8. BÖLÜM



EVRİM: FOSİLLER HAYIR DİYOR!




Bundan önceki bölümlerde, evrim kuramının öngördüğü geçiş formlarının, bulunması gereken yerlerde bulunamadığını gösteren pek çok örnek verdik. Bazıları bizim, farklı hayvan ve bitki türleri arasında var oldukları bilinen geçiş formlarının bulundukları yerlerin pek çok örneğinden söz etmediğimizden, örnek seçimlerini yaparken yalnızca, kasıtlı olarak bu geçiş formlarının bulunamadıkları yerleri seçtiğimizden şüphe edebilirler. Gerçek olandan daha ötesi olamaz.

Bu kitapta söz edilen örnekler, hiçbir şekilde istisna değildirler; fakat, fosil kaydının genel özelliklerinin neler olduğunu göstermek amacıyla kullanılmışlardır. Genellikle alt tür seviyesinde ve bazen tür seviyesinde çeşitlilik gözlemlenebilirken, daha yüksek kategorilerde (yaratılış modelinin öngördüğü yaratılmış türler), düzenli ve sistematik bir geçiş form boşluğu bulunduğu sonucu çıkarılabilir. Şimdi amacımız, bu durumu, yayınlanmış olan evrimcilere ait ifadelere yer vererek belgelemektir.


Geçiş Formlarının Yaygın Olmayışı


İlk olarak dünyanın önde gelen evrimci paleontologlarından olan George Gaylord Simpson’dan söz etmek istiyoruz. Simpson, yazmış olduğu Evrimde Hız ve Türadlı kitabın “Kayıtlarda Yer Alan Başlıca Sistematik Düzensizlikler” başlıklı bölümünde şunu ifade etmektedir:

Dünyanın hiçbir yerinde, pek çok evrimcinin ilk at olduğunu varsaydığı Hyracotherium ile onun atası olduğu varsayılan Condylarthra takımının arasında yer alan büyük boşluğu doldurabilecek tek bir fosil izine bile rastlanmamıştır.


Simpson sözlerine şöyle devam eder:


Bu durum, otuz iki memeli takımının tümünde geçerli olan bir durumdur... Her takıma ait en ilkel ve en önceki üyeler bile belirli bir sıra dahilinde yer alan temel özelliklere zaten sahiptiler ve hiçbir durumda, bilinen bir takımdan bir diğerine düzenli bir geçişin olduğunu gösteren bir sıra bile mevcut değildir. Pek çok örnekte bu değişim öylesine hızlı oluyordu ki takımın kökeni kuramsal ve tartışma konusudur.1


Daha sonra (s. 107) Simpson şöyle der:


Geçiş formlarda yer alan bu düzenli yokluk, memelileri sınırlandıramamaktadır; fakat bu yokluk, çok uzun zamandan beri paleontologlar tarafından dile getirilmekte olan evrensel bir olgudur. Bu durum, omurgalı ve omurgasız hayvanların sınıflarının hemen hemen tüm takımları için geçerlidir. Daha da kesin olarak, başlıca hayvan sınıfları, filumları ve hatta görünüşe göre benzer bitki grupları için de geçerli bir durumdur.


Simpson, Evrimin Anlamı adlı kitabında, yeni filumların, sınıfların ve diğer başlıca grupların ortaya çıkışları ile ilgili olarak şunları söylemektedir:


Nitelikli evrim araştırmacıları arasındaki en ciddi ve kalıcı tartışma konularından birisi, evrim içinde bu tür radikal olayların meydana geldiği süreçtir. Böylesi önemli olaylar temelde daha az ve daha yavaş olan değişim süreçlerinin aksine bir süreçle, bir anda mı meydana geliyor yoksa bu önemli değişimler dahil tüm evrim, sonuçları geçen süreye, seçilim yoğunluğuna, ve o andaki diğer somut değişkenlere bağlı olarak daha büyük ya da daha önemsiz olabilen aynı ilke ve süreçlerle mi açıklanabilir. İşte soru budur.

Başlıca organizmaların gelişme düzeyleri arasındaki bu geçişin fosiller yoluyla nadiren izlenebilmesi nedeniyle bu türden bir tartışma olasılığı vardır. Bu açıdan yaşam tarihi kayıtlarında, sistematik bir yetersizliğe doğru eğilim bulunmaktadır.


Bu nedenle, bu tür geçişlerin var olmadıkları için kayıt edilmedikleri ve söz konusu ana grupların geçiş yoluyla değil, evrim sürecindeki ani sıçramalar yoluyla meydana geldiklerini ileri sürmek mümkündür.2


Eğer filumlar, sınıflar, takımlar ve diğer başlıca gruplar, temel özellikleri tamamlanmış biçimde fosil kaydında aniden ortaya çıkmaktan çok geçiş formlarla ilişkilendirilmiş olsalardı tabi ki onların fosil kaydındaki var oluşlarından “radikal olaylar” olarak söz edilmesine gerek kalmayacaktı. Üstelik, evrimcilerin bile kendi aralarında bu grupların aniden ortaya çıkıp çıkmadıkları konusunda tartışmaları çok anlamlıdır! Zaten, bu formların aniden ortaya çıktıkları ve geçiş formları asla var olmadıkları için kayıt edilmedikleri görüşü yaratılışçıların savıdır. Yaratılışçılar, Simpson’un ifadelerini şöyle değiştirebilirler:


Bu nedenle, bu tür geçişlerin var olmadıkları için kayıt edilmedikleri ve söz konusu ana grupların tedrici evrim süreciyle değil, yaratılış yoluyla meydana geldiklerini ileri sürmek mümkündür.


Daha sonraki bir çalışmasında Simpson şunu ifade eder: “Bilinen fosil kaydının en göze çarpan özelliği, taksonların çoğunun aniden ortaya çıkışıdır.” Aynı paragrafta Simpson sözlerine şöyle devam eder: “Bilinen türler arasındaki boşluklar seyrek ve genellikle de küçüktür. Bilinen takımlar, sınıflar ve filumlar arasındaki boşluklar ise sistematik ve neredeyse her zaman büyüktür.”3

Fosil kaydının doğasını daha fazla belgelemek gereksizdir ama yine de biz belgelemeye devam edeceğiz. Açıkça görülmektedir ki Simpson’un yukarıda yer alan ifadeleri ham kayıt oluncaya kadar varsayımlardan ve önyargılı evrim mekanizmalarından arındırıldığında, yaratılış modelinin ön gördüğü durumu açıklayacak hale geleceklerdir. Oysa bu kayıtlar evrim modelinin öngördüklerinin ışığında, acınacak derecede yetersiz kalmaktadırlar.

Dobzhansky’nin söylemiş olduğu, “şu anda biyoloji ile uğraşan bilim dünyası tarafından paylaşılan mekanistik materyalist felsefeye”4 Simpson kadar kendini gönülden adamış bir kişi daha yoktur. Simpson, birçok paleontologun, “bilimsel olarak gerekli olmasa da, yeni bir sistematik grubun aniden ortaya çıkmasının yaratılış için bir kanıt olmadığına ilişkin varsaymalarının mantıklı olduğunu...”5 belirtmektedir.

Ayrıca Simpson, fosil kaydının yetersizliğini örtbas etmek amacıyla evrim kuramını işine geldiği gibi şekillendirmekte büyük bir çaba harcamıştır.6 Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, eğer evrim çıkış ilkesi olarak benimsenirse, bu kuramın herhangi bir durumu açıklaması için, kanıtlanmamış ve doğal yollarla da kanıtlanamayan yardımcı hipotezlerin düşünülmesi olanağı daima vardır. Bu süreçle biyolojik evrim, teşviklerle korunan tesadüfi çabaların sonucu olan zihinsel bir evrime indirgenir. Thorpe bunu “hikmetsizliğin dört sütunu”ndan birisi olarak adlandırmaktadır.7

Fosil kaydının doğası ile ilgili olarak Arnold şöyle der:


Uzun süreden beri, soyu tükenmiş bitkilerin, var olan grupların gelişim süreçleri sırasında geçirdikleri bazı evreleri açığa vuracağı umut ediliyordu. Fakat, açıkça kabul edilmelidir ki, paleobotanik araştırmalar yüz yıldan fazla bir zamandan beri gelişmelerine rağmen, bu umut çok küçük ölçülerde gerçekleştirilebilmiştir.8


Cambridge Üniversitesi Botanik Bölümü’nden E. J. H. Corner’in aşağıda yer alan sözleri ilginç derecede samimiydi:


Biyolojiden, biyocoğrafyaya ve paleontolojiye kadar evrim kuramı lehine çok sayıda kanıt gösterilebilir; fakat ben hâlâ önyargısız biri için, bitkilerin fosil kaydının özel yaratılış lehinde olduğunu düşünüyorum.9


Bu evrimci, bitkilerin fosil kaydının evrimi değil, daha çok yaratılışı desteklediğini açıkça ifade etmektedir.

Darwin’in “ürküten bir gizem” olarak nitelendirdiği çiçekli bitkilerin (kapalı tohumlular) kökeni evrimciler için bugün hâlâ ürküten bir gizemdir. Bu sorunla ilgili olarak Hughes şöyle der:


Günümüzde en yaygın kara bitkileri grubu olan kapalı tohumluların evrimsel kökeni, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından bu yana evrimcilerin kafalarını karıştırmaktadır ...


Hughes, bu bitkilerin evrimsel kökenlerini gösteren kanıtların niçin bulunamadıklarını açıklamaya çalışan pek çok girişimden söz ettikten sonra sözlerine şöyle devam eder:


... ancak, ayrıntılar bakımından birkaç istisna olsa da tatmin edici bir açıklamanın bulunabilmesi konusundaki başarısızlıklar sürüp gitti ve pek çok biyolog sorunun, fosil kanıtlar yoluyla çözümlenemeyeceğine karar verdi ...10


Beck şöyle demiştir:


Gerçekte, kapalı tohumluların erken evrimleri ve kökenleri konusundaki gizem, Darwin’in 1879’da bu sorunu vurguladığı günkü kadar kapsamlı ve etkileyicidir ... Kesin bir cevabımız yoktur; çünkü bizler kararlarımızı durumsal kanıtlara ve genellikle tahminlere ve yorumlara dayandırmak zorunda kalırız.11


Çiçekli bitkiler, şaşırtıcı bir çeşitlilik içeren biçimde karşımıza çıkıyor. Kapalı tohumluların kırk üç familyası hiçbir atasal iz ya da geçiş formu bulunmaksızın aniden ortaya çıkmışlardır. Evrimcilerin bu bitkilerin kökenlerini ürküten bir gizem olarak tanımlamalarına şaşırmamak gerekir.

Olson şöyle demiştir:


Fosil kaydının üçüncü bir temel yönü, bir ölçüde farklıdır. Pek çok yeni bitki ve hayvan grubu görünüşte hiçbir yakın ataları olmaksızın aniden ortaya çıkmaktadır. Pek çok başlıca organizma grubu ─ filumlar, alt filumlar ve hatta sınıflar ─ bu yolla ortaya çıkmışlardır ... Sorunu ortaya çıkaran fosil kaydı, çözüm açısından hiçbir kolaylık sağlamamaktadır ... Pek çok zoolog ve paleontologun büyük çoğunluğu yeni grupların hiçbir ara olmaksızın aniden ortaya çıkışlarının fosil kaydının eksikliği ile açıklanabileceğini düşünmektedirler. Bazı paleontologlar bu fikre katılmamakta ve bu olayların, kuram ile uyum sağlamayan ve yaşayan canlılar arasında gözlenmeyen bir hikayeden ibaret olduğuna inanmaktadırlar.12


Fosil kaydının iddia edilen eksikliği konusunda söylenen sözlere baktığımızda aklımıza hemen George’in, fosil kaydının zenginliği hakkında söylemiş olduğu ve bu kitapta daha önceki bölümlerde yer verilen sözleri gelmektedir. Fosil kaydının eksikliği nedeniyle ortaya çıkan süreksizliğe ilişkin bu açıklama, Newell’in “Süreksizliklerin birçoğu toplanan fosillerin artmasıyla giderek daha da güçlü bir biçimde vurgulanmaktadır”13 sözüyle çürütülmektedir.

Raup ve Stanley, paleontoloji ilkeleri konusunda yazmış oldukları kitapta şöyle derler:


Ne yazık ki pek çok yüksek kategorinin kökeni gizemlerle örtülü biçimde kalmıştır: Genellikle yeni yüksek kategoriler, fosil kaydında, hiçbir geçiş formu kanıtı olmaksızın birdenbire ortaya çıkmışlardır.14


Du Nouy, kanıtları şu şekilde açıklamaktadır:


Kısacası, görünüşe göre her grup, takım ya da familya aniden ortaya çıkmıştır ve bizler, onları daha önceki nesillere bağlayan hiçbir form bulamıyoruz. Bu grupları keşfettiğimizde, onlar zaten tümüyle farklı özellikler taşır biçimde karşımıza çıkıyorlar. Hiçbir geçiş formu bulamamış olmamızın yanı sıra, yeni bir grubu bir eskisiyle doğru biçimde ilişkilendirmek de genellikle olanaksızdır.15


Kuhn şöyle der:


Soy gerçeği ortada durmakla birlikte bu gerçek, tipolojik olarak çevrelenmiş sınırların ötesinde başka yerde gösterilemez. Bu nedenle, gerçekte tipleri oluşturan bir soydan değil, tiplerin kendi içindeki bir soydan bahsedebiliriz.16


Başlıca gruplar ve filumlar konusunda Clark şöyle der:


Fosil kaydında, önceki hayvanların yeryüzündeki yaşamları konusunda ne kadar geriye gitsek de, farklı başlıca gruplar ya da filumlar arasında ara seviyede hayvan fosili izi bulamamaktayız.17


Aynı ciltte Clark daha sonra (s. 196) şöyle der:


Elimizde başlıca grupları yavaş yavaş birbirlerine bağlayan tiplere ait halen yaşayan ya da fosil halindeki canlılara ilişkin en ufak bir kanıt olmadığı için, böyle bir tipin bulunmadığı varsayımı haklı olacaktır.


Evrimsel Biyoloji, Cilt 6’nın18 incelendiği bir eleştiri kitabında şöyle söylenmiştir:


En az üç paleontolog, soy oluşun belirlenmesinde jeolojik katmanların konumlarının hiçbir ilgisinin olmadığı sonucuna varmışlar ve neredeyse hiçbir taksonun bir başka taksondan türememiş olduğunu söylemişlerdir.19


Bir Alman genetikçi olan ve daha sonraları Berkeley’deki California Üniversitesi’nde zooloji profesörü olarak görev yapmış olan Richard B. Goldschmidt, Simpson’a ve evrimcilerin büyük bir çoğunluğuna ters düşerek, fosil kaydındaki süreksizlikleri gerçek olarak kabul etmiştir. Goldschmidt, evrimcilerin büyük çoğunluğu tarafından kabul görmüş olan Yeni Darvincilik evrim yorumunu (bugünkü söylenişiyle modern sentezi) reddetmiştir. Yeni Darvincilik yorum, tüm evrimsel değişimlerin binlerce küçük mutasyon yoluyla yavaş yavaş ve aşamalı olarak gerçekleştiğini varsaymaktadır. Goldschmidt bunun yerine, başlıca kategorilerin (filumlar, sınıflar, takımlar, familyalar) sistemli mutasyonlar ya da anlık olarak gerçekleşen sıçramalar yoluyla oluştuğu önermesini ileri sürmektedir.20

Goldschmidt, kendi mekanizmasını, “umut veren canavar” mekanizması olarak isimlendirmiştir. Örneğin Goldschmidt bir zamanlar bir sürüngenin bir yumurta yumurtladığını ve o yumurtadan da bir kuşun çıktığını ileri sürmüştür! Goldschmidt’e göre fosil kaydında var olan tüm önemli boşluklar, benzer olaylarla açıklanabilmektedir ─ bir canlı bir yumurta yumurtlamış ve o yumurtadan başka bir canlı ortaya çıkmış (!). Onun “umut veren canavar” mekanizmasını destekleyen en ufak bir kanıt bile bulunmadığını iddia eden Yeni Darvinciler, yumurtayı yumurtlayan kişinin Goldschmidt olduğuna inanmayı tercih ederler. Goldschmidt, Yeni Darvincilerin gerçek olarak kabul ettiği mekanizma (çok sayıda mikro mutasyon sonucu gerçekleşen büyük dönüşüm) lehinde hiçbir kanıt olmadığında aynı derecede ısrarlıdır. Yaratılışçılar, hem Yeni Darvincilerin, hem de Goldschmidt’in itirazlarına katılmaktadırlar ─ bu açıklamaların her ikisi için de herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Goldschmidt, gerek genetik gerekse paleontoloji alanlarında yaptığı yayınlarda, Yeni Darvinci açıdan evrime bakışa karşı gelen, çok sayıda ikna edici düşünceler ortaya koymaktadır.

