Bölüm 8 - Gökkuşağını Yeniden Boyamak - Bilimsel Bilgi ve Dinsel Bilgi



Bu ilkelere aldanarak kütüphaneleri yakıp yıktığımızda, ne büyük zararlar vermiş oluruz… Örneğin, ilahiyat veya fizik ötesi konularında yazılmış herhangi bireseri inceleyelim ve soralım: Bu eserde miktar veya sayılara dair herhangi bir soyut mantık örneğine rastlanır mı? Hayır, rastlanmaz. Peki ya bu eser varoluşa ve olgusal gerçeklere dair deneye dayalı mantıksal yaklaşımlar içerir mi? Hayır!Öyleyse atın ateşe yansın, çünkü bu eserde yanılsama ve safsatadan başka birşey olamaz.

David Hume, İnsanın Anlama Yetisiyle İlgili İrdelemeler


Dindar kimseler, bilim adamlarının aksine, onayladıkları yaklaşımları ne pahasına olursa olsun ve ne tür güçlüklerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar eleştirilerdensakınmaya çalışırlar genellikle; ama aynı anlayışı bir bilim adamı benimseyecekolsa kesinlikle mantık dışı kabul edilir.

A. O’Hear, Experience, Explanation and Faith


Şüphesiz ki bilim adamları da dinsel inanca sahip olabilir. Ancak dinsel bir inanca sahip olan bilim adamlarının, kelimenin tam anlamıyla “bilim adamı” olabileceklerini sanmıyorum, çünkü din ile bilim birbirinden çok farklı bilgi türleridir.

Peter Atkins


Herhangi bir inancı benimsediğimizde, aslında tek bir önermeyi değil, bir önermeler sistemini benimsemiş oluruz. (Zamanla önermeler sisteminin tümünü görürüz.)

Ludwig Wittgenstein, On Certainty


Bilim ve inanca dair tartışmaların odağında bilgimeselesi yatar. Bilimsel bilgi nedir? Dinsel bilgi nedir? Bu ikisi arasındaki ilişki nedir?

Bilimsel bilginin niteliğini, bilim adamlarını inceleyerek anlamak pek mümkün değildir. Bilim adamları genel olarak sıradan tipler olup birçoğu da oldukça pasaklı görünümlüdür ve bu bilim adamlarının geçmişlerini, sahip oldukları farklı kişilikleri, araştırma eğilimlerini, sanatsal zevklerini ve siyasi görüşlerini inceleyerek, ömürleri boyunca ürettikleri bilgi birikimi konusunda fikir edinebilmek pek olası değildir.Nobel ödülü sahibi bağışıklık sistemi uzmanı Peter Medawar’ın da bir zamanlar yazdığı üzere: “Bilim adamları, çok farklı kişiliklere sahip, faaliyetlerini bambaşka biçimlerde icra eden kimselerdir. Bilim adamları arasında koleksiyoncular, tasnif ediciler ve düzen takıntısı olanlar vardır; doğası gereği hafiye veya kâşif olanlar vardır; bazısı sanatçı bazısıysa zanaatkârdır. Bilim adamları arasında şairler, felsefeciler, hatta gizemcilere bile rastlamak mümkündür.”1

Bilimsel bilginin ayırt edici özelliklerine ışık tutmanın en uygun yolu, bizzat bilim adamlarına bakmaktansa, günümüzde yayınlanmakta olan binlerce bilimsel dergiyi dolduran çok sayıdaki haftalık sonuç ve tartışmaları incelemek olacaktır. Bilimsel bilgiyi oluşturan, felsefe kitaplarında yer alabilecek soyut tanımlamalar değil, uluslararası bilimselçevrelerce kaleme alınan, hakemlik süreci ve editörlerin seçimleri sonrasında yayınlanan makalelerdir. Günlük gazetenize ve ardından bir üniversite kütüphanesinin bilim bölümünden rasgele seçtiğiniz birkaç bilimsel dergiye göz atın. Bu iki iletişim biçimi arasındaki önemli farklılıklar nelerdir?


Ele alınacak konuların sınırlandırılması


Bilimsel dergilere biraz göz atıldığında, doğal dünyaya dair sundukları bilgiler bakımından geniş kapsamlı olsalar da, aslında bilinçli olarak bilimsel analize uygun kabul edilen konu başlıklarıyla sınırlandırıldıkları görülür. Lazerlerin işleyişi, uyuşturucu maddelerin beyne etkileri, genlerin dizilimi, insanların evrimi, yıldızların doğumu veya nihai fiziksel parçacıkların keşfine yönelik araştırmaların bilimsel dergilerde yer alabilecek konular oldukları tartışmasız kabul edilir. Ancak günlük gazetenizin satışını sağlayan türdeki çok sayıda insan faaliyeti ve söylemi,bilimsel söylemlerden dikkatle ayıklanır.


Estetik


Bilimsel dergilerde yer verilmeyen insan deneyimlerinden biri estetikanlayışıdır. Çünkü görsel sanatlar, müzik, tiyatro ve sinema konusundaki zevkler, bir sanat ürünü hakkındaki düşüncelerini kendi kişisel gelişimleri ve deneyimleri bağlamında tanımlayan, böylece seçici unsurlar olarak hareket eden bireylerin öznel tercihleriyle belirlenir. Gazetenizde makalesini okuduğunuz sanat eleştirmeni, laboratuarda çalışan bilim adamlarının da kullandıkları ikna ve savunma yöntemlerine ait dil bilgisi, sözdizimi ve mantık kurallarına başvurur. Ancak sanat eleştirmeninin “geçerli veri” kabul ettiği veriler, bilimsel yayınlarda kabul görecek türde veriler değildir elbette. Her biri farklı bir gazetede yazan beş ayrı sanat eleştirmeninin aynı sergiye dair yazdıkları makaleleri okuyup beşfarklı görüşle karşılaşmak okuyucuyu şaşırtmaz. Okuyucu sanat dünyası konusunda yetkinliğine güvendiği eleştirmenin görüşünü benimsemeyitercih edecektir. Ancak aynı okuyucu söz konusu sergiyi ziyaret edip bizzat kendisi gözlemlediğinde apayrı bir yargıya varabilir. İnsanların aynı sanat eserini tıpatıp aynı biçimde algılamaları beklenmez. Bir bilim adamı binlerce insanın aynı sanat eseri konusundaki çeşitli görüşlerini kaydedebilir, hatta bu görüşleri sayıya döküp sayılara da istatistiksel değerler yükleyebilir. Ancak bilim adamının ürettiği bu tür bilgiler, bireyin söz konusu sanat eseri konusundaki izleniminden çok farklı bir bilgi türüdür ve hiçbir istatistiksel veri bir kimsenin belirli bir sanat eseri konusundaki görüşünün “doğru” olup olmadığını tayin edemez.

İzlediği bir günbatımını konu eden bir şair, söz konusu günbatımı beklenen bir savaş öncesi barış döneminin son günbatımı olduğu için, ertesi günün getirecekleri konusunda çok karamsar bir tablo çizebilir yazdığı şiirde. Bir başka şair ise aynı günbatımını izleyip, şiirinde yalnızca, sislerin arasından mavimsi görünen dağların üzerinde dalgalanandeğişken renklerdeki kuzey ışıklarından bahsedebilir. Batan güneşin zayıf ışınları ruhani bir anlam yansıtırmışçasına hastane odasını aydınlattığında babasının cansız elini tutan üçüncü bir şair içinse aynı günbatımı, babasının ölümüne dair bir şiir yazmasını sağlayan bir etken olabilir. Aynı günbatımına verilen bu farklı ve şairane tepkilerin üçü de yerinde, tamamen mantığa uygun ve şairlerin, yakın geçmişleri dolayısıylaiçerisinde bulundukları durumlarca tayin edilmiş tepkilerdir. Ancak şairlerden farklı olarak, üç fizikçi aynı günbatımından kaynaklanan çeşitliışıkların dalga boylarını tam olarak aynı anda ölçecek olsalar, sundukları sonuçlar büyük ölçüde aynı olmadığı takdirde, bu fizikçilerin bilimselyetkinlikleri veya kullandıkları cihazların güvenilirliği konusunda şüpheye düşeriz. Tekrarlanabilir gözlemler şiirde sıkıcı kabul edilse de bilim alanında değerli kabul edilir. Estetik yargı kişisel ve öznel bir yargıdır. Bilimsel bilgiyse, herhangi bir ülkedeki herhangi bir gözlemcininbelirli şartlar altında tekrarlayabileceği ve doğrulayabileceği genellemelerden oluşur.

Estetik yargının bilimsel tespit süreçlerinden dışlanması, yalnızca kişisel bir yargı olmasından kaynaklanmaz. Bilim adamlarının veri toplama faaliyetlerinin kişisel olmadığını iddia etmek yersizdir. Bilinç ve sezgi sahibi yaratıklar olarak her birimizin deneyimlediğimiz temel gerçeklik, duyularımızla ve estetik bir deneyim olarak algıladığımız işlenmemiş verileri sağlayan duyularımız aracılığıyla topladığımız bilimsel verilerden kaynaklanır. Ancak bilimsel verilerin toplanması işi, olgularıanlaşılır ve öngörülebilir kılacak genellemelere ulaşma hedefiyle, bir sorunu çözmeye veya fiziksel dünyanın bir özelliğini aydınlatmaya yoğunlaşır. Bundan farklı olarak Bach, disko müziği, Rembrandt veya Picasso, problem çözmeye yönelik girişimler değil (en azından dinleyici/izleyici için değil), keyif alınacak veya tadı çıkarılacak (yahut da beğenilmeyecek) kişisel deneyimlerdir. Bir dinleyici kitlesi, keyifli bir konserin ardından, ortak deneyimleri konusunda genel bir yargıya varamadıkları için suçlanamazlar. Her bir dinleyici söz konusu müzikten,bambaşka sebeplerle keyif almış olabilir. Neden olmasın ki?

Burada ileri sürülen anlayış, Edward Wilson’ın Consilience(1998) adlı kitabında ileri sürdüğü, sanat ve bilim dalları arasındaki sınırları aşan temel bir bütünlüğün var olduğu anlayışından biraz farklıdır. Wilson, 11’inci bölümde daha ayrıntılı biçimde incelenen, her türlü insan deneyimi ve davranışının evrimsel biyoloji çerçevesinde anlam buldukları tezine dayanan evrimsel doğalcılıktan yararlanarak sanat ve bilim disiplinleri arasındaki sınırları yıkmaya çalışır. Wilson sanat dallarını bütünleştiren ortak etkenin “insan doğası” olduğuna inanır ve doğa bilimlerinin aklı daha yakından tanımamızı sağlamasıyla, yaratıcılıksüreci konusunda daha fazla bilgi sahibi olabileceğimize inanır. Evrimsel biyoloji ve beyin bilimlerinin, zamanla, sanatın insan kültürünün bir ürünü olarak nasıl ortaya çıktığına dair ipuçları sunabileceğine katılsam da, beyinlerimizin sanatla uğraştığımız sırada büründükleri durumlar konusunda daha ayrıntılı tanımlamalara sahip olmanın sanatsal yargıları daha iyi anlayabilmemize nasıl yardımcı olabileceklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Aslında bu bakış açısı sanat dallarıyla bilim arasında bir karşıtlık yaratmaz, sadece bu iki disiplinin birbirinden farklı olduğunu ve her ikisinin de ayırt edici temel referans noktaları bağlamında geçerli olduklarını vurgular. Gerçek bütünlük çoğu zaman, her türlü bilgi çeşidini tek bir paradigma (bu durumda evrimsel biyoloji) içerisine sıkıştırmaya çalışarak değil, farklı bakış açılarının her birinin kendi bağlamında geçerli olabileceğini kabul etmekle mümkün olur. Bilimsel yayınlarda Bach ile Beethoven’ın mukayese edildiği eleştiri yazılarına yer verilmemesi, bu müzik formlarının hor görülüyor olmasından değil, bilimin bu konuda söyleyecek sözünün olmamasından kaynaklanır.


Kişisel bilgi


Estetik yargı, “kişisel bilgi” başlığı altında değerlendirilebilecek çok sayıdaki kişisel deneyimden biridir. “Kişisel bilgi”, yaşam boyu edindiğimiz deneyimlerin, tanımlamalar aracılığıyla yalnızca kısmen ifade edilebilen özelliklerini kapsar. Bu özellikler yalnızca kısmen ifade edilebilir, çünkü tanımlama ne kadar etkili olursa olsun, ne şekilde sunulursa sunulsun asla deneyimin kendisini yansıtamaz. Küçük bir çocukken kaybolmanın yarattığı korku, bir dağın zirvesine ulaşmanın heyecanı, arkadaşlarla bir araya gelerek birer bardak bira içerken edilen sohbetlerin sıcaklığı, tanı koymak için ameliyat gerçekleştiren cerrahın vardığı tanıyı açıklayacağı anda hastanın hissettiği korku, yeni doğan bir bebeğin ilk ağlayışı, derin bir ilişkiyi bitirmenin verdiği acı – bunlarve her gün yaşanabilen daha nice benzeri deneyim, “insanın normal varoluşu” diye tanımladığımız karmaşık deneyimler ağını teşkil ederler. Psikolojik, fizyolojik ve biyokimyasal durumlarımızı tüm ayrıntılarıylakayıt altında tutabilen, davranış ve deneyimlerimizin yaşamımızın her anında nasıl geliştiğini eksiksiz biçimde tanımlayabilecek bir süper bilim adamı tasavvur edelim. Bu bilim adamının sunacağı bilimsel tanımlamanın, bütünlük arz etse bile, kişisel deneyimlerimize eş olamayacağıgayet açıktır. Yani son tahlilde deneyimler ancak edinilebilirler. “Ben”kelimesini kullanarak kendi belirleyiciliğimize olan inancımızı devamlıifade eden bilinçli varlıklar olarak biz insanların gerçekten de belirleyiciunsurlar olduğumuzu doğrulayan bu sıradan gözlemin gizemli veya mantıksız bir tarafı yoktur. Dolayısıyla bilimsel tezlerin de özenle “ben”kelimesinden arındırılmalarına şaşmamalı (“biz” ifadesinden de olabildiğince kaçınılır); tabii ki tezlerde bahsi geçen deneylerin okuyucunun kendisi gibi kanlı canlı insanlarca yürütüldüğünden şüphe ediliyor olması nedeniyle değil, deney sonuçlarının olabildiğince nesnel davranmaya çalışan (nesnel davranmak zor olsa da) bir kimse tarafından sunulduğunu vurgulamak üzere yapılır bu işlem.

