Bölüm 2 - Bilim ve Yabanıllar Tarihsel Bir Örnek – Bilimsel Bilginin İdeolojikleştirilmesi ve Irkçılığa Dayanak Gösterilmesi


Doğa, Afrika’nın zencilerine, aptal diye tanımladığımız kimselerden daha akıllı olmalarına imkân tanıyacak zekâyı bahşetmemiştir. Hume, herhangi bir yetenek emaresi gösteren bir zenciye işaret etmeye davet eder ilgilileri.

Immanuel Kant


Afrika yerlisinin (bushman) beyni… bir simiadare (maymun ırkı) beynini andırır. Bu durum zekâ noksanlığı ile yapısal asimilasyon arasında bir bağlantıya işareteder. Nasıl ki hayvan türleri arasında alt ve üst türlerden bahsedilebiliyorsa, insan ırkları da eş değildir.

Charles Lyell


İnsan beyni genel olarak, yaşlılara kıyasla yetişkinlerde, kadınlara kıyasla erkeklerde, ortalama insanlara kıyasla üstün yetenekli insanlarda, aşağı ırklara kıyasla üstün ırklarda daha büyüktür.

Paul Broca


Yalnızca basit ilişkiler çerçevesinde işleyebilecek yetenekte olan beyniyle medeniyetin karmaşık ilişkilerini anlaması mümkün olmayan yabanılın, medeni insanın eşiti olarak yaşaması mümkün değildi.

Herbert Spencer


Yakın geçmişe baktığımızda, doğrudan atalarımız olan kimselerin, bugün bizlerce yalnızca inanılması güç değil, safça ve tehlikeli gibi görünen birtakım inançlara sıkı sıkıya sarılmış olduklarını görmek her zaman şaşırtıcı gelir. Eğer dünya bir 100 yıl daha varlığını sürdürebilirse, hiç şüphesiz ki 22’nci yüzyılda yaşayacak insanlar da, bizlerin bugün yürekten bağlı olduğumuz inançları öğrendiklerinde aynı ölçüde şaşıracaktır. Belirli bir dönem boyunca veya belirli bir kültürde mutlak gerçekkabul edilen birtakım inançlar başka bir dönemde veya başka bir kültürde oldukça tuhaf karşılanabilir. Ancak söz konusu bir inancın doğru kabul edildiği toplumsal ortamlar ile tuhaf karşılandığı toplumsal ortamlar arasındaki zaman ve mesafe farkı çok az olabilir. Kültürler arasıbir farklılık söz konusuysa, bu iki farklı görüşü ayıran yalnızca birkaç saatlik bir uçak yolculuğu olabilir. Tarihsel farklılıklar da bir insan ömrü kadar kısa bir süreyle oluşmuş olabilirler.

Büyük teyzelerimden biri 104 yaşına kadar yaşadı. Bu teyzem iki koca eskitti ve çok sayıda çocuğuna genlerini aktardı. Yaşamının son birkaç yılında, “baş dönmesi veya mide bulantısı” durumunda birkaç yudum içmek üzere sandalyesinin altında küçük bir şişede rom bulundururdu (“ilaç niyetine alıyorum canım” derdi bana). Ergenlik dönemindeki deneyimlerinden neşeyle bahsettiğinde, dinleyenler geçmişe bir yolculuk yapmış olurdu: Gladstone ve Disraeli’yi görmüş, Kraliçe Viktorya’ya el salladığını ve Kırım Savaşı’ndaki kayıplar için ağladığını hatırlayan bir insandı. “Uzak geçmiş” veya “erken antik çağ” gibi tanımlamalar yanıltıcı olabilir. Bazı olaylar ve inançlar, zannettiğimiz kadar mazide kalmış değillerdir. Bir bakıma yalnızca bir insan ömrü kadaruzağımızdaki 19’uncu yüzyıl aslında öylesine yakındır ki, o yüzyılda benimsenen inançların bugün benimsediğimiz inançlardan ne kadar farklı olduğuna baktığımızda, geçmiş yüzyıllara kıyasla son iki yüzyılda yaşanan değişimlerin çok daha keskin olduğunu görürüz. Bu saptama belki de en çok, ırka dair inançlar için geçerlidir.1

Günümüzde ırkların eşitliği inancı büyük ölçüde kabul edilmiştir. Bugün bu inanç, devlet tarafından yasalarla korunan, medyada savunulan ve toplumun birçok kurumunca güçlendirilen, “tartışılmaz doğru” sayılan bir inançtır. Tabii ki bütün bunlar, bu inancın sokaklarda da büyük ölçüde geçerli olduğu veya bugün çoğu toplumda aktif veya gizli, çok sayıda ırkçının yaşamadığı anlamına gelmez. Ancak ırkların eşitliği düşüncesibüyük ölçüde kabul görmüştür ve siyasi liderler, bilimin sözcüleri veya din önderlerinin bildirilerinde göz önünde tutulması gerekenbir unsur sayılır. Bundan 100 yıl önce durum çok farklıydı. Bazı ırkların“üstün” diğerlerininse “aşağı” olduğu düşüncesi 19’uncu yüzyılda öylesine kabul görmüştü ki, insanların çoğu için bu mesele tartışma konusubile olamazdı. Tartışmaya açık olan hususlar, “aşağı sayılan ırkların hangisinin ne kadar “aşağı” olduğu ve “aşağı” oluşun ardındaki olası biyolojik sebeplerin ne olabileceğiyle sınırlıydı. Bazı ırkların “aşağı” olduğu yönündeki inanç, sürekli pompalanan delillerle desteklenmekteydi. Bütün bu deliller öylesine kapsamlı bir düşünce sistemi oluşturuyordu ki, farklı bir paradigmayı benimseme ihtiyacını hisseden pek olmuyordu. Irk ayrımcılığı, etkili sayılabilecek bütün paradigmalarda da olduğu üzere, çok çeşitli veriyi kendi potasında eriterek, bu verilere “anlam katabilen” bir kavramdı.


