Bölüm 1 - İnandığımız Şeylere Neden İnanırız? Bilim ile İnançlar Konusundaki Kanaatlerimiz Neye Dayanır?


Nullus quippe credit aliquid, nisi prius cogitaverit esse credendum.

Gerçekten de hiçbir kimse, inanılabilirliğinden emin olmadığı bir şeye inanmayacaktır.

Augustine, De Praedestinatione Sanctorum, 2:5


Bilim ve dine dair meseleler medeniyetimiz için büyük önem taşır. Ne dinine düşkün fizikçilere ne de alaycı ateist biyologlara bırakılamayacak kadar önemlidir bu meseleler. Farklı inançları benimseyen, farklı uzmanlık alanlarından gelen kimseler, hem bilim hem de dinin insan deneyiminin inkâr edilemez unsurları olduklarını kabul ederek, farklı görüşlere açık ve çatışmadan uzak bir ortamda çalışabilmelidir. Bunlar, yeni binyıllık dönemde gerçekleştirilmesi gereken başlıca hedeflerdir.

Geoffrey Cantor, Nature403, 2000, s.831.


Bilim ve inanç üzerine yazılan çoğu kitapta, bu iki gelenek arasındaki ilişkinin temel olarak tarihsel ve/veya düşünsel tartışmalara dayandığı ve insanların bu geleneklere dair görüşlerini mantıksal çözümlemeler yaparak belirledikleri varsayılır. Profesör X (günümüzde bu kişi genellikle bir biyologdur), bilimin Tanrı inancını gereksiz kıldığını iddia ettiği çoksatar bir kitap yazar; Profesör Y ise (bu kişi ise genellikle bir kozmolog veya fizikçi olur) son zamanlarda kaydedilen bilimsel gelişmelerin Tanrı inancını birkaç sene öncesine nazaran daha akla yatkın kıldığını öne sürdüğü bir başka kitap yazar. İnsanların bu konuda hangigörüşü benimseyeceklerine karar verirken her iki kitabı da okuyacakları, böylece bilime, inanca ve bu iki gelenek arasındaki ilişkiye dair yeni fikirler edinecekleri varsayılır.

Tarihsel ve mantıksal iddiaların etkisi tabii ki inkâr edilemez ve bu kitabın büyük bölümünde de böylesi iddiaların geçerli oldukları varsayımından yola çıkılır. Tek tük de olsa bazı okuyucuların görüşlerini değiştirecekleri umudu olmasa, belirli bir görüşü yansıtan kitaplar yazmanın pek bir anlamı olmazdı. Bu kitabın ilerleyen bölümlerinde de, inançsistemlerimizi ikna edici mantıksal temellere dayandırarak doğrulamanın gerekliliği savunulur. Ancak sosyolojik araştırmalardan edinilen anlayış, çoğu temel inancımızı mantıksal çözümlemelerden ziyade bambaşka sosyal süreçlerin etkisiyle belirlediğimizi gösterir.

Bilim adamları sosyologlara karşı temkinli davranırlar genellikle, hatta kimi zaman büsbütün düşmanca bir tutum sergiledikleri bile söylenebilir. Bu düşmanca tutumun kaynağı oldukça açıktır. Bilimi inceleyen sosyologlar, kimi zaman, bilimsel bilginin edinilmesi sürecinin tamamen sosyolojik tanımlamalarla açıklanabileceği izlenimi yaratırlar. Böylesi yaklaşımlara göre bilimsel kuramlara yön veren, içerisinde bulunduğumuz evrenin niteliklerinden ziyade bir ekolün parçası olan bilimadamlarının nüfuzu veya ideolojik altyapıları ya da bilimsel araştırma programlarını kontrol eden ekonomik güçlerdir. Bu yöndeki sosyolojikdeğerlendirmelere göre bilimsel bilgi, diğer bilgi türlerinden daha geçerli olduğu iddia edilemeyecek çok sayıdaki insan üretimi bilgi türünden biridir yalnızca. Tabii ki böylesi iddiaları okuyan bilim adamları fena halde içerlerler; çünkü bilim adamlarının neredeyse hepsi, araştırmalarıyla fiziksel dünyaya dair daha doğru tanımlamalar sunma yolunda olduklarına inanır. Söz konusu tanımlamalar ilk ortaya atıldıklarında yetersiz olsalar da, zamanla iyileştirilirler. Bilim adamları, bilimsel gelişimin tarihine bakıldığında, bilimsel çalışmaların yönünün tayin edilmesinde (hatta bazı bilimsel kuramların içeriğinin belirlenmesinde bile)çok çeşitli ekonomik, siyasi ve dinsel etkenin önemli rol oynamış olduğunun açıkça görüldüğünü, ancak netice itibariyle bilimsel bilginin, içinde yaşadığımız dünyayı temsil eden güvenilir “haritalar” sunduğunu ifade ederler. Bilimsel bilgi, toplum tarafından mutabakata varılmış kavramlardan ibaret değildir. Bu yaklaşım, 90’lı yılların ikinci yarısında, basının ‘Bilim Savaşları’ diye adlandıracağı, sosyologlar ve bilim adamlarının karşı karşıya geldikleri ve bilimsel bilginin sosyolojik tanımlamalar dâhilinde ne ölçüde açıklanabileceği meselesinin konu edildiği bir dizi münazara ve tartışmanın yaşanmasına yol açmıştır (‘Bilim Savaşları’ üzerine daha fazla bilgi için bkz. 8. Bölüm).

Ancak birtakım sosyologların aşırılıkları yüzünden sosyolojik çalışmaları tümden dışlamak da doğru olmayacaktır. Bugün artık biliyoruz ki, sosyolojik analizler yalnızca belirli araştırma programlarının neden bir ya da öteki yönde ilerlediğini anlamada değil, insanların bilim, din ve bu ikisi arasındaki ilişki konusundaki inançlarını belirleyen etkenlerin ne olduğunu anlamada da faydalı olabilmektedir.


Ateşli inançlar ve örtülü inançlar


Toplumlarda ateşli biçimde dile getirilen inançların, söz konusu toplumların sıkı sıkıya sarıldıkları en köklü inançlar olduğu düşünülür bazen. Ancak enine boyuna değerlendirildiği takdirde bu yargının doğru olmadığı görülür. Ateşli biçimde dile getirilen inançlar genellikle azınlıkların benimsedikleri inançlardır. Azınlıkta kalan insanların inançlarını duyurabilmeleri için seslerini olabildiğince yükseltmeleri gerekir. Toplumlarda yer etmiş köklü inançlarsa örtülü biçimde güçlerini korurlar. Bir inancın ne kadar güçlü olduğu, ne ölçüde tartışmaya açılabilir olduğundan anlaşılabilir. Köklü biçimde yerleşmiş inançlar tartışma konusu edilmezler. Doğruluklarını sorgulamak veya eleştirel yaklaşımlar sunmak, sırf altındaki taşların çok büyük olduklarını kanıtlamak için (herkesçe tahmin edilebileceği gibi) kazı gerçekleştirerek Londra Kulesi’nin (Tower of London) temellerini ortaya çıkarmaya benzer.

Böylesine köklü inançlar toplumlarda nasıl yer ederler? Bu tür inançların çoğu, yaşamlarımızın erken evrelerinde temel bilgiler olarak“verilir” (ön kabul) bizlere. Başlangıçta konuşmayı öğrenirken, anlamları önceden kararlaştırılmış sözcüklerden oluşan dilleri öğreniriz. Dil tartışmaya açık değildir, olduğu gibi öğrenilmesi gerekir. Ancak dil, içerisinde yaşadığımız dünyada bulunan nesneler ve kavramların anlamlarını tamamen tarafsız bir biçimde yansıtan bir araç değildir. Kelimeler, tarihsel ve/veya coğrafi koşulların etkisiyle eklemlenen birtakım yan anlamlar taşır. Öğrencilerimin, “manyak” sözcüğünden anladıklarıyla, benim kuşağımdan olanların aynı sözcükten anladıkları şey aynı değildir.

Dilin öğrenilmesiyle başlayan bu anlamlandırma sürecinde, yakın çevremizdeki kimselerin üstlendikleri toplumsal rollere yüklenen anlamve değerler de öğretilir bize. Ayrıca hangi davranışların kabul edilir, hangilerinin kabul edilmez olduğu, nasıl kişilerle arkadaşlık kurmanın “doğru” olduğu ve içinde yaşadığımız toplumun yetişkinliğe erdiğimizde bizden beklediği “ideal özgeçmişin” ne olduğudur. Yaşamlarımızda önemli yeri olan kimselerin toplumsal yaşamın kurallarına dair bize öğrettikleri bu hususlar, bir insan topluluğunda yaşamanın gereklerindendir. “Çocuklukta edinilen dünya görüşleri çok önemlidir, çünkü çocuğun dünyayı algılayışına yön verirler.”1Çocukluğumuzda edindiğimiz “ön kabuller” olmasa, yetişkinliğe sorunsuz biçimde adım atma olasılığımız düşük olur. Davranışlarımızın biçimlenmesinde etkili olan “veritabanlarını” çocukluğumuzda ediniriz. Bu “veritabanları” koşullara bağlı olarak değişimlere uğrasalar da, ömrümüz boyunca bizlerle kalır, aslatamamen silinmezler. Söz konusu “veritabanlarının” edinilmesi süreci sosyologlarca “kültürlendirilme” diye adlandırılır; “bilgili bireyler olarak ‘yolumuzu bulmayı’ öğrenerek içinde yaşayacağımız toplumun kültürünü edinip bu kültürle bütünleşmemiz süreci… bu sürecin işlemesini sağlayan aracı kurumlar aile, akranlar, eğitim kurumları, medya ve iş kurumları olarak sıralanabilir”.2Topluma uyum sağlamamız sadece belirli düşünceleri benimsememizle değil, düşüncelerin nasıl oluşturulduklarını, yetke ile düşünceler arasındaki ilişkiyi ve söz konusu düşüncelerin ihtiyaç ve çıkarlarımıza nasıl hizmet edebileceğini öğrenmemizle de bağlantılıdır.