En üstün kişisel bilgi, “bir kimseyi tanımaktır”; gündelik yaşamlarımızın öylesine alışıldık bir parçasıdır ki bu, deneyim pek nadiren aklımıza gelir. “Bir kimseyi tanımanın”, “bir kimse hakkında bilgi sahibi olmaktan” çok farklı olduğu açıktır. Henüz tanışmış olmadığımız bir kimse hakkında pek çok bilgiye sahip olabiliriz. İnsan ve insan davranışları konusunda bilgi sahibi olmak, verilerin çeşitli bilimsel dergilerde, özellikle de psikoloji bilim dalını konu edinen bilimsel dergilerde kullanımı için bir temel teşkil eder. İnsan davranışlarının tanımlanması,zevkli ama bir o kadar da zor bir bilimsel uğraştır. Psikiyatri Enstitüsü’ne bağlı biyokimya bölümünde doktoramı yaptığım dönemde, benimle aynı bölümde doktorasına yapmakta olan diğer züğürt öğrencilerle beraber, bir zamanlar Londra Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü olan Hans Eysenck’in araştırma laboratuarında denek olarak kullanılmak üzere gönüllü olmuştuk. Beynin biyokimyasal yapısını inceliyor olmamız, beynin içerisindeki moleküler işleyişi inceleme zahmetine girmeyen basit psikologlardan daha üstün olduğumuz yönünde aldatıcı düşüncelere kapılmamıza sebep oluyordu. Dolayısıyla kullandıkları anketler, psikolojik oyunlar ve bir taraftan gözlemi mümkün kılan aynaların ardında yatan amaçları ifşa ederek, deneysel yöntemlerle onları olduğumuzdan başka bir şey olduğumuza ikna edebilmek için Eysenck’in araştırmacılarına üstün gelmeye çalışıyorduk. Utanarak itiraf etmeliyim ki, bu girişimlerimizde sıklıkla başarılı olduk, dolayısıyla böylesi insanüretimi ve çarpıtılmış bilgilere dayanarak ileri sürülmüş olabilecek içe dönüklük-dışa dönüklük modellerini hayal etmek bile istemiyorum.

Bir kimse hakkında sahip olunan bilgilere” dayanan verileri, söz konusu kimseyi bizzat tanımadan da toplamak mümkündür. Pek çok ülkede yapılan mülakatların kayıtları, istatistiksel veriler sağlamak üzere bir araya getirilebilir. Bir psikolog, veri toplamak üzere ofisinde bir kimseyle mülakat yapabilir ve mülakat sonrasında, mülakata aldığı kimseyi tam anlamıyla tanımadığını, yalnızca yüzeysel olarak tanıştığınıyahut da “yalnızca biraz tanıdığını” söyleyecek olsa haksız sayılmaz.Ancak “bir kimseyi tanıyor olma” genel olarak daha yüzeysel anlamda kullanılır. Yani, “Filanca kimseyi tanır mısınız?” sorusuna, söz konusukimseyle yalnızca yüzeysel bir tanışıklığımız olsa bile “hayır” cevabınıverecek olsak yanıltıcı bir cevap vermiş oluruz; ancak tabii ki “evet” cevabını verdiğimizde de, bu kişiyi tam olarak ne ölçüde tanıdığımızı belirtmemizin bir sakıncası olmayacaktır.

Bir kimseyi tanımanın”, bilimsel dergilerde kullanılabilecek türde veriler sunmadığı ortadadır. Bir kimseyle tanışmanız (örneğin, ünlü bir bilim adamıyla), kariyerinizi farklı bir doğrultuya yöneltebilir, ancak bu tanışma deneyiminizi bilimsel bir dergiye iletecek olsanız, dergide yer bulma ihtimali oldukça düşük olacaktır (hatta büyük olasılıkla çöpe gidecektir).


Etik değerler


Bilimsel dergilerde yer verilmeyen konulardan olan bir diğer önemli konuysa etik değerlerdir. Etik yargılar, doğru yolun veya doğrudavranışın ne olduğuna dair yargılardır. Antropoloji dergileri, çeşitlilik arz eden, hatta bazısı tuhaf sayılabilecek insan davranışlarını tanımlar, ancak hangi davranışın daha doğru olduğu konusunda bir yargıya varmaz. Bilimsel verilerle oluşturulamayacak olan bu tür yargılar, felsefi veya dinsel ön kabullere dayanır. Bilim adamları belirli bir ülkede yaşanan kıtlığın nedenlerini geniş çaplı ve inandırıcı biçimde ayrıntılı olarak öyle güzel analiz eder ki, söz konusu analizi okuduğunuzda kıtlığa neden olan iklimsel ve coğrafi etkenlerin özelliklerini derinlemesine anlarsınız. Ancak sundukları bu analiz, pahalı tatilinizi iptal ederek bu tatil için ayırdığınız kaynakları kıtlıkla mücadele için bağışlamanız veya kariyerinizi riske atarak söz konusu ülkeye gidip yardım eli uzatmanın doğru olup olmayacağı konusunda bir yargı içermez. Sunulan bilimsel analiz böylesi kararların alınmasında etkili olabilir, ancak asla böylesi kararları zorla aldıramaz. Ne de olsa analizi okuyan kimse, söz konusu ülke halkının doğal kaynaklarını fazlasıyla hor kullandığı, dolayısıyla da bu hor kullanmanın bedelini ödemeyi hak ettiği sonucuna varabilir. Diğer bir okuyucuysa analizi okuduğunda birkaç dakikalığına oldukça üzülse de, pahalı tatiline yönelik planlarını yapmayı sürdürebilir. Bilimsel tanımlamalar tek başlarına, hangi davranışın doğru olacağı konusunda yol gösterici olamaz.

Bu sonuca varılsa bile, etik kaygıların bilimsel çevrelerin tümünce göz ardı edildiğini söylemek hata olur. Tam aksine… Birçok farklı nedenden dolayı etik meseleler, Nature ve Science gibi popüler bilimsel dergilerin haberler ve görüşler bölümlerinde sıklıkla konu edilir, mercekaltına alınır. Bilim alanında yapılan sahtekârlıklar kaygıyla ve üzüntüylekarşılanır. Çünkü veri toplama ve sunma süreçleri tam bir dürüstlükle yürütülmediği takdirde araştırma programları yanlış yönlere sevk edilebilir, neticede ciddi zaman ve enerji kayıpları yaşanır. Aslında halkı daha yakından ilgilendiren, insana doğa üzerinde gitgide daha fazla egemenlik kazandıran biyomedikal alandaki gelişmeler ve bu gelişmelerden kaynaklanan etik sorunsallardır. Bilim adamları araştırmalarında fetal dokulardan ne ölçüde yararlanabilmeli? Genetik mühendisliği teknikleriyle insan hücrelerinde yapılabilecek değişikliklerin bir sınırı olmalı mı? Klonlayarak kopyalama doğru bir uygulama mı? Bilimsel çevrelerde, bu tür meselelerin yalnızca bilimsel yöntemler aracılığıyla çözümlenmelerinin mümkün olmadığı görüşü büyük ölçüde kabul görmüştür. Kullandıkları teknolojilerden kaynaklanabilecek olası riskler veetik sorunsalları en iyi değerlendirebilecek olanlar genellikle bilim adamları olsa da, bilimsel bilginin kullanımında kaçınılmaz olarak belirleyici olacak değer yargıları, son tahlilde, bilimin kendisinden kaynaklanmadıkları gibi, imtiyaz sahibi bir toplumsal grubun baskın görüşleri de olamaz. National Institutes of Health’in (Ulusal Sağlık Enstitüleri), Center for Theology (Teoloji Merkezi) ve Natural Sciences (Doğa Bilimleri) gibi kurumlara, insan genomunun dizilimini ortaya çıkarmaya yönelik programdan kaynaklanan teolojik ve etik meseleler konusunda araştırmalar yapıp, danışmanlık hizmeti sunmaları için kaynak aktarmış olması, bilimsel çevrelerin bu durumun farkında olduğunugösterir. Bilimsel çalışmalar teologlar, felsefeciler ve hükümet komitelerinin daha nice yıllar boyunca tartışacakları, üzerinde düşünecekleri ve kanunlarla düzenleyecekleri çok sayıda etik sorunlar yaratmaktadır. Ancak hiçbir bilim adamı bu karmaşık sorunların, edinilecek daha fazlabilimsel verinin incelenmesiyle çözümlenebileceklerini düşünecek kadar saf değildir.


Kullanılan dilin sınırlandırılması


Bilimsel dergilerde kullanılan söylemler ile gündelik yaşamda kullanılan söylemler arasındaki belirgin farklardan biri, dergilerde büyük ölçüde uzmanlık alanına has bir dilin kullanılır olmasıdır. Kendi araştırma alanlarında yer almayan konuları ele alan başka bilim adamlarınca sunulan seminerlere katılan bilim adamlarının, yapılan konuşmaları hiçbir şey anlamadan dinlemek zorunda kaldıkları olmaktadır. Bunun nedeni,konuşmalarda bahsi geçen fikirlerin anlaşılması güç olmasından ziyade,kullanılan terminolojinin fazlasıyla özelleşmiş olmasıdır. Farklı bir araştırma alanına geçiş yapmak, yabancı bir dil öğrenmeyi andıran bir süreçten geçmeyi gerektirir. Yeni laboratuarda kullanılan gündelik dil ilk başlarda yabancı bir kültüre girmişçesine kafasını karıştırabilir kişinin. Ancak kafa karıştırıcı olsa bile bu özel terminolojiyi öğrenmek çok önemlidir, çünkü bu terminoloji, belirli bir araştırma alanında geçerli olan ve gelecekte girişilmesi muhtemel olan araştırmalar konusunda ipucu veren varsayımlar ve kuramları da barındırır.

Felsefeciler yıllar boyunca, kuramsal varsayımlardan arındırılmış bir gözlem dili yaratmaya çalıştılarsa da, uygulamada bu mümkün olmamıştır. Kullanılan kelimelerin birçoğu “kuram yüklüdür”, dolayısıyla yalnızca belirli bir kuram çerçevesinde anlaşılabilir. 17’nci yüzyılda yaşayan Hollandalı mikroskop uzmanı Antoni van Leeuwenhoek,mikroskobuyla gözlemlediği şeyleri kuramsal varsayımlara başvurmadan tanımlayabiliyor olmakla övünürdü. Ancak incelediği bayat su içerisinde gözlemlediği küçük canlıları (muhtemelen Öglena), hareket ettikleri için “hayvancık” diye adlandırıyordu, hâlbuki bugün bu tek hücreli canlıların klorofil içerdiklerini ve hayvandan ziyade daha çok bitki benzeri olduklarını biliyoruz. Belki de “bitkicik” daha uygun bir terim olabilirdi. Bugün bilimsel literatürde daha binlerce özel bilimsel terimerastlanır ve bunların bazısı sadece tanımlayıcı terimler olsa da büyük çoğunluğu çeşitli kuramsal varsayımlar barındırır. “Gen”, “kara delik”, “zekâ katsayısı”, “tılsım”, “parçacık” ve benzeri kelimelerin hepsi belirli kuramlardan alınmıştır ve yalnızca bu kuramlar çerçevesinde düzgünbiçimde anlaşılabilir. “Bu odanın sıcaklığı 20 santigrat derecedir” gibi ilk başta gayet anlaşılır görünen bir ifade bile aslında çok sayıda kuramsal düşünce içerir.

Tabii ki kendine has bir dil kullanan tek bilgi sistemi “bilim” değildir; aşçılıktan yamaç paraşütüne kadar insan uğraşlarının çoğunun kendine has bir terminolojisi vardır. Teolojik söylemler de özel terimler içerir ve bilim ile din arasında yaşanan iletişim bozukluklarının çoğunun temelinde, teolojik anlamda kullanılan birtakım terimlerin bilim adamlarınca bilimsel terimler olarak algılanmaları ya da bilimsel anlamda kullanılan birtakım terimlerin teologlarca teolojik terimler olarakalgılanmaları yatmaktadır. Örneğin, Stephen Hawking Zamanın Kısa Tarihi adlı kitabında, “evrendeki tüm varlıkları kapsayacak birleşik bir “her şeyin kuramı”nı geliştirmekten bahseder. Ancak bu terimi kullanırken çoğunluğun anladığı biçimde bir “her şeyin kuramını” değil, modern fiziğin “büyük hedefi” olan, genel görelik kuramı ve kuantum mekaniğini yeni bir “kuantum çekim kuramı” çerçevesinde birleştirme yönündeki hedefi kast eder.2Dolayısıyla Hawking’in kullandığı “her şeyin kuramı” teriminin, günümüz fizik kuramlarından kaynaklanan özel bir anlamı vardır ve bu terim belirgin teolojik bir anlam taşımaz.

Yaratılış” gibi kelimeler de hata karışıklığına neden olmuştur. Yaratılış kelimesi, kişilerin mizaçlarını tanımlarken kullanılabildiği gibi, teistlerce de, evrenin sürerliğinin Tanrı’nın yaratma faaliyetlerine bağlıolduğu ve bilim adamlarınca tanımlanan kesin mekanizmalara rağmen onun oluru olmaksızın hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceği yönündeki inançlarına karşılık kullanılır. Bazılarıncaysa, Tanrı’nın dünyayı altı günlük bir süreçte yarattığı inancına karşılık olarak kullanılır. Bir sonraki bölümde de daha ayrıntılı biçimde ele alacağımız üzere, yaratılış ileevrim arasındaki ilişkinin nasıl yorumlanacağını bu terime yüklenen anlam belirler.

Yani bilim, kuramlarını ve kavramlarını tanımlarken kendine has birdil kullanan tek disiplin değildir. Ancak bilimsel dil bazen öylesine kendine has olabilmektedir ki, birçok bilimsel yazın belirli bir eğitim almamış kimselerce anlaşılamamakta ve dolayısıyla da bilimsel bilgininbaşka bilgi türleriyle bağdaştırılmaya çalışılması durumlarında belirginiletişim bozukluklarının yaşanması olasılığı doğmaktadır.


Kullanılan yöntemlerin sınırlandırılması


Bilimsel veri toplanması işinin ne denli özel yöntemler ve tekniklere dayandığını anlamak için bilimsel yazınlara şöyle bir göz gezdirmek bile yeterli olur. Fiziksel dünya, araştırılan konuya bağlı olarak envai çeşit yöntemle “irdelenebilir”. Kesinbilimsel yöntem diye bir şey yoktur. Yine de bilimde kullanılan yöntemler ve yaklaşımların çoğunda birtakım ortak özellikler söz konusudur. Örneğin, bilimsel alanda, niceleyici/kantitatif veriler sunan yöntemler tercih edilir. İstatistiksel açıdan önemli kabul edilebilecek sonuçların elde edilebilmesi için bazı belirleyici deneylerin defalarca yinelenmesi gerekebilir. Deneylerle elde edilen sonuçların geçerli kabul edilmesi için tekrarlanabilirolmaları beklenir; deneylerin sadece ilk yapıldıkları laboratuarda değil, aynı koşullar altında yapıldıkları diğer laboratuarlarda da aynı sonuçları vermeleri beklenir. İşte bu nedenle kullanılan yöntemler bilimsel dergilerde özenli biçimde tanımlanmalıdır ki, arzu eden kimseler deneyleri tekrarlayabilsin. Başka kimselerce erişilen sonuçların tekrar edilemediği deolmaktadır ve bu durum bilim adamlarını sıkıntıya sokabilmektedir. Ancak genellikle aynı ayıracın kullanılmasıyla veya deney protokolünde keşfedilen beklenmedik bir değişkenin de hesaba katılmasıyla bu sorunun üstesinden gelinir.

Bilimsel yöntemlerde rastlanan bir diğer özellikse, deneyi uygulayanın kendini aldatmaolasılığını olabildiğince azaltmaya yönelik önlemlerin alınmasıdır. Örneğin, ilaçların denenmesinde, yutulan ilacın gerçek mi yoksa plasebo mu olduğunu ne deneklerin ne de deneyi uygulayan kimselerin bildiği “çift kör” yöntemi uygulanır. Ayrıca denenmek üzere bir laboratuara gönderilen numunelerin, söz konusu laboratuar çalışanlarının uygulayacakları deneyler konusunda birtakım beklentilere kapılmalarını engellemek üzere yalnızca numaralarla etiketlenmeleri desıkça uygulanan bir yöntemdir. Bu tür gelenekleşmiş uygulamalar araştırmacının önyargılarını azaltmaya yöneliktir.