18’inci yüzyılın mirası


Aslında 19’uncu yüzyılda hâkim olan düşünce biçimi, birçok yönden, 18’inci yüzyıldan ziyade 20’nci yüzyıl düşünce biçimiyle ilişkilidir. Gerçekten de, 18’inci yüzyılda ırka dair söylemler, 19’uncu yüzyılda ortaya çıkan aşırı söylemlere kıyasla çok daha ılımlıydı; gerçi 18’inci yüzyılın en tanınmış felsefecilerinin de eşitlikçi olduğunu söylemek zordur. Örneğin, İngiltere Sömürge Bakanlığı vekilharçlığı (1766) dâhil olmak üzere birkaç siyasi görevi birden yürüten David Hume (1711-76), Ahlâk ve Siyaset Üstüne Denemeleradlı kitabında şöyle yazmıştır:“Kutup dairelerinin dışında, tropikal kuşakta yaşayan halkların, diğer insan ırklarından aşağı olduklarına ve insan aklının eriştiği yüksek başarılara ulaşabilecek yetenekten tamamen yoksun olduklarına inanmayı meşru kılan birtakım sebepler vardır.”

Batı düşünce tarihinin en büyük felsefecilerinden olan Immanuel Kant da (1724-1804), ırk meselesine değindiği birkaç kitap ve denemesinde Hume’un görüşlerini desteklemiştir:


Doğa, Afrika’nın zencilerine, aptal diye tanımladığımız kimselerden daha akıllı olmalarına imkân tanıyacak zekâyı bahşetmemiştir. Hume, herhangi bir yetenek emaresi gösteren bir zenciye işaret etmeye davet eder ilgilileri.Anavatanlarından koparılan yüz binlerce zenciden birçoğu özgür bırakıldıysa da, özgür kalan bu zenciler arasından ne sanat, ne bilim, ne de övgüyü hak edecek bir başka alanda önemli bir eser veren çıkmıştır; hâlbuki beyazlar arasında en alt sınıflardan olmasına rağmen üstün yetenekleri sayesindebüyük itibar kazanan kimseler olduğu görülür. Dolayısıyla bu iki insan ırkıarasında çok ciddi bir fark vardır: Ten rengi farkı ne kadar çok ise, zihinselyetenekler arasındaki fark da bir o kadar çok gibi görünmektedir.


Dönemin yazarlarının çoğu gibi, François Voltaire de (1694-1778), “Hottentot” veya kendilerinin tercih ettikleri isimle “Nama” halklarının(Güney Afrika ve Namibya’nın yerli halkları) fiziksel görünümleri ve konuşmalarından çok etkilenmişti. Benares Kenti’nden gelen bir Hindistanlı’nın Shastasid’e gönderdiği kurmaca mektupları konu alan Lettre d’Amabed isimli eserinde, mektupların yazarı olan Amabed, Ümit Burnu’ndan yazdığı mektupta şöyle der: “Bu insanların bizimle aynı kökenden (atadan) gelmiş olamayacakları kanısına vardım. Vaizimiz Hottentotlar, zenciler ve Portekizliler’in ortak bir atadan geldiklerini iddia ediyor. Bana kalırsa bu gerçekten de saçma bir düşünce.”

18’inci yüzyılda biyologlar, felsefecilere kıyasla, kesin yargılara varma konusunda daha temkinli davranıyorlardı. Ancak, Systema naturaeisimli eseri, daha ileride antropologlarca kendi alanlarının temeltaşlarından sayılan meşhur İsveçli taksonomi uzmanı Carolus Linnaeus (1707-78), insanı ten rengine göre dört sınıfa ayırmıştır. Homo americanusşöyle tanımlanır: “Ten rengi kızılımsı, sinirli, dik kafalı, halinden memnun ve geleneklerine bağlı”; Homo asiaticusise: “Sarı benizli, ağırbaşlı, onurlu, hırslı ve belirli görüşlere göre hareket eder”; Homo afer: “Siyah, soğukkanlı, açıkgöz, tembel, şehvet düşkünü, umarsız ve geçici heveslere göre hareket eder”. Bu sınıflamayı yapan kişinin anavatanı göz önünde tutulursa, Homo europaeus’un “beyaz, kararsız, iyimser, mavi gözlü, nazik ve yasalara göre hareket eden” biçiminde tanımlamış olmasına şaşmamak gerekir herhalde. Bu ve benzeri tanımlamalar, 150 yıl boyunca hem antropolojik metinlerde hem de popüler yayınlarda geçerli kabul edilmiştir.

19’uncu yüzyılda, ırk meselesinin değerlendirilmesinde ortaya çıkanyeni ve farklı bir tutum, bilimsel araştırmaların mütemadiyen “aşağı ırklar” düşüncesini destekliyor olmasıydı. Bilimsel çevreler, 19’uncu yüzyıl boyunca profesyonelleşmeye ve uzmanlaşmaya başladıkça, ırklara dair görüşleri de daha etkili olmaya başladı. Ancak ırklar konusunda ortaya çıkan görüşlerden yola çıkarak, bilim adamı sınıfının ırkçı olduğu sonucuna varmak doğru olmayacaktır. Tam aksine, “katıksız gerçeklere” ulaşmak isteyen bu bilim adamları, dönemin kıstaslarına göre birer nesnellik timsali gibiydi. Şaşırtıcı olan, ulaştıkları “gerçeklerin”, 18’inci yüzyıldan kalma “aşağı ırk paradigmasıyla” örtüşüyor olmasıdır. Tabii ki bu paradigma, 19’uncu yüzyılda Avrupa ülkelerinin sömürgeleşme sürecinde beliren ekonomik gereksinimleri de karşılayacak biçimde, yerli halkların ucuz iş gücü olarak kullanılmalarını meşrulaştırmayı da mümkün kılıyordu. Yerli halkların, aynı kökenden gelip gelmediklerinidahi sorgulayarak “aşağı ırk” olduklarına dair “bilimsel kanıtlar” sunulması, sömürgelerde milyonlarca yerli işçi çalıştırarak kâr elde eden sanayici ve siyasetçilerin, işçilerin çektiği azaptan dolayı vicdan azabı duyma olasılıklarını ortadan kaldırdığı için gayet işlerine geliyordu.