Toplumsal rollerin atanması ve dilin öğrenilmesiyle beraber işleyenbir diğer anlamlandırma (damgalama) süreci daha söz konusudur. Çevremizden, bir çeşit özümsemeyle (geçişim) çok sayıda görüş ve inancı bilinçsizce benimseriz. Bir telefon görüşmesinde işittiğimiz birkaç söz;haber bülteni spikerinin tekdüze sesi; kritik anlarda olumsuz tepkilerle veya tam tersine onaylayan bir gülümsemeyle karşılaşma; belirli bir kişinin adı zikredilirken alaycı bir ses tonunun kullanılması; bir evde bulunan kitapların başlıkları, yahut da bir evde hiç kitap bulunmaması – ve bunlar gibi daha binlerce çevresel ‘girdi’, yaşam, kendimiz, toplum, bilim, siyaset, din vs. konusundaki görüşlerimizin biçimlenmesinde etkili olur.

Bu özümseme sürecinde medya, küresel çaplı önemli bir rol oynar. 160’ı aşkın ülkede bulunan 850 milyondan fazla televizyon, her gün 2.5milyar izleyici çeker.3Britanyalılar her gün 28 milyon gazete okur, ortalama 3.5 saat televizyon izler.4Kamuoyu araştırmaları, Britanya nüfusunun % 58’inin başlıca haber kaynağı olarak televizyon kanallarına yöneldiğini ve % 68’inin de, en tarafsız haber sunumunun televizyonlarda yayınlanan haber bültenleri olduğuna inandığını gösterir.5ABD’deyse, tipik bir Amerikan ailesi, evinde en az bir televizyonu günde en az yedi saati aşkın süre açık tutar ve Amerikan halkının üçte ikisinin takip ettiği tek haber kaynağı televizyon haberleridir.6Amerikalı sıradan bir çocuk, yılda 20.000’den fazla televizyon reklamı izler ve on bir yaşına geldiğinde, 8000 cinayet ve yaklaşık 100.000 şiddet içerikli görüntü izlemiş olur.

Medya’nın bu yoğun bombardımanının, kültürleri aynılaştırıcı mı yoksa birbirinden uzaklaştırıcı mı olduğu, kültürel çalışmalar alanında halen tartışılan bir konudur. İzleyicinin kim olduğu, izlenenin ne olduğu, nerede izlendiği ve hangi bağlamda değerlendirildiğine bağlı olarakmedyanın etkisi her iki yönde de olabilir. Kültürün aynılaştırılması, inanç sistemlerinin bazı ortak paydalarda buluşturulmasıdır. Egemen kültürlerin hegemonyasını yıkma eğiliminde olan televizyon programlarınınsa ayrıştırıcı oldukları söylenebilir. Ülke sınırları içerisinde faal olan medya büyük oranda aynılaştırıcı eğilimler yansıttır. Burada da, örtülü varsayımların toplumsallaştırıcı etkisinin ne kadar yoğun olduğu görülür. Örneğin, ticari televizyon yayıncılığı, doğası gereği kapitalizmin en doğru sistem olduğunu varsayar. Seçme özgürlüğü ve piyasa güçlerinin işleyişi söz konusu olmasa reklam vermenin bir anlamı olmaz. Ayrıca reklamların birtakım varsayımlardan yola çıkarak tasarlandıkları da aşikârdır: Tükettiğiniz ürünler sayıca arttıkça ve kalite bakımından iyileştikçe daha mutlu olursunuz; kesin oldukları öne sürülen bilimsel yargılar (‘A veya B laboratuarında test edilmiştir’), neredeyse her zaman erkek sesiyle iletilirler; arzu edilir bedenler istisnasız olarak pürüzsüz ve selülitten arınmışlardır; bireysel güvenlik, toplumsal yapıların değiştirilmesiyle değil, bireyin “doğru” gıdalar, ilaçlar ve sağlık sigortasını satın almasıyla sağlanır. Reklam aracılığıyla, ürünler rahatlıkla markalaştırılabilir, böylece söz konusu ürünler bu marka ismiyle anılır, hatta ürünün kullanımında bile marka ismi öne çıkar (‘Yerleri viledalamak/ciflemek gerek’). ABD’de, Bayer firmasının ürettiği aspirinlerin, diğer markalarca üretilenlerden daha iyi olduğu inancı hâkimdir, çünkü Amerikan halkına reklamlar aracılığıyla ezelden beri bu inanç aşılanmıştır. Halbuki hangi firma tarafından üretiliyor olursa olsun, aspirinin kimyasal içeriği tıpatıp aynıdır. Ayrıca reklamlar aracılığıyla şirketlerin gerçek yüzlerini yansıtmayan imajlar yaratılabilmektedir. Zamanında Vietnam’a atılan napalm ve yaprak dökücü Turuncu Zehir’i (Agent Orange) üreten Dow Chemical şirketi, günümüzde “vahşi yaşamı koruduğunu” öne sürdüğü, takvimleri süsleyebilecek güzellikte doğa manzaraları içeren reklamlar yayınlatır ABD televizyon kanallarında.

Halkın tavırlarının oluşmasında, televizyon ekranına yansıyan görüntülerin içeriği kadar bazı şeylerin yansıtılmıyor olması da etkili olur. İngiltere Uluslararası Kalkınma Birimi’nin (British Department for International Development) 2000 yılında yayınladığı gelişmekte olan ülkelere dair haberlere, üç aylık bir süre zarfında televizyonlarda ne ölçüde yer verildiğini konu alan bir raporda, gelişmekte olan 137 ülkeden67’sine dair hiçbir habere yer verilmediği kaydedilir. Yer verilen 70 ülkeden 16’sı da yalnızca Batılı kimselerin ziyaretleri, vahşi yaşam olayları, spor müsabakaları veya dünyayı dolaşan bir balonun üzerlerinden geçmiş olması vesilesiyle ekrana yansımıştır. Bu ülkelere dair yayınların çoğunda, olayların geçmişine yer verilmeksizin, çatışmalara ve terörizme karşı yürütülen savaşla ilgili haberlere odaklanıldığı görülür. İlginçtir ki, bir ülkedeki televizyon kanalları arasında yaşanan rating savaşları, küresel köyde olup bitenlere dair haberlerin o ülke halkına dahaaz ulaşmasına neden olur. Sunulan dengesiz ve sınırlı haberlerdeyse, genellikle söz konusu ülkelerin kurtarılamayacak ölçüde şiddete teslimolmuş oldukları biçimindeki önyargılı anlayışların güçlendirildiği görülür.

Televizyon, özellikle ulusal kimlik ve niteliklere dair varsayımların doğrulanmasında etkili bir araçtır. Ulusal törenler ve tarihsel önemi olan olaylara yayın akışında önemli ölçüde yer verilir; örneğin, Britanya Adaları’nda soyluların düğün ve cenaze törenlerinin yayınlanması ulusal birliktelik duygusunu canlı tutmaya yarar. Dış haberlerin iletiminde,yönetimde olan hükümetin denizaşırı müdahalelerinin doğru olduğu varsayılır. 90’lı yıllardaki 1. Körfez Savaşı sırasında, Batı’nın askeri müdahalesinin kamuoyunca desteklenmesini sağlamada medya önemli bir rol oynadı. Basın sürekli olarak askeri personel gözetimindeydi ve muhabirler, sadece sınırlı “bölgelerdeki” seçilmiş noktalara götürülürdü.ABD’de, savaşın ilk altı ayı boyunca yapılan televizyon yayınlarında, büyük televizyon kanallarında savaşı konu alan toplam 2885 dakikalık yayının yalnızca 29 dakikası, bir başka deyişle yaklaşık % 1’i, askeri müdahale karşıtı kitle hareketlerine ayrılmıştı.7Keza 1999 yılında NATO’nun Kosova bombardımanı sırasında da, NATO ülkelerindeki medya kuruluşları hükümetlerinin müdahalelerini büyük ölçüde desteklemiştir. Ülkelerde ihtilaller yaşandığında, orduların televizyon kanallarını kontrol altına almalarına şaşmamalı.