Araştırmacının kendini aldatma riski, bütün insan uğraşlarında olduğu gibi bilim alanında da yüksektir ve bilim tarihine bakıldığında bu yönde pek çok örneğe rastlanır. Örneğin, 20’nci yüzyılın ilk dönemlerinde, gökbilim alanında “sarmal bulutsular” diye anılan oluşumların doğasına dair hararetli bir tartışma yaşanıyordu. “Sarmal bulutsular”, güçlü teleskoplar aracılığıyla keşfedilen ve geceleyin gökyüzünde sıkçarastlanan, yaygın ışık sarmallarıydı. Mount Wilson Gözlemevi’nde görevli Adriaan van Manen gibi bazı gökbilimciler, bu ışıkların bizim galaksimizde yer alan gaz bulutları olduklarına inanırken, başka gökbilimciler bu bulutsuların bizim galaksimizden çok uzaktaki başka galaksiler olduğuna ve mesafe nedeniyle bu galakside bulunan yıldızların tespit edilemediğine inanıyordu. Van Manen, birkaç yıl arayla çekilen bulutsu fotoğraflarından yararlanarak bir değerlendirme yapıyor, bu zaman aralığında bulutsuların “çözülmekte” olduklarına ve çok uzaktaki cisimlerin hareketlerinin gözlenmesi mümkün olmadığı için de söz konusu bulutsuların bizim galaksimizde yer alıyor olmaları gerektiği sonucuna varıyordu. Ancak Van Manen’in bu açıklamasından kısa süresonra, Mount Wilson’daki yeni ve daha güçlü, 100 inçlik merceği olan teleskopu kullanan meslektaşı Edwin Hubble, bulutsuların gerçekten deçok uzaktaki galaksiler olduklarını kesin biçimde ispat etti. Van Manen’in gözlemlerinde belirgin hatalara rastlanmaz ve bugün dönüp bakacak olursak, faydalandığı fotoğrafları neden kendi kuramı bağlamındayorumladığını anlamak zor olmaz. Araştırma alanında uzunca bir süre yer almış bilim adamlarının hepsi, bir süre sonra hatalı çıkarılacak olanbir kuram veya ön bulguyu inatla doğru kabul etme arzusunu hissetmiştir muhtemelen. Sarmal bulutsularla ilgili öykünün önemli yanı, daha güçlü bir bilimsel aygıtın sorunu kesin olarak çözmüş olmasıydı.

Bilim, ancak kullandığı ayıraçlar, aygıtlar ve tekniklerin elverdiği ölçüde etkin olabilir. Bu durum özellikle, çok büyük veya çok küçük cisimlerin incelenmesinde geçerlidir. Işık mikroskobu biyologlar için yepyeni bir dünyanın kapılarını aralamış, elektron mikroskobuysa kapıları ardına kadar açmıştır. Uyarılarak yüksek hızlarda çarpıştırılan parçacıklar üzerinde yapılan araştırmalar, maddenin temel öğelerine ışık tutmuştur. Işık teleskopu bir dizi yeni yıldız ve gezegenin gözlemlenmesini mümkün kıldıysa da, evrenin uçsuz bucaksızlığını gözler önüne seren radyo teleskopunun sağladığı görüntüler çok daha çarpıcı olmuştur. Her yöntem, belirli boyutlardaki balıkları yakalamak üzere tasarlanmış “ağlar” olarak görülebilir, bu durumda “balıklar” da bir kuramındoğruluğunu sınamak üzere toplanan belirli türdeki verileri temsil eder.Ağdaki gözleri belirli bir boyutta tasarlayarak istenilen boyuttaki balıklar tutulabilir. Hiçbir yöntem tek başına gerçekliğin belirli bir “bölümü”konusunda eksiksiz bilgi sunmaz. Fiziksel dünyanın belirli bir öğesi hakkında kapsamlı bir anlayışa erişebilmek için çok çeşitli tekniklerle elde edilmiş veriler bir araya getirilmelidir.

Bilimsel veriler, üretilmelerinde etkili olan kuramlar, yöntemler ve aygıtlardan bağımsız olarak var olan bilgiler değildir. Bilimsel gerçeklerin büyük çoğunluğu belirli yöntemlere ve aygıtlara bağımlı yöntemlerdir, dolayısıyla keşfedilmelerinde etkili olan süreçler hakkında bilgi sahibi olunmadığı takdirde anlaşılmaları veya takdir edilmeleri zor olur. Araştırma laboratuarları yöneticileri bile (hatta kötümser kimselere göre “özellikle yöneticiler”), bir süre araştırma faaliyetlerinden uzak kalırsa, kendi laboratuarlarında edinilen veriler dolayısıyla yanılgıya düşebilir. Bir bulgunun önemli olup olmadığını ölçmek söz konusu olduğunda, bu bulgunun keşfedilmesinde kullanılan teknikler konusunda birebir bilgi sahibi olmak gibisi yoktur. İşte bu sebeple bilimsel yöntemler bir bütün olarak bilimsel hünerlerolarak anılır. Bu terim başarılı bir bilim adamının, başarılı deneyler tasarlayabilme, doğru verileri elde etmesini sağlayacak uygun teknikleri kullanabilme ve sonrasında bu verileri mantıklı biçimde ayıklayarak önemli hususlar ile “parazit” niteliğindeki gereksiz verileri ayırt edebilme yeteneğini tanımlar mahiyettedir. Hangi verilerin “parazit” sayılacağı, araştırmacının daha önceki deneyimleri ve söz konusu araştırma alanında geçerli olan güncel varsayımlara göre belirlenecektir. Kimi zaman bazı veriler, doğruluğu sınanan kuramla ilişkili gibi görünmedikleri için kapsam dışı bırakılır ilk başta, ancak bu veriler daha sonraları (bazen yıllar sonra) yeni bulgular sayesinde daha anlaşılır kılındıklarında çok önemli sayılmaya başlayabilir.

Dahası, bir araştırma programında çeşitli yöntemlerin kullanılması sosyal nitelikli bir uygulamadır. Çünkü meslektaşlarının çalışmalarına yardımcı olan, eleştiriler yönelten, müdahale eden, çalışmalarına yönelik faydalı öneriler sunan ve genel anlamda bir destek grubu olarak faaliyet gösteren etkileşim içerisindeki bilim adamları toplulukları çerçevesinde sürdürülür (müsbet olan budur) bu uygulama. Araştırma dünyasına doktora bitirerek girilmesi yönündeki işleyiş, bilimsel bir “hüner sahibinin” (danışman olarak anılır bu kimseler) gözetimi altında üç yıl (veya daha fazla) deneyler gerçekleştirmenin, saf akademik çalışmaya kıyasla çok daha etkili olduğu düşüncesine dayanır. Bilim geçmişten beri toplumsal bir uğraş olageldiyse de, uzmanlaşmanın artması, her bireyin kendine has yetenekleri ve bilgisiyle katkıda bulunarak ekibin başarısına yönelik çalıştığı araştırma guruplarının birbirleriyle daha da fazla etkileşim içerisinde olmalarını gerektirmiştir. Günümüz biyomedikal araştırma laboratuarları, araştırmacıların mevcut her köşeye ve kenara tıkıştıkları geniş açık plan çalışma alanlarıdır. Bu çalışma sisteminin ardından yatan felsefe, dip dibe çalışıyor olmaktan kaynaklanabilecek olumsuzlukların, bu ortamın yarattığı zorunlu iletişimin faydalarına kıyasla önemsiz olduğu yönündeki felsefedir.

Bilimi başarılı kılan, gerçekliğin yalnızca bir bölümüne odaklanan türde bilgiler oluşturmayı becerebilmiş olmasıdır. Bilimsel çevreler çözülmesi muhtemel sorunlara odaklanarak, kesin ve özel diller kullanarak ve seçilen sorunların uzman topluluklarınca incelenmesini mümkünkılan yöntemler yaratarak, her hafta binlerce bilimsel dergiyi dolduracak kadar bilimsel bilgi üretmektedir. Peki ama bu bilimsel bilgi birikimi tecrit edilerek, dinin cevap aradığı tarzda nihai sorulardan muaf mıtutulmaktadır? Yoksa bilimsel ve dinsel meselelerin araştırılmasında benimsenen yöntemlerde birtakım benzerlikler var mıdır?


Bilimsel bilgi ve dinsel bilgi


Bilim ve bilim kritikleri/bilimsel eleştiriler konusunda kalıplaşmış görüşler


Bilim konusundaki başlıca “kalıplaşmış görüş”, modern bilimin gelişim sürecinde ortaya çıkan görüştür. Yani aklıselim kabul edilen ve bilimsel ilerlemeye odaklanan tümevarımcı görüştür. Öncülüğünü Bacon’ın yaptığı bu görüş, ilerleyen yüzyıllarda mekanikçi felsefecilerce de devam ettirilmiş ve nihayetinde Mantıksal Pozitivistlerce tamamlanmıştır. Bu görüş çerçevesinde doğal dünyanın gerçek ve nesnel olduğu, gözlemcilerin seçimleri veya amaçlarınınsa bu dünyanın özelliklerini değiştiremeyeceği kabul edilir. Galileo’nun bir zamanlar dediği gibi, “doğal bilimlerin vardığı sonuçlar doğru, gerekli ve insan yargısından bağımsızdır.” Newtoncu fizik anlayışında da kuramların, gözlemciden bağımsız olarak dünyayı olduğu gibi yansıttıklarına inanılırdı.Uzay ve zaman bütün olayları kapsayan mutlak çerçeveler sayıldıkları için kütle ve hız gibi dünyanın matematiksel olarak ifade edilebilen nitelikleri, gerçek dünyanın nesnel özellikleri gibi görülüyordu. Bilim konusundaki “kalıplaşmış görüş” uyarınca bilim adamının görevi çok sayıda doğru gözlem yapmak, ardından da bu gözlemlerden yola çıkarak tümevarım uygulayarak genel bir kuram geliştirmekti. Geliştirilen kuram tutarlı bir veriler bütünüyle desteklendiği takdirde “değişmez bir doğa yasası” kabul edilirdi. Dolayısıyla bir doğa yasasını keşfetmek, adeta yeni bir kıtayı keşfetmek gibiydi; aslında hep var ola gelmişti bu yasa ve keşfedilmeyi bekliyordu. Lord Kelvin yaklaşık 1900 yılında Britanya Bilim Gelişimi Derneği’ne hitaben yaptığı bir konuşmanın sonunda şöyle diyordu: “Fizik alanında keşfedilecek yeni bir şey kalmadıartık. Yalnızca daha kesin ölçümlerin yapılması işi kaldı.”3Medawar’ın bu görüşü abartılı olarak yansıttığı yaklaşımı uyarınca, bilimsel bilgininyaratılması işi “duyularla elde edilen sade ve süssüz deliller ve masumane önyargısız gözlemlerle başlar… ve bu gözlemleri temel alarak bir doğa yasaları yapısının inşasıyla sürer”.4Bilimsel bilginin, deneysel yöntemin bağlayıcı kıstasları uyarınca derlenmiş olan gerçeklere dayandığı için önyargı ve kişisel çıkarlar gibi öznel etkenlerden etkilenmediğine inanılır.

Naif gerçekçilik” diye anılan bu yaklaşımda, bilimin yetkesinin araştırma yöntemlerinde kullanılan tekniklerden kaynaklandığı savunulur. Bu yetke, bilimin sınırları dışında kalan dünyaya da belirli değerlerin atfedilmesiyle su yüzüne çıkmıştı; örneğin, Bacon bilimin en önemli getirisinin, sağladığı toplumsal faydalar olduğuna inanıyordu, hâlbuki bilimin kendisi yalnızca saf gerçekler üzerine kuruluydu. 19’uncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın başlarında etkin olan Pozitivistler bu yaklaşımı bir adım ileri götürerek anlam ve mantığı da deneysel olarak doğrulanabilir olma kıstasına göre değerlendirmeye başladı. Mantıksal Pozitivizm’e göre (Britanya’da, Language, Truth and Logic[1936] adlı kitabıyla A. J. Ayer’in savunduğu 20’nci yüzyılın ilk yarısında etkili olan fizik ötesi karşıtı bir hareket) bir söylemin doğru veya yanlış olduğunun söylenebilmesi için ya duyusal deneyimlere dayanarak doğruluğu ispat edilebiliyor olmalı (yani deneysel olarak doğrulanabilir olmalı), ya da yalnızca anlam temelinde doğruluğu tespit edilebiliyor olmalıdır (yani mantıksal olarak tutarlı olmalıdır). “Bilimsel yöntem” neyin mantıklı olduğunu belirleyen yetkili kurum olmuştu. Pozitivistler bu bağlayıcı kıstaslar doğrultusunda anlamlı görünmeyen iddialar ve söylemleri (üstelik sosyal bilimler ve din alanlarıyla sınırlı kalmadan) hiç çekinmeksizin safsata ilan etmişti. Ancak nihayetinde kullandıkları bağlayıcı kıstasların, deneysel olarak ispat edilemeyecekleri için aslında kendi kendilerini anlamsız kıldıklarını fark etmiş, yani kendi kazdıkları kuyuya düşmüşlerdi. Pozitivizmin daha aşırı akımları da bilimsel olarak kullanışlı değildi. Örneğin, Mach gibi kimseler bilimsel söylemleri gözlemlenemeyen varlıklara dair savlamalardan tamamen arındırmaya çalışmıştı, ki bunun kabul edilmesi, çoğu laboratuarın kepenk indirmesi anlamına gelirdi!5Bilimsel söylemin sınırlarını belirleyecek birtakım kıstaslar belirlemek faydalıdır mutlaka, ancak bilimsel söylemin var olan tekgeçerli bilgi kaynağı olduğunu iddia etmek aynı şey değildir. Pozitivizm bugün artık düzenli bir felsefe akımı olarak var olmasa da, Pozitivizmin hayaleti, aşağıda daha ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz “bilimcilik” akımı bünyesinde yaşamaktadır.

