Bölüm 14 - İnsancıllaştırılmış Bilim - Bilimin Teist Anlayış Çerçevesinde İnsancıllaştırılması



Bilimin karşılaşıp da aşamadığı bir engel olmamıştır.

Peter Atkins


Bilgi denizinde boğuluyoruz, ama bilgeliğe açız.

E. O. Wilson


İnsan kendini nasıl yaparsa öyle olur – insan kendi kendinin eseridir

Jean-Paul Sartre


Aksine inanmayı istesek de evrensel sevgi ve insan türünün refahı gibi kavramlar evrimsel açıdan mantıklı olmayan kavramlardır.

Richard Dawkins


Küçük, çaresiz ve kimi zaman şirin görünmeleri nedeniyle insan yavrularına karşı aşırı duyarlılık beslememiz doğru değildir… Deney fareleri de insan yavrusu gibi “masumdur”… sakat doğan bir insan yavrusunun öldürülmesiyle yetişkin bir insanın öldürülmesi aynı şey değildir. Bu uygulama (sakat doğanın öldürülmesi) çoğunlukla hiç de yanlış olmayacaktır.

Peter Singer


Giriş bölümünde, en başta biyolojik bilimler alanında verilen ürünler olmak üzere, güncel bilimsel araştırmaların verdiği birçok ürünün insanlık için tehdit oluşturabileceği yönünde yaygın bir kanaatin var olduğuna işaret etmiştik. Medyada da ters gidebilecek bilimsel araştırmalara dair felaket senaryoları yer alır sıklıkla. Ancak abartılı endişeleri biryana bırakacak olsak bile bilimin, insan bedeni üzerinde bundan birkaçon yıl evvel hayal bile edilemeyecek türde müdahaleleri mümkün kılacak yetenekleri geliştirmekte olduğu kesindir. Bu tespit özellikle genetik bilimleri, sinirbilim ve üreme teknolojileri alanları için geçerlidir. Araştırmalar sonucunda elde edilen yeni bulguların fiilen kullanımları ve potansiyel olarak dâhil edilebilecekleri müdahaleler şu temel soruyuakla getirir: “İnsan olmanın anlamı nedir?” İnsancıllaştırılmış, insan değerlerine ve insanın doğal korkularına karşı hassas bir bilim ortamı yaratmak için ne yapmalıyız?

Bu kitapta bilim ile inanç arasındaki etkileşimin uzun geçmişi olan ve ürün veren bir etkileşim olduğu savunuldu. Nasıl ki bir ailenin mensupları arasında kimi zaman sürtüşmeler ve yanlış anlamalar olabiliyorsa, bilim ile inanç arasında da sürtüşme ve yanlış anlaşmalar meydana gelmiştir, ancak uzun vadede etkileşim her iki taraf için de faydalı olmuştur. Mevcut tarihsel verilerin tek bir model çerçevesinde eksiksiz biçimde izah edilmeleri mümkün değildir, çünkü bilim ile inanç arasındaki etkileşimler çok yönlüdür. Modern bilim teolojinin bağrında doğmuştur ve daha sonra yuvadan uçtuysa da halen teolojinin izlerini taşır.Bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri birbirinden tecrit edilmiş değildir.Benzer yönleri vardır. Örneğin, kendi alanlarına dair “büyük soruları” ele alırken çıkarsama yoluyla en iyi izahatı benimseme anlayışı her iki alanda da kabul gören bir anlayıştır.

Ayrıca Kraliyet Cemiyeti’nin kuruluşu itibariyle benimsediği yaklaşımın, yani bilim çevrelerinin bilim aracılığıyla erişilmesi mümkün olanhedeflere odaklanıp (“çözümlenebilir olana odaklanma sanatı”) fizik ötesi sorulara takılmaktan kaçınmaları gerektiği yönündeki yaklaşımın doğru olduğunu savunduk. Bu yaklaşımın ardında yatan mantık tesisatçılar, pilotlar, doktorlar ve muhasebeciler için de geçerlidir. Kamuoyu, meslek gruplarının toplumda kendilerine biçilmiş olan rolleri profesyonellik anlayışı çerçevesinde yürütmelerini arzu etmektedir. Nasıl ki elinde tuttuğu neşterle bize cerrahi müdahalede bulunmaya hazırlanan doktorumuzun ötenazinin olası faydaları konusunda düşünüyor olmasını istemeyeceksek, sivil havayolu şirketlerinde çalışan pilotların da 9000metre yükseklikte seyrederken yaşamın anlamı konusunda kafa yormaya başlayıp yolcularının hayatını tehlikeye atacak ölçüde buhrana kapılmalarını istemeyiz. Meslek grupları uzmanlaştıkları konulara odaklanıp işlerine bakmalılar. Elbette ki tesisatçılar, pilotlar veya bilim adamlarının meslek dışı yaşamlarında öne çıkan birtakım felsefi veya dinsel görüşleri olacaktır ve bu görüşlerinin mesleki yaşamlarına da yansımaları olacaktır. Ancak netice itibariyle mesleğin icraatı söz konusu olduğunda, tesisatçıların başlıca görevi boruların sızdırmamasını sağlamak,pilotlarınkiyse uçakları güvenli biçimde uçurmaktır. Sıfatından da anlaşıldığı üzere, “bilim adamının” da başlıca görevi bilimini faydalı biçimde icra etmektir.

Bilimin bütün sorularımıza cevap sunabileceğini savunan, yani doğalcılık (bilimcilik diye de anılır) diye anılan felsefeyi benimseyen bilim adamlarına karşı eleştirel bir yaklaşım sergiledik ve bilimsel kuramlara (evrim gibi), bu kuramların kaldıramayacağı türde fizik ötesi anlamlar yüklemeye yönelik girişimlere de kesinlikle hiç sıcak bakmadığımızı vurguladık. Öte yandan doğa teolojisine hak ettiğinden fazla önem atfetmeye çalışan ya da Kutsal Kitap metinlerinin bilimsel kuramlar için kaynak olabileceğini iddia eden dindar kimselerin bu anlayışlarına karşı da aynı ölçüde eleştirel bir yaklaşım sergiledik. Bilim, kurumsal olarak öylesine başarılı olmuştur ki, bilimin düşünsel şöhretini, aslında bilimin özünde var olmayan birtakım ideolojik yaklaşımları desteklemek üzere kullanma eğilimi oldukça cezbedici bir eğilime dönüşmüştür. Nasıl ki teologlar doğa teolojisinin altın çağında bu eğilime kapılma hatasına düştüyse, günümüzde de doğalcı anlayışı benimseyen birkısım bilim adamı da aynı hataya düşmektedir.

Dolayısıyla bu kitapta, kilisenin veya başka dinsel kurumların belirlibilimsel kuramların içeriklerine dair yorum yaparak (veya başka yöntemlerle) bilimsel çevrelere müdahale edebilecekleri yönündeki düşünce kesinlikle onaylanmamıştır. Keza bilimsel kurumlar da, “Bilim bütüncevapları sunar” yönündeki küstahça düşünceden uzak durmalıdır. ABD Ulusal Bilim Akademisi’nin (US National Academy of Sciences)önde gelen üyelerinden olan on üç bilim adamının (akademi başkanı dâhil olmak üzere) bu konudaki beyanatları, örnek teşkil edecek niteliktedir: “Dinler ve bilim, dünyaya dair farklı tarzda sorulara cevap verirler. Evrenin veya insanın var olmasının bir amacının olup olmadığı bilimin cevaplayacağı meseleler değildir… İnsanlarca sorulan soruların hepsinin tek bir bilgi türü aracılığıyla cevaplanması mümkün değildir.”1Profesör John Ziman da Kraliyet Cemiyeti’nde 1995 yılı Medawar konuşmasını yaptığında aynı ölçüde övgüye değer bir sağduyu örneği sergilemiştir:


Bazı bilim adamları bilimin her türlü sorun için evrensel olarak uygulanabilir bir izahat sunamayacağını kabullenmekte güçlük çekebilir. Bana kalırsabu yaklaşım en başından beri savunulamaz bir yaklaşımdı ve günümüzde “bilime” yönelik yükselen tepkileri yumuşatmak üzere başvurulabilecek yöntemlerden biri bu yaklaşımdan vazgeçmek olabilir.2


Bilimsel çevrelerin genel halk kitlelerine karşı yukarıda önerildiği üzerebiraz daha alçakgönüllü bir tutum benimsemesi, bilimin yeniden daha “insancıl” bir çehreye bürünmesine yardımcı olacaktır.