Medya analizcisi Douglas Kellner şöyle der:


İdeolojiler toplumsal yaşama dair bazı temel baskın varsayımların (bireyselliğin, özgürlüğün, ailenin, ulusun, başarının vs. önemi gibi…) doğru kabul edilmesini sağlayarak duygulara, eğilimlere ve inançlara yön verir. Toplumlarda ortaya çıkan bazı gruplar, toplumca ‘aklın yolu’ kabul edilen bu temel varsayımları kendi çıkarları doğrultusunda yorumlar; örneğin, muhalif gruplar ve güç odakları genellikle kendi ideolojik gündemleri ve hedefleri doğrultusunda yorumladıkları demokrasi, özgürlük ve bireyselliksöylemleri geliştirir.8


Halkın, kendisine sunulanı düşünerek değerlendirmeden, televizyonu yalnızca eğlence, gerçekten kaçış ve haber alma aracı olarak görmesi, kültürel aynılaştırma görevini gerçekleştiren medya organlarının işini kolaylaştırır. California ortamında, medyanın büyük oranda etkisinde kalmış öğrencilere medya çalışmaları alanında ders verme deneyimiylealakalı olarak tekrar Kellner’dan bir alıntı yapmak gerekirse: ‘25 yıllık öğretmenlik deneyimime dayanarak söyleyebilirim ki, öğrenciler ve halkın çoğunluğu medya okuryazarlığı veya kendi kültürlerine eleştirel gözle bakabilme yetisine sahip değildir, dolayısıyla mevcut toplum yapısı ve kültürünün çıkarcı yönlendirmelerine karşı duyarlı olabilmeleri için eleştirel yöntemler ve araçlar konusunda bilgilendirilmelidirler.’9Çıkarcı yönlendirmelerin kaynağında yalnızca toplumun ekonomik ve toplumsal yapısı ve ulusal kimliğe dair ‘aklın yolu ’ olduğu iddia edilen örtülü inançlar değil, ırk, cinsiyet ve sınıflara dair toplumda hâkim olan görüşlerin de bulunduğu söylenebilir. Televizyon, “kurulu düzenin bir uzantısıdır, dolayısıyla geleneksel bakış açıları, inançlar ve davranışlarıdeğiştirmek, bunları tehdit etmek veya zayıflatmaktan ziyade, kurulu düzenin güçlendirilmesi ve korunmasına hizmet eder. Televizyonun birincil kültürel işlevi, mevcut toplumsal yapının yaygınlaştırılıp sağlamlaştırılmasıdır.”10

Ulusal sınırlar içerisinde kültürel aynılaşmaya hizmet eden medyanın, başka bir çerçevede algılandığında, kabul edilmiş toplumsal düzenleri yıkıcı bir etkisinin de olabileceği görülür. Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn ve İran’da uydu anteni kullanmak yasaklanmıştır. İran Meclisi (parlamentosu) İslami Sanat ve Rehberlik Komitesi Başkanı bu yasağı şöyle savunmuştur: “Kültürel saldırının önüne geçmek için alınmış bir tedbirdir bu… yabancı kültürlere karşı olduğumuzu bütün dünyaya gösterdik.”11Meclis komitesi başkanının bu tespiti hiç şüphesiz ki doğrudur. Televizyon, dünya çapında diziler, haber bültenleri, spor programları, bilgi yarışmaları, müzik videoları ve gişe filmleri gibi benzer yayın formatları kullanması dolayısıyla küresel bir etkendir. Dünya çapındaki televizyon programı ihracatında aslan payını (% 75’i) götüren Amerikan televizyon ve film endüstrisi, söz konusu kültürel varsayımların küresel yayılımına en fazla katkısı olan endüstridir.12Uydu antenikullanımına izin veren ülkelerde, hiçbir toplumsal değişimin yaşanmaması beklenemez.


İnanç sistemleri ve çoğulculuk


Yetişkinliğe geçişte, kişinin kendisine çocukluk döneminde benimsetilen “ön kabulleri” eleştirel bir gözle değerlendirmesi beklenir. En temel “ön kabuller” tabii ki reddedilemez, aksi takdirde toplumun faal bireyleri olamayız, ancak bu sınıflandırmaya girmeyen çok sayıda edinilmiş varsayım vardır. Bütün bu varsayımları nasıl değerlendirmeliyiz? Genellikle hiç değerlendirmemeyi tercih ederiz. Bu varsayımların çoğunu yetişkinlikte de benimsemeye devam ederiz ve büyük olasılıkla, kendi çocuklarımızın birincil sosyalleşme evresine de yön verir bu varsayımlar. Barry Barnes bu durumu şöyle ifade eder:


Yaşam biçimleri ne olursa olsun, çoğu kimse, benimsedikleri ve hayata geçirdikleri inançları fazla üzerinde düşünmeden kabul etmiş olup bu düşüncelerin doğruluğunu tartma zahmetine de nadiren girer. Bu zahmete girdiklerinde de, genellikle söz konusu inançların, “şeylerin doğasını” tam olarak karşıladıkları sonucuna varırlar. Modern toplumlarda inançlar, inançların kökeni, işlevleri ve doğruluklarına dair iddiaların eleştirel ve analitik açıdan incelenmeleriyse uzmanlara ve akademisyenlere bırakılmıştır ve halkın geneline pek bir şey ifade etmez. “Batılı sıradan insan” yaşamını doğruluğundan şüphe etmediği değerler (sağlam, nesnel ve akılcı olduğunainandığı değerler) üzerine kurar; genel itibariyle inançları doğrultusunda düşünür, ama inançlarının doğruluğunu tartmaz.13


Neyse ki inançların benimsenmesi mevzuu bu sınırlar içerisine sıkışmamıştır; muhtemelen her birimiz okuyarak, tartışarak ve üzerinde düşünerek benimsediğimiz birtakım inanç ve kanaatlerden bahsedebiliriz. Bu kanaatlerin çoğunu benimsememizde, mesleğimizin veya yaşamımızda önemli yer tutan diğer etkinliklerin etkisi yadsınamaz, çünkü çalışma hayatına hazırlanırken veya bu hayata dâhil olduktan sonra, mesleğimizden kaynaklanan düşünsel eğilimleri de değerlendirmek zorunda kalırız. Ancak benimsediğimiz çeşitli inanç ve görüşlere yakındanbakacak olsak, şaşırtıcı olsa da, bilinçli şekilde kabul ettiklerimizin azınlıkta olduğunu görürüz.

Kişilerin benimsedikleri inançları tartmalarına veya bir çeşit tepki göstermelerine sebep olan deneyimlerden biri de, içinde yetiştikleri kültürden çok farklı olan bir kültürün hâkim olduğu bir ülkeye taşındıklarında yaşanır. Aniden, alışageldikleri varsayımların geçerliliği şüpheli olur. Yaşamın vazgeçilmezleri saydıkları şeyler yoktur artık. Kimi zaman, yetiştikleri kültürlerde kibarlık göstergesi kabul edilen bazı “davranışlar” girdikleri yeni kültürde öyle farklı anlamlar taşırlar ki, iletişimkargaşası kaçınılmaz olur. Bu tecrübeler bazı kimselerin kültür şokuna uğramasına yol açar. Bu kişiler, “yeni kültürün” olumsuz yanlarını şiddetli biçimde eleştirir ve kendileriyle aynı kültürel önyargıları paylaşan başka yabancıların oluşturduğu yerel topluluklara çekilirler. İngiliz kimliğine en sıkı bağlı olanlar, yurtdışında yaşayan İngilizler’dir (tabii diğer uluslardan olanlar için de aynı yargıya varılabilir), üstelik bunu anlamak da güç değildir. İnsanın kendisine “ürkütücü derecede farklı gelen kültürlerde” kimliğini koruyabilmek için başvurduğu yollardan biri, kendi yurdundaki kültürün baskın olduğu alt kültürlere sığınmaktır. Böylece “aklın yolu” saydığı yargıların doğrulandığını hissettiği bir ortama dâhil olur kişi. Ordular da, denizaşırı ülkelerde konuşlanmış birliklerine, evde olma huzurunu hissedebilecekleri bir ortam sağlamanın gerekliliğinin bilincindedir. Türkiye’de yaşadığım dönemde, ABD askeri üslerini birkaç defa ziyaret etme fırsatım oldu ve her seferinde böylesi ortamların yarattığı ilginç hissi deneyimledim. Bu ortamlara girmek adeta, dolaptan geçerek Narnia’ya (C. S. Lewis’in Aslan, Cadı ve SihirliDolap adlı eserinde kurguladığı masalsı diyara) çıkıvermeye benzer; tabii ki kitaptakinden farklı olarak benim girdiğim bu “Narnia”, Amerikan evleri, arabaları, eczaneleri, süpermarketleri, beysbol sahaları, trafik levhaları ve filmleriyle bezeliydi. Bu üslere girmek, gerçekten de “küçük bir Amerika’ya” adım atmak gibidir. Kendi kültürel kurallarını barındıran tamamen kapalı bir değerler sistemi, bir ölçüde laikleştirilmiş bir İslam toplumunun orta yerinde demir atmış bir savaş gemisi gibi salınır durur.

Burada verdiğim, bir kapıdan geçerek “başka bir dünyaya” adım atma örneği, aslında hepimizin bir ölçüde deneyimlediği bir hissi barındırır. Şimdiye kadar, erken yaşlarda gelişimimizi etkileyen sosyalleşme deneyimleri ve popüler kültürün, bizleri belirli bir ulusal kimlik ve dil çerçevesinde yaşamaya hazırlayan aynılaştırıcı etkileri üzerinde durduk. Ancak günümüz Batı toplumlarında, herkesçe paylaşılan bu aynılaştırıcıulusal varsayımlar katmanının altında, farklı alt kültürlerce benimsenençeşitli kültürel uygulamalar, yaşam biçimleri ve inanç sistemlerinin hâkim olduğu ikinci bir katman vardır. Üstteki katman okyanusun derinlikleri gibi, ikinci katmansa daha çok okyanus yüzeyindeki düzensiz dalgalar gibidir.

Sanayileşmemiş toplumlar, genellikle yukarıda belirtilen kültürel yargı ve uygulama katmanlarının her ikisinde de aynı ölçüde bütünlük arz eder. Böylece toplumun bir arada tutulmasını sağlayan dünya görüşü ve toplumsal normlar iç içe girer. Tabii ki bu toplumlarda da herkesin aynı yaşam biçimini sürdürdüğü söylenemez, çünkü yaşam biçimleridoğrudan parasal güç ve sınıfla bağlantılıdır. Ancak toplumsal roller genel itibariyle kabul görmüş ve sınırları kesin biçimde çizilmiştir. Sanayileşmiş toplumlar bile uzun dönemler boyunca kültürel bütünlüklerini büyük ölçüde koruyabilirler. Toplumsal gelenekçiliğin Batı ülkelerinden çok daha güçlü olduğu Japonya’da ve Türkiye gibi yeni sanayileşen Orta Doğu ülkelerinde böyle olmuştur. Ancak, toplumsal aynılık,modernleşme güçlerinin etkisiyle zamanla çözülmeye başlar. Özellikle Tokyo ve İstanbul gibi büyük şehirlerinde, geleneksel toplumsal normların gittikçe değiştiği görülen Japonya ve Türkiye’de bu süreç belirginbiçimde işlemektedir.