Bilime getirilen naif gerçekçilik yorumu 20’nci yüzyılda giderek kan kaybetmeye başladı. Felsefeci Sir Karl Popper 1934 yılında, Logic of Scientific Discovery(Bilimsel Keşfin Mantığı) adlı kitabında bilimsel kuramların giderek artan miktardaki deneysel deliller sayesinde dahada fazla geçerlilik kazanıyor oldukları düşüncesinin hatalı olduğunu vekuramların ancak çürütülebilir oldukları sürece bilim için faydalı olabileceklerini savunarak Mantıksal Pozitivizm’in temel ilkelerinden birine saldırdı. Popper, 1949 ile 1969 yılları arasında London School of Economy’de mantık ve bilimsel yöntem profesörü olarak görev yaptığıdönemde görüşleri daha çok taraftar bulmuştu. Dolayısıyla Popper için fizik ile fizik ötesini birbirinden ayıran, ifadelerin deneysel olarak doğrulanabilir olması değil, ifadelerin bilimsel yöntemlerle ne ölçüde yanlışlanabilir olduğuydu. Bir kuram uzun süre geçerliliğini korusa bile,çarpıcı bir deney veya gözlemin etkisiyle bir anda geçerliliğini yitirebilir. Örneğin, Einstein’ın görelilik kuramı Newton’un mekanik kuramının yerini almış ve bu olayın Popper’ın bilim felsefesini oluşturmasında önemli etkisi olmuştu. Teleskop aracılığıyla Mars yüzeyinde görülebilen izlerin büyük su yolları olduğu, dolayısıyla da bilinçli yaşam formlarının varlığını ispat ettikleri yönündeki kuram, günün birinde Mars’a gidilip bu izlerin su yolları olup olmadığını keşfetmek mümkün olacağı için bilimsel bir kuram sayılabilmişti. Ne ilginçtir ki gerçekten nihayetinde Mars’a gönderilen sondalar bu izlerin su yolu olmadığını tespit etmiş, böylece kuram çürütülmüştür. Bu bağlamda bilimden alabileceğimiz ders, bazı kuramlar diğerlerine kıyasla daha uzunsüre geçerliliklerini koruyabilse de bu kuramların bile günün birinde çürütülebileceğidir. Evrimde de benzer bir durum söz konusudur, çünkübir canlı belirli bir çevrenin koşullarına uyum sağlayacak “güçte” olsa da çevre koşulları değiştiğinde “gücünü” yitirebilir. Bir kuram çürütüldüğünde, sınanabilecek ve zamanı geldiğinde çürütülebilecek yeni bir kuram geliştirmenin vakti gelmiş demektir. Dolayısıyla bir bilim adamı için “belirli bir kuramı kabul etmek”, deneysel ve geçici bir işlemdir. Lakatos’un da dediği gibi: “Popper’a göre inanç, eleştirel yaklaşımla dizginlenmesi gereken talihsiz, ama önüne geçilemez biyolojik bir zayıflıktır; bağlılık ise düpedüz suçtur.”6

Popper’ın felsefesinde, bilim konusundaki “kalıplaşmış görüşe” yerolmadığı açıktı, çünkü yukarıda da vurgulandığı üzere bir kuramın geçmişte geçerli olmuş olması gelecekte de geçerli olmayı sürdüreceği anlamına gelmezdi. Yani Popper’ın savunduğu görüşe göre “değişmez doğa yasaları” geçerliliklerini yitirmiş, bu yasaların yeriniyse birbirini doğrulayan, giderek karmaşıklaşan ve sonu gelmeyen kuramlar alacaktır. Ancak Popper’ın yaklaşımı çerçevesinde “kalıplaşmış görüşün” en azından bir öğesinin, yani bilimsel kuramların gerçek dünyaya dair tanımlamalar olarak değerlendirilmeleri gerektiği anlayışının korunduğuna işaret etmek gerekir. Dolayısıyla Popper, bilimsel kuramların teknolojik uygulamalara yön verebilecek savları veya yaklaşık modellemeleri mümkün kılan araçlardan ibaret olduklarını savunan “araçsalcı” yaklaşımdan ziyade “gerçekçi” yaklaşıma daha yakındı. Ancak Popper’ın etkili bilim anlayışının, kuramların oluşumunda “dış dünyadaki gerçeklerin” belirleyici etkisi olduğu yönündeki anlayıştan (tümevarımcı yaklaşımda egemen olan anlayıştan) uzaklaşarak, mantık ve uzmanlığı sayesinde daha iyi kuramlar üretebilen ve kuramların doğruluklarının geçerli biçimde sınanabilmesi veya yanlışlanabilmesini mümkün kılacak kıstasları belirlemekle yükümlü olan bilimsel çevrelere odaklanmayı tercih ettiği ortadadır. İşte bu süreç neticesindedir ki, veriler “kuram yüklü” hale gelmiş ve böylece gözlemler de yalnızca belirli bir kuram çerçevesinde anlaşılabilir olmaya başlamış, söz konusu kuram dışındaysa bambaşka biçimde yorumlanabilir olmuştur.

Popper’ın bilim felsefesinin, bilimsel çevrelerde olduğu kadar bu çevrelerin dışında da etkili olduğu şüphesizdir. Birçok bilim adamı, Popper’ın herhangi bir yazısını okumuş olmasa da prensipte Poppercı’dır. Kuramların bilimsel yöntemler aracılığıyla yanlışlanabilir olması, bilim ile bilim dışı arasındaki farklılığı belirgin ve uygun biçimde seçilebilir kılmasının yanı sıra, yukarıda da belirtildiği üzere, bilimsel dergilerde yayınlanacak makalelerin seçiminde önemli rol oynar. Gerçi bilimile bilim dışı arasındaki ayrımın çok keskin olduğunu söylemek de doğru olmaz; üstelik yeni tekniklerin gelişmesiyle nelerin “yanlışlanabilme olasılığının” yüksek olduğu değiştiği için bu ayrım statik değil değişkendir. Ciddi biçimde sınanmayı hak ettiği düşünülen bilimsel kuramların bazısı aynı zamanda tartışma yaratabilecek kuramlar olabilir. Örneğin, homeopati uzmanlarının çok seyrek bileşiklerin tıbbi yönden faydalı etkileri olabildiği yönündeki iddialarını sınamak üzere yapılan deneylere, homeopatik kuramların prensip olarak çürütülebilir olmalarıdolayısıyla bilimsel olma ihtimalleri bulunduğu dayanak gösterilerek Naturegibi bilimsel dergilerde yer verilmiştir. Ancak bazen seyrelme oranı öylesine yüksektir ki, bir ölçek homeopatik ilaçta ilgili bileşiği içeren yalnızca birkaç molekül yer alıyor olabilir. Bir bileşiğin yalnızca birkaç moleküllük ölçeklerle alımının bedensel işleyişi önemli ölçüde etkileyebileceği düşüncesi yılların biyomedikal bulgularına ters düştüğüne göre, bu tür homeopatik kuramların sınanmasına yönelik daha fazla deney yürütmenin yalnızca zaman kaybı olacağı yönündeki görüşlere hak vermemek elde değildir. Poppercı görüşlerin geçerliliğini koruması için bilimsel çevrelerin, hangi kuramların sınanmaya değer olduklarını belirlemede hakemlik yapmaları gerekmektedir. Bahçelerinde buldukları yüzüklerin perilerin işi olduğunu iddia edenler çıkabilir. Bu iddia da Popper’ın yanlışlanabilirlik olasılığı ilkesine uygundur, ancak bir kuramın bilimsel olma ihtimalinin bulunduğunu söylemek için bundan fazlası gereklidir şüphesiz ki. Örneğin, hitap ettiği araştırma alanında hâlihazırda kabul gören kavramlarla devamlılık arz eden bir kuramın ciddiye alınma olasılığı daha yüksektir. Dolayısıyla bilim alanında tümevarımsal çıkarımlardan tümüyle kaçınmak oldukça zordur, çünkü bilimsel çevrelerin bir kuramın sınanmayı hak edip etmediği konusundaki kararı, geçmişte sınamalardan başarıyla geçen türdeki kuramların gelecekte de aynı ölçüde başarılı olmasının beklenebileceği yönündeki tümevarımsal çıkarıma dayanır.

Bilim ile bilim dışı arasındaki ayrımı sınırlar çizerek göstermeye çalışan Popper, bu girişimiyle bilimsel bilginin kayda değer tek bilgi türü olduğunu iddia ediyor değildir. Bu iddia Mantıksal Pozitivizm’in temelhatasıdır. Sir Karl, verdiği bir seminerde ahlâk kurallarının geçerliliğinisavunduğu sırada, şömineye yakın oturan dilbilimci felsefeci Wittgenstein’ın ayağa fırlayarak elinde tuttuğu ocak süngüsünü sallarken, “Bana bir ahlâk kuralı örneği sunun!” diye bağırdığını ve kendisinin de bu soruya, “Misafir konuşmacıları ocak süngüleriyle tehdit etmemek” cevabını verdiğini aktarır. Popper daha resmi bir dil kullanarak şöyle yazmıştır:


Bilimin varoluşun muammaları ya da insanın dünyadaki görevi gibi nihai sorular konusunda önermelerde bulunmadığını anlamak önemlidir. Bu husus genellikle anlaşılmıştır. Ancak bazı büyük bilim adamlarının yanı sıra pek tanınmamış pek çok bilim adamı bu husus konusunda yanılgıya düşmüştür. Bilimin etik ilkeler konusunda beyanatta bulunamıyor olması, bu tür ilkelerin var olmadığı biçiminde yanlış yorumlanmıştır, hâlbuki gerçeği keşfetmeye yönelik arayışlar etiğin var olduğu önvarsayımını gerektirir.7


Popper’ın bilimsel bilginin doğasına dair görüşlerine yönelik en ağır eleştiriler, bu görüşlerin bilim dallarının tarihsel gelişimini gerçekçi biçimde yansıtmadığını vurgulayan kimselerden gelmiştir. Birincisi, işin aslı şuydu ki, bilim adamları Popper’ın ileri sürdüğü üzere yalnızcakuramlar önermekle kalmıyor, kuramlarına içtenlikle inanıyor, hatta kuramlarını ateşli biçimde ve yılmadan savunuyordu. Önemli bilimsel konferanslarda yaşanan tartışmaları gözlemleyecek olursanız, bilim adamlarının kuramlarıyla duygusal bağlar geliştirmedikleri düşüncesinin pek inanılır olmadığını fark edersiniz. Belirli bir alanda bir kuram ortaya atmış olan bazı bilim adamları, mensubu oldukları araştırma alanında bambaşka kuramlar benimsenmeye başlansa da, inatla kendi kuramlarına sarılmayı sürdürür. Dolayısıyla geçerliliğini yitirmiş olan kuramların ortadan kalkması, ancak bu kuramları ortaya atan bilim adamlarının emeklilikleri veya ölümleri sonrasında olabilmektedir çoğu zaman. Henri Poincaré ömrünün son yılı olacak 1911 yılında, çoğu fizikçinin Max Planck’ın kuantum kuramıyla ilk defa tanıştığı Solvay Konferansı’ndan dönüşünün ardından, konferansa katılanların büyük çoğunlunca kabul gören görüşü yansıtıyordu şu sözlerle:

Yakın zamana dek bilinen bütün olguları izah etmede yeterli görünen eski kuramların karşısına bir engel çıktı… M. Planck bir varsayım ortaya attı, ancak çok tuhaf bir varsayımdır bu, dolayısıyla bundan kaçınmak için elden gelen her şey yapılmalıdır. Ancak şimdiye dek herhangi bir çıkış kapısı bulunabilmiş değil… Süreksizlik fiziksel evrene hâkim mi olacaktır, mutlak bir zafer mi kazanacaktır?8


İkincisi, Thomas Kuhn’un da işaret ettiği üzere, “Bilimsel gelişimin tarihi incelendiğinde, bugüne dek doğrudan doğayla mukayeseye dayananönyargılı yanlışlama anlayışını andırır herhangi bir sürece rastlanmamıştır.”9Başka bir deyişle, bilim adamlarının, ortaya attıkları kuramları sınamak üzere uyguladıkları deneyler olumsuz cevap verdiğinde tereddütsüz biçimde kuramlarından vazgeçtikleri varsayımı doğru değildir. Genellikle kurama aykırı düşen veriler örtbas edilir, yeniden yorumlanarak kılıfına uydurulur ya da söz konusu deneyin kuram için uygun olmadığı öne sürülür. Bu eleştiriyi doğrulayan klasik bir örneğe, ilk Newtoncuların, Newton’un evrensel çekim kuvveti kuramını tehdit eder görünen “olgulara” gösterdikleri tepkilerde rastlanır. Newton’un kuramı gezegenlerin konumlarını tespit etme konusunda yalnızca kısmen etkili oluyordu. Örneğin, Ay yörüngesinin yerberi noktası, yani Ay’ın uzaydaki yörüngesi sırasında yeryüzüne en yakın olduğu nokta konusundaki varsayımının önemli ölçüde hatalı olduğu ortaya çıkıyordu. Bu aykırılık karşısında Newtoncu bilim adamları Poppercı ilkelere uygun hareket etmemişti. Varsayımları açıkça yanlışlanmış olan kuramlarından vazgeçmemiş, kuramlarının gezegenlerin konumlarını belirlemek için kullanımında matematiksel hataların yapıldığını öne sürmüş, bu hatalar düzeltildiğinde (Clairaut tarafından) ayın yerberi noktasının doğru olarak tespit edilebileceğini savunmuşlardı. Newtoncuların, istenmeyen türde bulgularla karşılaştıklarında benimsedikleri bir diğer yöntemse, söz konusu bulguları keşfeden doğa felsefecilerine,gözlemlerinin hatalı olduğunu bildirmek olmuştu. Gerçekten de birçok kereler, gözlemciler elde ettikleri verilerin yanlış, kuramınsa doğru olduğunu itiraf etmeye zorlanmışlardı. Uranüs gezegeninin yörüngesindedüzensizlikler gözlemlendiğinde, Newton’un kuramı, bu düzensizliklerin, henüz keşfedilmemiş bir başka gezegenden kaynaklandığını öngörüyordu. Bilim adamları Newton’un çekim kuramının bu varsayımıyla yola çıkarak, söz konusu gezegenin olması gereken yeri kesin olarak tespit etmiş ve Berlin’de bulunan dev teleskop bu yere odaklandığında, Neptün gezegeni keşfedilmişti. Laplace’in da dediği gibi, Newtoncular “her yeni güçlüğü kendi programları için birer zafere dönüştürmeyi bildiler”. Ancak Newtoncular, Merkür gezegeninin yörüngesinde gözlemlenen benzeri bir düzensizliği çekim kuramları aracılığıyla izah etmektebaşarısız olumuştu; bu sefer çekimsel düzensizliği makul kılacak komşu bir gezegen de söz konusu değildi. Bu aykırı duruma yıllar boyunca açıklama getiremeyen Newtoncular, Popper’a rağmen kuramlarından vazgeçmedi. Merkür’ün yörüngesindeki düzensizlik ancak Einstein’ın görelilik kuramıyla tam anlamıyla izah edilebiliyordu. Çok geçmeden bu izahat Newtoncu fizik anlayışını “çürütür” kabul edilmeye başlandı,hâlbuki bu yeni kuramın ortaya çıkışı öncesinde böyle bir durum söz konusu değildi.

Darwin’in doğal ayıklanma kuramını savunuşunda da benzer bir süreç görülür. Bölüm 7’de belirttiğimiz üzere, Darwin kuramına yönelik toparlanan karşıt deliller konusunda haberdardı, üstelik ömrü boyunca bu delillerin sayısı azalmak yerine giderek artıyordu. Ancak Lord Kelvin dünyayı gitgide daha genç gösterdikçe, tüm yaşam formlarının rasgele bir doğal ayıklanma süreciyle ortaya çıkmalarına imkân tanıyacak ölçüde zaman olmadığı izlenimi oluşsa da Darwin kuramından vazgeçmiyor, Türlerin Kökeni’nin yeni baskılarında “edinilmiş özelliklerin kalıtımına” dayanan Lamarckçı görüşe daha çok yer veriyor, böylece evrim süreci için gereken süreyi kısaltıyordu. Ancak neticede Kelvin hatalı, Darwin’in Türlerin Kökeni’nin daha ilk baskısında ileri sürdüğü doğal ayıklanma aracılığıyla evrim düşüncesiyse doğru çıkmıştır, ki bu da kuramları çürütmenin ne kadar zor olabildiğini gösteren birörnektir.