Bu kitapta temel alınan başlıca varsayımlardan biri, birkaç defa açıkça dile getirildiği üzere her bir insanın, zihninde ömrü boyunca geliştirdiği ve büyük ölçüde yaşamına yön veren bir dünya görüşü veya büyük “P”’yle yazılabilecek bir baş Paradigmabarındıran bir felsefeci olduğu varsayımıdır. Kişilerce benimsenen bu felsefi varsayımlar kaçınılmaz olarak fizik ötesi niteliktedir, yani bilimsel verilerle (prensip itibariyle bile) desteklenebilecek varsayımların sınırlarını aşar. Dolayısıyla bazı bilim adamlarının benimseme eğiliminde oldukları iddiaya, yanikendilerince benimsenen Paradigmanın fizik ötesi varsayımlardan arındırılmış yüksek bir mertebeye sahip olduğu yönündeki iddiaya kuşkuylayaklaşmak gerektiğini vurguladık. Gerçekte bütün dünya görüşleri fizikötesi bağlamda birbirine rakiptir ve normal akılcı tartışma süreçleri aracılığıyla değerlendirilebilirler. Bilimin kendisiyse fizik ötesi bir dünya görüşünü temsil etmeyen, fiziksel dünyaya dair güvenilir bilgiler edinmeye yönelik bir dizi prosedür ve teknikten oluşur.

Okuduğunuz bu son bölümde amaçlanan, rakip fizik ötesi görüşlerden biri olan Hıristiyan teizminin, insanın değerliliğinin sürdürülmesinimümkün kılan “insancıllaştırılmış bilim” matrisi (anlayışı) için ne şekilde temel oluşturduğunu kabaca izah etmektir. Bu bağlamda James Rachels’in 11. bölümün sonunda geçen, “Tanrı ve doğa güçlü müttefiklerdir; bu ittifakın reddedilmesi bazı şeylerinyitirilmesi anlamına gelir”şeklindeki tespitine geri döneceğiz. Esas itibariyle yitirilen nedir? Yahutda soruyu tersine çevirerek sormak gerekirse, teist bir anlayış benimsemek bilimsel çalışmalar ve bu çalışmaların teknolojik yansımaları bakımından ne kazandırır bize? Burada sunulacak argümanın, teist dünyagörüşünü benimsemeyen kimseler için de en azından çatışan Paradigmaları değerlendirirken yol gösterici olabilecek faydalı bir “düşünsel deney” sağlayacağını umuyorum.


Bilimsel bilginin değeri


Düşünsel akımlar yükselişe geçip geçerlilik kazandıkları gibi günün birinde de geçerliliklerini yitirebilirler. Günümüz şartlarında bilim kurumunun gelecekte bütünüyle ortadan kalkabileceğini tasavvur etmek çokzordur. Bilimin erişebileceği bilginin sınırlarına eriştiğini ve bilim adamlarına artık pek iş düşmeyeceğini3savunan yakın zamanda yayımlanan bir kitap pek de sıcak karşılanmadı (özellikle de bilim adamlarınca). 17’nci yüzyıl doğa felsefecileri, bilimsel keşiflerin çok süratli gerçekleştiğini ve yüzyılın sonuna doğru keşfedilecek pek az şey kalacağını düşünüyordu. Lord Kelvin’in, Einstein’ın çarpıcı tespitlerini yayımlamasından yalnızca birkaç yıl evvel, yaklaşık 1900 yılında Britanya Bilim Gelişimi Derneği’ne hitaben yaptığı bir konuşmanın sonundaki ifadesini sekizinci bölümde alıntılamıştık (“Fizik alanında keşfedilecek yeni bir şey kalmadı artık. Yalnızca daha kesin ölçümlerin yapılması işikaldı”). Böylesi tarihsel örnekler bilimin sona ereceği yönünde tahminlerde bulunmanın riskli bir iş olduğunu hatırlatmalıdır bizlere. Çözüm gerektirecek yeni sorunların bir süre baş göstermemesinin bilimin sonunu getireceğini düşünmek doğru olmaz. Ne de olsa gelecekte, henüz varlığını bilmediğimiz birtakım sorunlarla karşılaşmamız gayet olasıdır.İnsan genomu diziliminin çıkarılması Viktoryen dönem bilim adamlarının yapacağı bir iş değildi, çünkü onlar insan genomunun varlığından bihaberdi.

Dolayısıyla bilim kurumunun devamlılığı karşısındaki başlıca tehditbilim adamlarının bir süre sonra çözecek sorunlarının kalmaması değildir. Geçtiğimiz yüzyıl içerisinde bilime yönelik en önemli saldırı, bilimkurumunun üzerine inşa edildiği epistemolojik varsayımları yıkma girişimi olmuştur. Sekizinci bölümde bilimin felsefi altyapısına yönelik eleştirel yaklaşımlara değinmiş ve “eleştirel gerçekçilik” akımının, naif gerçekçilik ve sistematik görecilik (rölativizm) gibi birbirinden faydasıziki yaklaşıma karşı benimsenebilecek uygun bir orta yol sağladığı sonucuna varmıştık. Eğer postmodern görüşte savunulduğu üzere, bilim yalnızca belirli bir bilimsel dili konuşan bir topluluk için geçerli olan kurmaca bir bilgi türünden ibaretse ve evrensel olarak geçerli herhangi bir saptama sunmuyorsa, gerçek dünyaya dair birtakım keşiflerde bulunduklarını ve bu keşiflerin insanlarca doğru kabul edilmesi gerektiğini düşünen bilim adamları kendilerini kandırmaktadır. Ancak bu anlayış doğru kabul edildiği takdirde bilimsel bilginin giderek önemini yitirmesinin önüne geçmek mümkün olamayabilir.

Kraliyet Cemiyeti’nin ilk üyelerinden bazılarını 17’nci yüzyıldan çekip alarak günümüzün TV stüdyolarından birinde konuk edip bu konudaki görüşlerini sorabilsek, hiç şüphesiz ki böylesi düşünceleri (naif gerçekçilik ve sistematik görecilik) çok tuhaf karşılayacaklardır. Bunu anlamak zor değil aslında. Doğa, Tanrı’nın yaratma eylemlerini yansıttığına göre, bu eylemlerin yinelenebilir ve idrak edilebilir oldukları, doğanın da insanlarca anlaşılabilecek biçimde ve insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek biçimde yaratıldığı varsayılır. Tanrı’nın yaratılış sürecindeki eylemlerinin doğa felsefesi aracılığıyla açığa çıkarılmasıyla insanın erişebileceği en yüksek bilgi türlerinden birine erişilmiş olur, yaniTanrı’nın, gücünü ve bilgeliğini yansıtan yaratma eylemlerine dair bir kavrayış sağlanmış olur. Doğa felsefesi tapınmanın bir öğesidir. Keşfedilen şeyler insanlarca kurgulanmış değildir, dolayısıyla erişilen bilimsel bilgi önemsiz sayılamaz ve bu bilgi Tanrı’nın dünyadaki işleyişine dair, sınırlı (kısmi) ama “geçerli” tanımlamalar barındırır.