Modern Batı toplumlarının ortak paydası çoğulcu olmalarıdır. Günümüzde postmodernizm kisvesi altında işleyen kültürel etkenler bu çoğulculuğun daha da vurgulanmasına yol açar. Büyük çaplı kurumlar ve kuruluşlar, üstü örtülü bürokrasiler, küçük çaplı tarikatlar, ekofeministler, çevre savunucuları ve genetik mühendisleri; bütün bu topluluklar aynı ülke içerisinde, kendi alt kültürlerini ve inanç sistemlerini savunarak barınabilir. Dönemin yükselen çıkarları doğrultusunda, bazı alt kültürler yükselişe geçerken diğerleri zayıflar. Bizler de, “evde olma” huzurunu en fazla hissedebildiğimiz alt kültürlere yöneliriz genellikle ve içinde yaşadığımız çoğulcu toplumlarda barınan diğer alt kültürlerlemuhatap olmak rahatsız edici, hatta düpedüz ürkütücü olabilir. Dâhil olduğumuz ortamlarda bizlere “evde olma” huzurunu hissettiren semboller, bu ortamlara konuk olan kimselerin yabancılaşmalarına sebep olan unsurların başında geliyor olabilir. Beyaz laboratuar önlükleri, ortalığa yığılmış güç kaynakları ve elektroforez aletleri, dizi dizi kimyasalayıraçlar ve bir sonraki deneyi yapmak için sabırsızlanan, etrafta koşuşturan doktora öğrencilerini görmek beni çok keyiflendirir. Yüksek hızlı santrifüjlerin iniltisini, hücre kültürü aparatlarının kükremesini ve çok değerli verileri basan yazıcıların vınlamasını duyduğumda kaslarımın gevşediğini ve rahatladığımı, zihnimin açıldığını hissederim. Ama itiraf etmek gerekir ki, benim “evde olma” huzurunu yakaladığımbu bilimsel araştırma ortamında, herkes aynı huzuru hissetmez. Çok sayıda sekreterin, sayısız alıcıya sonu gelmeyen e-postalar göndermekle meşgul oldukları büyük şirket ofislerinde bulunmak beni oldukça huzursuz eder. Duygusallığın hâkim olduğu bir dinsel uyanış toplantısına katılmışbulunup, kendi duygusal tutumumu o ortamda yayılan dinsel hislere göre “doğru” biçimde ayarlamam gerektiği yönünde beklentilerle karşılaşmak olasılığıysa beni dehşete düşürür.

Evde olma” huzurunu hissetme arzusu insanın başlıca güdülerindendir: İşyerimizde, aile ortamımızda, kendi iç dünyamızda ve en nihayetinde, bir şekilde evrende “evimizde” hissederiz. Lübnan iç savaşı sırasında Batı Beyrut’ta Amerikan Üniversitesi Hastanesi’nde görev yaptığım dönemde, yaşadığımız evin hemen önünde, iki karşıt milis kuvvet arasında şiddetli bir çatışma yaşanmıştı. Altı saat boyunca koridorda yüzüstü yatmak zorunda kaldık. Evimizin karşısındaki binayı hedef alanroketatar mermilerinin patlamasıyla adeta sağır oluyorduk ve her isabetin ardından gelen anlık sessizlik, kırılarak düşen camların şangırtısı veyanan arabaların parçalanan tekerlerinden kaçan havanın çıkardığı seslebölünüyordu. Aslına bakarsınız çatışma başlandığında, Journal of the Society for Psychical Research’in yayınladığı “beden dışı deneyimler” konulu tez belgesini okumaya çalışıyordum (oldukça şüpheci bir gözle okuduğumu da eklemeliyim). Dışarıda süren çatışma bağlamında, bu tezde değerlendirilen konunun tam da o anda okunabilecek türden olduğu düşünülebilir belki de. Ama aynı sayfayı sekiz kere okuduğum halde hiçbir şey anlamamış olduğumu fark ettiğimde okumaktan vazgeçtim. Modern patlayıcıların çıkardığı insanı allak bullak eden gürültü, insan beynini felç eder ve normal düşünme faaliyetlerini imkânsız kılar. Ancak çatışmalar sona erdiğinde ve ateşkes ilan edildiğinde, dünyayı yeniden “normal” haline döndürmeye yönelik güçlü bir arzu hâkimdi ortama. Yanmış arabalar sokaklardan toplandı; cam kırıkları süpürüldü ve yeni camlar takıldı; savaşın izleri zamanla silindi. Keskin nişancıların faaliyetleri kesilir kesilmez, her zamanki gibi raketimi alarak tenis kortunun yolunu tuttum. Çatışmaların yaşandığı bölgelerde yaşayan insanlar bir araya gelerek kendi sokaklarında olup bitenleri birbirleriyle paylaşıyordu. Ölüm veya yaralanma olayları dışında, en sarsıcı deneyimleriyaşayanlar, yangınlar veya isabet eden patlayıcıların etkisiyle evlerini yitiren insanlardı. Lübnan iç savaşı sırasında üç ayrı evini yitirdiği halde, yılmadan yeni bir ev inşa eden kimseler tanıyorum. Bu evleri yalnızca barınacak yerleri olsun diye inşa etmiyorlardı; anarşi ve şiddet ortamında, aklın yitirilmemesinin ancak “evde olma” hissinin korunmasıyla mümkün olmasıydı onları yeni evler kurmaya iten. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, “insanları yaşam biçimlerine göre birbirinden ayıran, zamanla öğrenilen sosyokültürel eğilim ve faaliyetler sistemi”14şeklinde tanımladığı habituskavramını vurgular. Doğal olarak, bizlerlebenzer habitus’ları benimsemiş kimselerle yakınlık kurarız. Kendi habitus’umuzun sırça köşkünden/rahatlığından ayrılarak başka kimselerin habitusunda vakit geçirmek başlı başına rahatsız edici bir deneyim olabilir. Nasıl ki, başka bir ülkeyi ziyaret ettiğimizde ve doğru kabul ettiğimiz dünya görüşlerinde geçerli olan varsayımlar sarsıldığında ‘kültürşoku’ yaşayabiliyorsak ya da savaş ve devrimlerin etkisiyle habitus’umuz bozulabiliyorsa, inançlarımız ve kültürel uygulamalarımızın gerçekliği de, bu inançlarımızın önemsiz sayıldıkları ya da aptalca bulunarak alay konusu oldukları alt kültürlerin etkisine maruz kalmaları durumunda erozyona uğrar. Rakiplerinin iki katı kadar süt sağlayabilecek genetik olarak değiştirilmiş süper inekler yaratmak üzere araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmeyi umut eden gelecek vaat eden bir biyokimyacı, gıdaların genetik olarak değiştirilmesine karşı olan ve inekleri kutsal sayan Hindular’ın arasında yaşıyor olsa, “doğru yol” kabul ettiği bu mesleki ideallere bağlı kalmakta oldukça zorlanabilir.


Paradigmalar ve Paradigma kaymaları


Böylesi çoğulcu bir ortamda, belirli bir inanç sistemini nasıl koruyabiliriz? Ayrıca birçok insanın yaşamına yön verirken benimsediği dünya görüşleri (kurallarına ne ölçüde riayet ederse etsin), hatalı olduklarına işaret eden verilere rağmen nasıl olur da geçerliliklerini koruyabilmektedir? Yaşamlarımıza yön veren dünya görüşleri, Thomas Kuhn’un, bilimsel toplulukların çalışmalarına yön verdiğini söylediği paradigmalardan çok da farklı değildir.15Kuhn paradigma kavramı konusunda şöyle der: “Yalnızca belirli bir bilimsel topluluğun üyelerince paylaşılanyargılardır… (ve) esas itibariyle birbirinden önemli ölçüde farklı olan bir grup insanın bir araya gelerek bilimsel bir topluluk oluşturabilmelerini mümkün kılan, bu kimselerin üzerinde anlaştıkları bir paradigmayıbenimsemiş olmalarıdır.”16Kuhn’a göre, “normal bilim”, bilim adamlarının, paradigmaların çizdiği sınırlar içerisinde yürüttükleri bilimsel çalışmalardır. Paradigmalar, bilim adamlarının iletişim kurabilmelerini sağlayan ve gerçekleştirdikleri deneyleri yorumlayabilmelerini mümkünkılan, herkesçe kabul edilen kapsayıcı inançlardır. Kuhn’a göre, bilimin çeşitli dallarında yaşanan büyük gelişmeleri mümkün kılan şey, geçerliparadigmaya uyum sağlamayan verilerin birikerek bu paradigmayı yıkması sonucunda gerçekleşen “devrimlerdir”. İlk başta, bu verileri geçerli paradigma çerçevesinde açıklanabilir kılmak üzere yoğun çaba sarf edilir, ancak eninde sonunda söz konusu paradigma içerdiği uyumsuzluklardan dolayı geçerliliğini yitirmeye başlar ve yeni verilerin dahamakbul biçimde açıklanabilecekleri yeni bir paradigma oluşturulur. “Devrim” niteliğindeki bu paradigma kaymaları da bilimsel çalışmaların yine bir süre boyunca “normal” biçimde devamını sağlar.