Tek Kökenciler ve Çok Kökenciler


19’uncu yüzyılın ilk yarısında süren ırka dair tartışmalarda, Tek Kökenciler ile Çok Kökenciler arasındaki çekişme ön plana çıkar. Tek Kökenciler, insanın tek bir genetik stoktan geldiğine, dolayısıyla tek bir insantürünün olduğuna inanıyordu. İnsanlar arasında görülen farklılıklarınsa,çevresel baskıların nesiller boyunca süregelen değişken üreme modellerini etkilemesi sonucu ortaya çıktıkları ve bu farklılıkların yavruya kalıtsal olarak aktarıldığı kanaatindeydiler. İnsanlığın tümünün ilk yaratılan çiftin soyundan oldukları yönündeki Kutsal Kitap öğretisiyle desteklenen Tek Kökenci yaklaşım içerisinde çok çeşitli görüşler vardı. Ancakilginç olan şu ki, bugün artık doğru olduğu bilinen ve ırk eşitliği ilkesinin savunulmasında kullanılmış olabileceği düşünülen Tek Kökencilik,tam aksine ırkçı söylemleri desteklemek üzere kullanılmıştı. Örneğin, paleontolojinin ve modern karşılaştırmalı anatomi bilimlerinin kurucusumeşhur Fransız bilim adamı Georges Cuvier (1769-1832), Afrika yerlilerini şöyle tanımlar: “İnsan ırkları arasında en rezili, fiziksel olarak birhayvana benzer, düşünsel zekâsı da düzenli bir yönetim kurabilecek ölçüde gelişmiş olmaktan çok uzaktır.” Oldukça farklı bir düşünce okulundan gelen ve modern jeolojinin kurucusu olan diğer bir Tek Kökenci Charles Lyell da (1797-1875), “Afrika yerlisinin (bushman) beyni… birsimiadare (maymun ırkı) beynini andırır. Bu durum zekâ noksanlığı ileyapısal asimilasyon arasında bir bağlantıya işaret eder. Nasıl ki hayvantürleri arasında alt ve üst türlerden bahsedilebiliyorsa, insan ırkları da eşdeğildir.”

Armand de Quatrefage’ın (1810-92) yazılarında da, zamanla edinilmiş özelliklerin kalıtsal aktarımına dair Tek Kökenci yaklaşımların, “aşağı ırk” düşüncesini desteklemek üzere kullanıldığı görülür. Beyazların, zencilere kıyasla neden üstün olduğunu anlatırken şöyle der De Quatrefages: “Köpek ırklarının tümü aynı türdendir diye, hepsinin aynı yeteneklere sahip olduklarını söylemek mümkün müdür? Av takibi için köpek tercihinde bulunan bir avcı, herhangi bir köpek türünü kabuleder mi? Kırma bir sokak köpeğini, tazı veya seter gibi safkan köpeklerle aynı kefeye koyabilir mi? Kesinlikle hayır! Şunu asla unutmamalıyızki, hayvanlardan daha üstün ve birçok yönden hayvanlardan farklı olsa da, insan soyu da hayvan doğasının genel yasalarına tabidir.”

Çok Kökencilerse, her biri farklı kökenlere sahip birden fazla insan türünün varlığına inanıyordu. Ayrıca bu kuramın, yorum farklılıkları içeren birkaç çeşidi vardı. Çok Kökencilik, özellikle Amerikan İç Savaşı öncesindeki yıllarda zenciler ile Amerikan yerlilerinin, beyazlardan apayrı bir soydan geldikleri düşüncesini desteklemek üzere kullanıldığı ABD’de fazlasıyla rağbet görüyordu. Bu kuramın önde gelen sözcülerinden biri, Cuvier’in öğrencilerinden olan ve 40’lı yıllarda ABD’ye göç ederek Harvard’da profesör olan İsviçreli doğa bilimci Louis Agassiz’di (1807-73). Girişimci bir bilim adamı olan Agassiz, bağış toplamada başarılıydı ve 19’uncu yüzyılda Amerika’da biyoloji biliminin yer edinmesine büyük katkıları oldu. Agassiz bütün bunların yanı sıra, Darwin’in evrim kuramına karşı çıkan az sayıdaki tanınmış biyologlardan biriydi. Önceleri Tek Kökenci olan Agassiz, ABD’ye geldikten sonra Çok Kökenciliği benimsemişti. Bu fikir değişikliğinin, arkadaş çevresinin baskıları ve zencilerle ilk karşılaştığında duyduğu iğrentiden kaynaklandığı söylenir. Kölelik karşıtı olsa da, zencilerin farklı bir ırk olduklarına ve Adem ile Havva’nın yalnızca beyaz ırkın atası olduğuna inanıyordu. Ayrıca kendini “biyolojik gerçekler ışığında” siyaset kuramları sunan tarafsız bir bilim adamı olarak da görüyordu. Şöylediyordu Agassiz:


Yeryüzünde, çeşitli topraklarda ikamet eden ve farklı fiziksel özellikleri olan çeşitli insan ırkları vardır. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak, bilimsel bir yaklaşımla, bu ırkların üstünlük seviyelerini ve her bir ırka has özelliklerin değerini belirlemeliyiz… Bu görev biz felsefecilerin üzerine düşenbir görevdir.

Agassiz’in benimsediği “biyolojik gerçekler” aslında beyaz ırkın hâlihazırda kabul etmiş olduğu önyargılardan çok da farklı değildi: “Yılmaz, cesur, onurlu bir Kızılderili, itaatkâr, dalkavuk, taklitçi zenciden ya da düzenbaz, hilekâr ve ödlek Moğol’dan ne kadar da farklıdır! Bütün bunlar, farklı ırkların doğada farklı mertebelere sahip olduklarını göstermez mi?” diyordu Agassiz. Ayrıca biyolojik gerçeklerden yola çıkarak siyasi kuramlar türetmekte hiç zorlanmıyordu: “Bütün ırkların aynı yeteneklere sahip oldukları, aynı meziyetleri gösterdikleri ve aynı yaradılışta oldukları, bu eşitlik dolayısıyla da toplumda aynı statüde olmayı hak ettikleri düşüncesi, bizlere sahte bir hayırseverlik, sahte bir felsefe gibi gelmektedir.”

Agassiz, evrim kuramını dinsel sebeplere dayanarak reddeden dindarbir adamdı. Ancak tek tük örneklerden yola çıkarak inançların tarihsel gelişimine dair çıkarımlarda bulunmanın ne kadar tehlikeli olduğunu göstermek gerekirse, Harvard Üniversitesi’nde otuz bir yıl boyunca Doğa Tarihi Profesörlüğü görevini yürüten Asa Gray’in (1810-88), geleneksel Hıristiyan inancına Agassiz’den daha bağlı olmakla beraber, Darwin’in evrim kuramının da ateşli bir savunucusu olduğu hatırlatılabilir. Hatta Asa Gray evrim kuramına öylesine sıcak bakıyordu ki,Darwin, Türlerin Kökeni’nin 1859’da yayınlanmasının iki yıl öncesinde onu kuramı konusunda bilgilendirmişti. Ayrıca Gray, kölelik karşıtı bir Tek Kökenci’ydi ve Darwin’in kuramının insana uyarlandığında, “Zenci ve Hottentotları akrabamız kılıyor” olmasından memnundu.


