Giriş


Bilim çevrelerinde, belirli alanlarda ihtisas yapmış çok sayıda uzmana rastlanır,ama ne yazık ki küresel dünya görüşüne sahip bilim adamı sayısı çok azdır. Gelişimi sekteye uğratabilecek olan bu durum, günün birinde araştırmalar için gerekli olan mali ve siyasi desteğin kesilmesine de neden olabilir.

Nature dergisi, 14 Ağustos 1997, s.619


Günümüz Batı toplumları, bilime nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda büyük ölçüde kararsızdır. Bir yandan, insanın çıkarlarına hizmet etmek üzere yön verilebilecek yüksek teknolojilerin hâkimiyetindeki bir evrene ulaşma hayaliyle bilimin bu yöndeki abartılı beklentileri ve şişirilmiş umutları karşılaması beklenmekte, öte yandan, bilime keskin biçimde karşı olanlar tarafından bugünkü sıkıntılarımızın hepsinin bilimden kaynaklandığına inanılmaktadırlar. Bu görüşü benimseyen kimselerbilim adamlarını, doğanın irdelenmemesi gereken gizemlerini zorla ortaya çıkaran, insan genomunun dizilimini araştırarak ve evreni bir arada tutan temel güçleri ortaya çıkararak tanrıcılık oynayan tekinsiz, işgüzar kimseler olarak görürler.

21’inci yüzyılda, özellikle biyoloji bilimlerinde atılacağı öngörülen büyük adımlar, hiç şüphesiz ki insanın kimliği ve insanın değeri gibi kavramlara yüklediğimiz anlamlar bağlamında daha da fazla sorunlara gebe olabilecektir. Bilimsel gelişmeler, bilimin kendisinin dahi cevaplamakta yetersiz kaldığı birtakım soru işaretleri doğurmaktadır. Sinirbilim ve yeni genetik araştırmaları gibi biyolojik yapımızı günden güne daha da ayrıntılı biçimde açıklayan bilimsel disiplinlerin gelişimi karşısında insanlık onurunu, adaleti ve insanın değerini muhafaza etmek istiyorsak eğer, elimizin altındaki tüm kaynaklardan yararlanmamız gerekecektir. İşte bu sebeptendir ki, bilimsel araştırmalara ayrılan mali kaynakların önemli bir kısmı, bilimsel gelişmelerden kaynaklanan ve gün geçtikçe çoğalan ahlâki ve etik sorunsalların çözümü için etik uzmanları, felsefeciler ve teologlara aktarılmaktadır. Münazaralar ve tartışmalararacılığıyla kamuoyu ciddi biçimde bilinçlendirilmediği takdirde, bilimin birçoklarınca insanlık onurunu aşağılayan bir çeşit tehdit olarak algılanmaya devam etmesi kaçınılmaz olacaktır.

Bu bağlamda, bilimin, popüler kültürde –hatta bazı bilimsel çevrelerde bile– dinsel inançlara karşıt bir akımmış gibi yansıtılması çok üzücüdür. 19’uncu yüzyılın sonunda hâkim olan iyimser havanın etkisiyle oluşan yaygın kanı, bilim ve eğitimin yaygınlaşmasıyla dinsel inançların kendiliğinden devre dışı kalacakları yönündeydi. Söz konusudönemin üzerinden yüzyılı aşkın bir süre geçti; günümüzde artık o zamanki yaygın kanıların doğru olmadığını görüyoruz. Neticede dinsel inançlar dünya nüfusunun büyük çoğunluğu üzerinde, olumlu veya olumsuz, önemli ölçüde etkili olmayı sürdürmektedir: 21’inci yüzyılın başında, dünya nüfusunun % 87’si kendilerini bir “dinin mensubu” kabul etmektedir.1Avrupa gibi dünyanın teknolojik olarak gelişmiş bazı bölgelerinde, 20’nci yüzyıl sonlarında örgütlü dine bağlılık oranlarındaazalma görüldüyse de, hangi alanı kıstas alırsanız alın bilim konusunda dünya lideri olan ABD’deyse tam tersi bir eğilim gözlenmiş ve dinsel örgütlenmede patlama yaşanmıştır. Gidişata bakılırsa hem bilim hem dedin daha nice yıllar boyunca etkinliklerini koruyacaklardır. Aslında azınlıkta olan ama sesini duyurmakta oldukça başarılı olan bir grup bilim adamı da nedense, insanın ahlâki değerlerini doğrulamak üzere dinin sağladığı altyapıdan yararlanmaktansa, bilimi, dinsel inançlara saldırmak için bir silah olarak kullanmayı yeğlemektedir. Öbür yandan diğer uçta yer alan yaratılışçılar da, Amerikan okullarında evrim öğretisinin müfredattan çıkarılması için yoğun bir kampanya sürdürmektedir. Neticede bilim ve din arasında, medyanın uç görüşlere yer verip ılımlı görüşleri bastırmasının da etkisiyle, gereksiz bir kutuplaşma oluşmuştur.

Bu kitap, söz konusu meseleyi aşırı uçtaki kimselerin söylemlerini işitmekten sıkılan ve çalışma düzenlerinin yoğunluğu sebebiyle süregelen bu tartışmaya müdahil olabilecek vakti ancak nadiren bulabilen, ama her halükârda aşırı uçtaki görüşleri benimsemeyen ve aslında çoğunlukta olmalarına rağmen sesleri işitilmeyen bilim adamlarının bakışaçısından yansıtmayı amaçlar.

Birçok konuya değinerek meselenin çok dallı/alanlı bir özetini çıkarmaya çalıştım; ancak tabii ki biyolojik bilimlere daha meyilli olduğum da göze çarpacaktır. Piyasada, tek bir ihtisas alanına yoğunlaşaraktartışmanın belirli bir öğesine odaklanan çok sayıda eser olsa da, sıradan okuyucuya daha geniş bir bakış açısı sunabilecek kitap sayısı oldukça azdır. Erwin Schrödinger’in (1887-1961) 1944’te yayınlanan Yaşam Nedir?adlı kitabının giriş bölümünde geçen şu ifadeden bihaber değilim: “Bilim adamının, sadece belirli bazı konulara tam anlamıyla hâkim olması, dolayısıyla da uzmanı olmadığı konulara değinmekten kaçınması beklenir.”2Uzmanlık alanının dışındaki dallara değinmek bir bilimadamı için tehlikeli olabilir gerçekten de. Uzmanlık alanlarına giren konuların sınırlı biçimde ele alındığını, hatta özet geçildiğini fark edecek olanlardan şimdiden özür dilerim. Bu kitapta sosyologların, bilim tarihçilerinin, felsefecilerin, bilim adamları ve teologların sağladığı kaynaklardan yararlandım, dolayısıyla böylesine geniş bir yelpazede birtakım anlam kaymaları da olmuş olabilir. Yine de belirli konu başlıklarını daha ayrıntılı biçimde incelemeyi ve daha detaylı izahatlar edinmeyi isteyebilecek kimseler için yeterli ölçüde kaynak gösterdiğimi umut ediyorum. Metni alıntılara boğmaktan kaçınmak için bazı bölümlerdeki alıntıları belirli kısımlarda yararlanacağım şekilde kaynak gruplarına ayırmayı seçtim.