Kuhn’un öne sürdüğü bu modelin, bilimsel kuramların tarihsel gelişimini geçerli biçimde izah edip etmediği ise bu kitabın sınırlarını aşacak bir meseledir. Gerçekte bilim tarihçileri, araştırmalarda yaşanan en büyük çaplı anlaşmazlıkların, önemli geçiş dönemlerinden ziyade bilimsel çalışmaların “normal” biçimde sürdürüldükleri dönemlerde yaşandığını keşfetmiştir. “Paradigma” kuramının, tarihçilik alanında inandırıcılığını yitirmiş olsa da, bilim adamlarınca halen kabul gördüğünü belirtmekte yarar vardır. Örneğin, benim alanım olan bağışıklık bilimini konu alan eleştirel makalelerde, belirli bir araştırma kapsamında öne sürülen “rakip paradigmalardan” da dem vurulması olağandır. Kuhn’un modeli, bazı bilim adamlarının kendi alanlarında kriz yaşandığında sarıldıkları bir can simidi görevi de görebilmektedir; çünkü bu model sayesinde, kriz yaşanıyor olsa da bir süre sonra her şeyin normale döneceğini umut etmek mümkündür. Paradigma kuramı, geçerlilik kazanacağı koşulların oluşumunu tetikleyerek kendi kendini doğrulatabilen sosyolojik kuramlara iyi bir örnektir. Örneğin, bundan birkaç yıl evvel, evrenin fiziksel bileşenlerinin çoğunluğunun (sözde karanlık madde) tanımlanmamış olduğunun ortaya çıkmasıyla astronomi alanında kriz yaşanmıştı. Evrendeki şeylerin izlenmesini konu alan bir bilimsel araştırmalar kolu, uzun süredir çoğu gizemin keşfedilmiş olduğu paradigması çerçevesinde sürdürülmüş ise, birilerinin gerçekte birçok şeyin gözden kaçmış olduğunu keşfetmesi, kaçınılmaz olarak çözülmesi güç sorunlar doğuracaktır.17Karanlık maddenin tespitine yönelik arayışlar sürmektedir ve bu yönde birtakım aşamalar kaydedilmiştir.

Paradigma” kavramını, bilimsel alandaki kullanımından benzeşim yaparak, yaşamlarımıza yön vermek üzere başvurduğumuz (bilinçli veya bilinçsizce) dünya görüşlerinden bahsederken de kullanabiliriz. Aslında yaşamlarımıza yön verirken her biri duruma bağlı olarak önem kazanan paradigmalardan oluşan bir paradigmalar altkümesinden faydalanırız. Ancak bütün bu paradigmaların nasıl kullanılmaları gerektiğini belirleyen ve büyük “P” ile yazılabilecek bir baş Paradigma söz konusudur; inançlarımızın tutarlı olmasını istiyorsak böyle bir paradigmanınvarlığı şarttır. Elbette ki bu Paradigmalar fizik ötesi kavramlar, yani bilimsel bilgiyle izah edilemeyecek kavramlar da barındırabilir. Bu Paradigmalar yukarıda bahsi geçen yaşam biçimleri ve inanç sistemlerinin ‘ikincil kademesini’ sarıp sarmalayarak bu unsurları anlamlı kılar ve yönlendirir. Eğer bir kimse kendi duyu organlarıyla sezinleyebildiğininötesinde başka bir şeyin var olmadığına inanmışsa, bu inancın oluşturduğu Paradigma tabii ki benimseyen kimsenin yaşamının diğer yönlerini de etkileyecektir. Öte yandan, doğayı kutsal kılan ruhsal bir gücün var olduğuna inanan kimseyse, yaşamına yön veren paradigmalar altkümesinin nasıl şekilleneceğini bir ölçüde belirleyecek bir Paradigma benimsemiş olur. Evreni yaratan ve kendisinin yaşamı için belirli planlara sahip olan bir Tanrı’nın var olduğuna inanan kimse de bambaşka biçimde yön verecektir yaşamına.

Bilimsel çevrelerde kabul gören Kuhncu paradigmalardan benzeşimle böylesi kişisel Paradigmaları tanımlamak fikir vermesi bakımından faydalı olsa da, diğer benzeşimlerde olduğu gibi bu benzeşimi de fazla ileri götürmemek gerekir. Nasıl ki bilimsel çevreler, bilimsel çalışmaların “normal” biçimde işlediği dönemlerde benimsenen paradigma çerçevesinde çok sayıda yeni veriyi açıklayabiliyorsa, bizler de yeni edindiğimiz verileri kişisel Paradigmalarımıza dâhil etme konusunda oldukça başarılı oluruz. Gündelik yaşamda edinilen bilgilerin büyük çoğunluğu, bilinçsizce zihnimizin bir köşesinde tasnif edilir. Bu tasnifleme işi sürekli tekrarlandığı için bir süre sonra otomasyona bağlanır ve zihindeki sınıflandırmalara uymayan bilgiler türlü bahanelerle tasnif dışı kabul edilir. Yeni bilgilerin önceden benimsenmiş dünya görüşleri çerçevesinde değerlendirilmelerinde görülen bu işleyiş, benzer ortamlarda yetişmiş iki kişinin iletişim kurmalarını veya anlaşmalarını neredeyse imkânsız kılacak ölçüde farklı inançlara sıkı sıkıya sarılabildiklerini izah etmeyi bir ölçüde mümkün kılar. Bu iki kişi bambaşka tasnifleme kıstasları benimsemiştir.

Olaylara ve bilgilere getireceğimiz yorum, dünyaya hangi gözlüklerle baktığımıza bağlıdır. Örneğin, biri evrimi insanın mükemmelliği yakalayışına kadar devam edecek evrensel bir süreç olarak, bir başka kimseyse serbest piyasa ekonomisini meşru kılan bir var olma mücadelesi olarak yorumlayabilir; üçüncü bir kişi içinse evrim, Tanrı’nın var olmadığı yönündeki düşünceyi doğrulayan en önemli dayanak olabilir. İnsan zihni öylesine esnektir ki, bambaşka Paradigmaları benimseyen kimseler, aynı kuramları ve verileri kendi yorumlamalarıyla özümseyebilmektedir. Elbette özümsenen bu kuram ve veriler, daha sonra değerlendirildiklerinde öylesine çarpıtılmış olurlar ki, Paradigma’yı doğrulayan sağlam kanıtlar gibi görünürler.

Korkunç gerçekleri göz ardı etmek hepimizin yaptığı bir şeydir. Örneğin, günümüz endüstriyel Batı toplumlarında ölüm olgusu, neredeyse(popüler efsaneleştirme eğilimleri uyarınca) 19’uncu yüzyılda cinsellikkonusunun sözde tabulaştırıldığı ölçüde tabulaştırılmaktadır. Belki de nüfusun büyük çoğunluğu için ölüm gerçeği, kişisel Paradigmalarını tahammül edilemez ölçüde tehdit eder. Kişisel sağlık ve dayanıklılık bilim, teknoloji ve sağlıklı beslenme aracılığıyla güçlendirilebilse de, modern bilim adamları yaşam sonrasındaki o tasavvur edilemez hiçliğe dair hiçbir açıklama sunamamıştır. Dolayısıyla, medeni kimselerin bu konuya hiç değinmemesi beklenir. Ölüm olgusu, can sıkıcı azınlıklar ve uzak diyarlarda yaşanan adaletsizlikler gibi sözü edilmeyecek konularla birlikte hasıraltı edilir.

Küçük ‘p’ ile yazılan paradigmalar da, toplumlarda geniş kitlelerce benimsenen inançların doğrulanmasında küçümsenmeyecek ölçüde etkili olur. Gerçi büyük ‘P’ ile yazılan ve küçük çaplı paradigmaları bütünleştiren özelliği olan ‘kapsayıcı fizik ötesi Paradigmalar’ kadar geniş kapsamlı değildir. Küçük ‘p’ ile yazılan paradigmaların etkisine örnek olarak; bu kitabı okumakta olan kimselerin çoğunun, Orta Çağ’da yaşayan Avrupalılar’ın Dünya’nın yassı olduğuna inandıklarını ve dünyanınyuvarlak olduğu düşüncesinin ancak Kopernik ve Galileo gibi astronomların çalışmaları sonrasında kabul edilmeye başlandığını zannediyorolmalarıdır. Atlantik Okyanusu’nu geçtiği destansı seferlerde Kolomb’a eşlik eden denizcilerin, yassı olduğuna inandıkları Dünya’nın kenarından düşebileceklerini düşündükleri için bu seferlere çıkmaktan korktukları hikâyesi herkesçe bilinir. İtiraf etmeliyim ki, Orta Çağ insanlarının düşüncelerine dair bu paradigmatik anlatıya yakın zamana kadar ben de inanmaktaydım. Basında “yassı dünya toplumlarına” ara sıra yapılan şaka yollu göndermeler ve Dünya’nın yassı olmadığını gösteren onca delile rağmen, inatla bu düşünceyi koruyan kimselerden bahsedilirken kullanılan alaycı nitelikteki “yassı dünyacı” ibaresi bu paradigmanın yerleşmesinde etkili olmuştur. Bu ibarelerin Kolomb’un gemilerinde görev yapan ve dünyanın yassı olduğuna inanan denizciler veya geçmiş çağlarda yaşamış başka bilgisiz kimseleri tanımlamak üzere kullanıldıkları açıktır. “Yassı dünya” paradigması, Orta Çağ’da yaşayan bilim öncesi insanların dünya konusunda hakikaten çok cahil oldukları yönündeki genel kanıyla gayet uyumludur. Joseph Chiari’nin, Kristof Kolomb adlı tiyatro oyununda, Kolomb ile bir Başrahip arasında şöyle bir konuşma geçer:


Kolomb: Dünya yassı değil Peder, yuvarlak!

Başrahip: Böyle şeyler söyleme!

Kolomb: Ama gerçek bu; adalarla dolu bir değirmen havuzu değildir, küre biçimindedir Dünya.