Kafatasçı anlayış


Agassiz’in Çok Kökencilik anlayışı kişisel zaaflarından kaynaklanıyor olsa da, Çok Kökencilik kuramına matematiğe dayalı daha sağlam bir temel kazandırmayı isteyenler de vardı. Philadelphialı saygın bir bilim ve tıp adamı olan Samuel Morton, binden fazla insan kafatası toplamıştır. İğrenç bir girişim gibi görünse de, aslında bilimsel emellere yönelikti Morton’un bu çalışması: Irkların, kafatası boşluğu hacminden yola çıkılarak ölçülen beyin büyüklüğüne göre sınıflandırılabilecekleri varsayımını sınamayı amaçlıyordu. Morton’un çalışmalarıyla ulaştığı sonuçların aktarıldığı üç büyük eser, insan ırklarının zihinsel yetenekler bakımından farklılıklarını gösteren “güvenilir veri” sayıldıkları 19’uncu yüzyıl boyunca tekrar tekrar basılmıştır. Bu “güvenilir veriler”, Stephen J. Gould’un şu tasviriyle de örtüşür: “Aklı başında her Yanki’nin benimsemesi gereken önyargılar şunlardır: En üstte beyazlar, ortada Kızılderililer, alttaysa siyahlar; beyazlar arasında ise, Germenler ve Anglosaksonlar en üstte, Yahudiler ortada, Hindularsa en altta yer alır.” Ayrıca Morton, Mısır piramitlerinden elde ettiği kafataslarıyla da, beyazların siyahlara daimaüstün olmuş olduğunu kanıtlıyordu.

Fransa’da, Paris Antropoloji Topluluğu kurucusu Paul Brocca (1820-80), insan beyni üzerinde benzeri çalışmalar yapmaktaydı. Morton gibi Broca da Çok Kökenci’ydi; Adem ile Havva’nın yalnızca Yahudi ırkının atası olduğuna ve Adem soyunun yaşadığı dönemde başka ırkların da var olduğuna inanıyordu. Broca, görüşlerini açıkça dile getiren bir bilim adamıydı:


İnsan beyni genel olarak, yaşlılara kıyasla yetişkinlerde, kadınlara kıyasla erkeklerde, ortalama adamlara kıyasla üstün yetenekli adamlarda, aşağı ırklara kıyasla üstün ırklarda daha büyüktür… Diğer fiziksel özellikler aynı olsa da, beynin hacmi ile zekânın gelişimi arasında önemli bir bağlantı vardır… Sivri çeneli [ileri çıkıntılı] yüz hatları, siyah ve siyaha yakın ten renkleri, yün gibi saçlar denildiğinde, genel olarak zekâ ve toplumsal statü bakımından aşağı olma durumu akla gelir; öte yandan az çok beyaz olan ten renkleri, düz saç ve orantılı [düz] yüz hatlarıysa, insan ırkları arasında en gelişmiş olanının temel özellikleridir… Siyah tenli, yün gibi saçı olan, sivri çeneli kimselerden oluşan bir topluluk, asla kendi kendine yüksek medeniyetler seviyesine ulaşamamıştır…


Böylesi saptamalar herkesin hoşuna gitmiyordu, ama Broca’nın da dediği gibi, “Ne kadar saygın olursa olsun hiçbir inanç, ne kadar haklı olursa olsun hiçbir çıkar, insan bilgisinin gelişimine ayak uydurmaktanve gerçeğe uygun biçimde kendini uyarlamaktan kaçınamaz.”

Broca, meşhur kimselerin beyinlerini toplayarak bunları tartmak işine girişmişti. Gerçekten de Stephen J. Gould’un da belirttiği üzere, beyin toplama işi bu dönemde birçok kişinin giriştiği bir iş haline gelmiş;bu işe soyunmuş çeşitli merkezler, yeni ölen meşhur kimselerin beyninitartma ayrıcalığına erişmek için yarışıyordu. 15 Mayıs 1832 Salı günü sabahında incelemeler sonucunda George Cuvier’in beyninin genel ortalamanın 400 gram üzerinde, 1830 gram gelmesi büyük sevinç uyandırdı. Ancak zaman geçtikçe, yüz kızartıcı tutarsızlıklar belirmeye başladı. Örneğin, beynin boyutu ile zekâ seviyesi arasında hiçbir bağ olmadığını savunan (tabii ki bu konuda haklıydı) Louis Pierre Gratiolet (1815-65), Alman beyinlerinin Fransız beyinlerinden ortalama 100 gram daha ağır olduklarını keşfetti. Elbette böylesi bir keşif kolay kolayhazmedilemez; böylelikle Broca, ilgili veriler üzerinde çalışarak Gratiolet’in Almanlar’a atfettiği avantajı ortalama 32 grama indirgedi. İdam sonucu veya şiddete maruz kalarak ölen kimselerden alınan verilerin deelenmesinin ardından, Almanlar için hesaplanan ortalama beyin ağırlığı,Fransızlar için hesaplamanın altına düştü, böylece Fransızlar’ın şerefi kurtarılmış oldu.

Aşağı ırk” kabul edilen sarı benizli insanların, “Avrupa’nın en medeni insanlarından” daha ağır beyinlere sahip olduklarının keşfedilmeside bir diğer tutarsızlık örneğiydi. Ama Broca, Avrupalılar’ın “en üstün ırk” olduğunu bildiği için, önemsiz addettiği bu keşifleri işine geldiği üzere göz ardı ediyordu. Batı Afrikalı siyahların kafatası hacimlerinin Avrupa ırklarına kıyasla 100 santimetreküp daha küçük olduğu yönündeki bulguysa geçerli bir veri sayıldı. Büyük matematikçi K. F. Gauss’un beyni 1492 gramdı, yani ortalama insan beyni ağırlığından yalnızca biraz daha ağırdı. Ama neyse ki bir Papua yerlisinin beynine kıyasla çok daha kıvrımlıydı. Böylece bütün bu yeni veriler de “aşağı ırk” paradigması potasında kolayca eritildi.

Ne ilginçtir ki, daha sonraları Broca’nın beyninin de 1424 gram olduğu, yani genel ortalamayı ancak aştığı ortaya çıkacaktı; Kafatasıbilimi’nin (frenoloji) kurucularından olan zavallı Franz Josef Gall’ın beyinağırlığı ise topu topu 1198 gramdı. Ünlü yazar Anatole France ise 1017 gram gelen beyniyle 1000 gram sınırını ancak geçebilmişti.

Kıta Avrupası beyin ağırlıklarını ölçmekle meşgulken, Britanyalılarbaşka ölçümlerle uğraşmaktaydı. Charles Darwin’in kuzenlerinden, modern istatistik biliminin kurucusu Francis Galton (1822-1911), akla gelebilecek her türlü şeyi ölçmeye merak salmıştı. Bir aralar, sokaklardakarşılaştığı kadınları çekici, nötr veya itici şeklinde tasnif ederek Britanya Adaları’nın “güzellik haritasını” çıkarmıştı. Galton’un bu haritasında, Londra birinci, Aberdeen ise sonuncu geldi. Akranı olan birçok bilim adamı gibi, Galton’un da ırk konusundaki görüşleri deneye dayalıbulgulardan ziyade yolculuklarda edindiği izlenimlere dayanıyordu. Ayrıca içinde yetiştiği sosyal ortam da eşitlikçi yaklaşımlara tezatlık teşkil ediyordu.


Doğal eşitliğe dair iddialara mutlak biçimde karşıyım. Çocuk yuvaları, okullar, üniversiteler ve meslek yaşantılarından edinilen bulgular, eşitlik iddialarının tam aksine işaret eder… insanların yetenek seviyelerini ne şekilde sınarsak sınayalım, zekâ seviyelerinin büyük oranda farklı oldukları sonucuna varırız.


Galton, etnik kimliklerin farklılıkları meselesine matematikten yararlanarak açıklık getirmeye karar verdi. Bu girişimleri, 20’nci yüzyılda uygulanmaya başlanacak Zekâ Katsayısı ölçümlerinin habercisiydi adeta.Galton insan zekâsını incelemek üzere bir cetvel hazırlıyordu. Bu cetvelde orta noktanın her iki yanında yedişer tane olmak üzere, on dört derece kullanıyordu. Küçük “g” harfinden, küçük “a” harfine kadar olanbölüm, düşük zekâlı kimselerin, büyük “A” harfinden, büyük “G” harfine kadar olan bölüm ise daha yüksek zekâlı kimselerin tasnif edilmesinde kullanılıyordu. Dolayısıyla küçük “g” harfi geri zekâlılığa, büyük“G” harfi ise üstün zekâlılığa denk geliyordu. Büyük “X” harfi çok az sayıdaki fevkalâde zeki kimselere ayrılmıştı, küçük “x” harfi de tümüyle geri zekâlı kimseleri tasvir etmede kullanılıyordu. Galton, ortalama zekâ seviyesinin her insan topluluğu için farklı olduğunu öngörüyordu,dolayısıyla küçük “x” harfiyle, büyük “X” harfi arasındaki zekâ farklılığı oranı, ölçüme tabi tutulan bireylere göre değişebiliyordu. Örneğin, ortalamanın altında kalan bir Avustralya yerlisini, fevkalâde zeki bir köpekle aynı derecede tasnif ediyordu Galton.

Galton’un bu varsayımları, kuzeni Darwin’i de oldukça etkilemişti. Öyle ki, Galton’un Hereditary Geniusadlı kitabını okuduktan sonra şöyle yazar Darwin: “Bir bakıma karşıt görüşlü bir kimseyi ikna etmiş oldun, çünkü ben oldum olası, geri zekâlılar dışında insanların zekâ bakımından pek farklı olmadıklarına, yalnızca coşku ve çalışkanlık bakımından birbirinden ayrıldıklarına inanırdım.”


Irk ve evrim


Darwin’in ortaya attığı evrim kuramının da 19’uncu yüzyılda ırk kavramlarına yüklenen anlamlar bağlamında önemli etkileri oldu. Her sarsıcı yeni kuram gibi, biyoloji alanındaki bu yeni kuram da çoğu birbiriyle çelişir nitelikte olan bin bir türlü ideolojiye dayanak olarak gösterilmeye çalışıldı. Aslında Darwin kendi kuramından asla açıkça ırkçı bir çıkarımda bulunmadı. Beagle’la çıktığı seferlerde, Güney Amerika’da karşılaştığı ilk “yabanıl insanların” vahşi görünümleri karşısında şaşırdıysa da, Tek Kökenci yaklaşımdan caymadı Darwin.2Ayrıca ırk konusunda söylediği birkaç şey de, takipçisi olan bazı kimselerin söylemlerine kıyasla çok daha ılımlıydı.

Yazıları Avrupa’ya kıyasla Amerika’da daha çok tutulan Herbert Spencer (1820-1903), Darvinciliğin yaygınlaştırılmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Editör Henry Holt, Spencer için şöyle der: “Herhalde hiçbir felsefeci, Spencer’ın 1870 ile 1890 arasında gördüğü ölçüde rağbet görmemiştir.” Spencer’ın eserlerinin baskısı 1860’lı yılların ortasından 1903 yılına kadar, izinsiz çoğaltılanlar hariç, Amerika’da 370.000 adedi buldu. Bu eserlerde biyolojiden ve psikolojiden tutun sosyolojiden ahlâk kuramlarına kadar pek çok konu ele alınıyordu. Spencer, halkların kültürel yaşamlarının da biyolojik dünyada gözlemlenen evrimsel ilkelere uygun biçimde geliştiğini düşünüyordu. Spencer’ın, aslında oldukça dağınık bir felsefe niteliğinde olan bu kuramı, ileride “toplumsal Darvincilik” diye anılacaktı. Bu kuramın başlıca öğelerinden biri, farklı ırkların “kültürel evrim” veya kültürel gelişimin farklı aşamalarından geçmekte olduklarının ve belirli bir insan topluluğunun eriştiği anlama seviyesini değerlendirirken bu “gerçeğin” göz önünde bulundurulması gerektiğiydi. Bu doğrultuda Spencer’a göre Avustralya yerlileri, odaklanma veya çeşitli düşünceleri bir arada değerlendirebilme yeteneğinden yoksundu. Amerika’da beyaz çocuklar ile birlikte eğitim gören zenci çocukların da “zekâları yalnızca bir ölçüde geliştirilebilir olduğu için, aynı ölçüde, aynı oranda ilerleme kaydedemedikleri” görülüyordu. Aslında Spencer uzun yıllar boyu süren evrimsel mücadeleler sonucunda daha sonraki kuşakların, zamanla edinilmiş deneyimleri özümsemiş ve eskisine göre üstün olan daha büyük beyinlere sahip olabildiklerine inanıyordu. Örneğin, Avrupalı insanın beyni, zavallı Papualı insanınkinden yaklaşık 75 santimetre küp daha büyüktü.Elbette bu durum, İngiltere’de Newton ve Shakespeare gibi adamlar yetişirken Papualılar’ın neden “parmaklarını bile sayamıyor” olduklarını izah ediyordu. Spencer’a göre yabanılların keşfi, beyaz ırktan olanlara kendi ırklarının tarihini inceleme olanağı tanıyordu; ne de olsa onlar dauzak geçmişte de olsa aynı evreden geçmişlerdi. John S. Haller’in deyişiyle, Spencer “bir yabanılın, medeni insan ile eşit mertebede yaşamasının mümkün olmadığına, çünkü yabanılın ancak basit ilişkiler çerçevesinde işleyecek yetenekte olan zavallı beyniyle medeniyetin karmaşık ilişkilerini kavrayamayacağına” inanıyordu.

Spencer’ın öğrencisi John Fiske (1842-1901) Amerika’yı baştan sona gezerek konferanslar aracılığıyla kültürel evrim düşüncelerini yaydı. Fiske’ye göre “en üstün insanlar ile en aşağı insanların beyin hacimleri arasındaki fark, en üstün maymun ile en aşağı maymunun beyin hacimleri arasındaki farktan en az altı kat fazladır”, dolayısıyla bu yabanılkitleleri eğitmek için para harcamak saçmalıktır. Eğitilmeye hazır değildirler. Yabanıllığın bir adım ötesine geçebilmiş ırklar için bile şöyle der Fiske: “Çin’de, eski Mısır’da veya Doğu’nun genelinde görüldüğü üzere değişime kapalı bir medeniyet anlayışına takılıp kalmışlar.”

Ne Darwin’in kendisi, ne de Darvinci kuramın ateşli savunucularından olan ve “Darwin’in buldogu” diye anılan Thomas Henry Huxley (1825-95), Spencer’ın kültürel evrim görüşlerini ciddiye almıştır. Ayrıca Darwin otobiyografisinde, Spencer’ın oldukça kendini beğenmiş bir kimse olduğunu vurgular (yanılmıyor olsa gerek). Ancak Darwin’in de Huxley’nin de Spencer’ın ırklar konusundaki yaklaşımını eleştirmemişolmaları da gözden kaçmamalıdır; o dönemde ırksal aşağılık kavramı öylesine kabul görmüştü ki, tartışma konusu bile edilmezdi.

Irklar konusunda o dönemde öne çıkan görüşlerin ortak paydası “evrimsel tekrarlanma”, yani hayvanların gelişim sürecinin evrimin ana aşamalarının bir nevi yansıması olduğu düşüncesiydi. Bu kuramın ortaya çıkışını tetikleyen şey, fosil kayıtlarının yetersiz olması, dolayısıyla da evrim sürecini baştan sona sergileyecek bir soyağacının çıkarılamamış olmasıydı. Bu durumu gören Alman hayvanbilimci Ernst Haeckel da, insan soyunun evrimsel geçmişinin, yüksek yaşam formlarının embriyolojik gelişim süreçlerinden çıkarım yoluyla anlaşılabileceğini öneriyordu. Haeckel bu önerisini şu unutulmaz sözlerle özetlemişti: “Ontojeni, filojeninin tekrarı niteliğindedir.” “Ontojeni” bireylerin gelişim süreci, “filojeni” ise soyların evrimsel gelişim tarihi anlamına gelir. Bir canlının evrimsel dönemlerini öğrenmek için, fosilleri incelemek yerineo canlının embriyo aşamasından itibaren geçirdiği gelişim evreleri gözlenebilir. Gelişim sürecinde gözlenen evrelerin her biri, o canlının soyunun evrimsel süreçte geçirdiği dönemlerdeki yetişkin yaşam formlarını yansıtır. Dolayısıyla insan embriyosunun erken evrelerinde görülensolungaç benzeri yarıklar, yetişkin balık formundaki bir evrimsel atayaişaret eder, daha sonraki bir embriyo evresinde kısa süreliğine gözlenenkuyruk ise sürüngen formundaki evrimsel ataya işaret eder.

Haeckel, Darvinciliğin baş savunucularındandı ve kendisinin ortayaattığı evrimsel tekrarlanma kuramı öylesine etkili oldu ki, başta Freud ve Jung’un psikanalitik kuramları olmak üzere çok geçmeden birçok başka dalda kabul gördü. Haeckel, evrim kuramını ideolojik bir silah olarak gördüğünü de saklamıyordu:


Bilimin ışık saçan sancağının huzurunda tertiplenen evrim ve gelişim kavramları bir yanda; diğer yandaysa hiyerarşinin kara sancağı altında tertiplenen ruhsal kulluk ve yalan, mantıksızlık ve barbarlık, hurafe ve gerileme saflarını alır… evrim, gerçeğe ulaşma mücadelesinin ağır silahıdır ve zincirli gülleler gibi, saflar dolusu ikiliğe dayalı yanıltmacayı alaşağı eder.


Haeckel (“Hint-Germen ırkının zihinsel gelişim bakımından diğer bütüninsan ırklarına fark attığına inanıyordu”), görüşlerini paylaşan kimselerin de desteğiyle, evrimsel tekrarlanma kuramının, hâlihazırda herkesçekabul edilen “Kuzey Avrupalı beyazların ırksal üstünlükleri” olgusunu doğruladığını savunuyordu. Herbert Spencer şöyle diyordu: “Henüz medenileşmemiş insanlarda gözlemlenen düşünsel özellikler… medenileşmiş insanların çocuklarında rastlanan türde düşünsel özelliklerdir.” Aynı dönemde Amerika’nın en önde gelen psikologu olan G. Stanley Hall (1844-1924) da şöyle der: “Çoğu yabanıl aslında birçok açıdan çocuktur, daha doğrusu cinsel olgunluğa eriştikleri de hesaba katılacak olursa, yetişkin görünümlü birer ergendir.” Doğal olarak bu anlayış sömürgeleşme sürecine de yansıdı ve Afrika’nın sömürgeleştirilmesinin meşruluğunu savunan Benjamin Kidd, 1898 yılında Afrika yerlileri konusunda şöyle dedi: “Bireyin gelişim sürecinde çocukluk dönemi ne ise,bizim burada uğraştığımız insanlar da ırksal gelişim sürecinin bu dönemindedir. Dolayısıyla yerliler, yaşadıkları tropikal kuşak bölgesini kendi başlarına asla geliştiremeyecektir.” Amerikan okul kurulları/heyetleri de, evrimsel atalarının yabanıllık evresinden geçmekte oldukları için, okul çağındaki çocukların “Hiawatha’nın Şarkısını” öğrenmelerini tavsiye etmiştir.3


Irk ve antropoloji


Evrimsel tekrarlanma kuramının belki de en tuhaf uyarlamalarından biri de suç antropolojisi alanında olmuştur. 1876 yılında, Cesare Lombroso isimli bir İtalyan doktor, suçluların aslında insan topluluklarında barınan maymunlar oldukları düşüncesini ileri sürdü. Lombroso’ya göre bukimseler normal evrim sürecinden geçerek gelişmedikleri için evrimselatalarımızı andıran birer atavizm örneğidir. Dolayısıyla hayvanların normal davranış biçimlerini suç olarak yorumlayan Lombroso’ya göre,bu kimselerin sergilediği davranışlar hayvansal doğalarından kaynaklanır. Lombroso suçluların anatomik yapısı üzerine derinlemesine bir çalışma yürütmüş ve ilkelliklerini gösteren birçok işaret kaydetmiştir: “Doğuştan suçlu olan kimselere bakıldığında maymunumsu bir görünüme sahip oldukları gözlenir. Normalden uzun kolları, büyük başparmaklı ve tutma yeteneğine sahip ayakları, düşük ve dar alınları, büyük kulakları, kalın kafatasları, büyük ve sivri (çıkık) çeneleri ve erkek olanların göğsünde fazlaca kıl vardır; ayrıca acıya karşı daha dayanıklıdırlar.”

Avrupa’da ve başka bölgelerde 19’uncu yüzyıl sonlarında oldukça etkili olan Lombroso’nun kuramlarında vurgulanan bir diğer önemli noktaysa, maymunlar ile yabanıllar arasındaki benzerliklerin, bu canlıların her ikisinde de gözlemlenen suç eğilimini “açıklayıcı” olduğuydu.Lombroso’nun deyişiyle, suçlular farklı hislere sahip oldukları için farklı konuşur: “Yabanıllar gibi konuşurlar, çünkü mükemmel Avrupa medeniyetimizin içerisinde barınan yabanıllardır gerçekten de.” Böylesibir kuramdan yola çıkarak kanunlarda ve ceza hukukunda değişimlerintalep edilmesi işten bile değildi. Lombroso, belirli fizyolojik veya sosyolojik özellikleri baz alarak, doğuştan suçlu olan kimselerin olabildiğince erken yaşta, kimseye zarar vermeden önce ayıklanarak toplumdansürülebileceklerini ileri sürüyordu. Doğuştan suçlu olduğu böylesine gözle görülür olan bir kimsenin değişmesini beklemek anlamsızdı:


Doğaları gereği, yalnızca yabanılların değil, en vahşi hayvanların korkunç davranışlarını bile atavistik biçimde tekrarlama eğiliminde olan doğuştan suçlu kimselerin varlığı, böylesi insanlara karşı bugüne kadar takınılan merhametli yaklaşımları meşru kılmanın aksine, her türlü acıma duygusundan arınmayı mecbur kılar.


Gould’un da işaret ettiği üzere, yeni gelişen bu suç antropolojisi okulunun önderleri, neo-Nazi benzeri adamlar değil, ileri sürdükleri kuramın“insanın gerçekleri üzerine bina edilmiş mantıklı ve bilime dayalı bir toplumun oluşturulmasına” önayak olacağına inanan “sosyalist ve sosyal demokrat aydınlardı”. Lombroso’ya göre suç işleme eğiliminin genetik belirlenimi, doğanın ve evrimin kanunudur: “Asla kesintiye uğramayan ve toplumlarımıza, kanun kitaplarımızda tanımlanan yasalara kıyasla çok daha fazla hükmeden üstü kapalı yasaların boyunduruğundayız. Öyle görünüyor ki suç, yaşam ve ölüm gibi doğal bir olgudur.”

Şunu tekrar tekrar vurgulamak gerekir ki, böylesi yaklaşımlar, 19’uncu yüzyılda ırklar konusunda hâkim olan kuramlar bağlamında hiç de aşırı yaklaşımlar gibi görülmüyordu. Lombroso ve onun gibilerindüşünceleri eleştiriliyor olsa da, bu eleştiriler genellikle, kuramların temelinde var olan “aşağı ırk” varsayımından ziyade başka birtakım ayrıntılara yöneltiliyordu. “Aşağı ırk” varsayımı söz konusu olduğunda, toplum adeta ağız birliği etmişti; dolayısıyla bilim, din, tıp ve siyaset alanlarında uzman olan kimseler de fikir birliği içerisinde bu varsayımıdoğrulayan veri akışını sağladılar. Nitekim Amerikalı tıp adamlarının zenciler konusundaki yaklaşımlarına değinen Haller, bir yazısında şöyle der: “19’uncu yüzyıl sonlarında, tıp adamlarının çoğu zenciler konusunda hemfikirdi. Tıp derneklerinin yazışmaları veya bilimsel yayınlarda herhangi aksi bir görüşe rastlamak mümkün değildi” [vurgu tarafımdan eklenmiştir]. O dönemde bu konuda bilgi edinmek için Britannica Ansiklopedisi’ne(dokuzuncu baskı) başvuran kişi şu açıklamayla karşılaşırdı: “Kafatası ek yerlerinin erken birleşimi ve ön kemiğin yanal baskısı sebebiyle zencilerin gelişimi, yaşamın yalnızca temel işlerliklerini kazanmakla sınırlı kalmıştır.”

Frederick Hoffman, Amerika’da faaliyet gösteren Prudential SigortaŞirketi’nde çalışan bir istatistikçiydi ve hem tıp hem de istatistik dergilerinde makaleleri yayınlanırdı. 1896 yılında Amerikan Ekonomi Birliği, Hoffman’ın Amerikan Zencisinin Irksal Özellikleri ve Eğilimleriadlı300 sayfalık araştırmasını yayınladı. Bu alanda yürütülen bir asırlık çalışmanın özeti niteliğindeki bu çarpıcı belgede, otuz yıllık özgürlüğün ardından bile zenciler ve beyazların, “siyasi ve toplumsal ilişkilerde aralarında var olan farkın eskisinden de çok” olduğu vurgulanıyordu. Hoffman, tıp adamları ve istatistikçilerce sunulan ve zencilerin “yaşammücadelesinde en az direnç gösteren ırk olduğunu” gösteren, öte yandan bu ırk arasında intihar oranının düşük olmasını da psikolojik olarak“aşağı” olmalarına bağlayan “kesin delillere” işaret eder araştırmasında.Zencileri, “beyaz ırklar seviyesine” çıkarmaya yönelik hayırsever girişimlerin tamamen başarısızlıkla sonuçlandığına işaret ederek, “üstün ırkların, aşağı ırkları kendi yüksek mertebelerine çıkarmaya yönelik modern girişimlerinin” durması gerektiğini, çünkü bu girişimlerin uluslar ve halklar arasındaki ırksal mücadelenin doğal düzenine müdahale anlamına geldiği ve bir bakıma suç olduğunu belirtmiştir.

En üzücü şeyse, 19’uncu yüzyılda hâkim olan ‘aşağı ırk’ paradigmasının çok etkili ve her şeyi kapsayıcı olması dolayısıyla, bazı siyah düşünürlerin bile, bu paradigma çerçevesinde sözde bilimin sunduğu evrimsel anlayışı ve var olma mücadelesinde başarısızlığın, mutlak kaderleri olduğu yönündeki telkinleri kabul etmeleriydi.4


Irkçılık paradigmasının gücü


Günümüzde artık ancak çok küçük bir azınlığın doğru kabul edeceği 19’uncu yüzyıla ait bu görüşü neden böylesine ayrıntılı biçimde inceliyoruz? Günümüzde zekâ ölçümü5ve sosyobiyoloji alanındaki diğer birtakım uygulamalar da dâhil olmak üzere, bazı biyoloji kuramları içerisinde ırkçılık başlangıcı sayılabilecek eğilimler yeniden baş göstermektedir. Bu bağlamda yakın geçmişi ciddi biçimde inceleyerek, o zamanlarda yaşayan insanlara sunulan veriler bütününü olabildiğince özümseyip (bir süreliğine), bu insanların bugün iğrenç bulduğumuz bir inancı benimsemeye ikna edildiklerini en azından bir ölçüde anlamaya çalışmak faydalı olacaktır. Bugün bizzat kendimizin de, sırf alternatif yaklaşımlara sahip olmadığımız için tehdit edildikleri takdirde ateşli biçimdesavunacağımız, ama aslında yanlış olan birtakım inançları benimsiyor olabileceğimizi ancak bu şekilde fark edebiliriz.

Peki, siyahlar ve diğer “aşağı ırklar”, nasıl olmuştur da “doğa yasalarının” boyunduruğundan kurtulabilmişlerdir? Nasıl olmuş da 19’uncu yüzyılın her alanına damgasını vuran “aşağı ırk” inancının yerini, uygulamada tamamen geçerli olmasa da çoğunlukça benimsenen çok daha eşitlikçi yaklaşımlar alabilmiştir. Bu paradigma kaymasını incelemek heyecan vericidir, ancak bu kitabın kapsamını aşacak bir iştir. İşin aslına bakılırsa, dinin de bilimin de etkisi olmuştur bu değişimde. Şu da birgerçek ki, insanların 19’uncu yüzyılda tartışılmaz biçimde doğru kabuledilen düşüncelerin mantıksal sonuçlarını fark ederek dehşet içerisindetepkilerini göstermeleri ancak Auschwitz ve Dachau’daki gaz odalarından yükselen alevlerin haber edilmesiyle gerçekleşmişti.

Kabul gören ve her şeyi kapsayan paradigmaların başka kuramları inanılmaz kılıyor olmaları, ne kadar etkili olduklarını gösterir. Geçerli sayılan bir görüşe alternatif olarak sunulan bir başka görüşün ses getirebilmesi için en azından “gerçekten olası” kabul edilmiş olması gerekir. Ancak eski paradigma yeni beliren verileri kendi potasında eritmeye devam ettiği sürece geçerliliğini koruyacaktır, dolayısıyla da alternatif bir paradigmanın gerekliliği bahis konusu olmayacaktır.

Bilim adamlarına düşen görev, uzmanlaşmayı seçtikleri alanda geçerli olan paradigmanın sınırları içerisinde bilimsel çevrelerin uygulamalarına riayet ederek çalışmaktır. Ancak geçerli paradigmaların temelleri sarsıldığında ve eski sınırlar geçerliliklerini yitirmeye başlayınca, inanılması güç varsayımlara inanmak zorunda kalacakları kritik bir safhadan geçer bilim adamları. Daha evvel hiç kimsenin inanmadığı bir şeye inanmaları gerekir; eski verilerin yanı sıra yeni verileri de kapsayan yeni bir paradigmaya. Bilimsel ilerlemeyi getiren süreçlerden biridir bu ve bilim ile inanç meseleleri konusunda durağan (statik) görüşler benimseyen bilim adamları, örneğin, bugüne kadarki düşünceleri“çatışma kuramının” etkisinde biçimlenen veya kayda değer tek bilgi çeşidinin bilimsel bilgi olduğunu düşünen bilim adamları, belki de kendi araştırma alanlarının da ancak ve ancak yeni verileri izah edebilecekyeni paradigmaların yaratılmasıyla gelişebildiğini fark etmelidir. Böylesi özeleştiriler, bugün birbiriyle ilişkisiz görünen birtakım düşüncelerinaslında çok daha geniş bir çerçevede bakıldığında ortak bir paydada buluştuklarına işaret eden ipuçları sunabilir.