Bu bağlamda teist Paradigma bilim için sağlam epistemolojik bir temel sağlar. Eleştirel gerçekçilik yaklaşımıysa doğal dünya konusunda sahip olabileceğimiz bilgilerin asla eksiksiz olamayacağı ve bu bilgilerin her zaman için insan kuramları ve araçları aracılığıyla yorumlandığı,ancak ürettiğimiz bilimsel bilginin ve bu bilgiyi ifade etmek üzere kullandığımız dilin de Tanrı’nın eylemlerine dair tanımlamalar niteliğindeoldukları görüşünü savunur. Bu yaklaşım bilimsel bilginin değerini büyük ölçüde artırmasının yanı sıra bilimsel tespitlerde olabildiğince özenli davranmayı teşvik eder. Bilim alanında kullanılan dili üreten insan beyinleri de Tanrı’nın yarattığı düzenin parçasıdır ve bu beyinler zarif matematiksel ilkeler üzerine kurulmuş idraki mümkün bir evreninişleyişini aydınlatmak üzere akılcı biçimde çalışır.

Bilimin sona ermesi günümüz koşullarında pek olası değildir. Her şey bir yana, bilim modern ekonomilerin vazgeçilmez bir öğesidir. Bilim fırlatılmış bir “uzay kapsülü” gibi, kimilerine göre teist dünya görüşünün sağladığı “ateşleme roketlerine” ihtiyaç duymaksızın yol almayı sürdürmektedir. Ancak belki de ileride postmodern görüşün bilgiyi önemsiz addeden yaklaşımı fiziksel dünyayı araştırma arzusunu öylesine köreltecektir ki, sağlam fizik ötesi bir temelin yokluğunda bilim de yitip gidecektir. Teist dünya görüşü çerçevesinde bilim kurumu içten içe iyidir, çünkü Tanrı’nın evrenine dair bilgiler sunar. Teist Paradigma,küstahlıktan arınmış ve yaratılmış düzen konusunda büyük emekler ve çabalar sonucunda edinilen bilgilerin geniş kapsamlı bir dünya görüşü çerçevesinde anlamlı ve önemli olduklarını savunan bir bilim anlayışı geliştirdiği için “insancıllaştırılmış bilim” için uygun bir temel sağlar.


İnsanın değeri


Kamuoyunun bilime yaklaşımında sıklıkla gündeme gelen bir mesele, bilimin insanlıktan uzaklaştığı (insanlık dışı) yönündeki endişedir. Bu endişe bir ölçüde sekizinci bölümde eleştirdiğimiz naif indirgemecilik anlayışından kaynaklanır. Bilim adamları kelimelerini özenle seçmelidir. İnsan düşüncelerinin sinirsel (nöronal) itkilerden “ibaret” oldukları veya insan yaşamının amacının DNA’nın sonraki kuşaklara aktarımından “ibaret” olduğu izlenimini yaratmaları (özellikle de beyin veya genlere dair en son keşifleri konusunda atıp tutarken) işten bile değildir. Teist bir matris, küstahlıktan arınmış ve yaratılmış düzen konusunda büyük emekler ve çabalar sonucunda edinilen bilgilerin geniş kapsalı bir dünya görüşü çerçevesinde anlamlı ve önemli olduklarını savunan bir bilim anlayışı geliştirdiği için, “insancıllaştırılmış bilim” için uygunbir temel sağlar.

60’lı yılların ortasında Oxford’da öğrenci olduğum dönemde okuldaki en büyük cemiyet Hümanizm Cemiyeti’ydi (Humanist Society). Yaygın kanı Hıristiyan teizminin geçerliliğini yitirdiği yönündeydi. Ancak yaygın olarak kabul gören bir diğer konu da, Hıristiyanlık’ın yüzyıllar içerisinde temellendirdiği insanlık onuru idealine dayanan değer yargılarının korunmayı hak ettiğiydi ve Hümanizm Cemiyeti de bu değerleri korumayı amaçlıyordu. 60’lı yıllardan bu yana Hümanizm Cemiyeti hızla küçülerek ortadan kayboldu ve fizik ötesi bir temel olmaksızın insanlık onuru için akılcı bir dayanak oluşturmanın ne denli zor olduğu fark edilmeye başlandı. İnsan bireyinin öncelikli olarak salt biyolojik kavramlarla tanımlanması insanın değerli olduğu yönündeki inancın akılcılık çerçevesinde korunmasını zorlaştırır.

Son zamanlarda yeni doğmuş çocukların öldürülmesi (infantisid) konusunda yaşanan hararetli tartışmalar, rakip fizik ötesi dünya görüşlerinin insanın değeri konusunda çok farklı anlayışlar geliştirdiği gerçeğini de gündeme getirmiştir. Bu tartışma konusu, belirli bir önvarsayımın gayet akılcı çözümlemelere başvurmakla beraber nasıl da kaçınılmaz olarak birçok kimsenin çok iğrenç bulduğu bir sonuca götürebildiğini gözler önüne sermesi bakımından incelenmeye değer bir örnektir. Böylesine önemli bir konuyu bu kitap kapsamında hak ettiği ölçüde ayrıntılı biçimde inceleyemeyeceğimi bilsem de bu örneğini veriyorum, çünkü gelecekte benzer türde meseleler (insanların klonlanmalarının, insan germ hücresi [tohum hücre] soylarının genetik olarak değiştirilmelerinin veya beynin işleyişi ve bilince dair araştırmalar gerçekleştirmek üzere insan-maymun melezlerinin geliştirilmesinin doğru olup olmadığı gibi) kamuoyunda sorgulanmaya başlandığında nasıl süreçlerin yaşanabileceğine dair ipucu sağladığını düşünüyorum.

Yeni doğmuş çocukların öldürülmesini (infantisid) onaylayan Peter Singer, insanın değerinin teist çerçevede ele alınmasını reddetmenin nasıl sonuçları olacağı konusunda gayet açık sözlüdür ve doğru tespitlerdebulunur:


Batı medeniyetinin kökenlerine, yani Grek ve Roma dönemlerine dönüp bakacak olursak, Homo sapienstüründen olmanın kişinin yaşamını garantialtına almadığını görürüz… Grekler ve Romalılar sakat veya zayıf doğan bebekleri bir tepe başına götürüp ölüme bırakırdı. Platon ve Aristo devletin sakat bebeklerin öldürülmesini zorunlu tutması gerektiğini düşünüyordu…Batı dünyasında Roma döneminden bu yana yeni doğmuş çocukların öldürülmesi (infantisid) konusundaki tutumun değişmesi, Hıristiyan inancının bir öğesi olan insan yaşamının kutsallığı öğretisinden kaynaklanan bir değişimdir. Belki de bugün artık bu konuları, şimdiye dek köklü yeniden değerlendirmelerin yapılmasının önünü tıkayan Hıristiyan ahlak anlayışından sıyrılarak ele almak mümkün olacaktır.4


