ticaretine bir şekilde Kutsal Kitap’ın göz yummuş olması iddiasına çevirelim. Bunun nedeni Kutsal Kitap’ın “köleler efendilerinizin sözünü dinleyin”109ayetidir. Günümüzdeki okuyucu bu ayetleri okuduğunda aklına hemen Afrika’daki iğrenç köle ticareti şiddeti gelir: Tanrı böylesine dejenere bir sisteme nasıl destek çıkabilir? Öncelikle konuyu açıklığa kavuşturalım, Tanrı köleliğe göz yummaz! Bundan binlerce sene önce yazılmış bu ayetleri yakın zamanda yaşanan korkunç olayların ışığında değerlendirirsek tabi ki yanılacağız. Kutsal Kitap’ta geçen kölelik binlerce yıl sonra Afrika’da çıkacak olan kölelik ticaretinden oldukça farklıdır. Aradaki farkı göstermek için İncil’in yazıldığı yüzyıldaki köleliğin düzenini anlamamız gerekir. Tim Keller bunu şu şekilde özetler:


Roma İmparatorluğunun birinci yüzyılında, Yeni Antlaşma’nın yazıldığı dönemde, köleler ve sıradan özgür insanlar arasında pek fark yoktu. Köleleri diğerlerinden ayıran ırkları, konuşmaları veya kıyafetleri değildi. Herkes gibi görünüp, herkes gibi yaşardılar ve hiçbir şekilde toplumdan ayrı tutulmazlardı. Finans açısından, köleler özgür işçiler ile aynı maaşı alırlardı ve bu nedenle genel olarak fakir değillerdi. Aynı zamanda, köleler kişisel sermayelerini alarak kendi özgürlüklerini satın alabilirlerdi. En önemlisi, çok az sayıdaki köle hayatları boyunca köleydiler. Çoğu on veya on beş sene içinde ya da otuzlarının sonunda azat edilmeyi umabilirdi.”110


Kısacası birinci yüzyılda köle olmak günümüzde bir kapitalist piyasa çalışanı olmaktan farklı değildi. Hatta ilk yüzyılda entel çevrelerde doktor ya da eğitmen olmak isteyen bunu ancak köle sıfatıyla yapabilirdi. Yani Kutsal Kitap’ın emri basitçe başkaları için çalışanların bunu saygılı bir şekilde yapmalarıdır. Afrika köle ticareti ve suistimal edilen insan haklarına gelince, köleliği İngiltere’de ilk yasadan çıkaran kişinin William Wilberforce gibi Hristiyanlar olduğunu unutmamak gerek. Dahası Martin Luther King Jr. gibi güçlü Hristiyan liderler azınlıklara saygı gösterilmesi ve ırk ayrımcılığının son bulması için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu liderler tüm bunları, Tanrı’nın gözünde her insanın eşit olduğuna inanarak ve Kutsal Kitap’a dayanarak yapmışlardır.

Dinin’ bütün modern kötülüklerin suçlusu olduğunu sık sık tekrarlayan itham, tarih ile pek örtüşmez. Çoğu zaman bütün dinler sanki aynıymış ve eşitlermiş gibi davranılır. Gerçekten de Orta Çağ’da Hristiyan dini adına pek çok kötülük yapıldı tıpkı günümüzde İslam dini adına savaşan kişilerin Allah adına savaştıklarını ileri sürdükleri gibi. Bunların en güçlü şekilde kınanması ve bütün barış seven insanlar tarafından bu duruma karşı gelinmesi gerekir. Fakat bütün dinlerin aşırıcılığa götürdüğünü düşünmek yanlıştır. Tarih boyunca İsa Mesih’in öğretilerine gerçek anlamda sadık kalanlar, insanların çektikleri acıları azaltmak ve insanlığın değerini arttırmak için çok fazla şey yapmışlardır. Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi demokratik ideallerin, insan haklarının ve iyi yönetimlerin dünya üzerinde yayılmasının büyük bir nedeni Mesih’e inananların İsa’nın sevgisini anlatan müjdesini diğer uluslara ulaştırmak hevesindendir. Bazıları bunu emperyalizmin başka bir şekli olarak karakterize etmeyi sever ama aslında eğer dünyanın uzak diyarlarına İsa’nın sevgi dolu müjdesini götürmek için hayatlarını riske atmış olan William Carey ve Hudson Taylor gibi fedakâr batılılar olmasaydı, dünyanın büyük bir kısmı hala batıl ve barbar Paganizmin pençesinde olurdu.

Hristiyan imanı Mesih’in Kutsal Kitap’taki öğretileriyle uygulandığı zaman kendini hiçbir şekilde sosyal suistimale, politik manipülasyona veya emperyalist gündemlere vermez. Dahası, günümüzde halen daha bazı gruplar belli dinler adına şiddeti benimsemiş olsalar da, Mesih’in öğretisi bu tarz bir aşırıcılığa sağlam bir şekilde karşı durur. İsa şöyle dedi: “Ama ben diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, zulmedenler için dua edin. Öyle ki, göklerdeki Babanız'ın oğulları olasınız. Çünkü O, güneşini hem kötülerin hem iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem eğrilerin üzerine yağdırır.”111İsa, O’nu gerçekten sevenlerin ve izleyenlerin, O’nun buyurduklarını yerine getirmeleri gerektiğini söyler.112

Sonuç olarak, Mesih’in öğretilerine karşı yapılan şeyler, Hristiyanlık adına yapıldığı ileri sürülse bile, Mesih’in düşmanlarımızı sevmek gibi temel mesajını gölgeleyemez.