Bölüm 3 - Tanrı Öldü de Bilim mi Galip Geldi? Bilim, İnanç ve Laikleşme


21. yüzyıla gelindiğinde dinsel inanca sahip kimselere büyük ihtimalle, dünyayaegemen olacak laik kültüre karşı çıkmak üzere bir araya toplanacakları küçük çaplı tarikatlarda rastlanacaktır yalnızca.

Peter Berger, New York Times, 1968


Laikleşmiş bir dünyada yaşamakta olduğumuz varsayımı geçersizdir. Birkaç istisna dışında günümüz dünyası en az eskisi kadar dinin etkisindedir, hatta bu etki bazı yerlerde eskisinden bile güçlüdür. Bu durum, tarihçiler ve sosyal bilimciler tarafından kaleme alınan ve genel olarak “laikleşme kuramı” diye bilinen yazılı çalışmalar bütününün temelde hatalı olduğu anlamına gelir.

Peter Berger, The National Interest, 1996


Biraz Scientology, biraz Katoliklik, biraz Yahudilik, biraz da Doğu felsefelerine inanıyorum. Bu inançların her birinin birtakım öğelerini benimsiyorum ve karma bir inanca sahibim.

Nicole Kidman, 2001


Bilim ve ilerlemeye olan inancımı yitirdiğim söylenebilir,

Kutsal Kilise’ye olan güvenimi yitirdiğim söylenebilir.

Artık yönümü bulamadığım söylenebilir.

Bütün bunlar ve daha kötüsü öne sürülebilir,

Ama eğer sana olan inancımı yitirirsem,

İşte o zaman yapabileceğim hiçbir şey kalmaz.

Sting, “(If I Ever Lose My Faith in You) Prolog”, Ten Summoner’s Talesalbümünden.


Daha önceki bölümlerde, inançlarımızın çoğunu yetiştirilme biçimlerimize bağlı olarak medyanın yönlendirmeleri ve içinde yaşadığımız kültürel ortamın etkileri sonucu bilinçsizce özümsediğimiz düşüncesi savunulmuştu. Bu inançlar, yaşamlarımıza büyük ölçüde yön veren ilkeleri barındıran paradigmalara anlam katar ve inançlarımızın belirli alt unsurlarını kontrol eden daha kısıtlı bir dizi paradigmaya da dayanak oluşturur. Tabii ki paradigmalarımızın bazısını da ayrıntılı değerlendirme vedüşünme süreçlerinin ardından benimseriz, ancak yine de üzerinde hiç düşünmeden özümsemiş olduğumuz paradigmaların sayısı şaşırtıcı derecede çoktur. Orta Çağ’da yaşayan insanların Dünya’nın yassı olduğuna inandıkları yönündeki paradigma ve 19’uncu yüzyılda hâkim olan ırkçı yaklaşımlar, paradigmaların nasıl da “pasif biçimde özümsenebildiklerini” gösteren birer örnek olarak sunulmuştu. Ayrıca bilim, inançlar ve bu ikisi arasındaki ilişkiye dair yaklaşımların da dikkatli araştırma süreçlerinden ziyade, pasif özümseme süreçleri aracılığıyla benimsendikleri öne sürülmüştü. Dolayısıyla bilim ile inanç arasındakiilişkinin “çatışma kuramı” doğrultusunda yorumlandığı görüşler popüler kültürde halen yaygındır ve çoğu zaman paradigmatik birer yaklaşımolarak özümsenir.

Çatışma kuramı veya bir başka yaklaşımın, bilim ile din arasıdaki güncel veya tarihsel etkileşimi gerçekçi biçimde izah edip edemediğinedair şu ana kadar bir şey söylemedik. Şimdilik bu tür paradigmatik inançların nasıl geliştirildikleri ve korundukları konusuna odaklanıyoruz. Bu paradigmaların geçerliliğine dair iddiaları ise daha ileriki bölümlerde ayrıntılı biçimde inceleyeceğiz.

Halkın büyük çoğunluğunun aynı inançları paylaştığı bir ortamda paradigmalar rahatlıkla korunur; böyle ortamlarda Peter Berger’in deyişiyle “akla yatkınlık çerçeveleri” oluşur. Paradigmanın varlığını rahatlıkla sürdürdüğü bu ortam, toplumun bu paradigmayı bilinçli olarak kabul etmekten ziyade sorgusuz sualsiz doğru varsaymasından kaynaklanır. Rahatsızlık durumuysa, yalnızca farklı bir ortama girilmesi sonucu paradigmanın tehdit edilmesi ya da karşıt delillerin ortaya çıkmasıyla belirir.

Bu bölümde Batı toplumlarının laikleşmesinde bilimin, yaygın inanışın aksine, neredeyse hiçbir katkısı olmadığı ve laikleşmenin (en azından Batı Avrupa’da yaşanan laikleşmenin), “çatışma kuramının” geçerliliğini sürdürdüğü ve popüler kültür çerçevesinde nadiren irdelendiği bir ortam yarattığı savunulur.


Laikleşme tartışması


Laikleşme tartışması bir mayın tarlasıdır ve bu tarlaya adım atacak kimselerin her adımı tartarak atmaları gerekir. Elbette ki konu enine boyunatartışıldığında makul temellere dayanan sonuçlara varmak mümkün olabilir, ama sosyologlar ve tarihçilerin çoğu zaman üzerinde antlaşmaya varamadıkları bir konudur bu, dolayısıyla dikkatli olmak gerekir.

Birçok konuda olduğu gibi laikleşme konusunda da tanımlamalar çok önemlidir. Örneğin, laikleşme ile laiklik farklı kavramlardır. Laiklik dünya, ahlâk, toplum gibi olguların dinsel olmayan bakış açılarıyla yorumlanmasının ideolojik kabulüdür. Laikleşme kuramıysa toplumların dinsel inançları, kurumları ve yapılarının zamanla tam olarak nasıl değiştiğini anlamayı amaç edinen bir araştırma programıdır. Dolayısıyla laikleşme konusunda ileri sürülen görüşler, sosyolog veya tarihçilerin kişisel inançlarından bağımsız olarak doğrulanabilir olmalıdır. Elbette diğer araştırma alanlarında olduğu gibi bu alanda da kişisel önyargılar kaçınılmaz olarak etkili olacaktır. Ortaya çıkan “laikleşme öyküsünün”niteliği, tamamen laikleşmenin nasıl tanımlandığına bağlıdır.

Geçtiğimiz birkaç on yılda üç farklı “laikleşme öyküsü” anlatıla gelmiştir. Bu öykülerden ilkinde, Avrupa tarihinin son birkaç yüzyıllıkdöneminde yaşanan ve kilise ile devlet işlerinin büyük ölçüde ayrımıylasonuçlanan “toplumsal farklılaşma” sürecine odaklanılır. Bu yaklaşımda, söz konusu tarihsel gelişimlerin dinin toplumsal önemini belirli biçimde değiştirdiği sonucuna varılır. İkinci bir “laikleşme öyküsündeyse”, kurumlardan ziyade toplum içerisinde yaşayan bireylerin dinsel inanç ve uygulamalarına odaklanılır. Laikleşme tartışmasında rastlanan üçüncü yaklaşımdaysa Batı toplumlarında yaşanan değişimler sonucunda dinsel inançların bireysel olarak yaşanır hale geldikleri (yani özelleştikleri) düşüncesinin belirdiğine işaret edilir. Elbette bu üç farklı yaklaşım bir ölçüde ilişkilendirilebilir, ancak laikleşme süreci yorumlanırkenhangi yaklaşımın tercih edildiğine bağlı olarak ortaya bambaşka öykülerçıkacaktır.

Bu farklı yaklaşımları, tek bir bölümde baştan sona ele almak mümkün değildir. Bu yüzden burada daha mütevazı bir hedef seçildi: Laikleşme tartışmasında rastlanan bu üç ana yorumu biraz daha ayrıntılı olarak incelemek, ardından da bilimin laikleşme sürecinde (hangi yorumlanışı olursa olsun) etkili olup olmadığı meselesine odaklanmak. Son olarak da laikleşmenin bilim ile din arasındaki ilişkiyi belirli bir yaklaşımla yorumlama eğilimini artırıp artırmadığına bakacağız.


Farklılaştırıcı bir unsur olarak laikleşme


Türkçe karşılığı laikleşme olan İngilizce “secularization” sözcüğü, “çağ” anlamına gelen ve Orta Çağ boyunca kilise işleri dışında kalan dünyevi işlerden bahsedilirken kullanılan Latince “saeculum” sözcüğünden türemiştir. Aslında bu sözcük yüzyıllar boyunca tartışmalı herhangi bir anlam taşımıyordu, Orta Çağ’da “laik din adamları” denildiğinde belirli bir dinî örgüte bağlı olmayan sıradan kiliselerde hizmet veren din adamları anlaşılırdı. Laikleşme (Secularization – secularizatio), 16’ncı yüzyılda manastırlar ve toprakların kilise yönetiminden alınarak sivil yönetimlere devredilmesi sürecini anlatmak için kullanılan sözcüktü. Bu dönemden itibaren laikleşme sözcüğü, geleneksel olarak dinin yönetiminde olan insanlar, şeyler ve işlerin laik ortama aktarılmaları veya devredilmeleri anlamında kullanılır oldu.1

Laikleşme” sözcüğünün bu şekilde tarafsız bir biçimde kullanılışı 1860 yılına kadar sürmüş, daha sonraları ise papazların siyasete karışmalarına karşı olan ve açıkça dünyevi (“laik”) odaklı yaklaşımların benimsendiği tarafgir akımları tanımlar olmaya başlamıştır. Böylece ilk defa, “sanatın laikleşmesi” veya “siyasetin laikleşmesi” (yani bu alanların teolojik temelleri veya tarafgirliklerinden arındırılmaları) gibi tanımlar yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Sosyologların bu terime yüklenen tartışmalı anlamların çoğunu (sonuçta hepsini değil) ayıklayarak laikleşme sözcüğüne daha modern ve tanımlayıcı bir anlam kazandırmalarıysa ancak 100 yıl sonra gerçekleşmişti. Böylece laikleşme, “dinsel düşünce, uygulama ve kurumların toplumsal önemlerini yitirmeleri süreci” anlamını kazanıyordu.2

Durkheim’in tezlerinden birinde bu sürece dair sunduğu tanımlamanın, 60’lı ve 70’li yıllarda ortaya atılan laikleşme sürecinin “gelenekselmodelinin” geliştirilmesinde önemli katkısı olmuştur. “Geleneksel modelde siyasi, ekonomik ve bilimsel uygulamalar, zamanla dinin egemenliğinden kurtularak bağımsızlıklarını kazanır ve daha dünyevi nitelikli olur.”3Bu görüşe göre, sanayileşme ve kapitalizm geliştikçe, kiliseve devlet birbirinden kopacaktır. “Başlangıçta” dinsel inançlar önemli ölçüde geçerlidir, çünkü din gündelik yaşantının ayrılmaz bir parçasıdır.Yönetimi elinde tutan hükümdar, kilisenin de başıdır. Din adamları mahkemeleri, toprakları, halkın iktisadi yaşamını ve toplumun ahlâki yapısını kontrol ettikleri için toplumun en güçlü sınıfıdır. İster zengin ister fakir olun, ister az ister çok çalışıyor olun, ister dürüstçe ister haksız kazançla geçiniyor olun netice aynıydı; böyle toplumlarda daima, toplumun kurumsal işleyişini kontrol eden dinsel bir güç ve yetkenin fiziksel varlığıyla karşı karşıya kalırdınız. 12’nci yüzyıl Avrupası’nın büyük çoğunluğunda kilisenin egemen olması dolayısıyla, bu dönem toplumları yukarıdaki tanımlamada baz alınan “ideal tipler” kabul edilir. Çoğu zaman ve bu bağlamda “laikleşme öyküsü” bu yüzyıldan itibaren kilise ile devletin zamanla “ayrılması” üzerine kurulur.

Laikleşme sürecinde gerçekleşen toplumsal farklılaşmanın bir ayağı,daha önceleri kilise tarafından idare edilen belirli işlerin idaresini devralmak üzere özel kurum ve görevlerin geliştirilmesidir.4Örneğin, dahaevvelden dinsel kurumların idaresinde olan eğitim, sağlık hizmetleri, sosyal hizmetler ve toplumsal kontrol gibi işleri devralacak kurumlar geliştirilir. Bu süreçte yaşanan parçalanmanın daha önceleri kilise idaresi altında birleştirilen çeşitli toplumsal işlevlerin kapsayıcı bir ahlâki düzen içerisinde yeniden bütünleştirilmeleri olasılığını ortadan kaldırdığı da ileri sürülmüştür.

Toplumların laikleşmesinde etkili olduğu iddia edilen bir diğer toplumsal farklılaşma biçiminin de halkların, kırsal bölgelerde yaşayan tarım topluluklarından sanayileşmiş kentlerde yaşayan kentlileşmiş kitlelere dönüşmeleri olduğu öne sürülür. “Eski zamanlarda” topluluk yaşamının merkezinde köy kilisesi yer alırdı, ama iş gücünün işyerine yakınolmak üzere yer değiştirmesini zorunlu kılan sanayileşme süreci bu toplulukların parçalanmasına ve bir görüşe göre dinin toplumsal nüfuzunun azalmasına sebep oldu.

Laikleşmenin, “dinsel düşünce, uygulama ve kurumların toplumsal önemlerini yitirmeleri süreci” şeklindeki tanımı en azından bir derece ölçülür olma avantajına sahiptir. Bu süreci, laikleşmeye katkısı olmuş olabilecek belirli tarihsel olaylar bağlamında yorumlamak mümkün olabilir. Son birkaç yüzyıl içerisinde Batı Avrupa ülkelerinde daha önceden kilisenin idaresinde olan toplumsal işlevlerin devletin idaresine geçtiği tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla bu süreç zarfında dinin de toplumsal önemini yitirmesi pek şaşırtıcı değildir.

Ancak toplumlarda dinsel inancın önemini ve dinin sözde bireyselleşmesini (özelleşmesini) incelediğimizde “geleneksel laikleşme modelinin” birtakım sorunlu yanları olduğunu görürüz. Başlıca sorunlardan biri, yalnızca Batı Avrupa ülkelerinde yaşanan laikleşme sürecine uygun olması sebebiyle bu modelin etnik merkezli olmasıdır. Gerçek şu ki, laikleşme süreci bu ülkelerin her birinde farklı gelişmiştir. Elbette ki bu modelin Batı Avrupa’da, yani geçerlilik kazanmasının en olası olduğu coğrafi bölgede yaşayan sosyolog ve tarihçiler tarafından geliştirilmiş olması tesadüf değildir. Bu bağlamda modele yönelik en ağıreleştirilerin Batı Avrupa dışında yaşayan kimselerden gelmiş olması şaşırtıcı olmasa gerek. Örneğin, ABD’de asla bir devlet kilisesi olmamıştır, dolayısıyla Batı Avrupa tarihinden yola çıkılarak geliştirilen laikleşme modelinde geçerli olan toplumsal farklılaşma ABD’de söz konusu değildir. ABD’de kurucu babalar kilise ile devlet arasında kesin bir ayrılık olmasını garanti altına almışlardır. Gerçi bu ayrılık da kimi zaman tartışma konusu edilmektedir. Bu tarihsel farklılığa rağmen veya tam da bu farklılıklardan dolayı, ABD’de dinin yükselişe geçtiği görülmektedir. Bu konu aşağıda daha derinlemesine ele alınacaktır.

Dinin küresel bir olgu olarak önemini yitirdiği yönündeki görüş, deneysel dayanaktan yoksundur. Jose Casanova İspanya, Polonya, Brezilya ve ABD’ye odaklandığı örnek-olay incelemesinde, 80’li yıllarda dinin toplumsal yaşamda ne denli etkili bir unsur olduğuna dikkat çeker ve “80’li yılların başından sonuna kadar dünyanın dört bir yanında yaşanan ciddi siyasi çatışmaların çoğunun temelinde dinsel sebepler yatar” der.5Dinler, dünya nüfusunun çoğunun gündelik yaşamında ve yaşadığı kültürde baskın bir toplumsal etken olmayı sürdürür. Modernleşmenin dinin toplumsal nüfuzunu azaltacağı yönündeki 20’nci yüzyılın ilk yarısında oldukça revaçta olan varsayımın geçerli olmadığı ortaya çıkmıştır. Peter Berger, 60’lı ve 70’li6yıllarda “geleneksel laikleşmemodelinin” önde gelen savunucularındandı, ancak son zamanlarda dahaönceki tespitlerinde yanılmış olabileceğini dile getirmiştir:


Laikleşmiş bir dünyada yaşamakta olduğumuz varsayımı geçersizdir. Birkaç istisna dışında günümüz dünyası en az eskisi kadar dinin etkisindedir, hatta bu etki bazı yerlerde eskisinden bile güçlüdür. Bu durum, tarihçiler vesosyal bilimciler tarafından kaleme alınan ve genel olarak “laikleşme kuramı” diye bilinen yazılı çalışmalar bütününün temelde hatalı olduğu anlamına geliyor.7


Berger şöyle bir önermeyle devam eder: “Laikleşme kuramının dayanağı olan ana düşünce, Aydınlanma çağında ortaya çıkan oldukça basit birdüşünceydi. Modernleşme, hem toplumda hem de bireylerin kafasında dinin önemini yitirmesine sebep olur. Bu düşüncenin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır.” Rodney Stark ve Roger Finke isimli iki Amerikalı sosyoloji profesörü de, Act of Faith: Explaining the Human Side of Religionadlı kitaplarında, geleneksel laikleşme kuramına ciddi eleştiriler yöneltirler ve şu sonuca varırlar: “Sosyolojik gelişime dair modernleşmeci kehanetlerin fos çıktığı ve hem güncelin hem de geçmişin yanlış yansıtıla geldikleri üç yüzyıllık bir dönemin ardından, laikleşme öğretisini başarısız kuramlar mezarlığına defnetme ve ardından usulca Requescat in pace [Huzur içinde yat] demenin vakti geldi sanki.”8

Farklılaştırıcı bir unsur olarak laikleşmenin”, Avrupa tarihinde yaşanan birtakım süreçlere işaret etmesi bakımından kullanışlı bir kavram olduğu şüphesizdir. Ancak Casanova’nın da bizlere hatırlattığı üzere, tarihsel laikleşme hikâyesine dair yanlış anlamalara sebep olan şey, “laikleşme sürecinin din üzerinde yaratması ‘beklenen’ etkiler”9ile bu sürecin reel etkilerinin birbirine karıştırılmasıdır. Şu çok açıkça ortadadır ki, söz konusu beklenen etkiler her bir Avrupa ülkesinde çok farklı tezahür etmiştir; örneğin, İngiltere ve İsveç’tekine kıyasla, Kuzeyİrlanda ve Polonya’da dinin toplumdaki işlevi oldukça farklıdır. Küresel duruma bakıldığında da, laikleşme süreci için öngörülen “geleneksel modelin” genel olarak geçerli olmadığı görülür. Din ile devlet arasındaki ilişki her bir ülkede öylesine farklı gelişmiştir ki, bu ilişki konusunda herhangi bir genelleme yapmak çok zor olur. Gelişmekte olan ülkelerin günün birinde kaçınılmaz olarak Avrupa’dakine benzer bir laikleşme sürecinden geçecekleri varsayımı, etnik merkeziyetçiliğe dayandığı gibi verilerle de desteklenememektedir. Laikleşme, yerel değişkenlere bağımlı, büyük ölçüde tesadüfi bir süreçtir.


Dinsel inancın azalması olarak laikleşme


Laikleşme, “inancın altın çağından” çıkarak inançsızlık çağına geçme süreci değildir, çünkü temelde asla “inanç çağı” diye adlandırılabilecekbir çağ olmadı. Elbette Batı Avrupa tarihinde, dinin toplumsal etkisininbugünküne kıyasla çok daha fazla olduğu dönemler olmuştur. Ancak geçmiş yüzyıllarda yaşamış kimselerin büyük çoğunluğunun, günümüzün tanrıtanımaz insanlarından farklı olarak içten içe inançlı oldukları ve yaşamlarını kutsal işler üzerine kurdukları yönündeki yaygın kanı yanlıştır. Laikleşme sürecinin gelişimini konu alan çalışmalarda, bir ülkenin tarihinde dine itaatin yüksek olduğu bir dönem belirleyip, bu dönemden yola çıkarak dinsel inancın azalış sürecini çizelge üzerinde gösterme eğilimi hep olmuştur. Ancak gerçekte tarihsel süreçler genellikle çok daha karmaşıktır ve düzenli hiperbolik eğrilere oturtulmaları olanaksızdır.

Öğrendiğimiz üzere Avrupa’da “laikleşme” fikri 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygın biçimde ilgi görmeye başlamıştı. Peki bu gelişme, daha önceki dönemin bir çeşit “inanç çağı” olduğu anlamına mı gelir? Elimizdeki veriler böylesi bir kuramı pek desteklemez. Avrupa tarihinin hangi yüzyılına bakacak olursanız olun, çeşitli sınıflardangelen çok sayıda kimse için dinsel inancın pek bir şey ifade etmediğini görürsünüz. Romalı Humbert (1200-77) yaşadığı dönemin İtalyası için şöyle der: “Fakirler kiliseye veya ayinlere nadiren giderler, dolayısıyla kurtuluşlarına dair çok az şey bilirler.”10Keith Thomas da Britanyalılar’ın 1600 ile 1900 yılları arası dönemdeki dinsel uygulamalarının oldukça ayrıntılı bir çizelgesini çıkarmıştır.11Elizabeth döneminde, “nüfusun önemli bir bölümü, örgütlü dine karşı soğuk bir umarsızlıktanbaşlayarak düpedüz düşmanca tavırlara kadar uzanan, genel olarak olumsuz bir tutum sergilemiştir”12ve o dönemde “geleneksel dinin Britanya halkına asla tam olarak egemen olamamasından da kaynaklanan sebeplerle, din dışı inanç sistemlerinin cazibesi artmıştır. Hatta söz konusu dönemde bazı insanların herhangi bir dine mensup olup olmadıkları şüphelidir”.131606 yılında Nicholas Bound, insanların Kutsal Kitap’ta geçen öykülere kıyasla Robin Hood’la ilgili daha fazla bilgi sahibi olduklarını belirtir. Bound’a göre bu kimseler Kutsal Kitap’ta geçen öykülere, “onlara iletebileceğiniz başka herhangi bir habere oldukları kadar yabancıdır”.141672 yılında, Sir Charles Wolseley şöyle yazmıştır:“Dinsizliğe, uygulamada her çağda rastlansa da, açıkça ve halk arasında savunulduğu görülmemiştir.” Montesquieu da 1731 yılında İngiltere üzerine kaleme aldığı bir yazısında, “İngiltere’de din diye bir şey yok… dinden bahsedildiğinde herkes güler” diyordu.

Tarihçiler ve sosyologların dinsel inançlara bağlılık seviyesindeki değişimi ölçmede yararlandıkları başlıca veriler, kiliseye katılımı belgeleyen istatistiksel verilerdir. Kiliseye katılım ile inanca bağlılık arasındadoğru bir orantı olmadığını göstermek çok da zor değildir, özellikle de kiliseye katılımın (günümüzden farklı olarak) birtakım toplumsal çıkarlar sağladığı dönemlerde böyle bir orantıdan bahsetmek zordur. Ancak yine de kiliseye katılım oranının, dinsel inançlara bağlılık konusunda, kabaca da olsa fikir verdiğini kabul etmek mümkündür. Evvel zamandabir çeşit “inancın altın çağının” yaşandığı yönündeki varsayımı göz ardı edecek olsak da, en azından 20’nci yüzyıl Batı Avrupası’nda kilise üyeliğinin azaldığını kanıtlayan verilere sahibiz. Örneğin, Britanya anakarasında, bilimsel alanda ilerlemelerin ve uzmanlaşmanın arttığı 19’uncu yüzyılın son altmış yılında dine bağlılık önemli ölçüde artmıştı. Bu oran özellikle nüfusun yaklaşık % 50’sinin kiliseye ya üye oldukları ya da bağlılıklarını bildirdikleri 1904-1905 yıllarında tavan yapmıştı. 1905 sonrasında kiliseye bağlılıkta 20’nci yüzyılın ilk yarısı boyunca sürecek kademeli bir düşüş başladı. Ancak bu düşüş 50’ler ve sonrasında hız kazandı.15Yüzyılın sonuna doğru yetişkin nüfusun artık yalnızca % 14’ü kiliseye bağlılıklarını sunuyor, % 2.5’lik bir kesim de diğer büyük dünya dinlerine inanıyordu.16Avrupa’daki bu görüntünün tam aksine, ABD’de nüfusa oranla kiliseye katılım 1890’da % 33 iken 1970’de % 60’ın üzerine çıktı ve yüzyılın sonuna kadar % 50’nin altına düşmedi.17Kısacası, bilim alanına katkıları bakımından dünya lideri olan, üretim biçimleri ve teknoloji kullanımı bağlamında da en “modern” kültüre sahip olan ülke, aynı zamanda dünyada en yüksek (gönüllü) dinsel katılımoranlarına sahiptir. Finke, “laik olmayan Amerika’yı” konu aldığı kapsamlı bir araştırmanın ardından şöyle der:


ABD’de dinsel inançlar konusundaki eğilimlerin tarihsel gelişimi geleneksel laikleşme modeline ters düşer… modernleşme süreci Amerika’da laikleşmeyi getirmedi. Aksine, mevcut durum dinsel teşkilatların ne kadar canlıolduğunu ve bireylerin de bağlılıklarını sürdürdüklerini gösterir. 19’uncu yüzyılda kiliseye katılım oranlarında düşüş değil hızlı bir yükseliş, 20’nci yüzyılda da bu oranlarda olağanüstü bir kararlılık gözlemlenmiştir.18


Kentleşme veya sanayileşmenin –modernleşmenin “işaretlerinden” sayılan iki unsur– dinin önemini yitirmesinde etkili olduğunun ikna edicibiçimde kanıtlanabilmiş olmaması da, “modernleşme” ile dine bağlılık oranlarının düşmesi arasında doğru orantılı bir etkileşim olmadığına işaret eder. Hatta bunun tam aksine işaret eden veriler sunulmuştur. Söz konusu verilere göre, Britanya ve ABD’de kilisenin büyüme kaydettiğidönemlerin çoğunda kentleşme de hızlanıyor, kentleşmenin yavaşladığı ve durgunlaştığı dönemlerdeyse kilise genişlemesi de yavaşlıyordu.19Kentleşme ve laikleşme arasında bir bağ olup olmadığı, sanayileşmeninetkilerinin en çok hissedildiği dönemlerde Londra, New York ve Berlingibi üç metropolde yaşayan halklar arasında dine bağlılık seviyelerini kıyaslayan bir çalışmada da irdelenir.20

Dinsel inancın yaygınlığını ölçmek için kiliseye katılım istatistiklerine başvurulması pek de sağlıklı bir yöntem olmayabilir, çünkü bu istatistikler yalnızca kurumsal dinlere olan bağlılığı yansıtır; bireylerin dinsel inançlarını değil. Eğer laikleşme gerçekten de “dinsel düşünce, uygulama ve kurumların toplumsal önemlerini yitirmeleri süreci” ise, tanım gereği bireylerin inançları zaten değerlendirilme dışında tutulabilir. Ne de olsa bireyselleştirilmiş (özelleştirilmiş) dinin toplumsal bir etkisinin olması beklenemez. Elbette böylesi kısıtlı bir tahlilde bireysel inançların kurumsal bir bağlılık aracılığıyla ifade bulmasalar bile toplumsal sonuçları olabileceği gerçeği göz ardı edilir. Örneğin, toplumda yaşayan çok sayıda birey, doğanın bir bakıma kutsal ve dokunulamaz olduğuna, dolayısıyla da doğal dünyanın teknolojik müdahalelere tabi tutulmasının yanlış olduğuna inanıyor olabilir. Söz konusu bireyler bu inançları doğrultusunda bir araya gelerek genetik olarak değiştirilmiş gıdaların satışına ve hayvanların araştırmalarda kullanılmalarına karşı çıkabilir, organik çiftçiliği savunabilir. Bunlar önemli toplumsal ve ekonomik sonuçları olan eylemlerdir.

Batı Avrupa’da yaşayan insanların 20’nci yüzyılın ikinci yarısında kurumsal dinle olan bağlarını koparırken, ateizme yönelmektense büyük ölçüde New Age akımının sağladığı düşüncelerden yola çıkarak çeşitli inançları harmanlamak suretiyle bireysel inançlarını türetmeyi tercih etmiş olmaları ilginçtir. Görünüşe bakılırsa laikleşme süreci inançların büsbütün azalmasından ziyade, inanç çeşitlerinin artışını getirmiştir. Modernleşmenin başlıca etkisi dinin düşüşe geçmesi değil, dinsel ve ideolojik çokluğun artışı olmuştur. Toplam nüfusun yalnızca % 13’ü kiliseye bağlı olsa da (düzenli katılım oranı da % 7 civarındadır), Britanya nüfusunun yaklaşık % 70’i Tanrı inancına sahip olduğunu ifade etmiştir (Amerika’da bu oran % 94’tür). Dinsel inanç kavramınınçatırdaması, “din” ile “kişisel felsefeler” arasındaki ayrımı belirlemeyi güçleştirmiştir. Ancak belirli dünya görüşlerinin ciddi dinsel unsurlarlaharmanlanmak suretiyle sunulan renkli uyarlamaları büyük ilgi görmüştür. Kurumsal dinin etkisinin azalmasıyla ortaya çıkan inanç boşluğunualternatif dinler kapatmıştır. İzlanda’da kiliseye düzenli katılım oranı yalnızca % 2’dir, ancak 1990 yılında yapılan Dünya Değerler Araştırması’na (World Values Survey) göre İzlandalılar’ın % 81’i ölümden sonra yaşam olduğuna, % 88’i insanların ruhu olduğuna, % 44’ü de reenkarnasyona inandıklarını belirtmişlerdir. “Ait olmadan inanmak”, Avrupa’da yaygın bir eğilimdir. Birleşik Krallık’ta, 1990 yılına gelindiğinde 500’ün üzerinde yeni dinî hareket kurulmuştu. Bu akımın etkilerine,Aktris Nicole Kidman’ın şu sözlerinde de rastlanır: “Biraz Scientology, biraz Katoliklik, biraz Yahudilik, biraz da Doğu felsefelerine inanıyorum. Bu inançların her birinin birtakım öğelerini benimsiyorum ve karma bir inanca sahibim.”

Britanya’da, kişisel değerleri araştırmaya yönelik bir anketi cevaplayanların % 60’ı kendisini “dindar” saydığını, yarısı sık sık dua etmeye, meditasyon yapmaya veya derin düşünmeye ihtiyaç duyduğunu, 1/5’i ise yoğun bir dinsel deneyim yaşadığını söylüyordu.21Ayrıca düzenli olarak yapılan kamuoyu yoklamaları yıldız fallarına, beden dışıdeneyimlere, duyu dışı algılamalara ve dünya dışından gelen uzaylı ziyaretçilere duyulan inancın da azımsanmayacak ölçüde olduğunu göstermektedir.22Bu tür inançların çoğu, en liberal tanımlamayla bile “dinsel” sıfatını alamayacak olsa da, en azından kişisel inanç sistemlerinin kamunun laikleşmesine yönelik uzun süreçlerin ardından otomatikman arınmış “laik bölgeler” haline dönüşmediklerine işaret eden örnekler olarak önemlidir.

Öyleyse, “Dinsel inancın azalması olarak laikleşme” başlıklı bu kısadeğerlendirmeden yola çıkarak iki ana sonuca varılabilir. Bunlardan ilki, sanayileşme ve kentleşmeyle ifade bulan modernliğin, aslında dine bağlılıkta yaşanan herhangi bir düşüşle bir ilişkisi olmadığı, üstelik bazı durumlarda dine bağlılığın artışıyla doğru orantılı olarak yükselişe geçebildiğidir. İkincisiyse, geleneksel laikleşme modelinin bir ölçüde geçerli gibi göründüğü23Batı Avrupa’da bile toplumun laikleşmesinin ardından kişisel inançlarda istisnasız bir laikleşmenin gözlemlenmiş olmamasıdır.


Dinin bireyselleşmesi olarak laiklik


Dinin bireyselleştirilmesi, geleneksel laikleşme modelinin başlıca öğelerindendir. Dinsel kurumlar yüklendikleri toplumsal görevleri devlete devrettikçe dinsel inanç içselleştirilmeye başlanır ve toplumsal öneminiyitirir. Bu yaklaşımın doğruluğunu, bireysel dinsel inançların dinsel kurumlar aracılığıyla ifade bulmasalar bile toplumsal etkileri olabildiğini belirterek sorgulamıştık. Dahası, Avrupa tarihine bakıldığında, laikleşme süreci sürerken dahi dinsel kurumların önemli katkılar sağlamaya devam ettikleri görülür. Acaba kiliseye katılım oranının yaklaşık % 5 olduğu 19’uncu yüzyılın son dönemlerinde Berlin’de etkili olan ateşli laiklik savunucularından hangisi, Protestan Kilisesi’nin “Berlin’de dost, düşman, herkesçe bir ayağı çukurda kabul edilmesine rağmen, bir yüzyıl sonra bu kentte gerçekleşecek bir devrimde önemli bir rol oynayacağını”241889 yılında öngörebilirdi? Benzer biçimde, Katolik Kilisesi de,fazlasıyla sanayileşmiş ve kentleşmiş bir toplum yapısına sahip Polonya’da 20’nci yüzyılın son yirmi yılında halkın komünizme karşı mücadelesi sonucunda ortaya çıkan dayanışma hareketine katkıda bulunmuştu.25Ancak böylesi uç örnekler var olsa da, son otuz-kırk yıllık dönemde Batı Avrupa’nın genelinde dinsel inançların büyük ölçüde bireysel olarak yaşandığı, (nezaketsizlik sayıldığı için) sohbetlerde nadiren dile getirildiği ve ciddi boyutta toplumsal bir etkisi olmadığı inkâr edilmemelidir. Geleneksel modelin, başka meselelerde olduğu gibi, dinin bireyselleşmesi meselesinde de evrensel bir geçerlilik arz etmediği anlaşılmalıdır. Casanova’ya göre küresel gelişmelere bakıldığında, modern din anlayışlarının bireyselleşmekten ziyade yeniden kitleselleştiğigözlenir.26

Bilim ve laikleşme


Laikleşmeyi konu alan yazınlarda, bilimin laikleşme sürecinde tam olarak ne rol oynadığına neredeyse hiç değinilmez. Tabii ki bu oldukça ilginç bir durumdur, çünkü genel kanıya göre bilim laikleşme sürecine bir şekilde “katkıda” bulunmuştur.27Doğal dünyaya getirilen dinsel açıklamaların inandırıcılıklarını yitirmesi ve yerlerine bilimsel açıklamaların getirilmesiyle bilimin, toplumun düşünsel hayatına egemen olduğu, böylece laikleştirici bir etkisinin olduğu söylenir. Bu varsayımda, önümüzdeki birkaç bölümde bilim ile dinsel inanç arasındaki tarihsel inancı inceleyişimiz sırasında su yüzüne çıkacak birtakım çelişkiler vardır.

Laikleşme kuramını konu alan yazarların karşılaştığı sorunlardan biri de, “bilimin” laikleşmeye ne şekilde katkıda bulunduğunu saptama meselesidir. Bilim için daha önce şu tanımı sunmuştuk: “Deneye dayalıaraştırmalardan elde edilen bilgilerin temel alındığı ve belirli teknikler konusunda ihtisaslaşmış kimselerce yürütülen, fiziksel dünyanın işleyişini açıklamaya yönelik düşünsel çalışmalar.” Bilimin amacı, deneylerle doğrulanabilecek fikirler sunmaktır. Deneycilik, bilimsel dergiler ve bilimsel cemiyetler gibi öğeleri barındıran modern bilim, ancak 17’nci yüzyıldan beri bilim geleneğine hâkimdir. “Teknoloji” ise, modern bilimden farklı olarak, kullanışlı aletlerin üretimini amaçlayan uygulamalı faaliyetleri kapsar, yani insanların ilk defa aletler üretmeye başladıklarıdönemlere kadar dayanır. Bilimin, teknolojiyi büyük ölçüde etkilemesi de ancak son iki yüzyıl içerisinde olmuştur. Bu durumda, laikleşmeyi konu alan yazar, “bilimin”, paragrafın başında sunulan tanımlamaya uyan etkilerine mi dikkat çekmelidir? Bilim ile dinsel inanç arasındaki etkileşimin her iki taraf için de verimli olmuş olması ve bilimin, 17’nci yüzyıldan 19’uncu yüzyıla kadar dini destekleyen bir toplumsal unsur olmuş olması bu yaklaşımı sorunlu kılar. Bilim adamlarının dinsel inançlarının, yürüttükleri araştırmalara yön vermede veya ileri sürdükleri bilimsel kuramların içeriğinin belirlenmesinde nasıl doğrudan etkili olduğuna da çok sayıda örnekle değinilmiştir.28

Acaba laikleşme kuramcıları, bilimden ziyade teknolojinin laikleştirici etkilerine mi odaklanmalı? Bu yaklaşım da diğerinden daha güvenilir değildir. Daha önce de belirtildiği gibi, kiliseye katılım oranlarında önemli artışlar, teknolojinin toplumların daha geniş kitlelerine ulaştığı, sanayileşme ve kentleşmenin arttığı dönemlerde yaşanmıştır. Ulusal Bilim Vakfı’nın (National Science Foundation) yürüttüğü bir araştırmanın(1998) sonuçlarına göre, Amerikalılar’ın % 70’i (o güne kadar kaydedilen en yüksek oran) bilim ve teknolojiye ilgi duyduklarını söylüyorlardı; bu oran 1992’de % 61, 1995’teyse % 67’ydi.29Amerikalılar, bilim ve teknolojinin genel etkileri konusunda, Avrupa ve Japonya halklarına kıyasla daha olumlu bir bakış açısına sahiptir. Olumlu bakış açılarını ölçmek üzere bir dizi soru içeren bir “bilime olumlu bakış endeksinden”, olumsuz bakış açılarını ölçmek üzereyse bir “bilime karşı çekimserlik endeksinden” yararlanılan bu araştırmada, ABD’de bu iki endeksten alınan veriler, 1.9’luk bir “güvenilirlik oranı” gösterirken, Avrupa’daysa bu oran 1.1 ila 1.3 arasında kalır. Dolayısıyla Avrupa ile ABD’yi kıyaslayacak olsak, ABD’de, dine bağlılıkta gözlenen yüksek orana karşılık teknolojinin de büyük oranda tasvip edildiğini, dine bağlılıkta düşük oranlar sergileyen Avrupa’daysa teknoloji konusunda olumsuz tutumların daha ağır bastığını görürüz. Bu iki parametre arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurmanın doğru olup olmayacağı şüphelidir elbette. Şüpheli olması böyle bir ilişkinin kesinlikle var olamayacağı anlamına gelmez, ama şu an için bu olası korelasyonun, teknolojinin doğası gereği laikleştirici bir unsur olduğu düşüncesini doğrulamadığını belirtmek yeterli olacaktır.

New York, Berlin ve Londra’da dine bağlılık oranlarını karşılaştırdığı çalışmasında, McLeod da benzer sonuçlara vardı:


Sanayileşmenin etkileri veya bilimin yükselişinden yola çıkarak, bu üç kent arasındaki farklılıkları izah etmek pek mümkün görünmemektedir… Bu tür genelleme girişimlerinde, toplumun en “modern” kesimlerinin, yani modern bilim, teknoloji ve mesleki yöntemlere en fazla aşina olan ve sanayi ekonomisinin sunduğu olanaklardan en fazla faydalanan kesimlerin, dini reddetme olasılığı en yüksek olan kesim olduğu varsayılır. Hâlbuki 19’uncu yüzyıl Avrupası’na bakıldığında dini reddetme eğiliminin işçi sınıfında, özellikle de fakir işçiler arasında çok daha yaygın olduğu görülür.30


Bilimin, siyasi veya toplumsal hareketlere dayanak oluşturan bir simgeolarak kullanıldığına ve bu simgesel işleviyle kurumsal dinin toplumsalönemini azaltmaya yönelik bir silah olarak, hatta alternatif bir din olarak kullanıldığına işaret etmek daha sağlam bir yaklaşım olacaktır. 18’inci yüzyıl Fransız filozoflarının, kiliseyi ve ruhban sınıfının gücünüsarsmak için bilim veya o zamanki adıyla “doğa felsefesinden” yararlanmaları bu yaklaşıma iyi bir örnek teşkil eder (bkz. 6. bölüm). Isaac Newton, benimsediği yeni mekanik bilimlerini Tanrı’nın yaratısının harikalarına kanıt olarak savunmuştur. Ancak Newton’un bilim anlayışı Manş Denizi’ni geçince aşırılaştırılmış ve Voltaire gibi yazarlarca geleneksel dinsel inançlara saldırmak için kullanılmaya başlanmıştı.31Diğer bir örnek de, bilimin 19’uncu yüzyıl Almanyası’nda sosyalistlerce siyasi emeller için kullanılmasıdır. Dönemin kiliseleri büyük ölçüde sosyalizm karşıtıydılar, dolayısıyla Berlin işçi sınıfınca hedeflerinin önünde büyük bir engel olarak görülüyorlardı. “Tepkisel kiliselerle” mücadele edebilmek için Darvincilik, materyalizm ve bilimsel inanca başvuruluyordu. Bu yaklaşım çoğu zaman Alman klasik dönem yazarları Goethe ve Schiller’in daha sonraları “özgürlük, sonsuz bilgi arayışı ve doğanınyüceltilmesi gibi değerlerden yola çıkan ve laik inancın dayanağı halinegelen” yazılarıyla harmanlanıyordu.32Aynı dönemde İngiltere’deyse, bilim adına kilisenin gücünü azaltmak isteyen “Darwin’in buldogu” T. H. Huxley de bilimi oldukça farklı ideolojik emellere alet ediyordu. O dönemde kiliseye atfedilen düşünsel üstünlüğün ve aktarılan mali yardımların gelişmekte olan profesyonel bilim anlayışına da sağlanmasınaönayak olmayı hedefliyordu Huxley (bkz. 7. bölüm).

O halde, bilimin veya bilimle bağlantılı olarak teknolojinin esas itibariyle laikleştirici unsurlar oldukları söylenemez. Bilimin laikleştirici bir unsur olarak kullanılmasıysa, birtakım laikleşme hedefleri olan bazıgirişimcilerin, kurumsal olarak başarılı olmuş olması ve düşünsel konumundan kaynaklanan itibarı dolayısıyla bilimi kendi emellerine hizmet edecek biçimde uyarlamasıyla olmuştur. Bilimin böylesine ideolojik amaçlara hizmet edecek biçimde kullanılmasının bugün hâlâ söz konusu olduğunu, Richard Dawkins ve Peter Atkins gibi yazarların dine karşı amansız saldırılarına baktığımızda anlıyoruz. Bu yazarlar eğlendirici ve haklı olarak ilgi çekici olan bilimsel bilgileri kullanarak bilimsel bilginin dinsel inancı geçersiz kıldığını iddia eder. Hatta Daniel Dennett, Darwinizm’in, toplumun inançlarına sızarak zamanla bu inançları kendisi gibilerin benimsediği doğalcı varsayımlarla uyumlu hale getiren bir “evrensel asit” olduğuna inanır.33Bilimin bu şekilde ideolojik emellere alet edilmesinin ne ölçüde kabul edilebilir olduğu daha ileriki bölümlerde ele alınacaktır. Burada açıkça görüyoruz ki, bilime dinsel, laik veya gayet siyasi “anlamlar yüklenebilmektedir”. Örneğin, bir bilim dalının sürekli olarak belirli bir bağlamda sunulmasıyla, bu bilim dalı özünde barındırmadığı, ama bu izlenimi yaratmak isteyen kimselerce kendi çıkarlarına hizmet etmesi maksadıyla yüklenen, belirli bir mesajın taşıyıcısı haline gelir.


Bilimsel çevrelerde dine bağlılık


Bilimin laikleştirici bir etkisinin olup olmadığını irdelemede başvurulabilecek farklı bir yöntem de, bizzat bilim adamlarının dinsel inançlarını incelemektir. Eğer bilimsel bir alanda kariyer yapma arzusu dinsel bir inanca sahip olmayla ters düşüyorsa, bilimsel çalışmalara iştirak ile bireysel inanca sahip olma arasında ters orantı olması gerekir. Hem 19’uncu, hem de 20’nci yüzyılda bu konuya dair sınırlı da olsa birtakım veriler mevcuttur.

Victoryen dönemi kuşkucularıyla meşhurdur. Dönemin kuşkuculuğunun ilgi çekici olmasını sağlayan şey, bu dönemde dinsel çalışmaların da yüksek düzeyde sürdürülüyor olmasıdır. Ancak Viktoryen döneminin önde gelen isimleri kuşku duyduklarında, bu kuşkunun kaynağı genellikle bilim değildi. Chadwick’in de işaret ettiği üzere, 19’uncu yüzyılın sonlarında Hıristiyanlık’a yöneltilen eleştirilerin “kaynağında… kesinlikle 19’uncu yüzyıl bilimi yoktu. Eleştirilerin temelinde ahlâki sorunlar yatıyordu ve 18’inci yüzyılın ahlâk eleştirilerinden yola çıkılıyordu. Kiliseye bilgi adına değil, adalet ve özgürlük adına saldırılıyordu bu eleştirilerle.”34Britanya’nın bu dönemini baştan sona inceleyen Chadwick, düşünsel gelişim süreçleri içerisinde, bilimsel inançları yüzünden dinden uzaklaşan ancak üç bilim adamı saptayabilmiştir.35Susan Budd da, 1850 ile 1950 yılları arasında laik harekete üye olan 150 kişinin biyografisini okuyarak hazırladığı çalışmada, bu kaynaklardan anladığı kadarıyla jeoloji, evrim ve genel anlamda bilimsel çalışmalaradayalı düşüncelerin, yalnızca üç dinden kopma vakasında etkili olduğunu ortaya koyarak Chadwick’in saptamalarını doğrulamıştır.36

Modern istatistik biliminin kurucusu Francis Galton, 1873 yılında yeni geliştirdiği yöntemlerden yararlanarak, soyaçekim ve dinsel geçmişleri de dâhil olmak üzere, “bilimsel eğilimli insanların gelişimini tetikleyen etkenleri” araştırmaya karar verdi. Galton’un, araştırmasına dayanarak yayınladığı raporda (English Men of Science: Their Nature and Nurture başlıklı rapor), “dogmaların” caydırıcı etkisinin, incelemesinde keşfettiğinden çok daha fazla olmasını beklediği anlaşılır: “Sanırsınız ki, yeni bilimsel keşiflerin çoğuna kürsüden edilen lanetler… birçok kişiyi caydırırdı.” Ama ortaya çıkan veriler, beklentisini boşa çıkarmıştı. Gönderdiği anketlere verilen 126 cevabın (cevap verenlerin hepsi erkekti!) yaklaşık % 70’inde, muhatap olan bilim adamları, yerleşik kiliselerden birine üye olduklarını belirtiyorlardı. Geri kalan 38 bilim adamıysa ya herhangi bir kiliseye üye olmadığını belirtiyor ya da yerleşik bir kiliseye üye olduğunu belirtmenin yanı sıra, inançlarına dair daha ayrıntılı bilgiler de sunuyordu. Doğrudan sorulan, “Gençliğinizde aşılanan inanç ilkeleri araştırmalarınızı özgürce sürdürmenize engel teşkil etti mi?” sorusuna, sekiz kişiden 7’si “Hayır” cevabını verdi. Elbette ki Galton’un incelemesi, rasgele seçilen deneklerden alınan cevaplardan ziyade belirlenmiş kimselerden posta aracılığıyla alınan cevaplara dayandığı için yöntembilimsel açıdan eleştirilebilir. Ancak yine de istatistik alanında devrim niteliğinde bir yöntemdi bu ve bu araştırmanın, bizim değerlendirmemiz açısından belki de en can alıcı noktası, bilim adamları arasında dine karşı bir düşmanlığa rastlamayı bekleyen Galton’un bu beklentisinin boş çıkmış olmasıydı. Galton’un bu yanılgısı, algı ile gerçeklik arasında tutarsızlıkların ne kadar kolay oluşabildiğini gösteren bir örnektir.

Günümüz Amerikası’nda gözlemlenen, akla gelebilecek her türlü konuda kamuoyu yoklaması yapma sevdası düşünüldüğünde, bilim adamlarının dinsel inançlarına dair en güncel verilerin ABD’den çıkması şaşırtıcı olmasa gerek. Aslında veri toplamak için dinsel inanç oranlarının fevkalade yüksek olduğu bir ülkenin seçilmesi bir bakıma avantajlı olacaktır: Victoria Britanyası’nda görüldüğü gibi, inanç seviyesinin bu kadar yüksek olduğu ortamlarda, dinsel inançlara bağlılığın toplumun hangi kesimlerinde ne oranda olduğunu saptamak görece kolay olacaktır.

Amerika’da yapılan kamuoyu yoklamasından edinilen sonuçlara göre, Amerikalı bilim adamları arasında dinsel inanca sahip olma oranı genel nüfusta rastlanan oranla yaklaşık aynıdır. Örneğin, Carnegie Commission’ın 1969 yılında gerçekleştirdiği ve ABD üniversitelerinde görevli 60.000 profesörü (ABD üniversitelerinde görevli toplam öğretim kadrosunun yaklaşık dörtte biri) kapsayan kamuoyu yoklamasına göre, fizik ve biyoloji alanlarında görevli profesörlerin % 55’i kendisini dindar olarak tanımlıyor, yaklaşık % 43’üyse düzenli olarak kiliseye katıldığını söylüyordu.37İlginçtir ki, bu kamuoyu yoklaması, dine bağlılık seviyesi ile bir bilim dalının ne denli “matematik ve deneye dayalı” olduğu arasında bir doğru orantı olduğunu da ortaya koydu. Nitekim fizik ve biyoloji gibi “matematik ve deneye dayalı bilimlerle” uğraşanların % 55’i kendisini “dindar bir insan” olarak tanımlarken, bu oran psikoloji alanında % 33, antropoloji alanındaysa % 29’da kalıyordu. En çok sayıda dinsiz kişiye, en az bilimsel sayılabilecek alanlarda rastlanıyor olunması nedendir? Benzer biçimde Lemert de 1979 yılında, ABD’de çalışan bilim adamlarının dine bakışlarını konu alan bir kamuoyu yoklamasına göre, fizik bilimleri alanında görev alanların % 63’ünün dine olumlu yaklaştıklarına işaret etmiş ve bilim ile laikleşme arasında basit bir orantı kurmaya çalışmanın yanlış olduğu sonucuna varmıştı.38Daha yakın geçmişteyse (1997), Edward Larson ve Larry Witham adlı iki tarihçinin, zamanında James Leuba adlı bir psikolog tarafından gerçekleştirilen ve 1916 yılında yayınlanan yoklamayı olabildiğince benzer biçimde tekrar etmeyi hedefleyerek hazırladıkları bir kamuoyu yoklamasından elde edilen sonuçlar yayınlandı. Leuba, American Men of Science adlı yıllığın 1910’da yayınlanan sayısından rasgele seçtiği 1.000 isme anket göndermişti. Anketgönderdiği kimselerin yaklaşık % 70’inden cevap aldı. Leuba’nın anketindeki ilk soruda, katılımcının şu saptamayı onaylayıp onaylamadığısoruluyordu: “İnsan türüyle akılcı ve etkili bir iletişime sahip olan bir Tanrı’ya inanıyorum, yani cevap bekleyerek dua edilebilecek bir Tanrı’ya. ‘Cevap’ derken, duanın öznel, psikolojik etkisinden daha fazlasını kastediyorum.” Leuba’nın anketine cevap verenlerin % 41.8’i bu saptamayı onaylamış, % 41.5’i “Yukarıda tanımlanan türde bir Tanrı’nın var olduğuna inanmıyorum” seçeneğini, % 16.7’siyse “bu konuda kesin bir kanaatim yok” seçeneğini tercih etmiş.39Leuba, eğitimin yaygınlaşmasıyla inançsızlığın artacağını tahmin ediyordu. Larson ve Witham, bu tahminin doğru çıkıp çıkmadığını saptamak üzere, 1996 yılında Leuba’nın kullandığı anketin bir benzerini o yılın American Men and Women of Science dergisinden rasgele seçtikleri 1.000 kişiye gönderdiler. Bu sefer % 60’lık bir cevap oranına ulaştılar. Cevap verenlerin % 39.3’ü dualara cevap veren kişisel bir Tanrı’ya inandıklarını, 46.3’ü inanmadıklarını, 14.5’i ise kararsız (agnostik) kaldıklarını ifade ediyorlardı.40Tabii ki bu yeni verilerin en ilginç tarafı, Leuba’nın 1916 yılında edindiği sonuçlara çok yakın oluşlarıdır ki bu durum, neredeyse bir yüzyıllık bilimsel ve teknolojik ilerlemenin Amerikan bilimsel çevrelerinin genelinde gözlenen şahsi dinsel inanç seviyesine pek etkisinin olmadığını gösterir. Dolayısıyla Leuba’nın, eğitimin yaygınlaşmasıyla inancın zayıflayacağı yönündeki tahmini tutmamıştır.

Larson ve Witham’ın kamuoyu yoklaması, Naturedergisinde yayınlanmasıyla ulusal basının da yoğun ilgisini çekti. Basın, aynı sonuçları birbirinin tam zıttı sayılabilecek manşetlerle duyuruyordu. Nature dergisi sonuçları, “Bilim adamları hâlâ inançlı” başlığıyla duyuruyor, The Times da aynı yaklaşımı, “Kamuoyu yoklaması, ABD’li bilim adamlarının Tanrı inançlarını koruduklarını gösteriyor” başlığıyla destekliyordu. Daily Telegraph ise okuyucusunu tedirgin edebilecek bir başlık atmayı tercih ediyordu: “Bilim adamları arasında inançsızlığın hâlâ yaygın olduğu görülüyor.”41Bu başlıklar arasındaki fark ilk başta gülünç görünse de, aslında önemli bir noktaya işaret eder: Laikleşme tartışmasında, gerçeklere kıyasla belirli anlayışların sosyolojik etkisi daha fazladır. Belirli bir topluluk veya toplumda dinsel inancın geri dönüşü olmayacak biçimde düşüşe geçtiği düşüncesine dayanan bir yorum, barındırdığı anlayışların mutlak gerçek olduğu düşüncesini yaydığı için kendi kendini körükleyici bir etkisi olacaktır. Toplumsal olarak onaylanmayan veya uzun süre dayanacağı şüpheli görülen inançlar genellikle fazla kabul görmez. Bunun tam tersi de geçerlidir. Dinsel inancın arttığı bir toplum veya topluluk içerisinde de, aynı sebeplerden dolayı bu eğilimi artıracak kendi kendini körükleyici etkenlerin ortaya çıkması muhtemeldir. Horace Mann 1851 yılında dinsel tercihleri ölçmeye yönelik meşhur sayımını gerçekleştirip, Britanya nüfusunun “yalnızca” % 36’sının pazar günleri kilisede olduklarını gördüğünde, bunu “ruhsal yoksullaşma” olarak yorumlamıştı. Hâlbuki aynı oran günümüzde ölçülecek olsa, dinsel uyanışa işaret eden bir veri kabul edilir. Günümüz Britanyası’nda nüfusun “yalnızca” 1/10’u bir tapınma yerine düzenli olarak gitmektedir. Tabii ki bu oran 1851’e kıyasla, bir düşüşün yaşandığını gösterir. Öte yandan, çok sayıda izleyici toplayan futbol maçları gibi spor müsabakaları da dâhil, Britanya nüfusunun % 10’una yakınının, gönüllü olarak katıldığı bir başka toplumsal faaliyet yoktur. Bu açıdan bakılacak olursa kiliseye katılım, günümüz Britanyası’nda insanların boş zamanlarında en fazla rağbet ettikleri uğraştır. “Yorum” unsuru bazen iyi, bazen de kötü yönde olmak üzere bilginin ne şekilde yayılacağı ve algılanacağını büyük ölçüde belirler.

Larson ve Witham’ın, Amerikan bilim adamlarının dinsel inançları üzerine, bu sefer National Academy of Sciences (NAS) üyesi olan o seçkin bilim adamları grubuna odaklanarak yaptıkları diğer birtakım incelemeler, istatistikleri yorumlamanın ne kadar zor olabildiğini gösteren bir örnektir. Ulaştıkları sonuçları yine Nature42dergisinde yayınlamışlardı, ancak bu sefer öncekinin aksi bir yaklaşım yansıtan bir başlık altında sunulmuştu haber (“Önde gelen bilim adamları Tanrı inancını halen reddediyor”). İncelemeyi yürüten yazarlar, habere konu olan bulguları, yine Leuba’nın kullandığı anket aracılığıyla, fakat bu sefer anketi yalnızca NAS üyelerine göndermek suretiyle elde etti. NAS üyelerinin yalnızca % 7’si kişisel bir Tanrı’ya inandığını, % 72.2’si inançsız olduğunu, % 20.8’iyse agnostik (bilinemezci) olduğunu ifade ediyordu. “Seçkin bilim adamları” grubunda ölçülen inanç seviyesinin (% 7), “ortalama bilim adamları” arasında ölçülenden (% 39.3) çok daha düşük olması oldukça çarpıcıdır; peki bu farklılığı nasıl yorumlamak gerekir? Amerika’daki başka meslek gruplarının (avukatlar, tarihçiler, yazarlar ve muhasebeciler gibi) üst düzey temsilcileri arasındainanç veya inançsızlığın ne oranda yaygın olduğunu gösteren herhangi bir karşılaştırmalı verinin yokluğunda, inanç seviyesinin düşüklüğünün, başarılı bilim adamlarının genel bir özelliği mi, yoksa mesleğinde zirveye ulaşan herkeste rastlanan bir özellik mi olduğunu saptamak imkânsızdır. Bu veriler, çok zeki bilim adamlarının, inancın bilimle uyuşmadığını fark ederek buna uygun hareket ettiklerini gösteriyor olabilir. Belki de bu verilerden anlaşılması gereken, başka meslek gruplarındaki başarılı kimseler gibi üst düzeyde başarılı olan bilim adamlarının da dinsel uygulamalara ayıracak vakti olmayan, çok meşgul insanlar olduklarıdır. Veriler bir diğer ihtimalleyse, başarılı bilim adamlarının oldukça kibirli bireyler olduklarına ve kibir ile Tanrı’ya inancın çelişen özellikler olmasından dolayı bu bireylerin inanmalarının mümkün olmadığına işaret ediyor olabilir. Bu farklılığa, bilim ile din arasındaki ilişkiden bağımsız olarak getirilebilecek daha pek çok farklı yorum vardır kuşkusuz ki. Bu yorumlardan hangisinin doğru olduğu (eğer doğru olan varsa) konusunda belirli bir kanıyı benimsemiş değilim, tek derdim, yalnızca rakamlardan yola çıkarak bir sonuca varmanın ne kadar güç olduğuna işaret etmektir.

Amerikalı bilim adamlarının din konusundaki inançlarını, dünyanın diğer ülkelerindeki meslektaşlarının benimsediği inançlarla karşılaştırmak çok faydalı olacaktır. Maalesef, başka ülkelerde bu konuda pek fazla veri yoktur. Britanya’daki durumu yansıtan kısıtlı veriler, bilim adamları arasındaki dinsel inanç seviyesinin en az nüfusun genelindekiyle aynı oranda olduğunu, hatta belki de daha yüksek olduğunu gösterir. Ancak bu iddiayı destekleyecek sağlam veriler yoktur. Ayrıca, Britanya’nın Hıristiyan öğrenci nüfusu arasında, sosyal bilimlere kıyasla fen bilimlerine yönelenlerin çoğunlukta olduğuna ve bunun da Hıristiyanlar’ın fen bilimlerine yönelmelerine sebep olan ve/veya bilimadamlarının üniversitedeyken Hıristiyan olma olasılıklarını artıran bir “seçim baskısının” varlığıyla bağlantılı olabileceğine işaret eden kısıtlı da olsa birtakım istatistiksel veriler43mevcuttur.

Bu kısa incelemeden yola çıkacak olursak, bilimde yaşanan birtakımdönüşümler çeşitli dönemlerde toplumda görülen laikleşme eğilimlerinisavunmak için kullanıldıysa da, bilimin genel olarak laikleşmeyi teşvikettiği varsayımını destekleyen pek fazla bulgu olmadığı sonucuna varabiliriz. Ayrıca sahip olduğumuz yetersiz verilerden bugüne kadar, bilimin, bilim çevrelerinde laikleştirici bir etkisi olduğu düşüncesini doğrulayacak hiçbir delile ulaşılmamıştır. İlerleyen bölümlerde bu iki konuya ilişkin ilave bilgiler bulabilirsiniz.


Laikleşme herhangi bir değişime sebep olur mu?


Hâlihazırda kabul görmüş çeşitli tanımlamalar olsa da, geleneksel laikleşme modelinin, Batı Avrupa sınırları içerisinde geçerli olduğunu kabul ettik. Ancak bu modelin, bambaşka tarihi süreçlerden geçmiş olan dünyanın diğer yöreleri için de geçerli olduğu düşüncesini reddettik. Ayrıca laikleşmeyi konu alan en erken yazınlarda öne çıkan, dünyanın daha dindar yörelerinin de zamanla laikleşme sürecini taklit ederek Avrupa’ya “ayak uyduracakları” düşüncesi doğru çıkmış gibi görülmemektedir. Bu düşüncenin temelinde, teknolojinin modernleşmeyi, dolayısıyla da laikleşmeyi sağlayan bir güç olduğu ve dünyaya yayılan Batıteknolojisinin otomatikman laikleştirici bir unsur olacağı varsayımı yatıyordu. Teknoloji ile laikleşme arasındaki bu sözde bağın şüpheli olduğunu ve verilerle ikna edici biçimde desteklenemediğini daha evvelden vurguladık.

Geçmiş dönemlere kıyasla dinin toplumsal işlevini yitirmeye başlamış olması bağlamında Batı Avrupa ülkelerinin çoğu laikleşmiş olabilir, ancak tabii ki bu durum, laikleşme sürecinin erişebileceği son noktaya ulaştığı anlamına gelmez. Britanya’da, kraliyet hükümdarının sembolikolarak önderi olduğu devlet kilisesi hâlâ varlığını sürdürmektedir ve kilisenin bildirileri basın tarafından usulünce yayınlanır. Kilisede düzenlenen vaftiz ve evlilikler, gündelik toplumsal yaşamın alışılmış öğeleridir halen. En uzun ulusal tatiller, bugün hâlâ dinî takvime göre düzenlenir. Ulusal veya yerel çapta krizler yahut da yas durumları söz konusu olduğunda toplumsal kaygıları yansıtan birleştirici bir unsur olarak gördükleri kiliselere doluşur insanlar. Dine dayalı kuramlar halk arasındaki tartışmalarda hâlâ yer edinir; üstelik bu kuramlar, bilimin kendisinde yaşanan süratli gelişimlerin doğurduğu ahlâki ve etik sorunlar sebebiyle tekrar önem kazanmaya başlamıştır. Dinsel inanca açıkça ve yüksek sesle karşı çıkan kimseler bile, ne ilginçtir ki, laikleşme sürecinin noksanlığını gösteren deliller sunar. Tamamen laikleşmiş bir toplum, kamuya açık ortamlarda Tanrı veya dinsel duyarlılıklara dair tek bir sesin dahi işitilmediği, dinin toplumsal öneminin “mutlak sıfır” düzeyine indiği bir toplumdur. Halk arasında süren ateşli tartışmalar, yayınlanan kitaplar, radyo ve TV yayınları, bütün bunlar mutlak sıfır noktasının henüz çok uzakta olduğunu gösterir.

Yine de bundan yüz yıl önce dinsel duyarlılıkların toplumda çok daha etkili olduğu dönemlere kıyasla, bugün çok daha az dile getirilir böylesi duyarlılıklar. Bu durum herhangi bir değişime yol açmış mıdır? Bu soruya pek çok farklı yanıt sunulabilir. Ancak bu kitap kapsamında bizim için en önemli yanıt, daha önceden de belirtildiği üzere inanç sistemlerimizin şekillenmesinde belirleyici olan paradigmaları çıkarır karşımıza yine. Birlikte yaşadığımız kimselerin çoğunluğu tarafından benimsenen bir paradigmayı kabullenmek her zaman için daha kolaydır. Özellikle de sosyologların “önemli ötekiler” diye adlandırdıkları, inançlarımızın biçimlenmesinde en büyük etkiye sahip kişilerin benimsediğiparadigmayı kabullenmek daha da kolaydır. Paradigmalar sürekli doğrulanma veya tartışmasız biçimde doğru kabul edilmek suretiyle sağlamlaşır, dolayısıyla toplumsal olarak doğrulanmadıkları takdirde etkilerini yitirmeye başlar. Nitekim laik toplumlarda, genel olarak herhangialternatif bir bakış açısı sunulmadığı için, bilimin tarih boyunca din ile çatışma içinde olduğu ya da bilim ile din arasında doğalarından kaynaklanan bir karşıtlık olduğu paradigmalarının benimsenmeleri daha kolay olmaktadır. Ayrıca okulda öğretmenlerin yorumları, medyada yansıtılan varsayımlar, meslektaşlarla buluşulduğunda yapılan sohbetler veya dine saldıran bir bilim adamının yazdığı kitabın reklâmının yapılması; bütün bunlar, söz konusu paradigmanın sorgulanmaksızın geçerliliğini korumasını sağlayan toplumsal etkenlerdir. Dahası, bilimin kendisi de sürekli pompalamalarla ideolojik bir platforma oturtularak, sonunda “laikliğin taşıyıcısı” haline dönüşebilir. İşte bu dönüşümün gerçekleştiği andan itibaren bilim, yalnızca bilimsel çevrelerce yürütülen ve sonuçları bilimsel dergilerde yayımlanan bir faaliyet olmaktan çıkarak, aslında bilim kurumuyla ilişkisi olmayan belirli felsefi saplantılarlaiç içe geçmeye başlar.

Ancak bir paradigmayı tarafsız şekilde incelemeye başladığımızda söz konusu paradigma için tehlike çanları çalmaya başlar, çünkü paradigmanın hatalı olduğunu gösteren karşıt veriler bir süre sonra öylesine yığılmaya başlar ki, sonunda paradigmayı alaşağı eder. Paradigmaları nesnel bir bakışla incelemek tehlikeli bir uğraş olabilir, özellikle de kendi benimsediğimiz paradigmaları. Bu kitabın geri kalan bölümünde şu yaklaşımlar savunulacaktır: Öncelikle, laikleşmiş toplumlarda sorgulanmadan geçerliliğini koruyan bilim ve dine dair paradigmaların aslında yanlış olduğu; ikinci olarak, bilimin çeşitli dönüştürülmüş biçimlerinin laikleştirici veya dinsel amaçlara yönelik olarak ideolojik araçlar olarak kullanılmasının bilimin suiistimal edilişine bir örnek teşkil ettiği.