Yeni doğmuş çocukların öldürülmesi (infantisid) Greko-Romen medeniyetlerinde öylesine yaygın bir uygulamaya dönüşmüştü ki, Tarihçi Polybius İ.Ö. ikinci yüzyılda tuttuğu kayıtlarda, dönemin Grek uygarlığında yaşanan nüfus azalmasında bu uygulamanın büyük etkisi olduğunu aktarmıştı.5Platon’un Cumhuriyetadlı eserinde sunduğu ideal devlettanımlamasında yurttaş kalitesinin korunması için kusurlu çocukların öldürülmesi (infantisid) vazgeçilmez bir uygulamadır: “Aşağı ırkların evlatları veya kusurlu doğanlar, gizliden gizliye yok edilecektir, böyleceakıbetleri meçhul olacaktır.”6Aristo da Politika’sında kusurlu çocukların yaşatılmaması gerektiğini savunmuştur: “Yeni doğan çocukların terkedilmesi veya yetiştirilmesi meselesine gelince; kusurlu çocukların yetiştirilmesini yasaklayan bir yasa olmalıdır.”7Plutark Sparta’da çocukların yetiştirilmesinde izlenen yöntemi şöyle aktarır:


yeni doğan çocukların yetiştirilip yetiştirilmeyecekleri babalarının tercihine bırakılmazdı. Çocuklar incelenmek üzere ihtiyar heyetine götürülür,sağlıklı ve gürbüz olanlar babalarına geri verilir ve yetiştirilmeleri buyrulur… hastalıklı ve kusurlu çocuklar ise, doğumu itibariyle doğa tarafından sağlıklı ve güçlü olmak üzere donatılmış olmayan canlıların, ne kendilerine ne de devlete bir faydaları olamayacağı kanaatiyle Taygetus Dağı eteklerindeki derin bir çukura atılırdı.8


Singer’in, yeni doğmuş çocukların öldürülmesi (infantisid) uygulamasının Hıristiyanlık’ta geçerli olan yaşamın kutsallığı öğretisinin etkisiyle düşüşe geçtiği yönündeki tespiti doğrudur.9İmparator Konstantin’in İ.S.313 yılında Hıristiyan olmasının ardından 318 yılından itibaren bir babanın çocuğunu öldürmesi ceza gerektiren bir suç sayılmış, 331 yılındada Konstantin terk edilmiş çocukları yetiştiren kimselerin bu çocukları yasal olarak evlat edinebileceklerine karar vermiştir. 374 yılında yeni doğan bir bebeğin terk edilmesi kanunen cezayı müstelzim (ceza gerektirir) ilan edilmiştir. İ.S. dördüncü yüzyıla gelindiğinde, yetim kalan çocukların bakımı için ayrılmış brephotropheiondiye anılan bir bölüm barındıran Hıristiyan hastaneleri kurulmaya başlanmıştır.

Öyleyse Singer yaşamın kutsallığı öğretisinin yerine ne önermektedir? Singer sonuççu mantığı benimser, yani etik kararlara varılırken bu kararların neden olabilecekleri sonuçlara göre değerlendirme yapılmasıgerektiğine inanır. Singer’in etik anlayışının temel başlangıç noktası “çıkarların eş derecede gözetilmesi ilkesidir”, yani eylemlerimizin sonuçlarını hesaplarken bütün insanların çıkarlarını hesaba katmamız gerektiği yönündeki inançtır. Singer bu ilkenin, bilinçli hayvanların hepsiiçin, yani acı çeken veya “mutlu” olabilen hayvanların hepsi için geçerliolduğunu savunur. Ona göre yalnızca ıstırap çekebilen hayvanların “çıkarları olabilir”. İnsan için oldukça farklı iki tanımlama kullanılır: Homo sapienstürünün bir üyesi olarak yahut da kişilikli bir birey olaraktanımlanabilir. Kişilikli birey, “bilinçli veya diğer bir deyişle akıl sahibibir varlıktır”, dolayısıyla birtakım kararlara varma yetisine sahiptir. Kişilikli bireyin geleceğe dair, henüz gerçekleştirilemeyen veya engellenen emelleri olabilir. Singer, primat gibi bazı hayvanların da en azındanbir derece bilinçli olduğunu, dolayısıyla “kişilikli birey” sayılmaları gerektiğini savunur. Dolayısıyla “kişilikli birey” sayılabilmek için Homo sapienstürüne üye olmak şart olmamakla beraber, bu türe üye olmak da“kişilikli birey” sayılmayı garanti etmez.

Böyle bir anlayış temel alındığında nasıl sonuçlara varılır? Yetişkinprimatlar kişilikli bireylerdir, yeni doğmuş insan yavrularıysa henüz bilinçli olmadıkları için kişilikli bireylerden sayılamaz. Dolayısıyla yeni doğmuş bir bebeğin öldürülmesi, bebek henüz bilinç sahibi olmadığı için özü itibariyle yanlış bir davranış sayılmazken, bilinç sahibi olduğu iddia edilen yetişkin hayvanların öldürülmesiyse yanlış sayılır. Singer şöyle der: “Yani bu bağlamda öyle görünüyor ki, bir şempanzenin öldürülmesi, doğuştan zihinsel özürlü olduğu için kişilikli bir birey olması mümkün olmayan bir insanın öldürülmesinden daha kötü olacaktır.” “Bir haftalık bir bebek akıl sahibi veya bilinçli bir varlık değildir ve düşünme yetisi, bilinç düzeyi, farkındalığı ve hissetme yetisi bir haftalık bir insan yavrusundan çok daha gelişmiş olan pek çok hayvan türü vardır… Bir domuzun, köpeğin veya şempanzenin hayatı insan türünden olmayan hayvan için ne kadar değerliyse, bilinç sahibi hayvanın gözünde yeni doğmuş bir bebeğin hayatı da en fazla o kadar değerlidir.”10Singer aynı yazıda, bu bölümün başında alıntılandığı üzere, insan yavrularına karşı küçük ve çaresiz görünümleri dolayısıyla beslediğimiz duyarlılıktan arınmamız gerektiğini savunur. Etik kararlara akılcı ilkeleraracılığıyla varan insanlar olarak “bir insan bebeğinin öldürülmesi eyleminin yarattığı duygusal ama önemsiz hissiyatlara” karşı metin olmamız gerektiğini, çünkü “kişilikli bireylerin öldürülmesini yanlış kılanilkelerin yeni doğmuş bebekler için geçerli olmadığını anlayabileceğimizi”11öne sürer Singer. Ayrıca Singer, belki de haklı olarak, “Çocukların tam olarak kaç yaşında zaman boylamında var olan bağımsız bireyler olduklarını idrak etmeye başladıklarını kesin olarak bilmek güçtür” der, ancak bu tespitinin ardından da iki veya üç yaşındaki çocukların bile henüz bu özelliklere sahip olmayabileceği yönünde varsayımlarda bulunur. “Eğer vardığım bu sonuçları ciddiye alınamayacak kadar iğrenç bulduysanız, hatırlamanız gerekir ki günümüzde geçerli olan, istisnasız olarak bütün bebeklerin korunması gerektiği yönündeki anlayışevrensel olarak geçerli etik bir değerden ziyade Hıristiyanlık’tan kaynaklanan bir anlayıştır.”12

Elbette ki Singer sağlıklı doğan, dolayısıyla da ebeveynlerince yetiştirilmek istenecek bebeklerin değil, yalnızca fiziksel veya zihinsel açıdan özürlü oldukları için ebeveynlerince istenmeyen bebeklerin öldürülmesi gerektiğini savunmaktadır. Fiziksel ve zihinsel açıdan normal oldukları halde hiç kimsenin yetiştirmek istemediği yetim çocukların akıbetine değinmez. Şöyle der Singer: “Yeni doğan bebeklerin hangi durumlarda öldürülebilecekleri konusunda çok katı yasalar olmalıdır. Ancak bu yasaklamalar bebeğin öldürülmesinin özü itibariyle yanlış bir eylem olmasından ziyade bu eylemin insanlara olan etkisinden kaynaklanacaktır.” Bu görüş doğrultusunda, eğer sakat doğan bir çocuğun ebeveynleri bu çocuğun yerine sakat olmayacak (olmaması umut edilen) bir başka çocuk yapmayı planlıyorsa, böylesi bir tercihin genel anlamda insan mutluluğunu olumlu yönde etkileyeceği, dolayısıyla da sakat doğan çocuğun öldürülmesini bir ölçüde meşru kılacağını söylemek mümkündür. “Ürememeyi tercih etmek dünyaya yeni bir insanın gelmesini ne denli engelliyorsa, yeni doğmuş bir bebeğin öldürülmesi de ancak o denli engeller yeni bir bireyin var olmasını.”13