Dolayısıyla bir kurama inatla bağlı kalmak her zaman için bilimin ilerlemesine engel olmaz. Gerçi bir kimsenin sebat ettiği için övülmesi mi gerektiği, yoksa inatla direttiği için eleştirilmesi mi gerektiği genellikle zamanla ortaya çıkar. Ancak şu açıktır ki kuramların, özellikle de birbirinden farklı türde çok sayıda veriye dayanan kuramların geliştirilmeleri ve uygun biçimde deneylere tabi tutulmaları için zaman tanınmalıdır. Eğer bir kuram çok sayıda veri arasında bağlantı sağlayabiliyorsa, birkaç aykırı bulgu sebebiyle reddedilmemelidir. Bu son nokta Popper’ın bilim felsefesine yöneltilen üçüncü önemli eleştiriye işaret eder, yani belirli bir kuramda geçen önermelerin çok sayıda güvenilir laboratuarda yürütülen deneylerle doğrulanmaları durumunda bilim adamlarının bu kurama olan inançlarının sağlamlaştığı yönündekiyargıya vurgu yapan eleştiriye işaret eder. Gerçek yaşamda bilim adamları, genellikle daha iyi bir kuram kurgulamak üzere geçerli bir kuramı çürütmekten ziyade, giderek artan karmaşıklıktaki deneyler aracılığıylatahmin konusundaki yeterliliği ispat edilen kuramların doğruluğuna gitgide daha çok inanma eğilimindedir.

Popper’ın felsefesine yönelik bu eleştirilerin üçü de Thomas Kuhn’unyazılarında ayrıntılı biçimde açıklanır. Kuhn’un, Bilimsel Devrimlerin Yapısı (1962) adlı başyapıtında öne sürdüğü “bilimsel paradigma” anlayışından birinci bölümde zaten bahsetmiştik. Kuhn’un deyişiyle bir paradigma “bir dizi bağlantılı öğeden; kavramsal, kuramsal, işlevsel veyöntemsel bir dizi öğeden” oluşur; yani belirli bir alanda araştırma yürüten bilim adamlarının tümünce kabul gören ve gündelik faaliyetlerinintemelini oluşturan bir inançlar bütünüdür. Dolayısıyla Kuhn için “normal bilim”, geçerli paradigma çerçevesinde problem çözümüne odaklanan bilimsel araştırmaların sürdüğü dönemdir. “Normal bilimin” hedefi, doğal bulguları paradigma çerçevesinde belirlenmiş düzene oturtmaktır. Normal bilimde yürütülen “deneylerin” genel anlamda paradigmanın kendisini değil, belirli bir araştırma görevlisinin veriler ile paradigma arasında uyum sağlama konusundaki yeteneğini sınadığı düşünülür. Aykırılıklarsa paradigmayı çürütecek unsurlar değil, ileride çözümlenecek problemler olarak görülür. Ancak yeterli ölçüde aykırılık (paradigmaya uyum sağlamayan veriler) biriktiğinde bilim adım adım bir kriz sürecine sürüklenir; ta ki eski kuramın izah edebildiği her şeyin yanı sıra aykırı verileri de kapsayabilen yeni bir paradigmanın bilimsel bir devrimle yaratılmasına kadar.

Kalıplaşmış görüş” uyarınca bilimin, bir kuramı doğrularken diğerbir kuramı yanlışlayan olguların birikmesiyle geliştiğine inanılır. Yeni bir kuramın eskisine nazaran daha iyi olduğuna işaret eden bilimsel kurallara uygun düşecek biçimde sürekli yeni kuramlar geliştirilir. Bundanfarklı olarak Kuhn, bir bilimsel paradigmadan ötekine doğru yaşanan “kaymanın” mantıklı muhakemelerden ziyade, düşünsel ve siyasi ikna aracılığıyla gerçekleşen devrimsel değişimlerde gözlemlenene benzer bir süreç sonucunda yaşandığını öne sürmüştür. Çünkü yeni bir paradigmayı destekler yöndeki savunmaların…


Paradigmanın etki alanına girmekten büsbütün kaçınanların gözünde ne mantıksal ölçüde inanılır ne de olası görünmesi sağlanabilir. Paradigmalar konusunda tartışacak iki tarafın benimsedikleri önermeler ve değerler böylesi mantıksal savunmaları mümkün kılacak ölçüde olmaz. Siyasi devrimlerde olduğu gibi paradigma seçimlerinde de en önemli belirleyici, söz konusu toplulukların rızasıdır.10


Kuhn’un bilim felsefesini daha önceki bilim felsefelerinden farklı kılanbaşlıca söylemlerinden biri, yukarıdaki alıntının son cümlesi olsa gerek. Artık bilimsel bilgiye özel bir statü kazandıran bir yöntemler bütünü yoktur. Bilimsel yetke artık bilimsel çevrelerin kontrolündedir ve bu çevreler rakip paradigmalar arasında karar kılarken yalnızca belirli kuralları uygulamakla yetinmez. Bilim felsefecisi Imre Lakatos’un, Kuhn’u, bilimi “yığınların psikolojisinin hükmündeki bir mesele” gibi göstermekle suçlamış olmasına şaşmamalı.

Popper ile Kuhn arasında geçen meşhur bir tartışma bu iki düşünürün görüşlerine bir ölçüde netlik kazandırmıştır; gerçi bu durum herkesihoşnut etmemiştir. Popper’ın, doğanın gizemlerini keşfedecek, insanlığıdogmaların ve “kesinlik ve doğrulamaya yönelik nörotik ve umutsuz arayışın” esaretinden kurtaracak bir bilim anlayışının önünü açmaya çalışan felsefi peygamber rolünü üstlendiğini hatırlamak gerekir. Kuhn ise, bilimin tarih boyunca pratikte nasıl işlediğini inceleyen ve bilim adamlarının öne sürdüğü idealist yorumlamalardan çok farklı bir görüntüye ulaşan bir toplum tarihçisiydi. Popper bir felsefeci olarak daha ziyade yasaklamaya dayalı bir yöntemi, Kuhn ise tanımlayıcı bir yaklaşımı tercih ediyordu; ancak şunu da unutmamak gerekir ki, bu iki yaklaşımda benimsenen anlayışların her ikisinden de faydalanmak mümkündür.11Lakatos gibi felsefeciler de Kuhn’un kuramının çeşitli öğelerine karşı tezler geliştirirken, bilimsel bilginin oluşum sürecini tanımlayacakyeni modeller oluşturuyorlardı. Lakatos, Kuhn’un “paradigması” yerine, yeni soru işaretlerine cevap aranırken yol gösterici olarak kullanılacak peşinen doğru kabul edilmiş birtakım varsayımlara dayanan bir “araştırma programı” öneriyordu. Bu program yeni gerçekleri kısmen de olsabaşarıyla öngörebildiği sürece geçerliliğini koruyacaktır, ancak statikleşmeye başladığında veya başkalarınca yapılan keşifler için post hoc (Latince post hoc, ergo propter hoc'un –'ondan sonra, dolayısıyla onun yüzünden'– kısaltılmış hali. Bilimde nedensellik ilişkisinin olgudan sonra geriye dönük, çoğunlukla da ilişkisel verilere dayanılarak kurulması.) açıklamalar sunmakla kaldığında düşüşe geçecektir.12Program geçerliliğini tamamen yitirdiğinde (astroloji, frenoloji) artık bilim sayılamaz.

Dünyanın işleyişinden ziyade, bilim kurumunun işleyişine daha büyük önem yüklenmesiyle Kuhn’un düşünceleri, kendisinin asla göz yummayacağı ölçüde farklı yorumlamalara alet edilmişti. Paul Feyarabend, bilgi arayışı söz konusu olduğunda hiçbir yaklaşımın diğer yaklaşımlara egemen olmasına izin verilmemesi gerektiğini savunmuştur.13Bu sebeple birbirine rakip ve birbirinden büsbütün farklı kuramların tümüne düşünsel ortamda yer verilmelidir; yöntembilimsel açıdan “herşey mubah” anlayışı. Neyin bilimin sınırları dâhilinde olduğuna, neyin bu sınırları aştığına karar vermeyi mümkün kılan sabit kıstaslar yoktur.Edinburgh Üniversitesi’nin 60’lı yıllarda kurulan Bilim Çalışmaları Birimi’nde de, fen bilimleriyle sosyal bilimler (C. P. Snow’un “iki kültür” şeklindeki meşhur tanımlamasında olduğu üzere) arasındaki ayrımın ortadan kaldırılmasına yönelik girişimler neticesinde, daha az karmaşık olmakla birlikte aynı ölçüde tartışmalı kabul edilen bir düşünce okulu ortaya çıktı. Sosyolog Barry Barnes, bilim felsefecisi David Bloor ve tarihçi Steven Shapin, bilim adamlarının içerisinde bulundukları toplumsal koşulların ve benimsedikleri toplumsal hedeflerinürettikleri bilgiye olan etkilerini vurgulamak üzere “güçlü program” diye anılan bir program geliştirdiler. Dolayısıyla bu bağlamda en önemli mesele, belirli bir bilgi türünün hangi toplumsal koşullar çerçevesinde kimlerin kültürel çıkarlarını korumak üzere üretildiği ve kullanıldığıydı. Ancak ne ilginçtir ki, Edinburgh okulu ilk başlarda sosyal ve fen bilimleri arasında bir köprü inşa etmek hedefiyle yola çıkmış olsa da, sosyologlar ve bilim adamları arasında 90’lı yıllarda yaşanan ve basında “Bilim Savaşları” diye anılagelen14öfke dolu tartışmalarla (bu tartışmalar günümüzde yumuşar görünmektedir) sona ermekteydi. Bilim adamları bazen fazla savunmacı davranmıştır. Bilimin yüzyıllar boyunca geçirdiği evreler boyunca fiziksel gerçekliğe giderek daha doğru tanımlamalar getirdiği yönündeki temel varsayım doğru olsa da, bu yüzyıllar boyunca bilimsel çalışmalara bin bir türlü sosyal ve siyasi etkenin yön verdiği de inkâr edilemez.

Bilim adamlarının, bilimin nasıl işlemesi gerektiğine dair felsefi ve sosyolojik yazıları okuduklarında afallıyor olmasına da şaşmamak gerekbelki de (“kuş biliminin kuşlara ne kadar faydası varsa, bilim felsefesinin de bilim adamlarına o kadar faydası olabilir” biçiminde bir deyiş bile türemiştir). Bu afallamanın bir nedeni, söz konusu yazılarda bilimsel çalışmalara dair aktarılanların, bilim adamlarının günlük laboratuar çalışmaları çerçevesinde yaşadıkları deneyimlerle pek örtüşmüyor olmasıdır. Bu durum, bilim felsefesinde benimsenen tek bir yaklaşımın, farklı bilimsel disiplinlerde kullanılan çok çeşitli deneysel yöntemleri veya bilimin çeşitli dallarının farklı tarihsel gelişimlerini açıklamaya yetmeyeceğini hatırlatır niteliktedir. Bir bilim felsefesi veya bilim sosyolojisi anlayışını, belirli bir bilimsel disiplin alanında çalışan bilim adamlarının deneyimlerine dayanarak geliştirmek sakıncalıdır. Örneğin, deneyler her alanda farklı ölçüde rol oynar. Bazı bilim dallarında, bilim adamı kahvaltıda aklına gelen bir düşünceyi gün boyunca laboratuarda deneylere tabi tutup akşam evine dönmeden cevabı bulabilir. Einstein’ın görelilik kuramının tam anlamıyla sınanması ve doğrulanmasıysa neredeyse yarım yüzyıl gerektirmişti. Einstein’ın kendisiyse kuramının deneysel olarak doğrulanmasından hiç de etkilenmemişti ve şöyle diyordu: “Genel görelilik kuramının en önemli özelliğinin, gözlemlenebilir türdeki birkaç olguyu öngörmüş olabilmesi olduğunu düşünmüyorum. Bana kalırsa en önemli özelliği basit bir temele dayanması ve mantıksal açıdan tutarlı olmasıdır.”15Genel görelik kuramı ilk ortaya atıldığında olduğu gibi, bugün de gökbilim alanındaki kuramsal çalışmaların kabul edilmeleri belirgin deneylere temel oluşturabilmelerinden ziyade matematiksel zarafetlerine bağlıdır. Gerçi deneysel olarak doğrulanmaları da bir süre sonra mümkün olabilir. Dolayısıyla bütün bilim dallarında geçerli olduğu varsayılacak kapsamlı “bilimsel yöntem kuramları” geliştirmek sakıncalıdır.

Bilim tarihi üzerine yazılmış birkaç kitap okumuş olan bilim adamları sosyal, dinsel ve siyasi etkenlerin kimi zaman bilimsel kuramların ortaya çıkmaları ve benimsenmelerinde (veya benimsenmemelerinde) önemli rol oynadıklarını kabul edecektir. Nitekim geniş çaplı toplumsalsonuçları olduğuna inanılan evrim ve evrenin kökenlerine dair kuramlargibi “büyük bilimsel kuramlarda” da böyle olmuştur gerçekten de. Kişinin bu etkenlerin varlığını kabul ediyor olması, söz konusu kuramların geçerli olduklarına ve verilerle doğrulanır olduklarına inanamayacağı anlamına gelmez. DNA’nın çift sarmallı olduğunu öne süren bilim adamlarının yaşamlarında belirleyici olan sosyal ve kişisel etkenler incelenmeye değer olsa da, DNA’nın çift sarmallı olduğu gerçeğini değiştirmez.


Postmodernizm


Bilimsel bilginin ayrıcalıklı bir konumda değerlendirilmesine büyük ölçüde karşı olan postmodernist anlayışta benimsenen bakış açısıysa yukarıda bahsi geçen bakış açısından çok farklıdır. Modernizm yukarıda ana hatlarıyla aktarılan “kalıplaşmış görüşe” dayanıyor ve neyin mantıklı olduğu konusunda belirleyici olanın bilimsel yöntem olduğu inancını barındırıyorsa, postmodernizm de bilimin kültürle harmanlanmış/iç içe geçmiş çok sayıdaki dünya görüşünden yalnızca birini sunduğunu savunur. Dolayısıyla bilim, büyüye veya gizemlere dayalı dünya görüşlerinin de aynı ölçüde geçerli kabul edildiği çok kültürlü toplumlarda sunulan dünya görüşü seçeneklerinden biri kabul edilebilir.Postmodernizmin oldukça etkili olmuş akımlarından birinde dilin tamamen geleneksel olduğu ve belirli bir topluluğa has olduğu savunulur.Dahası, bir dilin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığını tespit etmek de mümkün değildir, çünkü söz konusu dilin kullanımını belirleyen kurallar belirli bir dil grubuna bağlı bir topluluğun içsel öğelerindendir. Bu bakış açısına yön veren, tüm dillerin, dolayısıyla da tüm “bilgi” söylemlerinin güç ilişkilerini maskelemeye yönelik oldukları düşüncesidir. Neticede bütün nesnellik iddiaları derin bir şüpheyle karşılanır olmuştur.

Profesör Roger Trigg’in de vurguladığı üzere postmodernizm, “bilimin ortaya çıkmasını sağlayan insan mantığına saldırarak bilimi tahtından eder”.16Postmodern düşünce akımlarından birinin öncüsü olan Jean-François Lyotard, Kuhn’u anımsatır şu sözleriyle:


Gerçekliğin şartlarının, yani bilim oyununun kurallarının, bu oyunun içkinbirer öğesi oldukları, dolayısıyla yalnızca hâlihazırda bilimsel nitelikte olan tartışmalar çerçevesinde geçerli oldukları ve uzmanların ortak onayı dışında kuralların geçerliliğini doğrulayan başka hiçbir dayanak olmadığı anlaşılmaktadır.17


Bu görüşe göre, belirli bir dil grubuna bağlı bir topluluğun inançlarını veya belirli bir kurallar bütününü doğrulayabilecek bir “büyük anlatı” (Grand narrative) yoktur. Bu bağlamda Lyotard postmodernizmi, “kapsar-söylemlere kuşkuyla yaklaşma” olarak tanımlar, dolayısıyla postmodernizm çerçevesinde bilginin ancak tarihsel ve kültürel kaynaklı olabileceği kabul edilir. Bütün insanlar için geçerli olan evrensel deneyimlerin var olması olasılığı reddedilir. Böylesi evrensel deneyimler sözkonusu olsa bile, evrensel olarak geçerli iletişim yöntemlerine sahip olmadığımız için bu deneyimleri keşfetmemiz mümkün değildir.