Kendisini evrim felsefesine Goldschmidt’ten çok adamış bir başka kişi daha yoktur. Goldschmidt herkes kadar bu geçiş formlarını bulmak istedi. Eğer bir geçiş formu gerçekten bir geçiş formu olsaydı, Goldschmidt herkes kadar onu kabul ederdi. Buna karşın, Goldschmidt’in fosil kaydı ile ilgili söylediği şudur:


En önemli genel gerçekler şunlardır: Yeni bir filum, sınıf ya da takım görüldüğünde, bunun hemen ardından, bilinen tüm takım ve familyaların aniden ve görünür geçişleri olmayacak şekilde, jeolojik zaman açısından hızlı ve birden ortaya çıkan bir çeşitlilik izler.21


Şimdi yaratılışçılar şunu sormaktadırlar: Yaratılış modelinin öngördüklerine göre bu fosil kaydının daha iyi bir tarifinden ne beklenebilir?Diğer yandan bir kimse, Goldschmidt’in “umut veren canavar” evrim mekanizmasını kabul etmediği sürece bu açıklama, evrim modelinin ortaya koyduğu ve bu kuramın gerektirdiği ara düzeylerin fosil kaydında var oluşu ile ilgili en önemli öngörüyle çelişmektedir.

Bazı eleştirmenler Goldschmidt’e ait, “umut veren canavar” mekanizmasını benimseyen yayınların elli yıllık yayınlar olduklarından şikayet edebilirler ve dahası, Goldschmidt’in fikirlerine günümüz evrimcileri tarafından itibar edilmemiştir. Ancak önemli olan soru şudur: Goldschmidt niçin ilk önce böylesine inanılmaz bir mekanizmanın işlemiş olduğunu ileri sürmek zorunda kalmıştır? Temel tipler arasında yer alması gereken geçiş formları bulunamadığı ve fosil kaydında görünen her bir tip tümüyle gelişmiş biçimde ortaya çıktığı için Goldschmidt, bu mekanizmayı ileri sürmek zorunda kalmıştır. Son yarım yüzyıldır yapılmış olan fosil kaydı ile ilgili yoğun araştırmaların hiç birisi Goldschmidt’in fikrini değiştirmesini sağlayabilecek bir şey ortaya çıkartamamıştır.

Diğer yandan, Amerika’nın en tanınmış evrimcilerinden biri, Goldschmidt’in fikirlerini savunmak üzere bir araya toplamıştır. Bu kişi, Harvard Üniversitesi’nde jeoloji, biyoloji ve bilim tarihi dersleri veren bir profesör olan Stephen Jay Gould’dur. Onun çalışmaları arasında, Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’ne ait bir yayın olan Natural History adlı derginin her sayısında yer alan makaleler de bulunuyordu. Gould, aynı gazetede “Umut Veren Canavarlara Dönüş” başlıklı bir makale yayınladı.22

Gould, evrimci meslektaşları tarafından, “umut veren canavar” mekanizması nedeniyle Goldschmidt üzerine yağdırılan “kurumsal azarlama ve alaylar”dan söz ettikten sonra şöyle der: “Ancak şunu öngörebilirim ki, gelecek on yıllık zaman süresi içinde evrimsel biyoloji dünyasında Goldschmidt’in büyük ölçüde haklı olduğu gösterilecektir.” Bundan hemen sonra Gould şöyle der: “Fosil kaydında yer alan ani dönüşüm, aşamalı değişim için bir destek oluşturmamaktadır...”

Aynı makalede daha sonra Gould şöyle der:


Tüm paleontologlar fosil kaydının ara seviye formlarla ilgili olarak çok az şey içerdiğini bilirler; başlıca gruplar arasında gerçekleşen tüm dönüşümlerin ortak özelliği aniden ortaya çıkmalarıdır.


Gould böylece Goldschmidt’in de söylediği gibi fosil kaydının bir bitkinin ya da hayvanın bir başka şekle dönüştüğünü gösteren bir kanıt sağlayamadığını ve her türün birdenbire ortaya çıktığını söylemiştir.

Daha sonra Gould, aşamalı değişim fikrine karşı Goldschmidt tarafından da ortaya atılan bir diğer tartışmayı başlatmıştır. Gould şöyle der:


Düzenli bir değişim konusunda doğrudan bir kanıta sahip olmamamıza rağmen, atalar ve torunlar arasında uygun, işlevsel organizmalar oluşturan mantıklı bir ara seviye form dizisi düşünebilir miyiz? Faydalı yapıların hatalı başlangıç evrelerinin ne faydası vardır? Yarı çene ya da yarı kanat olan bir yapının ne anlamı vardır?

Burada tartışılan şudur: Bir formdan bir diğerine geçişin gerçekleştiği bir aşamalı evrimsel değişim mümkün değildir. Çünkü, geçiş formlarının eksik oluşları ve işlevsel olmayışları uzun süredir yaratılışçılar tarafından ortaya atılan bir tartışma konusudur. Bu, Goldschmidt’in Yeni Darvincilik evrim mekanizmasına karşı ortaya atmış olduğu anahtar tartışmalardan biridir ve bugün de Gould tarafından tekrarlanmaktadır.

Gould, Goldschmidt’in de yaptığı gibi, en büyük evrimsel değişimlerin, gelişim sürecinin hızında oluşan küçük değişimlerle medyana geldiğini tartışmıştır. İlk olarak böylesi bir fikri destekleyecek tek bir deneysel kanıt izi bile yoktur. Goldschmidt bile hiç kimsenin, varsayım olarak ileri sürülen bu ‘umut veren canavar’ mekanizması yoluyla yeni bir türün doğduğunu görmediğini kabul etmiştir. Gould yukarıda sözü edilen makalede Goldschmidt’in, tırtılların renklerinde gerçekleşen büyük değişimlerin, gelişim sürecinin zamanlamasında meydana gelen küçük değişimlerin bir sonucu olduğunu gösteren çalışmasından bahsetmiştir. Tabi ki bundan sanki ‘umut veren canavar’ mekanizmasını destekleyen bir kanıtmış gibi söz edilmesi tümüyle saçmadır. Tek değişim tırtılın renginde gerçekleşmiştir. Bu canlı, tıpkı tırtıldan oluşan kelebekte de olduğu gibi aynı tür bir canlı olarak kalmıştır. Tırtılların ve kelebeklerin kökenleri böylesi süreçler ile açıklanabilir mi? Tabi ki hayır. Gould’un makalesinde açıkça vurgulanan nokta, büyük evrimsel değişimlerin, böylesi küçük düzeylerdeki değişimlerle ortaya çıkmadıklarıydı. Öyleyse tırtılların renklerinde meydana gelen değişimler, başlıca evrimsel değişimlerin gelişim evrelerinin hızında meydana gelen küçük değişimlerin sonucunda oluştuğu fikrini desteklememektedir.

Goldschmidt’e göre bir sürüngen, tüylere ve diğer tüm özelliklere sahip olan ilk kuşun ortaya çıktığı bir yumurta yumurtladı. “Tüyler gibi yepyeni yapılar, tümüyle farklı yapılardaki gelişim süreçlerinin hızında meydana gelen küçük değişimlerin sonucu olarak, birden bire nasıl oluşabilir?” diye sorabilirsiniz. Tek bir tüy bile, yapması gereken işi en iyi şekilde gerçekleştirebilecek biçimde diğer yapılarla uyumlu olarak çalışmasını sağlayacak unsurlarla donatılmış şaşırtıcı derecede karmaşık bir yapıdır (daha fazla bilgi için: Duane T. Gish, Dinozorlar: Tanrı’nın Olağanüstü Tasarımı, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul, 2005, s.67). Onun bu şekilde yapılanmış olması bize dikkatli bir tasarımın gerçekleştiği fikrini vermektedir. Tamamen yeni bir bitki ya da hayvan bir yana, bir tüyün, bir gözün ya da bir böbreğin, gelişim sürecinin hızındaki küçük değişimler yoluyla yeni bir oluşum olarak ortaya çıktığına inanmak şaşırtıcıdır.

Fakat Gould’a göre bu, evrimcilerin inanmak zorunda oldukları bir fikirmiş gibi görünmektedir. Yukarıda sözü edilen makalenin son sayfasında Gould şöyle der:


Gerçekte eğer, gelişim sürecindeki küçük aralıklı hız değişimlerini kabul etmezsek, o zaman tüm bu evrimsel dönüşümlerin nasıl olup da başarıyla sonuçlandığını anlayamayız. Temel değişime, belirgin biçimde farklılaşmış, son derece özelleşmiş, “daha yüksek” düzeydeki hayvan gruplarının karmaşık yetişkin üyelerinden daha dirençli çok az sistem vardır. Bir gergedanı ya da bir sivrisineği nasıl olur da bizler tümüyle farklı bir canlıya dönüştürebiliriz? Başlıca gruplar arasında, yaşam tarihinde gerçekleşen dönüşümler olmuş olmalıdır.


Açıkça görülmektedir ki, Stephen Jay Gould gibi çok iyi yetişmiş, donanımlı çağdaş bir evrimci kendisini evrimin, Goldschmidt’in umut veren canavar mekanizmasına benzer bir mekanizmayla gerçekleştiğini ileri sürmeye mecbur hissediyorsa, o zaman bu demektir ki, evrimin, günümüzde, Yeni Darvincilerin ileri sürdükleri mekanizma yoluyla gerçekleştiğine dair hiçbir gerçek deneysel kanıt bulunmamaktadır. Eğer böylesi kanıtlar var olmuş olsaydı hiç kimse bu inanılmaz ‘umut veren canavar’ mekanizmasını benimsemek zorunda kalmayacaktı. Fakat diğer yandan, bugüne kadar hiç kimse umut veren bir canavarın doğuşuna şahit olmamıştır. Evrimin Yeni Darvinci mekanizmasının gelişimindeki rolü nedeniyle iyi tanınan Sewall Wright, 100.000’den fazla kobayın doğumunu kaydederken pek çok canavarın doğumuna şahit olduğunu fakat, bunlardan hiçbirinin umut veren bir canavar olmadığını söylemiştir.23

Açıkça görüldüğü gibi geçiş formlarının var oldukları konusunda hiçbir kanıt bulunmamaktadır; bu nedenle de umut veren canavar mekanizması, bu geçiş formlarının niçin var olmadıklarını açıklamaya çalışmaktadır! Evrimciler, geçiş formlarının yokluğu nedeniyle içine düştükleri mahcubiyetten kurtulma çabaları içinde bulunsalar da umut veren canavar görüşünü bir kaçış mekanizması olarak benimsememektedirler. 1977’de Gould tarafından yazılmış olan “Umut Veren Canavarların Geri Dönüşleri” adlı makalesinden bu tarafa yirmi yıl geçmiştir. Gould, gelecek on yıllık zaman süresi içinde evrimsel biyoloji dünyasında Goldschmidt’in büyük ölçüde haklı çıkacağını yazmıştı. Benzersiz yetenekleri ile ilgili olarak ne söylense de, Profesör Gould, birkaç istisna dışında hiçbir biyologun Goldschmidt’in evrimci bir biyolog olarak itibarını iade etmek konusunda istekli olmadıkları için, zavallı bir kahin konumuna düşmüş görünmektedir.

1981’de yayınlanan Discover’de Gould, yaratılışçılara ve yaratılış bilimine karşı saldırı niteliği taşıyan sözler söylemiştir.24 O dönemde ben de Discover’in yayıncısından, Gould’un makalesine cevap olmak üzere onunkiyle eşit uzunlukta bir yazı yayınlamak için izin istedim. Bu isteğim reddedildi; fakat, bu derginin yayıncısına bir sayfalık ‘editöre mektuplar’ formunda bir cevap yazısı yazmama izin verildi.25

Gould kendi yazdığı denemede, elinizdeki bu kitabın 1979 basımında da sözü edilen Goldschmidt’in umut veren canavar mekanizmasının tarifine ve kendisinin Goldschmidt’i desteklediğine ilişkin görüşüne karşı çıktı.26 Kendisi beni, Goldschmidt’in umut veren canavar mekanizmasının çarpık bir karikatürünü yapmakla suçlamıştır.

Gould şöyle yazmıştır:


Duane Gish şöyle yazmıştır: “Goldschmidt’e ve artık anlaşıldığı kadarıyla Gould’a göre de bir sürüngen, tüylere ve diğer tüm özelliklere sahip ilk kuşu meydana getiren bir yumurta yumurtladı.” Böylesi saçma bir şeye inanan herhangi bir evrimcinin düşüncelerini haklı olarak kimse umursamayacaktır...


Editöre yazmış olduğum mektupta, Goldschmidt’in Evrimin Somut Dayanağı (The Material Basis of Evolution) adlı kitabından yaptığım alıntılarla, Goldschmidt’in tam olarak böyle inandığını belgeledim. Bu kitapta (s. 395) şöyle yazıyordu:


Bildiğim en ilerici araştırmacı olan Schindewolf’tan (1936) alıntı yapmam yeterli olacaktır. Kendisi, fosil malzemelerden aldığı örneklerle, başlıca evrimsel gelişimlerin birer birer atılmış geniş adımlar sonucu meydana gelmiş olması gerektiğini göstermiştir ... Ayrıca Schindewolf, paleontoloji kaydında halen bulunmaya çalışılan birçok eksik halkanın asla var olmamış oldukları için boşuna arandığını gösterir: “İlk kuş, bir sürüngen yumurtasından çıkmıştır.”


Bu nedenle, Gould’un kendi ifadesine göre, kendisinin önümüzdeki on yıl için yarattığı kahramanı hiç kimsenin umursamaması gerektiğini söyledim.

Editöre yazmış olduğu sonraki bir mektupta27 Gould, Goldschmidt’in bunu, sadece simgesel bir açıklama olarak görme isteğinde olduğunu iddia etmiştir. Ancak görünüşe göre Gould’un evrimci arkadaşları benim, Goldschmidt’in yapmak istediği şey konusunda sahip olduğum anlayışla aynı fikirdedirler. Ateşli bir yaratılış karşıtı olan Futuyma, Goldschmidt’in ileri sürülen bu mekanizmasıyla ilgili olarak şunları söylemiştir:


Vardığı sonuçları sonuna kadar zorlayarak her temel taksonomik grubun, solucandan kabuklulara ya da sürüngenden kuşlara geçişte olduğu gibi bir sıçramada meydana gelen makro mutasyon ya da “umut veren bir canavar” olarak ortaya çıktığı kuramını ortaya atmıştır.28


Johns Hopkins Üniversitesi’nde paleontolog olan ve burada da kısaca anlatılacak olan “sıçramalı” evrim mekanizması taraftarlığıyla tanınan Steven Stanley şöyle der:

Bu yüzyılda ortaya çıkan, uyumlu yeniliklerin hızlı türleşmeyoluyla ortaya çıktıklarına ilişkin fikirler, paleontolojide nadiren yer almış ve destek bulamamıştır. Otto Schindewolf (1936, 1950) burada önemli bir sürükleyici olmakla birlikte, daha önce de açıklandığı gibi, onun görüşleri De Vries ve Goldschmidt’in etkilerini kısmen yansıtan çok uç noktaydı. Schindewolf, bir anda gerçekleşen bir Grosmutasyon’un, yeni bir hayvan familyası ya da takımını temsil eden bir form ortaya çıkardığına inanmaktadır. Bu görüş, ilk kuşun bir sürüngen yumurtasından çıktığı gibi hayallere neden olmuştur.29


Stanley, Schindewolf’un ilk kuşun bir sürüngen yumurtasından çıktığı gibi bir hayal doğuran görüşlerini çok uç görüşler olarak nitelendirir ve Goldschmidt ve De Vries’in bu uç görüşlere önderlik eden bir etkileri olduğunu teslim eder.

Leeds Üniversitesi’nde genetik profesörü olan John R. Turner şöyle der:


Herhangi bir sıçramalı evrim yanlısının yapabileceği en büyük hata, Goldschmidt’in yaptığı gibi, bu “umut veren canavar”ın (eğer böyle bir ad kullanmak isterseniz), daha fazla bir değişim olmayacak kadar mükemmel olacağını varsaymaktır. Goldschmidt, daha iyi fikirlerini bu sapkın görüşe sıkı sıkıya bağlamakla zararlı bir hale sokmuştur.30


Gayet açıkça görülmektedir ki ben, Goldschmidt ya da Gould’u bu konuda ne yanlış anladım, ne de yanlış aktardım. 1977’de yayınladığı makalede umut veren canavar kavramına olan aceleci ve ateşli desteğini dile getirdiği için mahcup olduğu anlaşılan Gould, Goldschmidt’in gerçekten de kendisinin söylediği şeyleri ifade etmek istediğini inkar ederek bu zor durumdan kurtulmaya çalışıyordu. Ancak biz, Gould’un, daha sonradan yazmış olduğu ilk kuşun bir sürüngen yumurtasından çıkmış olduğunun bilimsel bir saçmalık olduğu fikrine katılıyoruz. Böylesi bir önermeyi dile getirmek ya da böylesi görüşleri onaylayanları desteklemek, kanıtların evrim kuramı için ne kadar utanç verici olduğunu da kabullenmek demektir.

Gould, Natural History’de yer alan diğer makalelerde bazı açıklayıcı ifadeler kullanmıştır. Örneğin şöyle demiştir:


Geçiş formlarının fosil kaydında çok nadir oluşu, paleontolojideki meslek sırrı olmaya devam etmektedir. Ders kitaplarımızı süsleyen evrim ağaçlarındaki dalların sadece uç ve bağlantı noktalarında veriler vardır; ancak, geri kalanlar, fosil kanıtları değil, mantıklı çıkarımlardır.31


Aynı makalede daha sonra Gould şöyle der:


Pek çok fosil türünün tarihçesi aşamalı evrimle çelişen iki özelliği içermektedir: 1. Durgunluk. Pek çok tür yer yüzünde kaldıkları süre içinde doğrusal değişim sergilemezler. Bu canlılar fosil kaydında, ortaya çıkışıyla yok oldukları zaman hemen hemen aynı görünürler; morfolojik değişim genellikle sınırlı ve herhangi bir yönde olabilir. 2. Aniden Ortaya Çıkış. Bir tür, her hangi bir yerde yavaş yavaş ve sürekli olarak atalarının dönüşümüyle değil, aniden ve “tümüyle gelişmiş” biçimde ortaya çıkar.


Taksonomik sınıflandırmayla ilgili bir makalede Gould şöyle der:


İlk bakışta, üç seviye ve beş alem sistemi, yazılarımda da sıkça karşı çıktığım gibi yaşam tarihindeki kaçınılmaz gelişimleri doğruluyor görünebilir. Artan farklılık ve çeşitli dönüşümlere bakıldığında bunların, daha yüksek seviyelere doğru gerçekleşen kararlı ve değişmez bir gelişimi yansıttıkları görülmektedir. Fakat paleontolojik bulgular böylesi bir yorumu desteklememektedir. Organik tasarımların daha ileri düzeydeki gelişimlerinde böylesi düzenli bir ilerleme bulunmamaktadır. Bunun yerine, değişimler uzun zaman boyunca ya çok küçük ya da hiç olmamış ve tüm sistem, bir evrimsel patlama ile var olmuştur.32


“Evrimsel patlama” sözcüklerini kaldırıp bunların yerine “yaratılış patlaması” sözcüklerini koyun. O zaman bunu okuyan kişi yaratılışçı bir makale okumakta olduğunu düşünecektir.

Omurgalılar paleontolojisi ile ilgili eğitimini George Gaylord Simpson’dan almış olan Oklahoma Üniversitesi Jeoloji Bölümü profesörlerinden evrimci David B. Kitts, yazmış olduğu fosil kaydındaki boşlukları da içeren evrim kuramı ve paleontoloji arasındaki ilişki konulu bir makalede şöyle der:


Paleontolojinin evrimi “gözlemlemek” için bir araç olduğu şeklindeki parlak vaadine rağmen, evrimciler için bazı çetin güçlükler çıkarmıştır; bunun bilinen en kötü yönü fosil kaydında boşlukların olmasıdır. Paleontoloji, evrim kuramının gerektirdiği türler arasındaki ara seviye formlarını sağlamamaktadır ...33


İçimizden bazıları Kitts’in niçin bir evrimci olduğu sorusunu sorabilirler. Kitts’in evrimi kabul etmesinin nedeni ne olursa olsun, açıkça görülmektedir ki Kitts, fosil kaydı nedeniyle değil, fosil kaydına rağmen bir evrimci olmuştur. Tabi ki Kitts’in, evrimin ara seviye geçiş formlarını gerektirdiği ve fosil kaydının (paleontoloji) bu formları sağlamadığı şeklindeki ifadelerine katılıyoruz.

Macbeth açıkça şöyle söylemektedir:


Darvincilik, uygulamada başarısız olmuştur. Darvinciliğin tüm amaç ve gayesi günümüz formlarının nasıl olup da eski formlardan geldiklerini göstermektir; ki bu, güvenilir bir filojenezin (soy ağacı) oluşturulması olayıdır. Darvin bunu yapmakta tamamıyla başarısız olmuştur.34


Macbeth daha sonra, çeşitli yazarlardan alıntılar yaparak, ders kitaplarında bulunan soy ağaçlarının desteksiz iddialar, hayali yazılar ve havada kalan tahminlerden başka bir dayanağı olmadığını göstermiştir.

Davis’teki California Üniversitesi’nde biyoloji profesörü olan ve evrimci çevrelerde Yeni Darvinci evrim mekanizmasının savunucularından biri olarak tanınan Francisco Ayala bununla beraber, yeni temel türlerin ya da daha yüksek kategorilerin kökenleri konusunda bir bilmece bulunduğunu dile getirmiştir. Bunun yanı sıra, kitabın yardımcı yazarı olan James Valentine ile Ayala birlikte şu açıklamayı yapmışlardır:


Yüksek kategorilerde yer alan taksonların evrimsel kökenleri çok az düzeyde bilinmektedir ... Pek çok takım, sınıf ve filum birdenbire ortaya çıkmışlar ve kendilerinin diğer canlılardan ayırt edilmesini sağlayan tüm özelliklere başından beri sahip olmuşlardır.


Ayala ve Valentine, bu kanıtın nasıl olup da uzun zaman dilimlerinde gerçekleşmiş yavaş, aşamalı değişimler içeren tek bir kuram ile bağdaştırılabildiği konusunda birkaç önermeyi tartışarak reddetmişler ve sonra şu karara varmışlardır: “Fosil kaydında birdenbire ortaya çıkan yeni taksonun çoğu, gerçekte de birdenbire ortaya çıktığı sonucuna varmak zorunda kaldık.”35


Ayala ve Valentine deneysel kanıtların, yüksek kategorilerin aniden ortaya çıktıklarını kabul etmelerine rağmen tabi ki yine de bunu açıklayabilecek mekanik evrimsel süreç arayışlarına devam etmektedirler. Öte yandan yaratılışçı bilim adamları, kendi doğasında rastgele değişimler içeren evrimsel bir sürecin, geride pek çok geçiş formu bırakmaya yetecek kadar uzun bir zaman süreci gerektireceğine işaret etmişlerdir. Bu, özellikle familyalar, takımlar, sınıflar ve filumlar gibi yüksek kategorilerin ortaya çıkmasında da geçerli olan bir durumdur. Bütün bunların tamamıyla gelişmiş biçimde aniden ortaya çıkışları, yaratılış için önemli bir kanıt oluşturmaktadır.

Colin Patterson, ömrü boyunca evrimci anlayışa sahip, Londra’daki İngiliz Doğa Tarihi Müzesi’nde kıdemli bir paleontologdur. Bu ünlü doğa tarihi müzesinde, dünyanın her yerinden çıkarılmış fosillerden oluşan en büyük fosil koleksiyonlarından birisi bulunmaktadır. Eğer evrim gerçekten gerçekleşmişse, Patterson, Darwin’den 125 yıl sonrasına kadar uzanan geniş çaplı araştırmalar sonucu elde edilmiş bu fosil koleksiyonlarına bakarak ve evrimsel bir bakışla, binlerce olmasa da yüzlerce kesin geçiş formu bulabilmiş olmalıdır.

Patterson, evrim konusunda güzel bir kitap yayınladı.36 Patterson kitabında, okuyucuları yorum yapmaya davet etmektedir. Bir okuyucu Patterson’a bir mektup yazmış ve ona niçin bu kitapta gerçek ara seviye formlarına ait hiçbir örnek bulundurmadığını sormuştur. Patterson bu okuyucuya vermiş olduğu cevapta, okuyucusunun, bu kitapta yer alan evrimsel dönüşümlerin doğrudan gösterimlerinin eksikliği konusunda yapmış olduğu yoruma katıldığını fakat, eğer kendisi fosil halde ya da yaşayan herhangi bir ara seviye bilmiş olsaydı buna kitabında mutlaka yer vermiş olacağını açıklamıştır.37

İngiliz Radyo ve Televizyon Yayın Kurumu (BBC) tarafından Dr. Patterson ile yapılan bir radyo programı, daha sonra bir BBC yayını olan The Listener’de basılı olarak yayınlanmıştır.38 Patterson, makalede şöyle söylemiştir:


Sonuçta, bir kişi yaşam tarihi hakkında öğrenebileceği her şeyi, sınıflandırma yoluyla, doğadaki gruplardan öğrenebilir. Bunun dışında kalan her şey hikaye anlatmaktan farksızdır. Elimizde ağacın sadece uç noktaları var; ağacın kendisi kuramdır. Bu ağacı ve kol ve dalların nasıl oluştuğunu bildiğini ileri sürenler sanırım yalnızca hikaye anlatmaktadırlar.


Gerçekte, kuramsal evrim soy ağacında elimizde olan tek şey dalların uç kısımlarıdır. Evrimciler, ağaç gövdesinin ve dallarının gerektirdiği geçiş formlarını asla bulamamışlardır. Patterson’a göre ders kitaplarımızda gördüğümüz tüm bu evrim ağaçları, birer yapmacıktan ibarettir. Patterson’un buradaki dürüstlüğü tabi ki övgüye değerdir.

Steven Stanley tarafından yazılmış olan Makro evrim, Kalıp ve Süreç39 adlı kitabın yorumunda David Woodruff şöyle der: “Fosil türleri yaşam tarihleri boyunca değişmeden kalmışlardır ve fosil kaydında, önemli bir dönüşümün tek bir örneği bile bulunamamıştır.”40

Bazen evrimciler şöyle söylerler: Evet, geçiş formlarının olmaması Darwin için bir sorundu; ancak, o zamandan bu yana çok sayıda geçiş formu bulunmuş olup her gün daha fazlası bulunmaya devam ediyor. Ancak başka evrimciler bunun tam tersini söylemektedir. Örneğin Sir Edmund Leach şöyle der:


Fosil kanıtlar dizisindeki eksik halkalar Darwin için endişe vericiydi. Darwin onların eninde sonunda ortaya çıkarılacağından emin olmasına karşın, bu halkalar bugün hâlâ eksiktir ve muhtemelen öyle kalacaktır.41


Önceleri Chicago’daki Doğa Tarihi Açık Hava Müzesi müdürü olan, şu anda da Chicago Üniversitesinde Jeoloji profesörlüğü yapan ve evrim kuramına verdiği büyük destekle tanınan David Raup açıkça şunları söylemiştir:


Darwin’in doğal seçilim kuramı, daima fosillerden alınan kanıtlarla ilişkilendirilmiş ve birçok insan yaşam tarihinin Darvinci yorumlarının lehine yapılan tartışmalarda fosillerin büyük bir rol oynadığını varsaymıştır. Ne yazık ki bu tam olarak doğru değildir ... Jeoloji kaydında bulduğumuz kanıtlar, Darwin’in doğal seçilim mekanizmasıyla istediğimiz derecede bir uyum sağlayamamaktadır. Darwin bundan tümüyle haberdardı. Kendisi, fosil kaydının öngördüğüne benzememesi nedeniyle mahcuptu; sonuç olarak Türlerin Kökeni adlı kitabının uzun bir bölümünde bu farklılıkları açıklamaya ve gerekçelendirmeye adamıştı... Fosil kanıtları ile kendi kuramının birbiriyle uyuşmaması karşısında Darwin genellikle, fosil kaydının çok eksik olduğunu söyleyerek işin içinden çıkmayı yeğlemiştir ... Pekala, bugün, Darwin’den sonra 120 yıl geçmiş ve fosil kaydı hakkındaki bilgimiz büyük ölçüde genişlemiştir. Bugün, çeyrek milyon fosil türüne sahip olmamıza karşın durum çok fazla değişmemiştir. Evrimin geçmişinde hâlâ şaşırtıcı biçimde süreksizlikler vardır ve bugün, beklenenin tersine, elimizde Darwin’in zamanındakinden daha az sayıda evrimsel dönüşüm örnekleri bulunmaktadır. Böyle söylemekle şunu ifade etmek istiyorum: Kuzey Amerika’da atın evrimini anlatan fosil kaydının örnekleri gibi, Darwin’in öngördüğü değişimin ünlü örneklerinden bazıları daha detaylı bilgilerin elde edilmesi sonucunda atılmak yada değiştirilmek zorunda kalındı. Nispeten az veri olduğunda güzel ve basit bir gelişme gibi görünenlerin bugün, çok daha karmaşık ve çok daha büyük adımlarla ilerledikleri görünmektedir. Sonuç olarak Darwin’in sorunu hâlâ ortadan kalkmamıştır ...42


Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi Gould, geçiş formlarının çok nadir olmasını, paleontologların bir meslek sırrı olduğunu söylemişti. Bu, yaratılışçı görüşün karşısında olan kurum ve kuruluşların yaratılışçı bilim adamlarına karşı uyguladıkları sansürün etkinliğinin bir ifadesidir. Belki yaratılışçı bilim adamlarının ısrarları bu sırrın açığa çıkmasına yardımcı olmaktadır; çünkü, önde gelen yayınların yazarları bile bugün bu durumdan haberdar görünmektedirler. Newsweek’te yayınlanan “İnsan Anlaşılmaz Bir Tesadüfün Sonucu mudur?” adlı bir makalede şöyle söylenmiştir:


Darwin’den beri koyu dindarların avuntusu olan insan ve maymun arasındaki bu eksik halka, var olduğu sanılan ama gerçekte eksik olan tüm yaratıkların sadece en görkemli halkasıdır. Fosil kaydında eksik halkaların bulunması normal bir durumdur: Türlerin Balkan Başbakanları kadar birbirini hızla takip ettiği yaşam hikayesi, birbiriyle bağlantısı olmayan sessiz haber görüntüleri gibidir. Türler arasında yer alan geçiş formlarını bilim adamları ne kadar çok aramışsa o kadar çok hayal kırıklığına uğramışlardır.43


Bu durum evrimciler için öylesi can sıkıcı bir hal aldı ki bazıları, fosil kaydının evrim kuramındaki önemini inkar etme yoluna gitti. İngiliz zoolog ve evrimcisi Mark Ridley artık şunu iddia etmektedir:


... fosil türlerindeki aşamalı değişim asla evrimin kanıtlarının bir parçası olmamıştır. Darwin, Türlerin Kökeni adlı kitabının fosil kaydıyla ilgili bölümlerinde fosil kaydının büyük boşluklar içerdiği için, evrim ile özel yaratılışın karşılaştırılmasında işe yaramadığını göstermiştir. Aynı tartışma günümüzde hâlâ geçerlidir... Her hâlükârda, ister aşamalı ister sıçramalı evrimi savunsun, hiçbir gerçek evrimci, fosil kaydını özel yaratılış modeline karşı evrim modelinin lehine bir kanıt olarak kullanmamaktadır.44


Eğer evrim gerçekse bu gerçekten de şaşırtıcı bir açıklamadır. Eğer yüz milyonlarca yıllık bir süreç içerisinde milyonlarca tür evrimleşmişse, o zaman bu zaman süresi boyunca milyarlarca geçiş formu yaşamış ve ölmüş olmalıdır. Profesör Raup’un söylediği gibi, müze koleksiyonlarında 250.000’in üzerinde farklı fosil türü bulunmaktadır. Bunlar hiç şüphe yok ki listelenmiş milyonlarca fosili temsil etmektedirler. Fosil kaydı ölçülemeyecek kadar zengindir. Öyleyse, yaşam tarihi kayıtlarıyla ilgili olarak evrim için bulunabilecek daha iyi kanıt ne olabilir? Bir evrimcinin, yaratılışçı bilim adamlarına karşı evrimi savunmak için bulmak isteyebileceği daha kesin kanıt ne olabilir? Fakat hayır, Ridley bize hiçbir gerçek evrimcinin evrimi özel yaratılışa karşı savunmak için fosil kaydını kullanmaması gerektiğini söylemektedir. Bu önerinin tersine, yaratılışçı bilim adamları, yaratılışı evrime karşı savunmak için fosil kaydını kullanmakta hiç tereddüt etmemektedirler.

Pierre Grassé, tüm Fransız zoologlar arasında en seçkin olanıdır. Kendisinin, yaşam tarihi hakkında ansiklopedi düzeyinde bilgi sahibi olduğu söylenmiştir. Kendisi, fosil kaydının evrim için önemsiz olduğunu iddia edenleri sert biçimde azarlamakta ve şöyle demektedir:


Doğa bilimleri uzmanları unutmamalıdırlar ki evrim süreci, yalnızca fosil formlar aracılığıyla açığa çıkarılabilmektedir. Bu nedenle paleontolojinin önceden bilinmesi gerekir; uzmanlara, ancak paleontoloji evrimin kanıtını verebilir ve onun akışını ve işleyişini açıklayabilir. Ne bugün var olan canlıların araştırılması, ne hayal kurma, ne de kuramlar paleontolojik belgelerin yerini alabilecek niteliklere sahiptir. Eğer buna önem verilmezse doğa felsefecileri olan biyologlar kendilerini çok çeşitli yorumlara kaptırıp sadece hipotezler ileri sürerler.45


Ne yazık ki Grassé ve onun evrimci meslektaşları için paleontoloji kaydı, evrim için gerekli olan bu kanıtları sağlamamaktadır.

Fosil kaydında evrimcileri mahcup eden evrim lehindeki kanıt eksikliği ile ilgili olarak önceki sayfalarda yer alan açıklamalara rağmen, evrim hakkında hemen hemen tüm ders kitapları fosillerden sağlanan birkaç tane sözde geçiş formu içermektedir. Bunların bazıları etkileyici görünmekte, tabi ki öğrencilere de öyle gelmektedir. Ancak zaman geçtikçe bizler, her örneğin, ele geçirilen kanıtların ağırlığı altında ezildiğini görmekteyiz. Wales’teki Swansea’da Jeoloji profesörü veateşli biryaratılış karşıtı olan rahmetli Derek Ager şöyle söylemiştir:

Öğrenciyken Trueman’ın OstreaGryphea kitaplarından Carruther’in Zaphrentis delanouei kitaplarına kadar tüm bu kaynaklarda öğrenmiş olduğum evrim hikayelerinin neredeyse tümünün bugün çürütülmüş olması çok anlamlı olmalıdır. Benzer şekilde, Mezozoik zamanda yaşamış Kolsu Ayaklıları arasında evrimsel soy ağaçları aramakla geçirdiğim yirmi yılı aşan deneyimim bana onların aynı şekilde bulunamaz olduklarını göstermiştir.46


Günümüzün evrimcileri, bir yandan, kendilerinden önce ortaya atılmış evrim hikayelerini çürütmeye çalışırken, diğer yandan kendilerinden sonra gelen neslin çürüteceği kendi evrim hikayelerini üretmekle meşgul olacaklardır. O nedenle tavsiyemiz, bu hikayelere aldırmamaktır.


Sıçramalı Denge Yoluyla Evrim


Stephen Jay Gould, Amerika Doğa Tarihi Müzesi’nde omurgasız paleontologu olan Niles Eldredge ve Johns Hopkins Üniversitesi’nde paleontolog olan Steven Stanley, evrim konusunda yeni ortaya atılan ve sıçramalı evrim olarak bilinen görüşün ana taraftarlarını oluşturmuşlardır.47 Bu kuramcılar, gittikçe sayıları artan diğerleri gibi sonunda fosil kaydında aşamalı evrim için hiçbir kanıt bulunmadığını kabul etmeye başlamışlardır. Evrimin baş rahibi (!) Charles Darwin, evrimin, uzun bir zaman süresi içinde gelişim hattı üzerinde birikimle oluşan, türlerin yeni türlere evrimleşmesini sağlayan neredeyse hissedilmeyecek derecede küçük değişimler yoluyla yavaş yavaş gerçekleştiğini duyurmuştur. Bu fikir, filumlarda görülen aşamalı değişim (phyletic gradualism) olarak isimlendirilmiş ve Julian Huxley, G. G. Simpson, Theodosius Dobzhansky, Ernst Mayr, G. L. Stebbins ve bu fikrin ana mimarı olan John Maynard Smith’in de güçlü etkileriyle 1900’lerin ortalarına doğru üstün bir kurumsal dogma halini almıştır. Filuma ait aşamalı değişim, bunun, Yeni Darvincilik evrim mekanizmasında etkin olması görüşüydü; ayrıca sentetik kuram olarak da bilinir.

Ancak Gould bugün, Yeni Darvincilik’i ya da sentetik evrim kuramını gömme zamanının geldiğini açıklamıştır. Gould şöyle yazar:


... fakat, eğer Mayr’ın sentetik kuram tanımlaması doğru ise o zaman bu kuram, genel bir değerlendirme olarak, her ne kadar ders kitaplarında kanun olarak halen var olsa da gerçekten ölmüş demektir.48


Sıçramalı evrim görüşünün savunucuları, türlerin, fosil kaydında tümüyle gelişmiş biçimde ortaya çıktıklarını, uzun zaman boyunca yeryüzünde kaldıklarını ve daha sonra nasıl ortaya çıkmışlarsa aynen o şekilde birdenbire ortadan yok olduklarını işaret etmişlerdir. Formlardaki bu kararlılık denge olarak isimlendirilmiş ve Gould ile onun sıçramalı evrimi destekleyen meslektaşlarına göre kayıtların çok önemli bir parçasını oluşturmuştur. Bundan sonra eski türlerle akraba olduğu varsayılan tümüyle gelişmiş yeni türler ortaya çıkar; fakat bir türü diğerine bağlayan geçiş formu bulunamaz. Bu, Yeni Darvincilik evrim mekanizmasıyla açıkça çelişen bir kanıttır. Nasıl olur da evrim kuramı bu gerçekle bağdaşmaya eğilimli olabilir?

Sıçramalı evrim destekçileri buna cevap olarak süreksiz bir evrim biçimi ortaya atmışlardır. Bu tasarıya göre bir zamanlar bir tür ortaya çıkar, büyük bir popülasyon oranına ulaşıncaya kadar hızla çoğalır ve daha sonra da bir, iki, beş, on milyon yıl ya da daha uzun süre hiç değişmeksizin aynı kalır. Daha sonra bilinmeyen bir nedenle nispeten az sayıda birey popülasyondan ayrılır ve ayrılan popülasyon yine bilinmeyen bazı mekanizmalar yoluyla hızla (on binlerce yıl içinde) başka bir türe evrimleşir. Bu yeni tür evrimleştikten sonra ya hızla soyu tükenir ya da büyük bir popülasyon yoğunluğuna ulaşıncaya kadar hızla çoğalır. Daha sonra bu büyük popülasyon bir ya da daha fazla milyon yıl yeryüzünde kalır. Uzun süreli kararlılık bu sürecin denge periyodu olarak bilinen kısmı olup hızlı evrimle karakterize edilen aralık da sıçramadır; bu yüzden sıçramalı denge terimi kullanılmaktadır.

Sıçramalı evrimi destekleyenlere göre bu büyük popülasyonun yüz binlerce ya da milyonlarca yıl yeryüzünde kalmış olması, fosil çökelimlerinin gerçekleşmesi için yeterlidir. Diğer yandan, hızlı evrim sürecinin, özellikle nispeten küçük bir popülasyonu kapsaması, fosilleşme olayı için bir fırsat oluşturmamaktadır. Bundan dolayı, türler arası hiçbir geçiş formu bulunmamaktadır.

Pek çokları tarafından fosil kaydınca ortaya çıkarılan sorunun çözümü olarak nitelendirilen sıçramalı denge görüşü, gerçekte bir çözüm değildir. Sıçramalı denge her şeyden önce bir mekanizma değildir. Bir türün nasıl ve niçin hızlı bir biçimde bir diğer türe evrimleşebildiğini hiç kimse bilmemektedir. Bu düşünce genetik biliminden çıkardığımız bilgilere tamamen terstir. Örneğin, bir kertenkelenin genetik sistemi %100 oranında bir diğer kertenkelenin üremesine adanmıştır.

Yüz binlerce birbirine bağımlı genden oluşan, anlatılmaz derecede karmaşık, çok iyi biçimde düzenlenmiş, tam anlamıyla bütünleşmiş, şaşırtıcı biçimde kararlı olan bu genetik sistemin büyük ölçüde değiştirilebildiği ve sadece hayatta kalacak şekilde değil, aynı zamanda önceki formdan daha gelişecek şekilde yeniden bütünleşebildiği fikri bizim bu sistem ve onun nasıl çalıştığı konusunda bildiklerimize ters düşmektedir.

Üstelik bu görüş, deneysel olarak gözlemlenebilen bilimsel kanıtlardan yoksundur. Bu görüş için var olan tek kanıt geçiş formlarının yokluğudur. Sıçramalı evrimi savunanlara göre, eğer bir form yavaş ve aşamalı biçimde bir diğerine evrimleşmemişse o zaman bu form hızlı bir biçimde yeni bir forma evrimleşmiş olmalıdır.

Darwin’den bu yana yaratılışçı bilim adamları geçiş formlarının bulunmayışlarının özel yaratılış için kanıt oluşturduğu konusunda ısrar etmişlerdir; fakat sıkça doğrulanan “yenemiyorsan, katıl” tavsiyesine uyan sıçramalı evrim savunucuları geçiş formlarının yokluğunun, sıçramalı evrim kuramına göre evrimin bir kanıtı olduğunu iddia etmektedirler.

Ancak, evrimin sıçramalı görüşüne en çok zarar veren suçlama, fosil kaydından kaynaklanan evrim kuramına karşı oluşan ciddi soruna çözüm getirmemesidir. Bu ciddi sorun, familyalar, takımlar, sınıflar ve filumlar gibi yüksek kategoriler arasında geçiş formlarının bulunmamasıdır. Örneğin, çeşitli tek hücreli organizma türleri veya farklı denizkestanesi türleri arasında geçiş formlarının bulunmaması ciddi bir sorun olmakla birlikte tek hücreli organizmalar ile denizkestaneleri gibi karmaşık omurgasızlar arası geçiş formlarının bulunmaması çok daha büyük ve ciddi bir sorundur. Yine, örneğin ringa balığının değişik türleri arasında geçiş formlarının bulunmayışı, evrimcilere göre evrim açısından bir sorun olarak görülebilirken, omurgasızlar ile balıklar ya da balıklar ile amfibyumlar arasında bir tek geçiş formunun dahi bulunmayışı aşılamaz derecede büyük sorunlar ortaya çıkarmaktadır.

Sıçramalı denge düşüncesi türler arası geçiş formlarının yokluğunu açıklamak üzere ortaya çıkarılmış olmasına karşın, fosil kaydında gerçekten var olan büyük boşluklar sorununu çözmesi bir yana, bu soruna hiç değinmemektedir. Belki de, sıçramalı evrim modelinin kurucularından biri olan Gould’un bunun, “umut veren canavarın geri dönüşü” olacağını öngörmek zorunda kaldığını söylemesinin nedeni de budur. Evrimin sıçramalı denge görüşüne karşı giderek artan ilgi, evrim kuramının artık iflas ettiğinin bir diğer göstergesidir.


Yaratılış, Evrim ve Fosil Kaydı


Özet


Yaratılış modelinde yer alan başlıca öngörüler:


1. İleri derecede karmaşık ve çeşitli yaşam formlarının hiçbir atasal form kanıtı bulunmaksızın birdenbire ortaya çıkışları.


2. Temel bitki ve hayvan türlerinin, aralarında hiçbir geçiş formu kanıtı olmaksızın birdenbire ortaya çıkışları.


Fosil kaydı şunu açığa çıkarmaktadır:


1. Büyük bir çeşitlilik içeren ileri derecede karmaşık yaşam formları, birdenbire ortaya çıkmışlardır. Bu canlılar için dünyanın hiçbir yerinde hiçbir evrimsel ata bulunamamıştır.


2. Yüksek kategorilerdeki hayvan ve bitki türleri bu temel türler arası hiçbir geçiş formu kanıtı olmaksızın birdenbire ortaya çıkmışlardır.


Tarihsel kayıtlar ya da fosil kaydı özel yaratılış için mükemmel bir destek sağlamakta fakat evrim kuramının başlıca öngörüleriyle tam bir çelişki oluşturmaktadır. Evrim gerçekten gerçekleşti mi sorusuna fosil kaydının verdiği yanıt, yankı yaratacak derecede güçlü bir HAYIR’dır!


Embriyoloji, Körelmiş Organlar ve Homoloji


Embriyoloji, aynı kökenden geliş (homoloji) ve körelmiş organlar gibi evrime kanıt oluşturan diğer şeylere ne demeli? Hemen hemen evrimcilerin tümü insan embriyosunun (ve diğer tüm embriyoların) gelişim süresi içerisinde uygun bir evrimsel sıra dahilinde kendi evrimsel atalarının görüntüsüne büründüğüne inanıyorlardı (ve hâlâ pek çoğu buna inanmaktadır). Ontojenezin (embriyolojik gelişim) filojenezi (evrimsel gelişim) özetlediği söylenir. Embriyologların çoğu tamamen çürütülmüş olduğuna inanmalarına rağmen, bu iddia bugün hâlâ lise ve üniversitelerin çoğunda okutulan kitaplarda yer almaktadır.

Elli yıldan daha uzun bir zaman önce Illinois Üniversitesi’nden Waldo Shumway embriyolojik evrimsel gelişim kuramı (“biyogenetik yasa” olarak da isimlendirilir) ile ilgili olarak şöyle söylemiştir: Deneysel embriyoloji göz önüne alındığında “hipotezden vazgeçilmesi gerektiği görülmüştür.”49 Columbia Üniversitesi Biyoloji Bilimleri Bölümü’nden Walter J. Bock şöyle der:


... biyogenetik yasa biyoloji alanında öylesine derin kökler salmıştır ki daha sonraları çok sayıda bilim adamı tarafından yanlışlığı kanıtlanmış olmasına rağmen sökülüp atılamamıştır.50


Bu konuda benzer pek çok alıntı verilebilir (örneğin, Davidheiser’in embriyolojik evrimsel gelişim kuramı üzerine yazmış olduğu mükemmel bölüme bakınız51 ).

Embriyolojik evrimsel gelişim kuramına inanan kişiler tarafından ortaya atılan fikirlerin en tanınmışlarından biri, insan embriyosunun (aynı zamanda tüm memeli, sürüngen ve kuş embriyolarının) gelişiminin erken evrelerinde “solungaç yarıkları” taşımasıdır. İnsan embriyosu, boyun bölgesinde, yutak kesesi olarak isimlendirilen ve yüzeysel olarak, balıklarda bulunan ve daha sonraları solungaçlara dönüşen yapılara benzer çubuksu yivli yapılar vardır. Ancak insanda (diğer memeliler, sürüngenler ve kuşlarda da) bu yutak keseleri boğaza açılmazlar (bu nedenle “yarık” olamazlar) ve solungaçları veya solunum dokularını geliştirmezler (bu nedenle “solungaç” olamazlar). Eğer bunlar solungaç ve yarık değillerse, o zaman nasıl olur da “solungaç yarıkları” olarak isimlendirilirler? Aslında bu yapılar çeşitli bezlere, alt çene ve iç kulak yapılarına dönüşürler. