Kadıköy Konseyi: “Şizofren bir İsa mı?”

23 Mayıs 451’de Doğu Roma İmparatoru Marcian, piskoposlardan oluşan ekümenik bir konsey topladı. Taraflar arasında sürüp giden çatışmaları sonlandırmayı ve gerçek inanç ilkeleriyle ilgili kalıcı bir anlaşma sağlamayı umuyordu. Konsey, İstanbul Boğazı’nın karşı kıyısında, Marcian’nın başkenti olan Konstantinopolis’in karşısında bulunan Kadıköy’de toplandı. Konseye 520 piskopos katıldı; bunların dördü hariç, hepsi Doğu Roma İmparatorluğu’ndandı. 8 Ekim’de başlayıp 10 Kasım’a kadar art arda yapılan elli toplantıdan sonra Konsey, toplanmasının amacı olan hayati soruya tatmin edici bir yanıt getirmeyi başardı. Soru, kilisenin dördüncü yüzyılda gerçekleştirdiği konseylerin (özellikle 325’te İznik’te ve 381’de Konstantinopolis’te toplanan konseylerin) mirasıydı. Her iki konseyin de tutarlı şekilde onayladığı bir soruydu: İsa’nın tanrılığı. Yanıt, “Tanrı’dan Tanrı” ve “Baba’yla aynı öze sahip”. Ama bu açıklamalar yeni sorunlara yol açtı. Eğer İsa tümüyle ilahi bir yapıya sahip idiyse nasıl insan olabilirdi? Ve eğer İsa hem ilahi yapıya sahip ve hem de insan idiyse, insan yanıyla ilahi yanı nasıl bir arada varolabildi?

Kadıköy Konseyi’nin bu sorulara yanıtı, geride bıraktığımız yüzyılların sorgulamalarına tümüyle dayandı –İsa, “iki doğaya sahip tek bir kişi”ydi.

Bu önemli sonuçtan önce İsa’nın insan yanının ilahi yanıyla ilişkisini açıklamaya yönelik değişik girişimlerde bulunuldu. Örneğin Apollinarius, İsa’nın insani bir cana sahip olduğunu kabul etmiyordu. Ona göre İsa, insan bedeninde ilahi cana sahipti. Bu görüşe göre İsa’nın iki değil, tek bir doğası vardı. Buna karşı Hataylı Theodore, İsa’nın iki doğaya sahip olduğunu söyledi. Konstantinopolis piskoposu Nestorius, Theodore’la aynı fikirdeydi; ona göre Meryem Tanrı’yı rahminde taşımadı. İsa’nın insan doğası, ilahi doğasından ayrı görülmeliydi. İskenderiyeli Kiril buna itiraz ederek Nestorius’un, iki kişiliğe sahip “şizofrenik” bir İsa yarattığını ileri sürdü.

Bu tanrıbilimsel kavga yıllarca sürdü; özellikle Antakya ve İskenderiye arasında. Konstantinopolis bu kavgada bir Antalya’yı, bir İskenderiye’yi destekledi. Sorunu çözmek için 431’de Efes’te yeni bir girişim başlatıldı; ama sonuç alınamadı ve her iki taraf da öbür tarafı aforoz etti!

Sonunda Roma piskoposu I. Leo’ya başvuruldu. Roma piskoposu olarak Leo’nun herhangi bir olaydaki tutumu, Roma’nın veya Batı’nın Hıristiyan öğretisine geleneksel yaklaşımını yansıtırdı. Roma’nın, ya da Batı’nın düşünce yapısı somut, pratik ve yasal bir özellik taşırken Doğu’nun düşünce yapısı soyut, duygusal ve tahminlere açık özellikteydi. Roma dünyası Latince’yi, Doğu’ysa Grekçe’yi kullanıyordu. Beşinci yüzyıla gelindiğinde Batı’nın doktrinsel formüllere büyük önem verdiği açıkça görülmeye başladı. Çünkü batılılar bu doktrinsel formüllerin tartışmaları sonlandırdığını, çetrefil sorulara yanıt verdiğini görüyorlardı. Doğu’da tam tersi oldu. Onlara göre, doktrinsel formüller, daha geniş çaplı, daha derin ve daha anlamlı tanrıbilimsel kurguları kışkırttı. Bu nedenle Leo’nun, daha çok Doğu’ya ait ve Mesih’in doğasıyla ilgili olan tartışmalara müdahale etmesi, sadece başka bir kanı getirmekle kalmayacaktı, kritik bir konuya çok farklı bir düşünce yapısı da getirecekti.

Leo, 440-461 yılları arasında Roma’da papalık görevini yürüttü. Becerisi, ciddiyeti ve Kutsal Kitap ile kiliseye içten adanmışlığı nedeniyle “Büyük” lakabıyla anıla geldi. Batı Hun İmparatoru Atilla’nın ordusu 451’de Roma’ya saldırdığında, Roma devlet yönetimindeki yetki ve kararlılık eksikliğini gören I. Leo hiç beklemeden imparator Atilla’yla ateşkes ve barış görüşmelerini başlattı.

Leo, Mesih’in kimliğini konu alan Mesihbilim (Christology) sorununda açık bir tavır sergiledi: İsa, iki doğaya ve tek bir kişiliğe sahipti. Leo, İsa’nın insan yanının, kurtuluş umudunu doğrudan etkilediğini gösterdi: “Günahın lekeleyemediği, ölümün mezarda tutamadığı kişi, bizim insan doğamızı kendisi için benimsemesiydi, günah ve ölüm yenilemezdi.” Leo’nun konuyu açıklayış biçimi, Mesih’in bedensel ve kişiliksel tekliğini, sahip olduğu iki doğanın farklılığını önemle vurguluyordu: “Bu tek ve aynı Mesih...birbirine karışmayan ve değişikliğe, ayrılığa veya bölünmüşlüğe izin vermeyen iki doğayla bize açıklandı. İki doğa arasındaki birlik, ikisi arsındaki farklılığı asla ortadan kaldırmaz... İki kişiye bölünmüş, ayrılmış değiller...”

Bu açık ve kesin ifade, Mesih’in kişiliğiyle ilgili sorunu çözdü. Ama konuya ilişkin tartışmalara noktayı koyamadı. İsa’nın tek doğaya sahip olduğu inancı, Kıpti kilisede günümüze dek sürüp geldi. Kadıköy Konseyi, doktrinsel sorunu önemli ölçüde hallettiyse de Batı’yla Doğu arasında giderek büyüyen ayrılığı ortadan kaldıramadı. Kadıköy Konseyi’nde keskinleşen görüş farklılığı ve kilisenin yetkisi konusundaki düşünceler, Batı’yla Doğu arasında 1054’te patlak veren büyük hizipleşmeye yol açtı.

Kadıköy Konseyi’nden değerli dersler çıkarabiliriz. Bunlardan bir tanesi, Kutsal Yazılar’ın mutlak üstünlüğünü alçakgönüllülükle kabullenmektir. Kadıköy Konseyi’nin sonuçları İncil’deki ana temaları yansıtıyordu: İsa, tek ve bir bütündü; hem insan hem Tanrı’ydı, insan doğasıyla ilahi doğası birbirine karışmıyordu ve bu iki doğa uyum içinde bir kişide birleşiyordu. İşte Kadıköy Konseyi bunları övgüye layık bir temkinlilikle vurguladı. Beşinci yüzyıl entelektüellerini tatmin etmek için Kutsal Kitap’ın söylemediği şeyleri söylemeye çalışmadı.

Diğer önemli bir ders de, Kutsal Kitap gerçeklerinin tercüme edilebileceğini gösterdi. Kadıköy Konseyi, Hıristiyan inancının, Eski Antlaşma’nın vahyiyle biçimlenmiş olan Semitik dünyadan, Grek düşüncesi ve Roma’nın gücüyle biçimlenmiş olan Helenistik dünyaya geçişini ifade eden bir kilometre taşıdır. Teknik ve tanrıbilimsel kavramların bir dilden diğer bir dile çevrilmesiyle kalınmadı; Kutsal Kitap gerçekleri, Yahudi kavram dünyasından Helenistik kavram dünyasına doğru biçimde tercüme edilebildi.

Son olarak, Mesih’in insan yanının tümüyle ortaya çıkarılması, kilisenin düzenli olarak içine düştüğü bir hatayı da düzeltiyor: Bu hata, Tanrı’da yaşamla dünyada yaşam arasındaki organik bağlantıyı görememektir. Bu hata, İsa’nın gerçekten insan oluşunun neler sağladığının değerini küçümsemeye yöneliktir: beden, doğal şeyler, günlük yaşam uğraşları, sıkıntılar ve acılar. İsa, dünyasal yaşamın bir parçası olmakla dünyayı onurlandırdı. Tanrı’daki yaşamla dünyadaki yaşamın bütünlüğünü gözler önüne serdi. Kadıköy Konseyi’nin konuyu açıklayış biçimi, bize bu gerçeği hatırlatır.