Peter Singer’in savunduğu yaklaşım için sunduğu gerekçeler kusursuz gibi görünür. Temel aldığı felsefi başlangıç noktası düşünülecekolursa, aklı başında bir kimsenin Singer’in vardığı sonuçtan farklı bir sonuca varması imkânsız gibidir. Tabii ki ayrıntılar konusunda farklı görüşler dile getirebilir. Örneğin, sağlıklı doğmuş olmasına rağmen ebeveynlerince istenmeyen, üstelik içerisinde doğduğu toplumda hâlihazırda haddinden fazla çocuk yetiştirilmekte olduğu için evlat edinilmeolasılığı da olmayan bebeğin akıbeti ne olacaktır? Bu bebeğin öldürülmesi meşru sayılabilir mi? Ne de olsa bir çocuğun istenmediği halde yetiştirilmesi üzücü olacaktır. Dahası, primatlar gerçekten de yarı bilinçli ve insanlar gibi kişilikli bireylerse, onlar için de sağlık hizmetleri sunmamız gerekmez mi? Hatta bu hayvanlar için doğum öncesi (prenatal) teşhis bile uygulamalıyız belki de? Sonuççu anlayışı gerçekten benimseyen ve insan olmayan kişilikli bireylerin çıkarlarını da gözetmek isteyen kimseler, halen doğal ortamlarında yaşamakta olan primatların sağlık durumları konusunda endişe ediyor olmalılar. Kişilikli bireyler oldukları iddia edilen hayvanların sağlığını korumaya yönelik çalışmalarakaynak ayırabilmek için insan sağlığı için ayrılan fonların bir kısmını kısmalı mıyız acaba?

Bu soruları sormamdaki asıl amaç konuyu alaycı biçimde ele almaktan ziyade Singer’in yaklaşımının ardında yatan mantığı açığa vurmaktır. Aynı konuyu teist anlayış çerçevesinde değerlendirdiğimizde nasıl bir sonuca varırız? Örneğin, Hıristiyan teizmi bebeklerin öldürülmesine(infantisid) neden şiddetle karşı çıkar? Bu karşı çıkışın birbiriyle bağlantılı iki nedeni vardır. Birincisi, Hıristiyan teizminde dünyaya gelen her bir insan Tanrı’dan bir armağan olarak görülür ve insanların (toplumların) dünyaya yeni gelen bireylere karşı yükümlülükleri ve sorumlulukları olduğuna inanılır. Özellikle de kendine bakmaktan aciz bireyler söz konusu olduğunda bu sorumlulukların yerine getirilmesi daha daönemlidir. İnsan topluluklarında bireylere gösterilen sevgi Tanrı’nın herbir insana gösterdiği sevgiyi yansıtır nitelikte olmalıdır, yani bireylerinfiziksel özelliklerine bağlı olmayan bir sevgi egemen olmalıdır. Nitekimkendine bakmaktan aciz olan yeni doğmuş bebek de biyolojik yapısından bağımsız içkin bir değere sahiptir ve bu değer, bebeğin varlığını sürdürmesini sağlayan insan topluluğunun adanmışlığı aracılığıyla aktarılan Tanrı sevgisinden kaynaklanır. Ahlaki yükümlülükleri olan bir toplulukta dünyaya gelen bebeklerin sorumluluğu yalnızca ebeveynlerine değil, topluluğun tümüne aittir; bu bebekler artık ebeveynlerinin özelmülkiyeti değil, toplumun ortak mülkiyetidir.14Ahlaki topluluk zayıf bireyleri korumakla yükümlüdür.

İkincisi, Hıristiyan teizmine göre insanlar “Tanrı suretinde yaratılmıştır”.15Bu ifade ilk defa Kutsal Kitap metinlerinde, insana yeryüzünüdenetimine alma ve diğer bütün canlılara egemen olma görevinin verilmesine dair anlatıda geçer. Yaratılış öyküsü çerçevesinde Tanrı insanları “dünyanın bekçileri” olmak üzere görevlendirir. Bu bağlamda “Tanrısuretinde yaratılmış olma” insanda rastlanan akıl, özgür irade veya diğer vasıfları kapsayan durağan bir kavramdan ziyade, insan ile Tanrı arasındaki, özellikle insana verilen görevler bağlamında süregelen dinamik ilişkiye işaret eden bir kavramdır. Bu ahlaki görevler seçilmiş birkaç bireye değil, insanlığın tümüne yüklenmiş görevlerdir. Sakatlığıciddi boyutlarda olan bireyler de, bu görevlerin yerine getirilmesine pek fazla (belki de hiç) katkıda bulunabilecek olmasalar bile, söz konusu ahlaki yükümlülüğü taşıyan insan topluluğunun bir üyesidirler. Yani “Tanrı suretinde” yaratılmış olmak iletişim ve dayanışmayla alakalıdır;kendine bakmaktan aciz bir bebeğin, genetik açıdan kusursuz veya mavigözlü doğmasıyla değil, ahlaki topluluğun bir üyesi olmasından kaynaklanan içkin değeriyle alakalıdır. Bu bağlamda bütün insanlar Tanrı’nın suretini taşır ve komşumuzdur. İsa, komşumuzu kendimiz gibi sevmemiz gerektiğini söyler.

Nasıl ki sonuççu yaklaşımda temel alınan anlayış kendine bakmaktan aciz bebeklerin ahlaki statüsüne dair uzun bir tartışmaya vesile oluyorsa, Hıristiyan teizmine dayanan anlayış da başka bir tartışmaya vesiledir. Süregelen tartışmalar bağlamında çoğunlukla kötünün iyisinin tercih edilmesini kaçınılmaz kılan birtakım zor kararların verilmesi gerekmektedir. Tıbbi müdahale hangi durumlarda gereksizdir; tedavinin devamlılığı hangi durumlarda zorunludur? Böylesi çetrefil konulara dairtartışmaların kısa sürede sonuçlanması olası değildir.16Hiç şüphe yok ki, sonuççu argümanlar da bu tartışmalara katkı sağlar. Ancak tartışmaların hangi temel yaklaşım çerçevesinde sürdürüldüğü önemli bir husustur. Teist yaklaşım her bir insan yaşamının değerli olduğu düşüncesini destekler. Hıristiyan teistlerin, yeni doğmuş bebeklerin öldürülmesine (infantisid) dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda karşı çıktıklarıgibi günümüzde de karşı çıkıyor olmaları, insanlarda gözlemlenebilen birtakım biyolojik özelliklerden değil, Tanrı’nın yaratma eylemleri bağlamında her bir insanın değerli olduğu yönündeki inanışlarından kaynaklanır.

Bilim alanında insan biyolojisini tanımaya yönelik araştırmalar sürdükçe bu tür hassasiyetlerin sürmesi kaçınılmazdır. Biyoetik alanında temel alabileceğimiz tek anlayışın Singer’in sonuççu yaklaşımı olduğunu varsayalım. Yakın gelecekte (belki de çok yakın gelecekte) bir grupbilim adamının belirgin birtakım bilimsel hedeflere hizmet etmek üzerebir dizi insan-maymun melezi türetmeyi önerdiklerini varsayalım. Bu melez tür, insan yumurtasının maymun DNA’sıyla döllenmesiyle veya tam tersine maymun yumurtasının insan DNA’sıyla döllenmesiyle türetilebilir. Kromozom uyumsuzlukları dolayısıyla döllenmiş yumurtanın gelişimi fazla sürmeyecek, tabii ki bu durum da deneyi ilgi çekici kılanfaktörlerden biri olacaktır. Bir sonraki adımsa kromozomları değiştirerek, döllenmiş dişi hücresinin bir maymun veya insan taşıyıcıda gelişimini sağlamanın mümkün olup olmayacağını denemek olacaktır. Deney sonucunda iki türün özelliklerini yansıtan bir insan-maymun melezi dünyaya gelebilir. Bu canlı bilinçli olacak mıdır? Dil öğrenebilecek midir? Türetilen bu yeni tür, biz insanlar ile primat atalarımız arasındaki “kayıp halkaların” özelliklerini incelememize imkân tanıyarak evrimselgeçmişimize dair ipuçları sunabilir. Bilimsel açıdan ne kadar çekici ve ilginç olacağı göz önünde bulundurulursa, böylesi bir proje için sunulabilecek kaynak tekliflerini reddetmenin ne denli güç olabileceği tahminedilebilir.

İnsanın değeri salt Singerci bir anlayış çerçevesinde değerlendirilecek olsa böylesi bir proje için sunulan bir kaynak teklifi nasıl karşılanır?Melezler üzerinde doğumlarından önce (prenatal) incelemeler yapılmasıetik açıdan sorun yaratmayacaktır. Çünkü melez, bir insan fetüsüne kıyasla çok daha az bilinçli ve farkındalık sahibi olacaktır, dolayısıyla korunması gereken çıkarları da olmayacaktır. Hamileliğin sonuna doğruysa melez fetüsün acı çekmemesi için insan fetüsü için olduğu gibi olabildiğince dikkatli olmak gerekir. Melez türetmeye yönelik böylesi deneyler çerçevesinde hiç şüphesiz ki yüzlerce başarısız girişim yaşanacaktır. Yani kusurlu gelişen veya gelişimi tamamlanmayan fetüsler olacaktır ve bu fetüsler kaçınılmaz olarak düşürülecektir. Melez bebekler doğum sonrasında ilk birkaç yıl boyunca özbilince sahip olmayacaktır (teorik olarak); dolayısıyla gerekli incelemelere tabi tutulduktan sonra öldürülmeleri, acı çektirmemek şartıyla mazur görülebilecektir. Eğer yeni doğmuş bebeklerin öldürülmesi (infantisid) insan yavruları için kabul edilebilir bir uygulamaysa, hiç şüphesiz ki melezler için de kabul edilebilir olacaktır. Ancak melezler büyüdükçe daha bilinçli (teorik olarak), özellikle de ıstıraba karşı daha duyarlı hale gelecek, dolayısıyla diğer bilinçli varlıklar gibi korunmayı hak edecektir. Ayrıca bu canlılar çıkarları gereği kendi türlerinden olanlarla çiftleşerek üremeyi ve kenditopluluklarını kurmayı da tercih edebileceklerdir. Acaba bu canlıların yaratıcıları olan insanlara karşı düşmanca tavırlar takınmaları olası mıdır? Bu sorunun cevabını kestirmek mümkün değildir. Faydacı anlayışıbenimseyen kimseler salt bu olasılığa dayanarak söz konusu deneylerinyapılmasına karşı çıkmakta güçlük çekecektir. Ne de olsa bu deneyler sonucunda bilimsel bilgi dağarcığımız zenginleşecektir. Belki de bu deneyler aracılığıyla insanı ve insan doğasını daha yakından tanımamız mümkün olabilir; yahut da maymunu ve maymun doğasını. Sonuççu kimse muhtemelen olası bir sonuçtan ziyade (melezlerin bize saldırmaları) kesin bir sonucu (bilimsel bilgi dağarcığının artması) tercih edecektir.

Çoğu kimse bu senaryonun rahatsız edici olduğunu, üstelik de bazı ülkelerde düpedüz yasa dışı (neyse ki) olduğunu söyleyecektir. Ancak böylesi bir projenin salt sonuççu varsayımlara dayanarak engellenebileceğini düşünmek pek mümkün değildir. Ne de olsa deneylerin kimseyebir zararı olmayacak, üstelik insanın kendini tanımasına katkıda bulunabilecek türde faydalı bilimsel bilgilerin elde edilmesi mümkün olacaktır belki de.

Bu düşünce deneyi, teist dünya görüşünün reddedilmesi durumundainsanın içkin bir değeri olduğunu savunmanın ne kadar zor olduğunu gösterir. Önümüzdeki yıllarda gerçekleşmesi olası benzer türde senaryoları konu alabilecek daha birçok düşünce deneyi kurgulamak mümkündür. Bilim, ancak insanın içkin değerinin korunabileceği türde bir matris sağlayacak kadar sağlam fizik ötesi bir sistem var olduğu takdirde “insancıl çehresini” koruyabilecektir.


İnsanlığın Adalet Anlayışı/İnsan Adaleti


Bilimsel uygulamaların ve bilimsel çevrelerin konu edildiği tartışmaların büyük çoğunluğunda kaçınılmaz olarak insanlığın adalet anlayışı dagündeme gelir. Genetik mühendisliğinin sağladığı faydaların, üçüncü dünya ülkelerindeki aç insanların ihtiyaçlarını karşılamak yerine Batılı çok uluslu şirketlere kâr getirmek üzere kullanılması ahlaki açıdan adil sayılabilir mi? Batıda yaygın olan hastalıklara deva bulmak için yapılanyatırımların, daha fakir ülkelerde yaygın olan hastalıklara deva bulmak için yapılan yatırımlara kıyasla çok daha büyük olmaları ahlaken kabul edilir bir durum mudur? Zengin ülkeler kulübünden olmayan bir kimseiçin araştırmacı çevrelere dâhil olma olasılığının çok düşük olması ahlaken kabul edilebilir bir durum mudur?

Ne ilginçtir ki bu bölümde örnek verdiğimiz Peter Singer, mutlak fakirliğe mahkûm olanlara yardım eli uzatmamanın cinayete eşdeğer olduğu yönündeki anlayışı savunur ve zenginleri acilen fakirlere yardımetmeye çağırır.17Singer, adeta Eski Antlaşma peygamberlerini andırırcasına, “Başkalarının ölüm kalımı söz konusuysa öncelik onlara yardım etmek olmalı” demiş ve bizlerin (zengin ülkelerde yaşayanlar) gelirlerimizin ondalığını fakir ülkelerdeki insanlara vermemizin gerekli olduğu sonucuna varmıştır. Ruse’un, ahlaki yükümlülüğün genetik yakınlıkla doğru orantılı olduğu yönündeki önermesinden oldukça farklıdır Singer’in savunduğu bu anlayış. Singer’e göre gelirimizin ondalığını vermek, “makul olmak gerekirse… yapabileceğimiz asgari yardımdır ve bundan daha az vermek yanlış olur”. Singer’in bu yaklaşımı temel etik ilke kabul ettiği eşitlik ilkesinden kaynaklanır. Kast edilen eşitlik, kişilerin çıkarlarının, coğrafi konumları veya içerisinde yaşadıkları kültürel şartlar hesaba katılmaksızın eş derecede gözetilmesidir.

Elbette ki teist kimse de kişilerin çıkarlarının eş derecede gözetilmesi gerektiği yönündeki anlayışın etik açıdan geçerli bir duruş olduğunu kabul edecektir. Ancak bu anlayış iki yönden sorunludur. Birincisi, “çıkarların eş derecede gözetilmesi” ilkesinin neye dayandırıldığı meçhuldür. Bilim adamlarının “neden?” sorusunu yöneltmek gibi kötü bir huyları vardır. İnsanlar “neden” eşit muamele görmelidir? Birçok kültürde kast ve sınıf sistemlerinin günümüzde halen geçerli olması, toplumu eşitlik ilkesine aykırı yönde biçimlendiren etkenlerin varlığını hatırlatırniteliktedir. Üstelik önceliğin insanların biyolojik yapılarına verildiği doğalcı önvarsayımlarla yola çıktığımız takdirde insanların, üreme gücü, genetik sağlık, fiziksel güç gibi kıstaslara göre sınıflandırılması gayet makul bir uygulama olur. Biyolojik özellikleri bakımından eşit olmadıklarına göre neden eşit muamele edilsin ki insanlara? Biyolojik gerçeklere göre davranmak daha doğru olmaz mı? İkincisi, gerçek şu ki, bilim adamları da dâhil olmak üzere zengin ülkelerde başarılı kariyerlere sahip olan çoğu kimse, az gelişmiş ülkelere giderek zor durumdaki insanlara yardım etmek üzere kariyerlerinden vazgeçmeye hazır değildir. Biliyorum, çünkü bu söylediğimi yapanlardan biriyim. İnsanların, “çıkarların eş derecede gözetilmesini” teorik bir ilke olarak kabul etmesi bu ilkenin gerçekleştirilmesi için herhangi bir girişimde bulunacaklarıanlamına gelmez. İnsan adaletine adanmış olmak akademik bir söylem olarak kalamaz, olaylara müdahil olarak kişisel bir bedel ödemeyi gözealmayı gerektirir, aksi takdirde boş laftan ibarettir.

Teizm, insan adaletine hizmet etmeye yönelten düşünsel bir temel vegüçlü bir motivasyon sağlar; özellikle de bilimin sağladığı faydaların yalnızca zengin bir azınlığa değil dünya nüfusunun tümüne ulaştırılmasına yönelik bir motivasyon sağlar. Düşünsel temeldeyse, yukarıda özetlendiği üzere teist anlayışa göre bireyler, ebeveynleri ya da toplum tarafından istenip istenmiyor olmaları ve biyolojik statüleri fark etmeksizin içkin bir değere sahiptir. Bu anlayış temel alındığında adalet doğalolarak gelişecektir. İnsanlar Tanrı suretinde yaratıldıkları için gerçekten eşit kabul edildiğinde, bu gerçek ışığında, aksi yönde bir anlayış zaten tutarsız olacaktır. Tanrı ırkı, ten rengi, IQ seviyesi veya sosyal statüsü fark etmeksizin herkesi sevdiğine göre ve bu sevgi, adalet duygusunu da barındıran gerçek bir sevgi olduğuna göre, bu sevginin gerektirdiği yönde hareket etmemek, Tanrı’nın her bir insana atfettiği değeri ciddiye almamak anlamına gelir.

Bu değerler sistemini teist inançtan arındırarak sürdürsek olmaz mı? İnsanlar tercih ettikleri Paradigmalardan yola çıkarak akıl yürütmeye başladığında sorunlar başlar. Uçsuz bucaksız ve kişilikten yoksun bir evrende, jeolojik tarih içerisinde doğal süreçler sonucunda kaza eseri beliren küçük zerrelerden ibaretsek, şu kısacık ömrümüzü doya doya yaşamayı tercih edebilecekken neden insanın değeri veya insan adaleti gibi kavramlara kafayı takalım ki? Neden en baştan itibaren yaşam ruletinde kazananlar ve kaybedenler olduğunu kabul etmiyoruz? Bize rahatsızlık veremeyecek kadar uzakta yaşayan bazı kimseler kaybedenler arasındaysa bu kimseleri neden önemseyelim? İnsanın doğası gereği, insanın değeri ve adalet gibi kavramlar fizik ötesi temellerinden koparıldıklarında anlamlarını ve etkilerini yitirmeye başlar.


Çevre bilinci/çevreye karşı duyarlılık


Uzun vadeli ve tutarlı bir çevre bilincinin nasıl oluşturulabileceği meselesinde de benzeri hususlar gündeme gelir. Kamu, çevreye duyarlılık bağlamında oldukça değişken tutumlar sergilemektedir. Çevreye karşı duyarlılığın genellikle, maddi kaygıların ön planda olmadığı ekonomikrefah dönemlerinde, çevre sorunlarının ayyuka çıktığı dönemlerde, küresel ısınmaya dair en son veriler açıklandığında veya bir petrol tankerinin harika bir kıyı şeridinin hemen açığındaki kayalıklara çarpması gibi çevre felaketleri yaşandığında arttığı gözlemlenir.

Çevreye karşı duyarlı olunması gerektiğini savunmak üzere, kişisel çıkarlardan tutun dünyanın kendi kendini düzenleyen dev bir organizmaolduğu düşüncesine dayanan “Gaia” kuramına kadar, dünyaya anaç vasıflar atfeden “Tabiat Ana” anlayışından tutun evreni ilahi kabul eden panteist düşüncelere kadar, “derin ekoloji” görüşünden tutun evrenden bağımsız olmakla beraber evrenin devamlılığını da sağlayan bir Yaradan-Tanrı’nın var olduğu yönündeki Hıristiyan inancına kadar pek çok düşünsel gerekçe öne sürülmüştür. Burada vurgulanması gereken şey, rakip fizik ötesi Paradigmalar arasında göz ardı edilemeyecek farklılıklar olduğudur.

Ne tür farklılıklardan bahsettiğimizi anlatmak için Singer’in faydacı etik anlayışına bakabiliriz yeniden. “Tüm bilinçli canlıların çıkarlarınıneş derecede gözetilmesini” etik anlayışının temel başlangıç noktası kabul eden kişi, çevre sorunları söz konusu olduğunda sorun yaşayabilir, çünkü “bilinçli canlılar” toplam ekosistemin yalnızca küçük bir öğesidir. Bu sorunu fark eden Singer, temel etik ilkesine paralel olarak gözetilecek ikinci bir etik ilke önerir: “Yabani ortamları ve el değmemiş doğayı yücelten bir estetik anlayışı.”18Bu ilke uyarınca vahşi doğayı korumalı ve doğayla uyum içerisinde yaşamalıyız. Elbette bu anlayışınyanlış bir tarafı yoktur. Ancak önerdiği ikinci etik bile Singer’in etik anlayışını çevreye karşı duyarlılık için sağlam bir düşünsel dayanak değildir, çünkü çevre kavramı bilinçli varlıklar ve vahşi doğadan çok daha fazlasını kapsar. Ne ilginçtir ki insan olmayan kişilikli bireyler konusunda hassasiyet bildiren Singer çevre konusuna gelince belirgin biçimde insancı bir duruş sergiler. Ne de olsa estetik anlayışına sahip olan yegâne canlı insandır ve insanın estetik anlayışı ve arzuları olmaksızın doğanın içkin bir değerinin olması mümkün değildir.

Singer’in anlayışından farklı olarak Hıristiyan teizmi çerçevesinde çevre duyarlılığı için temel oluşturan Paradigma, yaratılmış evrenin içkin bir değere sahip olduğu ve bu değerin Tanrı ile yaratılmış düzen arasındaki ilişkiden kaynaklandığı inancına dayanır. Pavlus şöyle demiştir: “Görünmez Tanrı’nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı O’dur. Nitekim yerde ve gökte, görünen ve görünmeyen her şey… O’nda yaratıldı. Her şey O’nun aracılığıyla ve O’nun için yaratıldı”19[vurgu tarafımdan eklenmiştir]. Pavlus’un teolojik anlayışı da, Yaradan-Tanrı’nın yarattığı dünyayı beğendiğini ve onayladığını aktaran Eski Antlaşma metinlerine dayanır. Yaratılış 1’de aktarılan her bir yaratma eyleminden sonra, toplamda yedi defa olmak üzere, “Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü” ibaresinin geçtiğini dahaönce belirttik (9. bölümde). Tanrı’nın bu onaylaması doğaya içkin bir değer atfeder. Yaratılmış düzenin, insanın yaratılmasından önce “iyi olduğu” vurgulanır. Yarattığı evrende etkin olmak Tanrı’yı mutlu etmektedir.20Bu Paradigma, insan merkezli değil Tanrı merkezlidir. Dünyamızın tarihsel gelişimini yirmi dört saatlik bir güne uyarlayarak incelediğimiz düşünsel deney çerçevesinde (bkz. 10. bölüm) “çevrenin”, yalnızca gece yarısının birkaç saniye öncesinde insanın ortaya çıkması sonrasında değil, yirmi dört saatlik günün en başından itibaren sürekli sevildiğini ve gözetildiğini gördük.

Hıristiyan teizmi çerçevesinde doğaya içkin bir değerin atfediliyor olması, aşırı faydacı bir anlayışa veya insana ve doğaya ilahi nitelik atfeden yaklaşımdan kaynaklanabilecek narsist bir anlayışa kapılmamızaengel olur. Elbette ki teist anlayış hangi türlerin öncelikle korunmaları gerektiği veya binlerce insana fayda sağlayabilecek bir hidroelektrik barajının kurulması için doğaya zarar vermenin mazur görülüp görülemeyeceği konusunda kesin birtakım yönergeler içermez, ancak yine de çevre duyarlılığını doğrulayan ve hem bugün hem de gelecekte geçerli olacak sağlam bir altyapı sağlar. Çevre konusunda varacağımız kararlar,yalnızca gelecek nesillere bırakacağımız mirası belirleyecekleri için değil, Tanrı’nın dünyasına dair kararlar oldukları için de önemlidir. John Bulwer 1653’te şöyle yazmıştır: “İnsanın, elinden gelse, Tanrı’nın yarattığı türlerden herhangi birini yok etmesinin (kurbağa veya örümcek bile olsa), Tanrı’nın besin zincirinden bir halka çıkarmak, onun bestesinden bir nota eksiltmek anlamına geleceği için doğru olup olmayacağıkonusunda birbirine karşıt nitelikte çok çeşitli görüşler hâkimdir.”21Çevre konusunda hassasiyet o gün olduğu gibi bugün de teolojik söylemlerde gözlemlenen bir hassasiyettir. Reformcu Calvin de, Bulwer’den bir yüzyıl önce 1554 yılında şöyle demiştir:


Dünya insana bir şartla verilmişti; denetimi altına alarak verimli kılması şartıyla… Tanrı’nın bize bahşettiği şeylere, idareli ve ölçülü biçimde kullanmak ve kalanları da muhafaza etmek şartıyla egemen olabileceğimizi göstermek üzere Bahçe Adem’e emanet edilmişti. Sahip olduğu şeyler bağlamında herkes Tanrı’nın kâhyası saysın kendisini. Bunu benimseyen kişi ne ahlaksızca davranışlara yönelecek, ne de Tanrı’nın korunmasını buyurduğu şeyleri hor kullanacaktır.22


Kâhyalık kavramı bugün artık demode kabul edilen bir kavram olsa da,göz kulak olunması ve idare edilmesi gereken bir şeyin sorumluluğunutaşıyan bir kimseyi tanımlaması bakımından kullanışlı bir kavramdır. Bu kavram ahlaki bir yükümlülüğe de işaret eder. “Kâhyalık” kelimesi ile “ekoloji” kelimesinin Grekçe kökü arasında bir bağlantı vardır. “Ekoloji” kelimesinin Grekçe kökü “ev” ya da “eve ait olanlar” anlamına gelen “oikos” kelimesidir. Bu bağlamda kâhya, efendisine vekâleteneve ait olanlara (oikos) göz kulak olan kişi, “ekoloji” kelimesiyse “eve dair söylemler” anlamına gelir.23Yani kâhyalık, ekolojinin uygulamayageçirilmesidir ve bir bakıma daha aşina olduğumuz yöneticilik kavramına yakın bir anlam ifade eder. Ancak “yöneticilik” kavramını sorunlu kılan, dünyanın bize ait olduğu, dolayısıyla da bu dünya üzerinde “yöneticiler” olarak hak sahibi olduğumuz yönünde insan merkezli bir anlayışa işaret etmesidir. Kâhyalık kavramıysa, yöneticilik kavramını kapsamakla beraber, bize ait olmayan bir dünyada kiracı konumunda olduğumuz ve bu dünyaya göz kulak olmakla yükümlü olduğumuz yönünde daha farklı bir anlayış yansıtır. Bu dünya bizlere değil, Tanrı’ya aittir.

Çevre konusundaki tartışmalar halen sürüp gitmektedir.24Tartışmalar kapsamında ele alınan konuların bazısı oldukça karmaşık konulardır.Bilimin önemli bir görevi, tartışmaların etik boyutunda başvurulabilecek bilgiler sunmaktır.25Teist dünya görüşü, çevreye göz kulak olmanıngerekliliğini doğrulayan güçlü bir dayanak sunarken, insanın açgözlülüğü ve küstahlığını da dizginler.


Matris’in yeniden oluşturulması


Giriş bölümünde, sinirbilim ve yeni genetik araştırmaları gibi biyolojikyapımızı günden güne daha da ayrıntılı biçimde açıklayan bilimsel disiplinlerin gelişimi karşısında insan haklarını, insanlık onurunu ve insanın değerini muhafaza etmek istiyorsak eğer, elimizin altındaki tüm kaynaklardan yararlanmamız gerekeceğine işaret etmiştik. Ayrıca Nature dergisinde geçen, “bilim çevrelerinde belirli alanlarda ihtisas sahibiçok sayıda uzmana rastlanır, ama ne yazık ki, yekpare bir dünya görüşüne sahip bilim adamı sayısı çok azdır” ifadesini de alıntılamıştık. Bu kitapta teizmin bilim için, bilimsel bilginin geçerliliğinin doğrulandığı ve bilimsel keşiflerin insanın değeri, adalet ve çevre bilinci ilkelerini destekleyecek yönde kullanıldıkları bir matris sağlayabilen yekpare birdünya görüşü sunduğu vurgulandı. Ayrıca bilim ile inanç arasındaki bu uyumun tesadüf olmayıp, bilim ile teizm arasındaki tarihsel etkileşimlerden kaynaklandığı da belirtildi.

Bilimin “büyük kuramlarıyla” örtüşmez görünen yeni veriler birikmeye başladığında bilimsel çevreler yeni verileri bir bütün olarak izah edebilecek daha uygun kuramlar aramaya başlar. Bilimde olduğu gibi fizik ötesi çalışmalarda da benzeri eğilimler söz konusudur; teist olmayan anlayışlar bilim kurumunu kökenlerine aykırı yönlere sevk etmekte, halk arasında yaygın olarak gözlemlenen bilim konusundaki yanlış anlamaları körüklemekte, bilim kurumuna karşı bir güvensizlik hissi yaratmaktadır. Hâlbuki teist dünya görüşü, hem bilim kurumunun tarihselkökenlerine sadık kalmasını sağlar hem de süratli bilimsel gelişmeler karşısında bilimsel bilginin saygınlığını ve insanlığın değer yargılarını korumanın gerekliliğini doğrulayan akılcı bir dayanak sunar. Unutmamak gerekir ki, söz konusu bilimsel gelişmelerin, kötüye kullanıldıklarıtakdirde insancıl olmayan sonuçlar doğurmaları işten bile değildir. 21’inci yüzyılda matrisin yeniden oluşturulması kolay bir iş olmayacaktır. Bilimsel çalışmaların nasıl bir yaklaşımla sürdürülmesi gerektiğikonusundaki görüşlerinde büyük çapta paradigma kaymasını kabullenmeye hazır olanlar bu süreci önemli ölçüde kolaylaştıracaktır.