Genel olarak dinsel inançlara karşı düşmanca tavırlar sergileyenleringörüşlerinden yola çıkarak kurgulamayı seçtim bu kitabı. Kitap, okuyucunun belirli bir dinî görüşü benimsemiş olmasını yahut da bilimsel alanda uzman olmasını gerektirmez. Üzerinde en çok durulan konular, genellikle inanca muhalif oldukları düşünülen, evrim ve evrimsel psikoloji (sosyobiyoloji) alanlarıyla ilişkili konular olmuştur. En iyi bildiğim ve 17’nci yüzyıldan bu yana modern bilimin ortaya çıkışında en fazla etkisi olan dinsel inanç olduğu için bu kitabı Hıristiyan bakış açısıyla kaleme aldım. Diğer dünya dinlerinde benimsenen inançları kitaba dahil etmeye çalışmadım; eğer böyle bir girişimde bulunsaydım, kitap şimdiki halinin birkaç katı daha uzun olurdu. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, kariyerimin on beş yılını Orta Doğu’da öğretim görevlisi ve bilimsel araştırmacı, (insan genetiği üzerine araştırma görevlisi) olarak geçirdiğim için Müslüman ilim adamlarının tarih boyunca bilime olan önemli katkılarından fazlasıyla haberdarım. Aslına bakarsanız, ilk birkaç bölümün ilk taslakları Batı Beyrut’ta kaleme alındı. O sırada sürmekte olan Lübnan iç savaşı çoğu zaman evde kalmamı zorunlu kılıyorduysa da bu durum bana yazma fırsatı sağlıyordu. Metinde, bazı hususları aydınlatmaya yaradıkları için, Lübnan’da tanık olduğum bu şiddet ortamına dair anıştırmalara yer verdim. Bu anıştırmalar, kitabın ilk birkaç bölümünün yazım aşamasında geçtiği yazınsal evrim safhalarınınizleri gibidir.

Bölümlerin çoğu (umuyorum ki), okuyucunun kendi ilgisi uyarınca seçici biçimde okumasını mümkün kılacak biçimde, tek başına anlam ifade eden makaleler formatındadır. Ancak yine de kitabın geneline hâkim olan bir yaklaşım söz konusudur. Bu yaklaşımı özetlemek üzere her bir bölümde değerlendirilen konulara değineceğim:

1. bölümde bilim, din ve bu ikisi arasındaki ilişki konusunda akıl yürütürken başvurduğumuz yaklaşımları belirleyen geniş kapsamlı paradigmaları nasıl benimsemiş olduğumuza değinilerek konuya giriş yapılır.

2. bölümde, 19’uncu yüzyıldan verilen bir örnekle –ırkçılığın, bilimsel yaklaşımla harmanlanmasıyla– bilimin ideolojik amaçlara nasıl alet edilebildiği gösterilir.

3. bölümdeyse bilimin toplumları laikleştirme yönünde bir etkisinin olup olmadığı değerlendirilir ve bilim ile din arasında bir “çatışma” yaşandığı yönündeki yaygın kanıya değinilir.

Sonraki dört bölümde (yani 4, 5, 6 ve 7. bölümlerde), tarihte yolculuğa çıkılarak bilim ile din arasında bir “çatışmanın” süregeldiği düşüncesinin nasıl ortaya çıkmış olabileceği irdelenir.

4. bölümde, modern bilimin Grek doğa felsefesinden doğuşu incelenir ve Yahudi-Hıristiyan dünya görüşünün, bilimsel bilginin edinilmesinde faydacı ve deneyci yaklaşımların tercih edilmesindeki etkisi vurgulanır.

5. bölümde, Galileo ve kilise örneği, Protestanların Kopernik’e karşı sözde düşmanca tavırları, Kutsal Kitap’ın etkileri ve modern bilimin erken dönemlerinde bilim adamlarının bütün olgular için mekanik izahatlar sunma konusundaki ısrarlarından yola çıkılarak din ile bilim arasında yaşanan ilk gerilimler ele alınır.

6. bölümde, bilimin etkili olmaya başlaması sonrasında, 18’inci yüzyılın başlarından itibaren fikir çatışmalarına alet edilişi değerlendirilir. Örnek olarak, Fransız Felsefecileri’ne, İngiliz Bağımsız Protestanlık Hareketi’ne (Anglikan Kilisesi’nden kopanlar) ve jeoloji alanındaki ilk tartışmalara değinilir.

7. bölümde Darwin’in yaşamına, evrim kuramını ortaya atışına ve bu kuramın yarattığı yankılara göz atılır. Ardından, bilim ile din arasında bir çatışma yaşandığı düşüncesinin, yaygın kanının aksine, devrim niteliğinde olan evrim kuramından kaynaklanmadığı (en azından İngiltere’de), daha ziyade 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında bilimsel çalışmaların profesyonelleşmesi sürecinin bir yan etkisi olarak ortaya çıktığı vurgulanır.