Başrahip: Söyleme böyle şeyler; küfür sayılır bu söylediğin.18


Yassı dünya” paradigmasını sorunlu kılan nokta, kesinlikle yanlış olmasıdır. Tarihçiler uzunca bir süredir, Orta Çağ’da yaşayan insanlarınDünya’nın yassı olduğuna inandıkları düşüncesinin tarihsel dayanaktanyoksun olduğunu vurgulamaktadır. 1930’lu yılların başlarında tarihçi Cecil Jane şöyle demiştir:


15’inci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Dünya’nın yuvarlak olduğu, Batı Avrupa’daki eğitimli kimselerin hepsince ya da en azından büyük çoğunluğunca doğru kabul edilmişti. İspanya’da, gelenekçi (Ortodoks) teologlarınbunun aksi bir görüşü benimsedikleri ve bu görüşün de dinsel önyargılarla desteklendiği yönündeki bir zamanlar itimat edilen varsayım da temelsizdir.19


Günümüzün saygın bilim tarihçilerinden David Lindberg’de şunu hatırlatır bizlere:


Çoğunluğun doğru kabul ettiği hikâye uyarınca, Dünya’nın yassı olduğu yönündeki kuramsal dogmanın yıkılması için Dünya’nın küre olduğunun deneysel olarak kanıtlanması gerekmişti. Hâlbuki gerçekte, Dünya’nın küreoluşu Orta Çağ’a kadar geçerli olan genel dogmanın önemli öğelerindendi;öylesine önemli bir öğeydi ki bu, çürütülmesine yönelik kuramsal veya deneysel ne kadar iddia ortaya atılırsa atılsın, sarsılması mümkün değildi.20


Lindberg’in burada işaret ettiği, Yunan filozoflarınca Orta Çağ’a mirasbırakılan baskın Aristotelyen dünya anlayışı Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların, yuvarlak bir Dünya’nın etrafında eşmerkezli yörüngelerde döndükleri anlayışıdır. “İ.S. 5. yüzyıldan sonra saygın Yunan yazarlardan hiçbiri” Dünya’nın yuvarlaklığından şüphe etmiyordu. İstisnai olarak, Leucippus ve Demokritus isimli atomcularınsa Dünya’yı, atmosferle çevrili yassı bir disk olarak tasavvur ettikleri düşünülür.21

Kolomb’un, sefere çıkmadan önce danıştığı ve görüşlerini fevkaladeönemsediği kişilerden biri, Dünya’nın coğrafyası ve yapısı konusunda oldukça ayrıntılı yazılar kaleme almış olan teolog ve felsefeci Pierre D’Ailly’dir. D’Ailly, doğal engeller olmasa (dağlar gibi) insanın birkaçyılda Dünya’nın etrafında dolanıp başladığı noktaya dönebileceğini yazmıştı. Kolomb’un, D’Ailly’nin kendisine verdiği nüshalar üzerine çok sayıda açıklayıcı not düşmüş olmasından, D’Ailly’in görüşlerini gayet ciddiye aldığını anlıyoruz.22Orta Çağ’da yaşayan daha birçok büyük düşünür de, Dünya’nın yuvarlaklığı üzerine ayrıntılı yazılar kalemealmıştır. Orta Çağ’ın erken dönemlerinde yaşayan, büyük tarihçi ve doğa bilimci Bede (yaklaşık 673-735), Dünya’nın dairesel evrenin merkezinde olduğunu doğrulamış ve evrenin sonsuz büyüklüğüyle kıyaslandığında, dağlar ve vadiler gibi yeryüzü biçimsizliklerinin çok önemsiz olduklarını, dolayısıyla Dünya’nın kusursuz bir küre olduğunu ifade etmenin mümkün olduğunu belirtmiştir. Jean Buridan (yaklaşık 1300-58) ve Nicolas Oresme (yaklaşık 1320-82), yerkürenin dönmesi konusuna da kafa yormuşlardır.

Peki, Orta Çağ insanının Dünya’nın yassı olduğunu zannettiği yönündeki efsane nasıl gelişmiştir? Tarihçi Jeffrey Russell, bu sorunun cevabına ulaşmak için ayrıntılı bir araştırmaya girmiş ve başlıca iki etken saptamıştır. Birincisi; tarihi romanlar yazan Amerikalı Washington Irving (1783-1859), 1828 yılında yayınlanan History of the Life and Travels of Christopher Columbus(Kristof Kolomb; Yaşamı ve Seferleri) isimli kitabını, İspanya’da geçirdiği üç yıl içerisinde kaleme almıştır.Ancak Irving birtakım tarihsel belgelerden yararlanmış ve yazdığı bu ‘biyografide’ Kolomb’un yaşamını tarihsel olarak doğru biçimde yansıttığını iddia etmiş olsa da, aslında kurgusal öğeler katmıştır eserine.23Irving yazdığı biyografide Kolomb ile akılsız din adamları arasında “Salamanca konseyinde” yaşanan dramatik bir tartışmaya yer vermiştir.İşte Joseph Chiari’nin tiyatro oyununun yukarıda bahsi geçen bölümü de Irving’in bu anlatısı üzerine kuruludur. Kolomb, “hepsi kendi alanlarında söz sahibi olan profesörler, keşişler ve kilise ileri gelenlerinin huzuruna çıkan ve kendi kuramını zarif bir üslupla savunan ve yeni dünyaya yönelik hedeflerine destek arayan basit bir denizciydi”. Gerçektende çok zarif… Irving yazdığı biyografide, Kolomb’un Dünya’nın yuvarlak olduğu yönündeki iddiasının “manastır bağnazlarınca, Kutsal Kitap’tan alıntı yapmak ve çeşitli azizlerin tefsirlerini hatırlatmak suretiylereddedildiğini” ve “Kutsal Yazılar’la veya iman atalarının yorumlarıylaçelişir gibi görünen matematiksel hesaplamaların dikkate alınmadığını”anlatır.

Ancak Irving’in kitabında anlatılan bu bölüm tamamen kurmacadır.Salamanca’da asla böyle bir konsey toplanmamıştır. O dönemde yaşayan felsefeci ve teologların hepsi Dünya’nın yuvarlak olduğunu biliyorlardı. Kutsal Kitap’ta da bunun aksi iddia edilmez. Kolomb veya denizcileri, yassı olduğunu sandıkları Dünya’nın kenarından düşme korkusuda yaşamamışlardı. Irving hayal gücünün dizginlerini yitirmekle kalmamıştır; erişebildiği kaynaklardan sorumsuzca yararlanmıştır ve eseriirili ufaklı birçok hatayla doludur. Günümüzde tarihçiler Irving’in bu kitabını ciddi bir tarihsel belge olarak değil, hayal ürünü anlatılarla dolu ilginç bir dönemsel eser olarak görür. Ancak yayınlandığı dönemde kabul gören Irving’in abartılı anlatımlarına çok geçmeden okul kitaplarında yer verilmeye başlanmıştı. Yararlandığı kaynakların doğruluğunu sorgulama zahmetine girilmeksizin, sunulanlar kesin bilgilermişçesine tekrar tekrar atıfta bulunulurdu Irving’in eserine. Irving, daha sonraları yazdığı ve ilk ABD başkanını kurmaca bir soy ağacıyla ilişkilendirdiğiLife of Washington adlı eserinde de benzer eğilimler göstermiştir.

1873 yılına gelindiğinde, Irving’in kurmaca “Salamanca Konseyi”, John Draper’ın, ABD’de elli yıl boyunca elli baskısı, Britanya’daysa onbeş yılda yirmi bir baskısı yapılan The History of the Conflict Between Religion and Science(Bilim ile Din Arasındaki Çatışmanın Tarihi) adlıeserine bile sızmıştı. Irving’in anlatısından yola çıkan Draper kendi eserinde, Salamanca’da sözde “İspanya Başkardinali’nin” önderliğinde toplanan ve kendini bilgili sanan bir grup fanatiğin ilk kilise babalarından alıntıladıkları birtakım iddialarla Kolomb’a yüklendiklerini aktarıyordu kitabında. Irving’in eseri, bilim ile dinin çekişme içerisinde olduğu iddiasını savunan kimseler için eşsiz bir kaynaktı. Draper’ın bu kitabı, bilim ve din arasında bir savaş yaşandığının ilk defa etkili bir isim tarafından açıkça ifade edilmesi sayılabilir. Jeffrey Russell’ın dediği gibi, bu kitap “aydınların zihninde, ‘bilimin’ özgürlük ve ilerleme anlamına geldiği, ‘dininse’ hurafe ve baskıdan ibaret olduğu düşüncelerininyerleşmesine sebep oldu.”24Draper’ın eserleri birçok dile tercüme edildi.

Bilim ile din arasında “çatışma” olduğu yönündeki kuramının, Viktorya İngilteresi’nin son dönemlerinde ortaya çıkması meselesine daha sonraki bölümlerde döneceğiz. Tarihsel hataların adeta mutant genler gibi, izi sürülüp tespit edilebilecek birtakım taşıyıcılar silsilesiyle kuşaktan kuşağa aktarılabildiklerini belirtmekte yarar vardır. Genetik bir hastalık olan porfiriye Avrupa’da nadiren rastlansa da, 30.000 beyaz Güney Afrika vatandaşı taşıyıcısıdır bu hastalığın. Sadece Johannesburg’da bile, Hollanda’nın tümünde olduğundan daha fazla taşıyıcısı vardır. Bütün bu taşıyıcılar, Hollanda’dan ilk göç eden küçük kurucu gruptan olan tek bir kişinin soyundandır. Özellikle bir ailede öylesine sık rastlanır ki porfiriye, hastalık Güney Afrika’da bu ailenin ismiyle, yani Van Roojen hastalığı olarak anılır olmuştur.25Benzer biçimde, “yassı Dünya hatası” da, çok okunan kitaplarda nesilden nesle aktarılmış ve zamanla, geçmişte yaşamış insanların inançlarına dair genel bir kanı oluşturmuştur.

Aynı hatalı aktarıma, Fransız Ulusal Enstitüsü (Fransız Devimi’nin ardından kapatılan Kraliyet Bilim Akademisi’nin yerini almıştı) üyesi Antoine-Jean Letronne’nin (1787-1848) yazılarında da rastlanır. Letronne’nin enstitüdeki çağdaşları, Orta Çağ’da Dünya’nın küre olduğuna inanıldığının bilincindeydiler aslında. Ancak bu kimselerin yazılarından da anlaşılacağı üzere, Letronne tam aksini savunmayı seçiyordu.Tabii ki bu bakış açısı Letronne’nin, bilimsel keşiflerin yapılmasıyla teologların cahilce inançlarının ortadan kaldırıldığı yönündeki kuramıylaçok daha uyumluydu. Letronne’un yazıları da, aynı Irving’inkiler gibi, kaynakların doğruluğunu araştırma zahmetine girmeyen kimselerce hızla benimsenmiş, yassı Dünya hatasının daha da yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur.

Peki, bu hatalı anlayış nasıl olur da bugün halen doğru kabul edilmektedir? Russell’a göre, bu tür hatalı anlayışlar bir süre sonra kendi kendini doğrulamayı sağlayan bir “efsaneler döngüsü” geliştirerek kendilerini idame eder hale gelir.


Bu efsaneler döngüsü zamanla düşüncelerimizle bütünleşir ve dünya görüşümüzün biçimlenmesinde öylesine etkili olur ki, karşıt delillerle çürütülmesi çok zorlaşır. Orta Çağ insanının, Dünya’nın yassı olduğunu düşünecekkadar cahil olduğu düşüncesini öylesine benimsemişiz ki, bunun doğru olmadığını gösteren deliller sunulsa bile bu delilleri göz ardı ederiz.26


İşte paradigmaların böylesine önemli etkileri vardır.


Paradigmalar, bilim ve inanç


Eğer aydınlanma çağı sonrası toplumlarda tarihsel kanılara dair böylesine tuhaf ve çarpık paradigmalar benimsenebiliyorsa, aynı toplumlardabilim ve bilim adamlarına bakışta, inanç kavramlarını anlayışta ve bu unsurlar arasındaki ilişki konusunda da yanılgılar olabilir mi acaba?

Bilim adamları halkın gözünde nasıl göründükleri konusunda oldukça hassastır. Bu hassasiyetin kaynağında, geçtiğimiz yüzyıl boyunca medyada çizilen bilim adamı portresinin pek de iç açıcı olmaması yatar.27Amerikan televizyon dizisi Uzay Yolu’nda Yıldız gemisi Atılganmürettebatından olan duygusuz ve akılcı Mr. Spock, bilim adamı portresinin medyada nasıl çizildiği konusunda fikir verir. Mr Spock: Karmaşık sorunları çözmekle görevli, faydacı bir ahlâk anlayışına sahip duygusuz bir yarı-insan. Medyada böylesi basmakalıp yansımalara sıkça rastlanır. Jules Verne, Sir Arthur Conan Doyle ve H. G. Wells’in 19 ve 20’nci yüzyılda kaleme aldıkları eserlerde ve daha güncel bir örnek olarak, 80’lerde gösterime giren Indiana Jones üçlemesinde “kahramanbilim adamı” karakterlerine rastlanır. Bu kurgularda, fiziksel ve düşünsel alemin korkusuz birer maceracısı olan ana kahramanlar, açık fikirli ve akılcı bir yaklaşımla dünyadaki yanlışları düzeltmek üzere işe koyulurlar. Çizilen bu portre bilim adamları için bir ölçüde avutucu olabilir,ancak ne bilimsel araştırma hayatının gündelik angaryasını, ne de bilim dünyasında yer alan insanların çeşitliliğini gerçekçi biçimde yansıtır. Medyada halen rastlanabilen bir diğer bilim adamı portresi de “dalgın profesör” tiplemesidir. Klasik “dalgın profesör” tiplemesi ne kadar iyi niyetli olsa da, tuhaf veya beklenmedik gelişmeler sonucunda işlerin sarpa sarmasına yol açar. Bu yaklaşıma göre, bilim adamları her şeye hâkim olabileceklerini sanır, ama ansızın bir şeyler ters gider, hesaplar tutmaz ya da çevre koşulları ansızın değişir ve dünya tehdit altında kalır. Bunlar Hollywood filmlerinde sıkça rastlanan temalardır.

Ancak en etkili olan ve Batılıların bilinçaltına en fazla işleyen yazınsal kurgu ürünü, hiç şüphesiz ki Mary Shelley’nin (1797-1851) yarattığıFrankeştaynkarakteridir. 1818’de yayınlanan Gotik korku romanı Frankeştayn’ı yazmasında ilham kaynağı olduğu sanılan kâbustan bahsederken, “Beni korkutan, başkalarını da korkutacaktır” diyordu Mary Shelley. Medeni sınırları yok sayan bilim adamı tiplemesi insanları hâlâürkütür ve Frankeştaynimgesi de, boyalı basın tarafından klonlama veya genetik mühendisliğiyle gıda üretimi gibi uygulamaların veya öcüleştirilen diğer günümüz bilimsel veya teknolojik gelişmelerinin tehlikelerine işaret etmek üzere sıkça kullanılır. Francis Crick’in, molekülerbiyolojiden bahsederken, adeta Frankeştayn’ın sözlerini anımsatırcasına, “yaşayan ile ölü arasındaki sınırın” araştırılması şeklinde oldukça duygusal bir tanımlama kullanmasının da, Frankeştayn mitolojisinin yıkılmasına katkıda bulunduğunu söylemek zordur. Korku filmlerinin üçte birinde kötü karakter, bir bilim adamıdır. Popüler basın bilim adamlarını kötü niyetli kimseler gibi gösterir, bilimsel çalışmaları konualan haberler de çoğunlukla saptırılmış bilgiler içerir; hatta bazen de büsbütün uydurmacadır böylesi haberler. The Daily Mail gazetesinin bir sayısının baş sayfasında, “400 hücreden oluşan, 12 günlük bir (erkek) insan embriyosunun” fotoğrafı üzerinde, “Klonlamayla Üretilmiş İlk İnsan Embriyosu” ibaresi geçiyordu.28Bu haber, Avrupa’nın dört bir yanındaki diğer medya kuruluşlarında da çabucak yer buldu. The Daily Mail’ın haberi manşete taşımasının hemen ertesi gününde, Alman bulvar gazetesi Bild Zeitung da aynı haberi, “Gerçekten de Yaptılar: Kendilerini Tanrı Yerine Koydular!” manşetiyle duyurdu.29İşin aslıysa, ancakdaha sonraki zamanlarda, Fransız gazetesi Libération gibi ciddi gazetelerce ifşa edildi. Libération gazetesinde, söz konusu insan embriyosunun aslında var olmadığı ve verilen resimde görülenin sadece bir insan embriyosu kök hücresi kültürü olduğu açıklanıyor, bir ağaç kabuğu parçası, bir ağacın tümüne ne kadar benziyorsa, kök hücre kültürünün de insan embriyosuna ancak o kadar benzediğinin altı çiziliyordu. Klonlama, insan genomu dizilimini ortaya çıkarmaya yönelik çalışmalar ve 21’inci yüzyıl boyunca biyoteknolojilerin artan kullanımı, medya endüstrisine uzun yıllar yararlanabileceği Frankeştayncılık malzemesi sağlayacaktır büyük ihtimalle. The Guardian gazetesinde yakın zamanda yer verilen bir karikatürde, anatomi bilimi ders kitaplarında görülen modelleri anımsatırcasına göğüs kafesini ortasından açarak, kendisinin DNA analizini temsil eden bir barkodu (en geçerli kimlik göstergesi) sergileyen bir adam figürü görülür. Aslında çok sayıda akılcı izahat sunuluyor olsa da, halkın bilimsel hayal gücünün biçimlendirilmesinde medyada yer verilen böylesi imgeler çok daha etkili olmaya devam edecektir.

Ancak, bilimin halkın gözündeki yerinin ülkeden ülkeye çok fark ettiğini de belirtmek gerekir. 20’nci yüzyılın sonlarına gelindiğinde ABD’de bilime verilen destek en üst düzeye çıkmıştı: Bir kamuoyu yoklamasına göre Amerikalılar’ın % 70’i, bilim ve teknolojiye ilgi duyduğunu söylüyordu; bugüne dek kaydedilmiş en yüksek orandır bu.3090’lı yıllarda zamanla yükselen bu oran, 1992’de % 61, 1995’teyse % 67’ydi; en yüksek değer ölçüldüğündeyse, ekonomik politikalarla daha çok ilgilendiğini söyleyen kimselerin % 68’lik oranını dahi aşmıştı bilim ve teknolojiye duyulan ilgi. Avrupa ve Japonya halklarıysa, ABD halkından farklı olarak bilim ve teknolojinin olası tehlikeleri konusundaçok daha duyarlıdır; özellikle genetik olarak değiştirilmiş gıdalara karşıyürüttükleri ciddi kampanyaların ABD’de eşine (henüz) rastlanmamıştır.

Ancak, bilime çeşitli ülkelerde farklı gözle bakılıyorsa da, halkların büyük çoğunluğu bilim adamlarının beyaz önlüklere bürünmüş aşırı akılcı ve soğukkanlı kimseler oldukları ve insancıl empatiden ziyade mesafeli mantığı, tutkudan ziyade çözüme ulaşmayı, kişisel deneyimlerden ziyade nesnel bilgiyi tercih ettikleri ve ahlâki duyarlılıktan ziyade takıntılı bir merakla hareket ettikleri paradigmasını benimsemiştir. Klasik bir araştırma laboratuarı birkaç haftalığına gözlenecek olsa, belki de bütün bu önyargılar çarçabuk ortadan kalkacaktır. Ancak Orta Çağ’da yaşayan insanların Dünya’nın yassı olduğuna inandıkları varsayımında da görüldüğü üzere, kemikleşen inançların değiştirilmesi her zaman kolay olmaz.