İlk bakışta postmodernist düşüncelerin bilim ile din arasındaki ilişkiyi yeniden yorumlama olanağı sağlayacakları düşünülebilir. Kurgulanmış bilgi türlerinin tümü “dil oyunundan” ibaret ise, bilim ile dinin, kendi “kurallarına” riayet ederek birbirlerinden tecrit edilmiş biçimde kendi işlerine bakmaları mümkün değil midir? Ancak bu görüşün başlıca kusuru şudur: Postmodernist dünya görüşü doğruysa bilim ve teizm,gerçekliği nesnel biçimde tanımladıkları yönündeki iddialarından vazgeçmelidir. Postmodernizmin sanat alanında etkili olup, çoktanrıcı gizemciler arasında rağbet gördüğü halde bilim adamlarınca kabul görmemesinin ana sebebi de bu olsa gerek; çünkü postmodernizmin savunduğu görüşler doğru olsa meslekleri geçerliliğini yitirirdi! Örneğin, bilim dünyanın her yerinde aynı doğal koşulların geçerli olduğu, dolayısıyla kültürel, dilsel ya da sosyal bağlam ne olursa olsun deneylerin heryerde aynı sonuçları verecekleri varsayımına göre işler. Yerçekimi gerçektir, çünkü insanlar hangi dili konuşuyor olursa olsun ağaçtan aynı ivmeyle düşerler; elbette ağaçtan düşme deneyimini farklı yorumlamaları mümkündür. DNA’nın özellikleri, zamana ve mekâna bağlı kültürel üretiler değildir. Dolayısıyla “bilim oyunu” oynanmaya değerdir, çünkükullandığı modeller ve tanımlamaların evrenin yapısı konusunda “gerçek” bilgi sunduğu savunulur; bu bilgi gayet inanılırdır, hatta inanmamak hata olur. Bilimin, sunduğu bilgiyi doğrulayan “büyük bir anlatısı” vardır. Bu anlatı, bilim adamlarının, araştırmalar ve mantıksal değerlendirmelere dayalı bir sürecin ardından erişecekleri sonuçları belirleyen, evrenin yapısında mevcut zarif “matematiksel bir anlatıdır”. Yani bilim adamları için dil, “oyunun” ta kendisi değil, dünyanın yapısını tanımlarken kullanılan temel bir araçtır. Dilin kendisi insanlarca kurgulanmış olabilir, ancak dil aracılığıyla bahsettiğimiz şeyler kesinlikle kurgu değildirler.18

Postmodernizm gerçek olsaydı, bilim gibi din de büyük ölçüde boş bir uğraş olurdu; özellikle de dünyanın yapısına ve insanın bu dünyadaki yeri ve anlamına dair birtakım iddialar içeren dinler. Örneğin, Hıristiyan dünya görüşünde, yarattığı evrenden ayrı olan bir Tanrı’nın varlığına ve insan soyunun dünyanın ve dünya kaynaklarının korunması konusunda Tanrı’ya karşı sorumlu olduğuna inanılır. Bu dünya görüşünün“büyük anlatı” tanımlamasına uyduğu şüphesizdir; ne de olsa belirli bir coğrafyaya veya kültürle ilişkili olmadığına ve küresel geçerliliği olduğuna inanılır. Sınırlandırıcı etkenler olsa da insan soyunun çevreye karşı sorumluluğu sorgulanamayacak ölçüde bağlayıcıdır. Hiç kuşkusuz ki postmodernizmin varsayımları geçerli olsaydı, bilimin evrensellik iddiaları kadar bu görüşün evrensellik iddiaları da geçersiz olurdu. Çünkü bu görüşlerin her ikisi de, kültüre bağımlı dil oyunlarına indirgenmek istemedikleri için “açıkça büyük anlatılarını savunurlar”.

Modernizmle” ilişkili akımlar ne ölçüde fizik ötesi nitelikteyseler, postmodernist varsayımlara dayanan düşünce sistemleri de bir o kadar fizik ötesi niteliktedirler. Aslında insanlarca benimsenen belirli türdeki bilgileri doğrulayabilen bir “büyük anlatının” var olmadığı yönündeki iddianın kendisi başlı başına bir “büyük anlatı” niteliğindedir. Üstelik bu “büyük anlatı” doğrulanmış değildir, dolayısıyla inandırıcı olmaktanuzaktır. Bu nedenle varsayımlarının deneysel verilerle doğrulanamayacağı ortaya çıktığında köşeye sıkışan Mantıksal Pozitivizm gibi postmodernizm de kendi kazdığı kuyuya düşer. Aslında postmodernizmin daha kötü durumda olduğu bile söylenebilir, çünkü insanlarca benimsenen bilgi türlerinden hiçbirinin doğrulanamayacağı varsayımına dayanan “büyük anlatısı” kabul edilecek olsa, “postmodern” düşüncelerinde önemsiz dil oyunlarından ibaret oldukları sonucuna varmak gerekir. Böylesi sonuçlar kabul edildiği takdirde, giderek faydasız ve karamsar anlayışlara doğru bir kayma yaşanması kaçınılmazdır. İnsanlarca benimsenen bilgi türlerinden bazısı dil oyunlarından ibaretseler, bunlarla vakit harcamaya değer mi? Abesle iştigal etmekten farksız olur bu.

Kusursuz nesnellik iddia eden kalıplaşmış görüşten, bilimin belirli bir topluluğun kültürüne bağımlı biçimde geliştiğini iddia eden göreliliğe dayalı görüşe kadar, bilim felsefesi başlığı altında geçen akımların tümünü birkaç sayfada özetlemiş olduk. Bu temele dayanarak, bilimselçevrelerin güvenilir bir bilimsel bilgiler bütünü oluşturmaya yönelik çeşitli girişimlerinde görülebilen altı ayrı temaya değineceğiz. Bu temaların her birinin bilimsel bilgide de karşılığı vardır ve dolayısıyla her bir temayı hem bilim hem de din çerçevesinde ele alacağız.


1. Eleştirel gerçekçilik


Eleştirel gerçekçilik”, bilim adamlarının büyük çoğunluğunun açıkça veya üstü örtülü biçimde kabul ettiği, deneyler aracılığıyla toplanan verilerin, gözlemlenebilen “gerçek dünyaya” dair somut bilgiler sağlayabildiği yönündeki inançtır. Model, düzen ve tekrarlanabilirlik kendi kafalarından uydurdukları özellikler değil, incelenmekte olan fiziksel dünyada var olan özelliklerin yansımalarıdır. Kuramlarının gerçek dünyaya dair tutarlı bilgiler sunduğuna inanmıyor olsa aklı başında hiçbir bilim adamı, düşük ücret alarak, sayısız burs ve tez yazmayı, aksilik çıkaran araçlar ve yöntemlerle uğraşmayı, çelişen verilerle boğuşmayı, üzerinde çalıştığı bulguların kendilerinden önce bir başkasınca yayınlanmasının yarattığı hayal kırıklığıyla baş etmeyi ve saatlerce laboratuarda ter dökmeyi kabul etmezdi. Bu bağlamda bilim adamlarının hepsinin “gerçekçi” oldukları söylenebilir. Ancak “eleştirel” kelimesi, bu yaklaşımı bir yüzyıl öncesinde baskın olan “kalıplaşmış görüşte” rastlanan gerçekçilikten ayırır. Bilim adamları (genel olarak) “naif gerçekçiliği” benimsemezler. Kuramlarının içerisinde yaşadıkları dünyaya dair eksiksiz bilgi sağladığına inanmazlar. Ayrıca doğa yasalarının, keşfedilmeyi bekleyen kıtalar gibi oldukları yönündeki eski görüşe de inanmazlar. Tam aksine, bilimsel verilerin “kuram yüklü” olduğunu kabul eder, verilerin duyusal olarak algılanmasında yalnızca öncül kuramsal varsayımların değil, kullanılan teknikler ve araçların da önemli rol oynadığını itiraf ederler. Dolayısıyla bir önceki yüzyıldaki meslektaşlarından farklı olarak, insan öğesinin bilim kurumuna olan etkisini reddetmezler. Gerçekçiler bilimsel bilgiyi ayrı bir konumda değerlendirmeye çalışmış, belirli kuralların korunmasının fiziksel dünyaya dair bu kesin ve hatasız bilgiler bütününün geçerliliğini sağlayacağı yanılgısına düşmüştü. Eleştirel gerçekçilerse bilimin nesnelliğine inanmayı sürdürmekle beraber, mutlak nesnelliğin fiilen mümkün olmadığını fark etmişlerdir. İyi bilimsel kuramlar, değişmez yasalardan ziyade fiziksel dünyanınişleyişini tutarlı kılmaya yarayan haritalar, ileride girişilebilecek araştırmalar için başlangıç noktaları niteliğindedir. Ne olursa olsun bu haritalar fiziksel dünyanın araştırılmasıyla bugünkü koşulların el verdiği ölçüde erişilebilen verilerle uyumludur; sosyokültürel üretiler değildir.

Bu husus eleştirel gerçekçi yaklaşımı savunanların elindeki en önemli kozdur. Son tahlilde bilimin işlediğisöylenebilir. Örneğin, geçtiğimiz iki yüz yıllık dönemde, dünyadaki yaşamın biyokimyasal ve biyolojik yapısına dair bildiklerimiz katlanarak arttı. Yaşanan ilerlemelerdaha iyi ilaçlar ve aşıların üretimini mümkün kılıp, sağlık hizmetleriningenelinde bir iyileşme sağladı. İnsan genomunun klonlanması da kalıtımsal hastalıkların anlaşılması ve önlenmesine yönelik olarak başvurulabilecek kullanışlı bir veri bankası sağladı. Modern biyolojik araştırmalarda geçerli kabul edilen kuram ve modeller doğal dünyanın gerçekleriyle en azından bir derece uyumlu olmasaydı, doğal dünyanıninsanlığa fayda sağlayacak biçimde kullanılması pek mümkün olmazdıbüyük olasılıkla. Bilimsel ilerlemelere getirilen daha aşırı nitelikteki sosyolojik yorumlamaların en zayıf yanı, bilimin neden bu denli başarılıolduğunu izah edemiyor olmalarıdır. Eğer insanlarca kurgulanan bilgi türlerinin tümü aynı ölçüde geçerliyse, hastaların iyileştirilmesi söz konusu olduğunda, modern tıbbın kabile büyücülerine kıyasla daha başarılı olmasının sebebi nedir?

Günümüz bilim çevrelerinde büyük oranda kabul gören “eleştirel gerçekçilik” anlayışıyla, birtakım dinsel gelenekler çerçevesinde benimsenen “eleştirel gerçekçilik” anlayışı arasında önemli benzerlikler olduğuna işaret edilmiştir. M. B. Foster meşhur bir makalesinde19, Hıristiyan yaratılış öğretisinin, yaratılmış düzenin yaratıcıya tabiolarak tanımlanıyor olması dolayısıyla modern bilimin gelişiminde önemli roloynadığını savunuyordu. Bir başka deyişle, maddenin özellikleri, maddeyi özgür iradesiyle var etmeyi seçen ve söz konusu özelliklerle donatan yaratıcının süregelen belirleyiciliğine bağlıdır. 4 ve 5’inci bölümlerde belirtildiği üzere bu düşünce, Grek felsefesine hâkim olan, maddeninözelliklerinin ilahi faaliyetlerden büyük ölçüde bağımsız kabul edilen içkin özlere göre belirlendiği yönündeki varsayımdan çok farklıdır. Hıristiyan deizmine göre, illüzyondan ibaret olmayan, Tanrı’nın süregelen faaliyetlerine dayandıkları için tutarlı ve tekrarlanabilir fiziksel özellikleri olan gerçek bir dünya söz konusudur; dolayısıyla bilimsel yöntemlerle incelenebilir bir dünyadır bu. Bu dünya görüşü bilimsel gerçekçinin anlayışıyla da büyük ölçüde örtüşür.

Dünyaya ve kişilerin dünyada edindikleri deneyimlere dair birtakım “veriler” de vardır ki, bilimsel bilginin sağladığı çerçeve bu verilere dar gelir. Bu veriler, tarihin incelenmesinden edinilen bilgiler; insan davranışlarına ve insanlarca kurulmuş toplumsal yapıların, siyasi sistemlerin ve dinsel toplulukların işleyişlerine dair gerçekler; estetik, din ve kişisel ilişkiler alanlarında edinilen deneyimler; ahlâki mecburiyetler ve yükümlülüklere dair deneyimler ve belirli dinlerin incelenmesiyle elde edilen bilgiler gibi çok çeşitli gözlemlerden elde edilir. Bu heterojen gözlemler ve deneyimler bütünü, göz ardı edilmemesi gereken veriler ihtiva eder ve bu veriler en az bilim adamlarının laboratuarlarda inceledikleri numuneler kadar gerçek dünyanın öğeleridir. Ancak Hıristiyan teisti, böylesi gözlemler ve deneyimlerin en iyi ihtimalle bile resmin ancak küçük bir bölümünü görünür kılacağını ve içinde yaşadığımız dünyayı yorumlayışlarımızın kaçınılmaz olarak türlü kültürel ve felsefi varsayımların etkisinde biçimlendiğini ısrarla vurgulayışıyla eleştirel gerçekçi” sıfatını hak eder. Böylesi uyarılar yapılıyor olsa da,bu görüş uyarınca dünyaya dair gözlem ve deneyimlerimiz insan kurgusundan ibaret olmayıp çatışan dünya görüşleri arasında mantığa dayalı seçim yapma süreçlerinde başvurulabilecek somut veriler sağlar.

Din alanında olduğu gibi bilim alanında da “eleştirel gerçekçi” için “dürüstlük” temel bir gerekliliktir. Bath Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Harry Collins’in de belirttiği üzere:


Diğer toplumsal kurumlarda olduğu gibi, bilim kurumu da “güvene” dayanır, çünkü her bilim adamı her olgunun doğruluğunu kontrol edemez. Güven söz konusu olacaksa dürüstlük zaruridir, çünkü doğru söylediğimizkadar yalan da söyleyecek olsak güven diye bir şey kalmaz ve söylemler “bilgi” olma niteliklerini yitirir…20Bütün toplumlar dürüstlük ve güven üzerine kuruludur. İnsanlar çekinmeden yalan söyleyecek olsalar, ağızlarından çıkacak hiçbir sözün veya gerçekleştirecekleri hiçbir eylemin bir anlamı veya tutarlılığı olmayacaktır, dolayısıyla da toplum düzeni diye bir şey de kalmayacaktır.21

Bilim tarihine bakıldığında bu konuya dair çarpıcı örneklere rastlanır. Örneğin, erken dönemlerinde Nullius in verba (kimsenin sözüne büsbütün güvenme) söylemini benimseyen Kraliyet Cemiyeti, güvenilirlikvasfını iyi bir aileden geliyor olmayla ilişkilendiriyordu. Shapin’in de işaret ettiği üzere, Robert Boyle gibi ilk bilim adamlarının sözlerine kulak verilmiş olması da doğrudan sosyal statüleriyle bağlantılıydı. Beyefendilerin (iyi aileden gelen kimseler) duyusal deneyimleri tanımlamayetkinliğine haiz; toplumsal saygınlıklarını koruyabilmek için doğru söylemek zorunda olan; Hıristiyan inancına mensup; gözlemlerinden herhangi bir çıkar elde etme ihtiyacı olmayan, ekonomik açıdan bağımsız ve önyargısız kimseler olduklarına inanılırdı. Aksine, genellikle araştırma görevlisi olarak çalıştırılan alt tabakadan gelme kimselerinse,gerçekleri ve edinilmiş bilgileri doğru biçimde aktaramadıklarına inanılırdı (bütün deneyleri yapan onlar olsa da!).22Günümüzdeyse bilim adamlarının inanılabilirlikleri, bilimsel açıdan güvenilir olmalarına ve yayınladıkları makalelere bağlıdır, ancak dürüstlük hâlâ bilim kurumunun temel taşlarından biridir.