Geçmiş yüzyıllar boyunca bilim ile din arasındaki etkileşimlere yönveren toplumsal ve tarihsel etkenlerin bir kısmı incelendikten sonra, kitabın geri kalanında günümüzde yaşanan gelişmeler ele alınır ve insanınçıkarları ve deneyimlerinin bir araya geldiği bu iki önemli gelenek arasında 21’inci yüzyılda nasıl bir etkileşim yaşanmasının arzu edilebileceği irdelenir. Böylece sekizinci bölümde meselenin en can alıcı noktasına varmış oluruz: Bilimsel ve dinsel bilgilerin doğası ve bu iki bilgi türü arasındaki ilişki.

9. bölümde konu edilen yaratılış ve evrim meselesi, bilimsel bilgi ile dinsel bilgi arasındaki bazı önemli farklılıklara işaret etme fırsatı tanır. Bu bölümde yansıtılan görüş, ne yaratılışçıları ne de evrim kuramını belirli ideolojileri savunmak üzere kullanılabilecek bir araç olarak gören kimseleri memnun edecektir.

10. bölümde, evrim kuramının etkileri biraz daha derinlemesine incelenir ve evrimin dinsel açıdan birtakım etkileri olduğu yönündeki görüşün yaygınlaşmasının sebepleri araştırılır. Rasgeleliğin etkisi, yaşamın kökeni ve “doğanın vahşiliği” (“nature red in tooth and claw” – Tennyson’ın, “In memoriam A.H.H.” adlı şiirinden) konularına değinilir, ancak neticede, biyolojik evrim kuramının esas itibariyle din açısından herhangi bir etkisinin olmadığı sonucuna varılır.

11. bölümde evrim kuramından türetilen bir diğer varsayım eleştirelbir yaklaşımla değerlendirilir; bu, evrimsel psikoloji (sosyobiyoloji) alanında ortaya atılan yaklaşımlardan yola çıkılarak salt biyolojiye dayanan bir ahlâk yasasına ulaşılabileceği yönündeki varsayımdır.

12. bölümde, “insancı ilkenin”, öncelikle fizik ve kozmoloji alanlarında, sonra da çoklu evren kuramında ifade ettiği anlamlar bağlamında,olumlu ve olumsuz yanları değerlendirilerek, evrenin fiziki yapısından Tanrı’ya dair bilgi edinmenin ne ölçüde mümkün olabileceği tartışılır.

13. bölümdeyse, bilim-inanç tartışmasının en çetrefilli meselelerinden olan “mucizeler” meselesi yeni bir bakış açısıyla incelenir ve David Hume’un meşhur mucize karşıtı görüşleri, bilimsel bilginin niteliği konusundaki daha yeni anlayışlar ışığında değerlendirilir.

Son olarak 14. bölümde, “matrisin yeniden oluşturulmasının” (yani modern bilimin ortaya çıkmasını sağlayan teist paradigmanın yeniden geçerli kılınmasının), diğer paradigmalara kıyasla, insancıl bir bilim geleneği yaratma olasılığının neden daha yüksek olduğu ayrıntılı biçimde izah edilir.