Medyanın ve halkın önyargılı tutumları yüzünden bilimin imajı ne kadar lekeleniyorsa, inancın imajı da o denli lekelenir. Unutmamak gerekir ki, insanların içinde yaşadıkları dünyaya getirdikleri yorumlara yön veren paradigmaların oluşmasında başrolü oynayan da halkın bilinçaltına işlenen böylesi önyargılardır. Televizyonda “inancın” ürkütücü ve olağanüstü sınıflandırmasına girdiği (en azından Britanya’da), yani evrenin, bilim tarafından izah edilemediği söylenen yanlarıyla alakalı olduğu düşüncesi aktarılır. Programlara çıkarılan şaşkın bilim adamları, kafalarının ne kadar karıştığını, tuhaf alametler ve gece karanlığındaki deneyimleri mantık çerçevesinde açıklamanın mümkün olmadığını itiraf ederler. Bilimsel keşifler, ciddi televizyon belgesellerine konu edildiklerinde (ki bu programların bazısı oldukça etkileyicidir) bilimin, nesnel ve akılcı olduğu düşüncesi vurgulanır. Medyada “inanca” yakıştırılan tanımlamaysa, duygusallık üzerine kurulu olduğu, dolayısıyla mantıksal olmaktan çok duygusal bir olgu sayılması gerektiği yönündedir. Profesör Susan Greenfield, beynin işleyişini konu alan ve 2000 yılında yayına giren televizyon dizisinde, ruhsal deneyimlerin beyinde gerçekleştikleri ve deneyimlerin aslında nöron ateşlemelerinden ibaret olduğunu ısrarla vurgulamıştı. Sunumunda dinin, dış gerçeklerin mantıklı biçimde değerlendirilmesiyle biçimlenen bir olgudan çok,zihnimize sıkışmış birtakım duygularla alakalı olduğu varsayımını ileri sürüyordu Greenfield. Ancak Profesör Greenfield beynimizi tanımaya yönelik araştırmaları sürdürürken yaşadığımız deneyimler de dâhil olmak üzere, bütün insani deneyimlerde nöron ateşlemesinden bahsetmenin mümkün olduğunu es geçmiştir. İzleyiciye aktarılan anlayışa göre, nöron ateşlemeleri bilimle bağlantılı olarak gerçekleştiğinde mantıklı, dinsel inançlarla bağlantılı olarak gerçekleştiğindeyse mantıksızdı; ancak sözde farklı olan bu iki nöron ateşlemesinin birbirlerinden nasıl ayırt edilebilecekleri izah edilmiyordu.

Çoğu televizyon programında, inanç sahibi kimseleri ilkeli oluşları dolayısıyla takdir etme eğilimi gözlenir, ancak bu kişisel ilkelerin, benimseyen kimselerin şahsi dünya görüşlerinin dışında da geçerli olduğu yönündeki imalara kuşkuyla yaklaşılır. Bilim, herkes için geçerli olan evrensel bilgiler sunar, inancın sunduğu bilgininse kişinin öznel deneyimi dışında geçerli olduğunu ispat etmek zordur. Yakın zamanda yapılan bir kamuoyu yoklamasında, üniversite öğrencilerinin % 52’sinin, “Bilimsel bilgi delile dayanır, din ise yalnızca imana dayanır”yargısını, % 49’unun da, “Bilim nesnel gerçeklerle ilgilidir, din ise duygular ve öznellikle alakalıdır” yargısını onaylamış olması, medyanıntutumunun toplumun çoğunluğunu büyük ölçüde etkilediği kanısını doğrular.31

Nasıl ki bilim adamları, medyada yansıtılan fesat bilim adamı portresini reddediyorlarsa, birçok inançlı kimse de inanç konusundaki önyargılara karşı çıkacaktır. Bu önyargılara karşı çıkan kimseler, belirli birinancın, örneğin, evreni yaratan bir Tanrı’ya dair inancın bilimsel bilgiyle sınırlı olmayan, ama yine de mantıklı kabul edilebilecek delillere dayanabileceğini öne sürebilir. Ayrıca Tanrı inancının mantıklı bir seçim olduğunu doğrulayacak nesnel yaklaşımlar da geliştirilebilir. Bilimsel ve dinsel inanç sistemleri arasındaki benzerlik ve farklılıklar daha sonraki bölümlerde ele alınacaktır. Ancak inançların mantıklı savunmalarla desteklenebileceği düşüncesine medyada rastlamanın pek mümkünolmadığını da belirtmek gerekir: Medya için inanç kişisel bir deneyimdir, karanlıkta atılmış mantıktan yoksun bir adımdır ya da tuhaf ve olağanüstü olandır; Bu önyargılı tanımlamayı hatalı gösterebilecek delillerde göz ardı edilir veya önemsiz addedilir.

Bilim ile din arasındaki ilişkinin halka yansıtılmasında da oldukça önyargılı bir tutum gözlenir. Bu iki unsur arasındaki ilişkiye dair medyada bugün hâlâ yansıtılan en yaygın yaklaşım, çatıştıkları yönündedir (“çatışma kuramı”). Bu popüler efsaneye göre, geçmiş çağlarda yaşayankimseler genellikle çok dindardılar ve içinde yaşadıkları doğal dünyayıdinsel inançlar kapsamında tanımlarlardı. Ancak modern bilimin ortayaçıkışıyla, doğal dünya çok daha anlaşılır kılındı ve bilimsel açıklamalardinsel açıklamaların yerini almaya başladı. Doğal olarak kilise bu gelişmelerden rahatsız oldu ve söz konusu yeni bilginin yayılmasını engellemek için elinden geleni yaptı. Fakat zamanla modern bilim Batı dünyasının düşünsel yaşamında belirleyici olmaya başladı. Böylece teologlar, ara sıra yeni bilimsel gelişmelere saldıran artçı birlikler konumuna düştü.

Kişisel inançları ne olursa olsun, günümüz felsefeci veya bilim tarihçilerinin böylesine “oldubittiye” dayalı bir izahatı kabul etmeleri pekolası değildir ve akademik çevrelerde de böylesi efsaneleşmiş açıklamalar büyük ölçüde reddedilmiştir. Yine de bu efsaneleşmiş senaryolar popüler kültürde halen yer bulur. Amerikan okul kurullarının evrim kuramının okullarda öğretilmesini engellemeye yönelik girişimleri ve ara sıra bir bilim adamının çıkıp dine savaş açması, bilim ile dinin çatışmakta olduğu düşüncesini canlı tutar. Britanya’daki üniversite öğrencilerinin görüşlerini öğrenmek üzere yapılan yukarıda bahsi geçen kamuoyu yoklamasında, katılımcıların % 72’si “Bilim ile din arasında tarih boyunca çatışma yaşana gelmiştir” yargısını doğru bulmuşsa da, “yaşadıkları dönemin kıstasları uyarınca dindar sayılabilecek bilim adamı çok azdır” biçimindeki yargıyı yalnızca % 34’ü doğru bulmuştur. Çatışma kuramı, dersliklerde verilen eğitimde, televizyon stüdyolarında ve popüler basında halen yaşatılmaktadır ve gücünü yitirmemiştir. Filmlerde ve diğer medya unsurlarında bilim adamlarının önyargılı biçimde lanseedilmelerinde ve Orta Çağ’da yaşayan insanların dünyanın yassı olduğuna inandıkları varsayımında olduğu gibi, çatışma kuramı da yaygın biçimde kabul gören bir paradigma olmuştur. Üzerinde düşünülmeksizin, doğruluğu analiz edilmeksizin, “herkesçe bilinen bir gerçek” kabuledilmiştir. Nadiren bu paradigmanın doğruluğuna gölge düşüren bir veri belirdiğindeyse, otoyoldaki bir engeli sollayıp geçercesine göz ardı ederiz bu veriyi.

Bilim tarihinin başka dönemlerinde bugün çoğu kimsenin hiç şüphesiz yanlış kabul edeceği bazı ideolojik inançların bilimsel dayanaklarla desteklenmiş olduğunu unutmamalı ve çatışma kuramının günümüz bilim dünyasının bazı kesimlerince kabul edilebiliyor olmasını da bu bağlamda değerlendirmeliyiz. Belirli bir ideolojinin bilimsel dayanaklarla nasıl desteklenebildiğine, herkesçe bilinen ve açıkça belgelenmiş korkunç bir örnek vermek gerekirse; bilim adamlarının, 19’uncu yüzyıl ve 20’nci yüzyılın ilk yarısı boyunca elde ettikleri bulgularla ırkçılığı desteklemeleri gösterilebilir (bir sonraki bölümün konusu). Bilim adamları nesnel yaklaşımlarıyla gurur duyar, ancak söz konusu dönemde ortaya atılan bilimsel tezler uydurmadır ve delillerin seçici biçimde ayıklanmalarında, toplumsal ve siyasi çıkarlar etkili olmuştur. Tabii ki çatışma tezinin benimsenmesinin, ırkçılığın benimsenmesine kıyasla çok farklı sonuçları olmuştur ve bu bağlamda verdiğim örnek çok uygun düşmeyebilir. Ancak ırkçı düşüncelerin daha evvelden birtakım bilimsel çevrelerce desteklenmiş olması, bilim dünyasının, daha ilerde yetersizliği anlaşılacak delillerden yola çıkarak hatalı bir paradigmayı nasıl da doğrulayabildiğini gösteren çarpıcı bir örnektir.