Dolayısıyla dört ila yedinci bölümlerde belirtildiği üzere modern bilimin, Tanrı’nın yarattığı evrenin nasıl işlediğini öğrenme isteğine ve öğrenme arzuna dayalı araştırmalara imkân tanıyan teist bir dünya görüşü çerçevesinde hızla gelişmiş olması bir tesadüf değildir. Tanrı bütüngerçeklerin kaynağı kabul edildiği ve var olan her şey onun süregelen faaliyetleri sayesinde yaratılıyor ve sürdürülüyor olduğu için, bilim kurumunun ana hedeflerinden biri Tanrı’nın yaratma faaliyetlerini dürüstçe ortaya koymaktı. Dürüstlük ilkesi belirli bir teolojik dünya görüşüne dayandırılıyordu. “Dürüstlük”, bilim alanında olduğu gibi din alanında da önemli rol oynar. Din, Tanrı’nın, yarattığı düzendeki yerini eksiksiz olmasa da olabildiğince doğru biçimde tanımlama görevini üstlenmiştir. Bir sonraki bölümde belirtileceği üzere, dürüstlük meselesinin, yaratılış ve evrim konusundaki tartışmalarda da önemli bir yeri vardır.

Yani “eleştirel gerçekçilik”, eski “kalıplaşmış görüş” ile postmodernizm çerçevesinde savunulan aşırı görecilik (rölativizm) gibi iki aşırı uç arasında bir noktada yer alır. Aslında postmodernizm, bilim ile teizmde rastlanan ortak varsayımların gün ışığına çıkarılmasında etkili olmuştur. Bilim ile Hıristiyan teizminin dünya görüşleri büyük ölçüde uyumludur.


2. Tutarlılık


Bilim ve teolojinin önemli ortak hedeflerinden biri, bugüne dek sunulmuş olan bilimsel ve teolojik dünya görüşleri olmaksızın tutarlı biçimde sunulması mümkün olmayan, yaşadığımız dünyaya dair gözlemleri tutarlı kılmaktır. Darwin’in evrim kuramı bilim alanında, tuhaf bir kuramın normalde tutarlı olmayan çeşitli olguları tutarlı biçimde sunabilmesine bir örnek olarak gösterilmiştir sıklıkla.23Ernst Mayr’ın da bir yazısında vurguladığı üzere: “Evrim kuramı haklı olarak biyoloji alanındaki en bütünleştirici kuram olarak tanımlanmıştır. Organizmaların çeşitliliği, organizma çeşitleri arasındaki benzerlikler ve farklılıklar, sergiledikleri dağılım ve davranış, adaptasyon ve etkileşim düzenleri; bütün bunlar evrim kuramıyla anlamlı kılınmaları öncesinde kafa karıştırıcı bir olgular kargaşasından ibaretti.”

Darwin de Türlerin Kökeni’ndebenzer düşünceleri ifade etmişti: “Bağımsız yaratılış kuramıyla değerlendirilmeleri durumunda anlaşılamayacak olan bir dizi olguya ışık tutulmuş oldu.” Darwin, Lyell’ın sözlerine atıfta bulunarak “uzun bir argüman/savunma” diye tanımladığı bu kitabıyla, ancak doğal ayıklanma kuramı doğru olduğu takdirde bir anlam ifade edebilecek bin bir türlü delili okuyucuya sunmayı amaçlıyordu. Darwin’in bir araya getirdiği verilerin büyük çoğunluğu aslında çok uzun zamandır biline gelen verilerdi; Beagle ile çıktığı seferde derlediği veriler dâhil olmak üzere diğer bazı verilerse kendisine aitti. Darwin Türlerin Kökeni’nde özellikle, benzer iklim ve coğrafi koşulları olan ülkeler ve adalarda neden benzer hayvan ve bitki türlerinin gelişmediği meselesine tekrar tekrar değiniyordu. Eğer her bir hayvan ve bitki türü, belirli bir iklime uygun biçimde yaratılmış idiyse bu durumu izah etmek güçtü. Ancak her bir türün, yaşadığı bölgeye has geçiş süreçlerine tabi olduğu varsayılacak olsa bu durumu izah etmek mümkünolabilirdi. Darwin ayrıca, türlerin ailevi benzerliklere göre de sınıflandırılabileceklerini ve belirli bir hayvan sınıfının alt gruplarında yer alan türlerin, aşamalı bir değişim sürecine işaret eder biçimde, bir dizi ortaknoktalarının olduğunu da belirtiyordu. “Doğa bir yapıdan bir başka yapıya atlamış olamaz mı? Doğal ayıklanma kuramına baktığımızda bu soruya ‘hayır’ cevabını vermemiz gerektiğini anlarız; çünkü doğal ayıklanma ancak küçük ölçekli bir dizi değişiklikle mümkün olabilir; ‘atlama’ söz konusu olamaz, değişimler en kısa ve en küçük adımlarla gerçekleşmelidir.”24Hayvanlar âleminde yer alan türlerin kemik yapılarınabakıldığında da yine benzer yapılara ve işlevlere rastlanıyordu:


Tutma eylemini gerçekleştirmek üzere tasarlanmış insan eli, kazmak üzeretasarlanmış köstebek eli, atın bacakları, domuzbalığının yüzgeci ve yarasanın kanatları; bütün bu uzuvların aynı şablondan çıkmışçasına tasarlanmış olmaları ve tıpatıp sıralanmış biçimde aynı kemiklerden oluşmaları çok tuhaf değil midir?25


Dolayısıyla doğal ayıklanma, birtakım yeni ve çarpıcı keşfi sunmaktan ziyade, birçok farklı veriyi harmanlayarak tutarlı bir bütün yaratacak kapsayıcı bir kuram olmak üzere öne sürülüyordu. Önemli bilimsel kuramlardan beklenen de budur zaten. Kuramlar, her zaman Darwin’in kuramı kadar geniş çaplı olmasa da, gözlemler arasında bağlantılar kurarak belirli bir olguya dair en uygun açıklamayı sunacak çıkarsamaya erişmek amacıyla daha önceleri tutarsız kabul edilen verileri tutarlı kılar. Yukarıda da belirtildiği üzere Einstein’ın kuramı, Merkür’ün yörüngesinde gözlemlenen düzensizliği izah edebildiği için Newtoncu bilime kıyasla daha tutarlı bir kuram sunuyordu. Birçok bilimsel makalenin sonunda, makalede sunulan verilerin tartışılmasında temel alınması arzu edilen modeller sunulur. Bütün bu modeller için aynı kritik soru geçerlidir; söz konusu model, sunulan verileri izah etme konusunda ne ölçüde tutarlı bir sonuç verebilmektedir?

Tutarlılık meselesi, rakip nitelikteki fizik ötesi dünya görüşlerinin değerlendirilmesinde de önemli yer tutar. Örneğin, Tanrı’nın varlığını reddeden fizik ötesi bir dünya görüşü olan ateizmin, içerisinde yaşadığımız evrene ve gözlemciler olarak bu evrende edindiğimiz deneyimlere dair bir izahat sunamadığı için tutarlılıktan yoksun olduğu öne sürülür sıklıkla. Birçok kişi için, Tanrı’nın var olmadığı düşüncesi, evrende karbon temelli yaşam formlarının ortaya çıkmasını mümkün kılan fiziksel sabitlerlerde gözlemlenen ince ayar ışığında inanılması güç bir düşüncedir. Bu argümanın Tanrı inancını savunmak üzere ne ölçüde kullanılabileceğine 12’nci bölümde daha çok değinilecektir. Böylesi “insancı argümanların” geçerli olup olmadıkları tartışıladursun, biz insanların bilinçli yaratıklar olarak ortaya çıkışımızın, milyonlarca yıllık bir evrim sürecinin ardından gerçekleştiği somut bir gerçektir. Bu süreçsonrasındadır ki, mantık çerçevesinde inceleyip anlayabildiğimiz, matematiksel zarafet yansıtan ve şaşırtıcı derecede biyolojik çeşitlilik barındıran üzerinde yaşadığımız kendi küçük gezegenimizin de içinde yer aldığı huşu uyandırır boyuttaki bir evrenin gözlemcileri (belki de tek bilinçli gözlemcileri) olabildik. Ateist inançlar doğruysa, bu inanılmaz evrende insanlar olarak var oluşumuz, ağaçlar arasında esen rüzgârdan daha anlamlı olmayan acayip bir tesadüften ibaret olmalı. Ateizmin fizik ötesi anlayışı uyarınca evrende, insanların yaşamlarını anlamlı kılmak üzere kurguladıkları anlamlar dışında, somut anlamlar olamaz. Evrenin zaman ölçütleri veya gezegenimizin jeolojik tarihi ışığında (aynı şeye denk gelir), her bir insanın ömrü göz açıp kapayıncaya kadar sonlandığı söylenebilecek derecede kısadır ve ateist dünya görüşü çerçevesinde, göz açıp kapayıncaya kadar sonlanan bu yaşamların nihai bir önem taşıyabileceği düşüncesi izah edilebilir değildir. En harika Nobel ödüllü eser, en etkileyici sanat eserleri, en iyi müzik eseri, en soylu fedakârlıklar, siyasi başarının dorukları, en içten insan ilişkileri; zamanlabütün bunlar düşünceden yoksun hiçliğe gömülecek ve termodinamiğinikinci yasasının kaçınılmaz işleyişi dolayısıyla sonsuzlukta kaybolacaktır. Evren ya genişlemeye devam edecek ya da “büyük çöküşle” büzülerek sonlanacaktır. Ancak her iki olasılıkta da insanlık tarihi, evrenin tarihine kıyasla küçük ve zayıf bir ışıltıdan ibaret olacaktır. Toplumlarda adaletin sağlanması için verilen mücadeleler, bir ülkenin kısa tarihçesi çerçevesinde çok önemli addedilebilir. Ancak ateizm haklı olduğu takdirde nihai anlamda bu mücadele anlamsız olmalı. Çünkü istisnasız olarak hem ezenler hem de ezilenler zaman aşımının kaçınılmaz etkisiyle tarih sahnesinden silinecek ve unutulacaktır. Güneş’in enerji rezervlerinin tükenmesiyle dünya üzerindeki insan topluluklarının sonu geldiğinde, adalete yönelik mücadeleleri hatırlayacak ya da insan ırkının kaçınılmaz olarak yok olacağı gerçeği ışığında bu mücadelelerin ne anlamsız olduklarını anlayabilecek bilinçli bir varlık kalmayacaktır. Ateistdünya görüşü çerçevesinde, tecavüzcüler ile azizlerin, katliamlar gerçekleştiren kimseler ile bakımevlerinde çalışan kimselerin, milyonlarcakişiyi gaz odalarında yakan çıldırmış diktatörler ile toplumları dönüştüren büyük sosyal reformcuların tümünün bedenleri, öldüklerinde temel taşlarını oluşturan kimyasal elementlere ayrışacak ve bütün bu kimselerin, iyi veya kötü tüm faaliyetleri önemsiz olacaktır; çünkü hatırlanmayacaklardır.

Bu çok karamsarca bir evren anlayışıdır ve birtakım sanat eserleri, müzik ve edebiyat eserlerinde yansıtılmasının dışında, ateistlerin çoğunluğu günlük yaşamlarında bu anlayışı unutmayı tercih eder; hayat bu kadar karamsar olamayacak kadar ilginç ve eğlencelidir. Ancak evreninnihai bir anlamı olabileceği düşüncesini tamamen reddeden felsefi bir yaklaşım ile en azından insan ilişkileri ve kişisel yaşam öyküleri bağlamında gözle görülür anlam ve amaçlar yansıtan bir dünyanın gerçekliği arasındaki ikilik, insanı düşünmeye sevk etmeli. İşte bu sebeptendir ki, kanımca ateizm inandırıcı olamamaktadır; fizik ötesi bir düşünce sistemi olarak, hedefler ve başarıların bir ölçüde anlamlı kabul edildikleri bir yaşam tarzını kabul ederken, yaşamın kendisinin tanım itibariyle nihai olarak anlamsız olduğu yönündeki bir dünya görüşüne dayanıyor olması ciddi bir çelişki yaratmaktadır.

Bu tür yorumlara günümüzde verilen tepkiler, G. E. Lessing’in bundan iki yüz yılı aşkın bir süre önce yazdığı bir kısa öyküyü hatırlatır. Büyülü bir yüzüğü olan bir babanın, artık bu yüzüğü üç oğlundan birine miras bırakma vakti gelmiştir. Baba, oğullarının hepsini aynı derecede sevdiği ve ayrımcılık yapmak istemediği için yüzüğün iki taklidini yaptırır. Böylece oğullarının üçüne de birer yüzük verebilecektir. Bu durum üç kardeş arasında, büyülü yüzüğün kimde olduğu konusunda bir tartışma yaşanmasına neden olur. Tartışma, Bilge Nathan’ın (Nathan the Wise) araya girerek şu yargıya varmasıyla sonlanır: “Her kardeş kendi yüzüğünün asıl yüzük olduğuna inansın, aynı zamanda yumuşak başlılık ve içten bir hoşgörü benimsesin.” Bir başka deyişle bu yaklaşım bağlamında, inançları onları mutlu ettiği ve başkalarının inancına engel olmadığı sürece insanların hangi dünya görüşünü benimsedikleri önemli değildir.

İçten hoşgörü” ilkesinin önemi göz ardı edilmemelidir, ancak bütün dünya görüşlerinin aynı ölçüde tutarlı oldukları düşüncesi, modellerin gözlemsel verilerle “uyuşmaları” gerektiği yönündeki inanca dayalıeleştirel gerçekçilik yaklaşımını benimsemiş kimseleri tatmin etmeyecektir. Ateizmin, felsefi açıdan nihai bir anlamsızlığın söz konusu olduğu yönündeki anlayış ile dünyanın amaç ve aşkınlık yansıttığı yönündeki inanış arasında ciddi bir çelişkiye işaret ettiğini ifade ettik. Peki ya teizmin daha tutarlı bir anlayış sağladığını söylemek mümkün müdür? Şimdi aktaracağım yorumlar bu soruya tam bir cevap sunmaz. Daha çok teistlerin kendi dünya görüşlerinin tutarlılığını savunmak üzere ileri sürebilecekleri türdeki gözlemlerin bir özeti niteliğindedir. Unutmayalım ki, bu bölümün ana hedefi, bilimsel araştırmalarda geçerli olan modellerin denenmesi kavramının, fizik ötesi sistemlerin mantıksal değerlendirmelerinde ne ölçüde uygulanabileceklerini irdelemektir.

