2 Müslümanlar Neye İnanır? İslam Hakkında Bazı Temel Gerçekler

Müslümanlık düşüncesi uyarınca, İslamsözcüğü, Tanrı’ya ve O‘nun Kur’an’da açıklanan isteklerine ‘bağlılık’ ya da ‘teslim olmak’ demektir. Tanrı’ya teslim olan bir Müslüman, O’na olan minnettarlığını göstermelidir ve Kur’an’da yer alan buyruklarla birlikte Hadis-i Şerif’lerdeki buyrukları da yerine getirmelidir.

Müslümanlar Kur’an’ın insanoğluna Tanrı tarafından gönderildiğine ve peygamber Muhammed’e Cebrail tarafından iletildiğine inanırlar. Kur’an göksel vahyinin aslına (“Bütün kutsal yazıların anası”) sadık bir şekilde bir araya toplanmasıdır ve böyle bir ilahi yetkiye sahiptir. Muhammed tarihteki son ve en önemli peygamber olarak kabul edilir (“Peygamberlerin Mührü,” Ahzab suresi 33:40); ondan önce gelenler Âdem, Nuh, İbrahim, Yakup, Musa, Yusuf, Eyüp, Saul, Davut, Süleyman, Zekeriya, Vaftizci Yahya ve İsa Mesih’tir. Her biri de Muhammed’in gelişini duyurmuştur.

İslam’a göre, bu peygamberlerin tümü İslam’ın gelişini ilan eden kişilerdir, her zaman aynı ve tek bir mesajı duyurmuşlardır. Ancak mesaj duyurulduktan sonra, insanlar çabucak İslam’dan dönmüş, ilahi esinle gönderilmiş kutsal yazıların içerdiği vahiyleri değiştirmişler, peygamberlerin uyarılarını ve azarlamalarını bir kenara itip, putlara tapmaya geri dönmüşlerdir.

O zaman Tanrı, İslam’ın ‘saf’ mesajını yeni baştan duyuracak ve insanları her şeye gücü yeten, tek Tanrı’ya itaat etmeye çağıracak başka bir peygamber gönderir. İslam’a göre, Hristiyanlar da aldıkları asıl mesajı değiştirmişlerdir. Böylece de İsa’ya Tanrı ya da Tanrı’nın Oğlu olarak, Meryem’e de ‘Tanrı’nın Annesi’ olarak tapınırlar. Bu Kur’an’a göre Hristiyanların inandığı Üçlübirlik anlayışını gösterir.

İslam’ı Duyuran, Muhammed

Muhammed (adı ‘övülen, alkışlanan’ demektir) Tanrı’nın peygamberi ve habercisi olarak görülür ancak o hiçbir doğaüstü güce sahip olmayan, ölümlü bir insandır. Kur’an’ın kendisi birçok peygamberin (Muhammed de dahil olmak üzere) yaptıkları yanlışlar ve başarısızlıkları nedeniyle Tanrı’dan nasıl af dilediklerini açıklıyor olmasına karşın (A’raf 7:23; Hud 11:47; İbrahim 14:41; Kasas 28:16; Sad 38:24; Nasr 110:3; Fetih 48:2; Tevbe 9:43; İnşirah 94:2); Muhammed’in ölümünden sonra Müslüman ilahiyatçılar Muhammed’in ve diğer bütün peygamberlerin ahlaki açıdan kusursuz (‘günahsız’) olarak kabul edilmeleri gerektiği öğretisini geliştirmişlerdir. Bunun tek istisnası İsa Mesih’tir. O’nunla ilgili hiçbir günah ya da hata Kur’an’da bildirilmemiştir. “Günahsız peygamberler” inancı büyük olasılıkla X. yüzyılda ortaya çıkmıştır ve günümüzde İslami teolojide genel olarak kabul edilmektedir.

Ne yazık ki, Muhammed’in yaşamıyla ilgili olarak, bizlere yalnızca birkaç tane tarihi açıdan güvenilir bilgi iletilmiştir. Arap yarımadasında yer alan Mekke kentinde İ.S. 570’de doğdu, Kureyş kabilesinden, Beni Haşim’in soyundan geliyordu. Muhammed çok küçük yaşta öksüz kaldı ve dedesi Abdulmuttalib tarafından yetiştirildi, dedesinin ölümünden sonra amcası Ebu Talib’in yanına geldi.

İ.S. VI. yüzyıldaki Bedevi kabileleri birçok farklı tanrıya, ruhlara ve cinlere inanmaktaydılar. Taşlar, ağaçlar ve su pınarları kurbanlarla (örn. hayvanlar) yatıştırılmaları gereken tanrıların yaşadıkları yerler olarak kabul edilirdi. Ruhlar ve cinler falcılar tarafından yönlendirilebilirdi, kendileri de insanların işlerini iyi ya da kötü şekilde etkileyebilirlerdi. En az bir Arap kabilesinin, bunlara ek olarak bir de üstün bir Tanrı’ya, bir yaratıcıya – ‘Tek Tanrı’ (Arapça: al-ilahya da Allah= Tek Tanrı ya da Tek İlah) diyerek onurlandırdıkları bir Tanrı’ya da inandıklarını biliyoruz.

Muhammed 25 yaşındayken, tacir eşinin ölmesiyle dul kalan 40 yaşındaki Hatice bint Hüveylid’in eşi oldu. Hatice Muhammed’in ilk izleyicisi olarak kabul edilir. Muhammed 40 yaşındayken mağarada inzivaya çekildiğinde kendisinin cine tutulma belirtisi olduğunu düşündüğü, çok güçlü duyguları ve izlenimleri, içinde azarlama ve tövbe buyrukları içerdiği gibi yaklaşmakta olan yargı günüyle ilgili uyarıların da yer aldığı Tanrı’dan gelen mesajlar olarak görmeye Hatice teşvik etmiştir.

Daha sonra, Kur’an ve Hadislerin belirttiğine göre Muhammed kendisiyle konuşanın Cebrail olduğunu ve ona halkını uyarması ve onların peygamberi olması, onlara Tanrı’nın vahiylerini “öğretmesini ya da “okutmasını” (Arapça: kara’a, böylece Kur’an– Kuran) buyurduğunu öğrendi.

Muhammed’in ilk mesajları gökleri ve yeri, insanları ve hayvanları yaratan, her şeye gücü yeten Tanrı’yı ilan etmek ve aniden, beklenmeyen bir zamanda yargıya uğramamak için, bu Tanrı’ya boyun eğilmesi gerektiği buyruğuyla ilgilidir. Muhammed ilk önce kendi memleketi olan Mekke’deki hemşerileriyle paylaşır, İ.S. 610’da yalnızca birkaç takipçisi vardır. Alay, dışlanma, düşmanlık ve zulümle karşılaşır. Durum o kadar kötüleşir ki İ.S. 622’nin sonbaharında az sayıdaki takipçileriyle birlikte, komşu kentlerden biri olan Yesrib’e (daha sonra Medine adını almıştır) kaçmaları gerekir. Bu olaya hicretdenir (‘göç’) ve Müslüman takviminin başlangıcı olan, ‘0’ yılı olarak kabul edilir.

Medine’de, yalnızca farklı Arap kabilelerinin üyelerinden değil, Hristiyanlardan ve üç büyük Yahudi kabilesinden oluşan bir toplum bulunmaktadır. Fondaki değişim halindeki politik iktidar kavgaları, Muhammed’in sayısı hızla artan takipçilerine kendisini bir dini önder olarak sunmakla birlikte, bir askeri önder olarak da sunabilme olanağını ortaya çıkarır. Takipçilerine çeşitli savaşlarda önderlik eder (çoğunu onlar kazanmıştır). Özellikle Medine’deki üç Yahudi kabilesine karşı. Yaşamının sonlarına doğru, Muhammed yalnızca Medine’nin hükümdarı ve bölgedeki en önemli güç olma konumunu elde etmekle kalmaz, ölümünden kısa bir süre önce memleketi Mekke’ye dönerek, İslam’dan önceki zamanlarda da saygı gösterilen Kabe’yi ziyaret etmeyi de başarır. Bu da onun politik ve dini bir önder olarak tanınmasını sağlar.

Muhammed çeşitli konularda vahiy almaya devam eder (Örn. yasayla ilgili sorular, Allah ve O’nun işleriyle ilgili vahiyler, kadınların ve erkeklerin rolleri, suç ve ceza, mirasla ilgili düzenlemeler). Ancak bu vahiyler Muhammed’in ölümünden yıllar sonra tam Kur’an metnini oluşturmak üzere bir araya getirilmiştir. Büyük olasılıkla onun yerini alacak olanların bazıları tarafından (halifeler) oluşturulan bir ‘düzenleme kurulu’ tarafından 114 surenin yazılması buyruğu verilmiştir. Bu sureler konularına göre ayrılmamıştır, her bölümün uzunluğuna bakılarak en uzundan en kısaya doğru sıralanmıştır.

Kur’an’ın ve İslami Hadislerin Önemi

Müslümanların bakış açısına göre Kur’an, Allah’ın esinlenmiş ve sözlü olarak gönderilmiş Sözü’dür. Dünyanın her yerindeki, her insan için bağlayıcıdır. Ancak yalnızca Kur’an değil, hadislerde ilahi yetkiye sahiptir, yani, Muhammed’in ölümünden sonra toplanan söylentiler, Müslüman alimler tarafından bulunmuş ve 6 geniş koleksiyonda (hadis kitabı) bir araya getirilmiştir. Bu hadisler dini görevleri (İslam’ın beş şartını yerine getirmek: Şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, Hac’a gitmek) içerdiği gibi, dini bayramlar, giyim, yiyecekler, genel davranışlar, ceza ve yasal işler (miras ve evlilik yasaları, mülkiyet kanunları ve dini vakıflar) ve kadınların konumu gibi konular üzerinde de öğretişler verir.

Bu öğretişler, kısa öyküler ve örnekler aracılığıyla, Muhammed’in ve kendisine en yakın olan yandaşlarının belli durumlarda nasıl davrandıklarını, neler öğrettiklerini ve verdikleri kararları açıklar.

Müslüman yetkililer tarafından hakiki olarak (yani Muhammed’e ya da onun en yakın takipçilerine ait) tanınan, yasal işlerle ilgili hadisler ve öğretişler, en ince ayrıntılarına kadar, Kur’an’ın kendisi kadar yetkiye sahiptir. Hadisler, Müslüman halkların (en azından ağızdan ağıza yayılmış bir bilgi birikimi) ibadet şekilleriyle birlikte, günlük yaşam üzerinde Arapça yazılmış ve çok özel bir terminolojiye sahip olan, çok az sayıda kişi tarafından üzerinde gerçekten çalışılmış ve anlaşılmış, olan Kur’an’dan daha fazla etkiye sahiptir.

İslam’ın Beş Şartı

Müslümanlar, tek olan Tanrı’ya, sonsuz, her şeye gücü yeten ve lütufkar olan, göklerle yeri yaratmış olan, en son peygamber olarak da Muhammed’i göndermiş olan Allah’a inanır. Allah yalnızca yaratıcı değil, her bir kişinin yargıcıdır da. Yargı gününde bütün insanlar O’na “döndürülecektir” (Rum 30:12), her bir kişi kendisini yaratana ve hayatta tutana cevap verecektir. Yargı gününde her bir kişi cennete gitme umudunun temelini oluşturduğu Kur’an’da tekrar tekrar söylenen (Örn. Bakara 2:25; Hud 11:23; Rad 13:29; Kehf 18:107; Hac 22:56; Secde 32:19; Sebe 34:37; Büruc 85:11) “iman ve sevaplara” bakılarak yargılanacaktır. ‘Sevap’ öncelikle, İslam’ın beş şartını yerine getirmek demektir. Ergenlik çağına erişmiş her kadın ve erkeğin yerine getirmesi gereken bir yükümlülüktür:

Şehadet Etmek: “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.”

Namaz Kılmak (salat): Günde beş defa Mekke yönüne dönerek, abdest alındıktan sonra belirli duaların okunmasıyla, belirli giysilerin giyilmesiyle ve secde ederek (dizlere doğru eğilerek ve yere kapanarak) yapılan bir ibadettir.

Zekât Vermek: Gelirin yaklaşık yüzde ikisi yoksul ve ihtiyaç içinde olanlara verilmelidir.

Ramazan ayında otuz gün oruç tutmak, “her gün tanyerinin beyaz ipliği siyah ipliğinden sizce seçilinceye kadar” (sure 2:187) yiyeceklerden, içeceklerden, parfümden, dedikodudan, sigaradan ve cinsel ilişkiden uzak durulmasıdır. Oruç ayı iki gün süren Ramazan Bayramı (Eid al-fitr) ile sona erer.

Hac belirli hac ayı içinde kişinin yaşamı süresince en az bir kez Mekke’ye yapması gereken yolculuktur. Hac süresince yapılan ayrıntılı ibadetler, hayvan kurbanları (Kurban Bayramı), hayvanların kesilmesi ve etlerin dağıtılmasıyla sona erer. Bu bölüm hem hacılar hem de hacca gitmemiş olanlar tarafından gerçekleştirilmelidir.

Ancak, İslam’ın beş şartını bütün yaşamı boyunca sadakatle yerine getirmiş olan bir kişinin bile Tanrı’yı gerçekten hoşnut edip, cennete gidip gidemeyeceği konusunda bir belirsizlik bulunmaktadır. İslam eylemlerle inancı eşit olarak değerlendirir. Müslüman ilahiyatı kurtuluşla ilgili olarak önceden belirlenmiş kararları, Allah’ın her şeye kadirliğini kısıtlama olarak görür. Bunun için de yargı gününde kurtuluş kuşkuludur. İslam, günahlarla sevaplar tartıldığı zaman sevapların ağır basıp basamayacağını kimsenin bilmediğini öğretir. Kur’an’da yer alan Tanrı’nın lütfuyla ilgili ifadeler bir günahkâr bireye verilen açık bir vaat yerine, Tanrı’yı tanımlayan genel bir dil olarak görülür.

O’nun sonsuz gücü merhamet ve lütuf özellikleriyle birlikte görülmelidir. Bu da O’nun yargısıyla ilgili önceden tayin edilmiş herhangi bir kararı olanaksız kılar. Allah herhangi bir bireye uygun gördüğü gibi davranmakta tamamen özgürdür. Allah’ın hakimiyetini sınırlayacağından ve O’nun sınırlı bir şekilde davranmasına neden olacağından O’nun bireylerle ilgili olarak vereceği kararlar önceden belirlenemez.

Cennete gitmenin tek kesin yolu, cihatsırasında Allah için savaşırken, şehit olmaktır. İmanı için savaşırken ölenlere derhal cennete gideceklerini vaat eder (bkz. 2:154; 47:4-6).