Başlangıç olarak bazı terimleri tanımlamakta fayda vardır. Örneğin,Türkçe’ye “bilim” diye tercüme ettiğimiz İngilizce’deki “science” sözcüğünü tanımlamanın ne kadar güç olduğu iyi bilinir. İngilizce “science” sözcüğü, “bilgi” anlamına gelen Latince “scienta” sözcüğünden türemiştir ve İngilizce’ye Orta Çağ döneminde girmiştir. İngilizce’ye ilk girdiği dönemlerde “bilgi” ile eşanlamda kullanılan bu sözcük çok geçmeden kesinlik ve sistemlilik arz eden belirli bir bilgi türünü tanımlamak üzere kullanılmaya başlanmıştır. Ben bu kitapta “bilim” (science)sözcüğünü kuram oluşturma, gözlem ve deney unsurlarının birleşiminden oluşan ve zamanla “deneye dayalı (deneyci) yöntem” diye anılmaya başlanan yaklaşımın benimsendiği “modern bilimden” bahsederken kullandım. Modern bilim, 17’nci yüzyıl sonrasında Avrupa’da ortaya çıktıve 19’uncu yüzyıla gelindiğinde bu bilim anlayışıyla çalışmaları sürdüren kimseler “bilim adamları” (scientist) diye adlandırılan mesleki bir sınıf teşkil etmeye başladılar. “Bilim” (science) sözcüğü, tam olarak ancak 19’uncu yüzyılda bu anlama gelmeye başladı, kaldı ki o dönemde bile hâlâ birçok kimse için “bilim” ile “doğa felsefesi” aynı anlama gelmekteydi. “Doğa felsefecisi” denildiğinde bilimle uğraşan kimse anlaşılırdı. Günümüzde “bilim” denildiğinde “deneye dayalı araştırmalardan elde edilen bilgilerin temel alındığı ve belirli teknikler konusunda uzmanlaşmış kimselerce yürütülen, fiziksel dünyanın işleyişini açıklamaya yönelik düşünsel çalışmalar” anlaşılır. Kitap boyunca genel olarak, 19’uncu yüzyıl öncesindeki bilimsel çalışmalardan bahsederken “doğa felsefesi” ifadesini, 19’uncu yüzyıl ve sonrasındaki çalışmalar içinse “bilim” sözcüğünü kullanmaya çalıştım.

Türkçe’de “bilim adamı” anlamına gelen İngilizce “scientist” sözcüğü ise daha yakın zamanda, Viktoryen döneminde yaşamış bir papaz olan William Whewell tarafından türetildi. Whewell, 19’uncu yüzyılın ilk yarısında, uzmanlaşma modasının henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde yaşamıştı ve anlaşılan o ki, bilimin neredeyse her kolunda oldukça başarılıydı. Matematik ve jeolojiden tutun, teoloji ve eğitime, felsefeden tutun gelgit hareketlerine kadar pek çok alanda tezler sunmasının yanı sıra Platon’un eserlerini ve birtakım şiirleri tercüme ediyor, kendi şiirlerini yazıyordu. Whewell, bütün bunlara ilaveten Cambridge’de bulunan Trinity College’de öğretim görevlisiydi ve bu kurumda hem mineralbilim hem de ahlâk felsefesi alanlarında profesör sıfatıyla görev yapmaktaydı. Zamanla dilimize de yerleşen “fizikçi” (physicist), “anot” ve “katot” gibi birtakım bilimsel terimleri türeten de kendisidir. Whewell, Türkçe’ye “bilim adamı” şeklinde tercüme edilen “scientist” sözcüğünü ilk defa Quarterly Review’un 1834 Mart sayısında, bir nevi şaka mahiyetinde ortaya atmış, ancak daha sonraları ciddi bir öneri olarak sunmuştur.3Bu sıfat Amerika’da çabucak kabul gördüyse de, Britanya’da tam anlamıyla kabul görmesi için altmış yıla yakın bir sürenin geçmesi gerekmiştir. Birçok “bilim adamı”, tercihen “doğa felsefecisi”ya da “doğacı” sıfatını kullanıyordu; bunun bir sebebi “scientist” sözcüğünü çirkin bulmaları, diğer bir sebebiyse, bu sözcüğün Amerika’dan ithal edilen yeni ve kaba tabirlerden biri olduğunu zannetmeleriydi.

Din” ve “inanç” sözcükleriniyse, şimdiye kadar herhangi bir tanımlama sunmadan kullanmış bulundum. “Din” sözcüğünü, yalnızca bireylerce değil, belirli topluluklarca benimsenen örgütlü Tanrı inancı sistemlerini tanımlar kabul ettim. Ancak bu kitapta amaçlanan, örgütlü dinlerde sunulan kalıplardan daha geniş bir perspektif sunarak kişisel inanç sistemlerine de yer vermek olduğu için, uygun bulduğum yerlerde“inanç” sözcüğünü kullanmayı tercih ettim.