Teizm, evrenin yaratılması ve sürdürülmesinde etkin olan bir Tanrı’nın var olduğu yönündeki inançtır: Bu inanç uyarınca Tanrı evrenin bir parçası değildir; evren ve evrenin öğeleri Tanrı’nın iradesine bağlıdır. Bu inancın modern bilimin ortaya çıkmasında katkı sağladığını gösteren delillere daha önce dört ila yedinci bölümlerde yer verdik. Hıristiyan teizminde de, Tanrı’nın bazı vasıflarının ancak insanlar üzerindenyapılacak benzetmeler aracılığıyla tanımlanabileceğini (tabii ki yetersizbiçimde) ve bu vasıflardan ikisinin sevgi ve affetme olduğunu belirtmiştik. Hıristiyan teizmi Tanrı’yı, düğümlenmiş fizik ötesi bir sorunsalı çözümlemek üzere öne sürülmüş felsefi bir kavram olarak değil, kişiselbir Tanrı, Nasıralı İsa Mesih’in Tanrısı ve Babası olarak görür; O var olmadığı takdirde başka bir şey de var olamaz ve ancak O’nun buyruklarıyladır ki evren, bilimsel çevrelerin yeterli biçimde tanımlamak için büyük çaba harcadıkları özellikleri barındırabilmektedir.

Ateizm gibi teizm de fizik ötesi bir inanç sistemidir. Fizik ötesi bir dünya görüşüne sahip olmak, insan olmanın kaçınılmaz sonuçlarındandır. Birinci bölümde belirtildiği üzere, her birimizin zihninde, felsefe tarihinde önemli rol oynamış ve gündelik davranışlarımızı etkileyen felsefi sistemler barındırırız. Şu bir gerçek ki, ne teizmin ne de ateizmin, mevcut olan en tutarlı dünya görüşü olup olmadıklarını kesin olarak ispat etmek mümkün değildir – aksi mümkün olsa insanlık bugünküne kıyasla çok daha belirgin biçimde bu iki dünya görüşünden birini veya ötekini benimseyen kimselerin oluşturduğu iki kampa bölünmüş olurdu.Bununla beraber, mesafeli bir değerlendirme yapılacak olsa, dünya görüşü modeli olarak teizmin, dünyanın gözlemlediğimiz özellikleriyle daha iyi “uyuşur” göründüğünü söylemek mümkündür. Örneğin, Einstein’ın da sıklıkla dile getirdiği üzere, evrenin en anlaşılmaz yönü, anlaşılabilir olmasıdır. Üstelik bu evren, anlaşılabilirliğini idrak edebilen bilinçli ve mantık sahibi yaratıklar barındırır. Teist dünya görüşü tam da böyle bir evren öngörür. 20’nci yüzyılda, kuantum kuramının kurucularından olan Dirac ve Schrödinger şöyle demiştir:


Bir bakıma inancımız gereği, doğanın temel yasalarını tanımlayan denklemlerin matematiksel açıdan mümkün olan en yüksek derecede zarif olmasına dikkat ediyorduk. Bu inancın bize çok faydası oldu, hatta başarılarımızın temelinde inancımızın yattığını söylemek mümkündür.26


Fizikçi Steven Weinberg de benzer bir yorum yapmıştır:


Temel parçacık fiziği sayesinde evrenin mantıksal yapısına dair birtakım şeyler öğrendiğimizi söylemek yanlış olmayacaktır… Keşfettiğimiz kurallar gitgide daha büyük tutarlılık ve evrensel geçerlilik göstermektedir… araştırmalarımızı sürdürdükçe maddeye yön veren kurallarda, evrenin temelmantıksal yapıtaşlarına kazınmış bir niteliği yansıtan bir sadeliğe ve güzelliğe rastlıyoruz.27


Daha önceleri Newcastle’da Kuramsal Fizik Profesörü olan Paul Davies de, evrenin anlaşılabilirliğinin kendi düşüncelerini ne denli etkilediği konusunda yazmıştır:


Biz insanlar bilim aracılığıyla doğanın bazı gizemlerini çözebiliyoruz… Bunasıl olur da mümkün olabiliyor? Homo sapienslerin neden evreni anlamalarını mümkün kılan bir akla sahip oldukları büyük bir muammadır. Bizler evrenin çocukları olsak da (canlandırılmış yıldız tozları) bu evrenin doğasını araştırabilmekte, işleyişinde etkili olan kuralların bazısını keşfedebilmekteyiz… Evrende var olmamızın tamamen rastlantıdan ibaret olduğuna, tesadüf olduğuna, evrensel dramda kaza eseri beliren geçici bir öğe olduğumuza inanmakta güçlük çekiyorum. Öylesine güçlü bir bağ var ki evrenle insan arasında… Fiziksel bir tür olarak Homo sapiensin varlığı hiçbir şey ifade etmeyebilir, ancak evrendeki bir gezegende yaşayan bir organizmanın akla sahip olması çok önemli bir gerçektir… Bu önemsiz bir ayrıntı olamaz. Akıldan yoksun amaçsız bir gücün tesadüfi ve küçük çaplı bir yan etkisi olamaz. Belli ki burada olmamız amaçlanmış.28


Davies bu düşünce doğrultusunda şöyle demiştir: “Kulağa tuhaf gelebilir belki, ama kanımca Tanrı’ya yönelik arayışta, dine kıyasla bilim daha güvenilir bir yol sağlar.”29Davies bu yoldan yürümenin gelenekselteist inanca götüreceğini ima etmez ve doğal düzenin fiziksel özelliklerinden çıkarsama yapılarak Hıristiyan teizmine ulaşılabileceğini düşünmek de yanlış olur. Burada bambaşka bir şey kastedilmektedir; evren, fiziksel sabitlerin hayret verici biçimde ince ayarlanmış olmaları sayesinde bugünkü özelliklerine sahip olabilmiştir. Dolayısıyla bizlerin,bilinçli unsurlar olarak var oluşumuz, ateizmden ziyade teizmle daha uyumludur. Peacocke’un da belirttiği üzere: “İçerisinde evrim geçirdiğimiz bu dünyada gözlemlenebilen devasa ölçekteki harikulade yaratıcılık karşısında huşu duymamak için kör olmak gerek.”30Wolpert de şöyle demiştir: “Dünyanın matematiksel tanımlamalara uygun biçimde düzenlenmiş olması ciddi bir muammadır. Bu muammaya açıklık getirecek cevap ne olursa olsun, bu durum hiç kuşkusuz ki başlı başına hayretvericidir.”31

Burada bilimden yola çıkarak fizik ötesine dair çıkarımlar yapmayayönelik bir girişimin söz konusu olmadığını belirtmek gerekir. Yapılmaya çalışılan, A veya B fizik ötesi modellerinden hangisinin verilerle daha iyi uyuştuğunu saptamaktır. Teist evren anlayışında, fiziksel dünyanın anlaşılabilirliği ve matematiksel zarafeti ile bilinçli insanların varolması hem tutarlı hem de beklenen özelliklerdir; ateist evren anlayışındaysa bu özellikler ve bulgular tuhaf aykırılıklar gibi algılanır.

İnsanlar ve insanlar arası ilişkilerin var olmasından yola çıkarak da benzer bir mantık yürütme yapılabilir. Teizm çerçevesinde kabul görenkişisel Tanrı kavramı (soyut bir zekâdan çok daha fazlası olan), hem Tanrı’yla hem de birbirleriyle yakın ilişkiler kurmaya çağrılan bir dünyadolusu kişisel varlıkla gayet uyumludur. Gerçekten de insan ilişkilerininderinliği, coşkunluğu ve yoğunluğu (hangi dünya görüşünü benimsersebenimsesin herkesçe deneyimlenen), bu tür deneyimlerin bu dünyaya has geçici deneyimler oldukları yönündeki varsayımın anlamsızlığına karşı tepkilere sebep olmuştur. İnsan ile Tanrı arasındaki ilişkiler bağlamındaysa, birbirinden çok farklı kültürlerde evrensel olarak geçerli olan dinsel bir huşu duygusu ve kutsal olana dair ortak bir bilinç kaydedilmiştir. Öyle görünüyor ki, insan türü iflah olmaz biçimde din düşkünü bir canlı türüdür ve aşkınlık talepleri bastırıldığı takdirde büyük olasılıkla başka kisveler altında hortlayacaktır. İşte evrenselliği ve kültür ile siyasete yön verebilişindendir ki, dinsel inanç yüzyıllar boyunca inanılmaz ölçüde kötüye kullanılmıştır. Dinin insanlar arası çatışmaları körüklemek üzere (Haçlı seferleri, Orta Çağ Avrupası’nda yaşanan din savaşları, Kuzey İrlanda’da yaşanan çatışma, Şiiler ile Sünniler arasında yaşanan çatışmalar vs.) kullanılıyor olmasından dolayı dinsel inançlardan uzak durmayı tercih eden insanları anlayışla karşılamak gerekir. Gerçi şunu da belirtmek gerekir ki, hükümetleri veya siyasi parti liderlerini, kendi ahlâksız çıkarlarını gerçekleştirmek uğruna dinsel inançlardan yararlanmaya iten de bizzat bu inançların sosyolojik gücüdür. Dahası, insanların diğer bazı temel dürtüleri de büyük çaplı trajedilere sebep olmuştur. Örneğin, insanın maddiyata yönelik açgözlülüğü de en azdin kadar savaşa neden olmuştur, ama bugün hâlâ para kullanmaktan vazgeçmiş değiliz. İnsanın oburluğu, özellikle Batı dünyasında birçok kişinin sağlıksız olmasına ve erken ölümüne sebep olmaktadır, buna rağmen yemekten vazgeçmeyiz. Yaşanan onca tecavüze rağmen de cinsellikten vazgeçmeyiz. Temel insan dürtülerinin hor kullanılmasının önüne geçmenin yolu büsbütün bir karşı duruştan ziyade suiistimalleri engellemektir. Dolayısıyla ne ilginçtir ki, siyasi hedefleri gerçekleştirmeye yönelik bir araç olarak hor kullanılabiliyor olması dinin gücünü ve evrenselliğini açıkça gözler önüne sererken, dinin böylesine evrensel bir olgu olması da teist dünya görüşüyle örtüşmektedir.

Peki ya Tanrı inancının bir arzu giderme ihtiyacından ibaret olduğu,göklerde bir baba var etme eğilimini yansıttığı yönündeki o eski Freudcu görüşe ne demeli? Aslında ne ilginçtir ki bu görüş, bilimsel verilerin toplanmasıyla değerlendirilebilen nadir Freudcu görüşlerden biridir. Freud’un kuramı doğru olsa, anaerkil veya ataerkil toplumsal eğilimler sergileyen çeşitli kültürlerin bu eğilimlerinin, söz konusu kültürlerde benimsenen tanrı kavramına yansımalarının olması beklenir. Ne de olsa bu tanrı kavramlarına yüklenecek vasıflar söz konusu kültürlerinaile yapılarında baskın olan kişinin niteliklerine göre seçilecektir büyükolasılıkla. Bildiğim kadarıyla bu yönde herhangi bir veri yayınlanmamıştır, dolayısıyla bu kuram deneye dayalı bir ispattan yoksundur. Bir toplumdaki yetke sahibi kimseler ile aynı toplumda tapılan tanrı(lar) arasında bir çeşit korelasyon olduğu ispat edilebilse bile, bu tanrının yetke sahibi insanın bir yansıması mı olduğu, yoksa (ki bu da aynı ölçüde olasıdır) söz konusu yetke makamının bu toplumda tapınılan tanrının sahip olduğuna inanılan vasıflarından yola çıkılarak mı biçimlendirildiği meselesini çözümlemek bir hayli zor olacaktır.

Freud’un bu kuramının oldukça kötü bir yorumlaması da söz konusudur. Tanrı’nın bir çeşit “arzu giderme” talebinden ibaret olduğu veya Richard Dawkins’in daha da muğlâk ifadesiyle “kişisel huzura dayalı bir argüman”32olduğu görüşüne dayanır bu yorumlama. Burada ileri sürülen düşünce, evrendeki var oluşun bir amacı ve anlamı olduğunu teyit ettiği için teist dünya görüşünü benimsemenin huzur verici olduğu, ateizminse yukarıda da özetlendiği üzere oldukça iç karartıcı bir görüntü sunduğu yönündedir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bir inancın huzur verici olup olmaması, o inancın doğru olup olmadığı meselesindebelirleyici değildir. Bir komutan zor şartlarda savaşmakta olan askerlerini ateşleme ümidiyle destek kuvvetlerinin yolda olduğu rivayetini yaymayı seçebilir. Ancak komutan, bu girişiminde ne kadar başarılı olursa olsun bu, destek kuvvetlerin gelmiyor olduğu gerçeğini değiştiremez. Bir anneyse, bahçede gulyabaniler olduğu yönündeki korkusu nedeniyle uyumakta zorlanan çocuğunu, “Korkacak bir şey yok, çünkügulyabani diye bir şey yoktur” gibi sözlerle rahatlatmayı seçebilir ve komutandan farklı olarak hem huzur vermiş hem de doğruyu söylemiş olur. Ayrıca “kişisel huzura dayalı bir argüman” anlayışında ima edilen türdeki psikolojik destek unsurunun Hıristiyan teizminin Tanrısı’nca sağlanmadığını da belirtmek gerekir; bu Tanrı’ya tapınmak oldukça meşakkatli bir iş olabilmektedir. Böylesi bir Tanrı’ya inanmak tehlikeliolabilir, çünkü bu Tanrı’ya tapınmak, mahrumiyet bölgelerindeki insanlara hizmet etmek üzere kazançlı bir işten ayrılmak gibi özverilerde bulunmayı gerektirebilir. Yani işin aslına bakılacak olursa, eğer bir “huzurarama” durumu söz konusuysa böylesi bir Tanrı’ya inanmamanınbu arayışa daha uygun düşeceğini söylemek mümkündür; ne de olsa bu inanç özveri ve adanmışlık gerektirir. Neticede belirli bir bireyin, kişiselinancını seçmesinde psikolojik etkenlerin belirleyici olduğu yönündekiiddialar kaçınılmaz olarak düşünsel bir kısırlığa sebebiyet verir. Bu tez her türlü inanç için ileri sürülebilir (teizm, ateizm, agnostisizm vs.). Ancak her seferinde verimsiz olacaktır, çünkü içerdiği iddialar tezin kendisini geçersiz kılar. Her türlü inanç için psikolojik açıklamalar sunulabilir. Bu ne ifade eder ki? Bu tür açıklamalar söz konusu inançların doğrumu yanlış mı olduğuna açıklık getiremezler, inançların doğruluğunu başka çerçevede değerlendirmek gerekir.

Dawkins’in dinsel inancı “izah etmek” ümidiyle öne sürdüğü, yukarıda bahsi geçen yaklaşımı kadar yararsız bir diğer benzetmesi daha vardır: “Mem” kavramı. Dawkins’e göre bu memler, genler gibi hızla çoğalan ve insan beynine “sirayet” eden türdeki düşünceler ve inançlardır:


Örneğin, melodiler, fikirler, sloganlar, moda, el sanatları veya mimariye dair usuller, birer mem örneğidir. Nasıl ki genler, sperm ve yumurta aracılığıyla gen havuzunda yayılıyorlarsa, memler de beyinden beyne sıçrayarak mem havuzunda yayılır…33


Ayrıca şöyle iddia eder Dawkins: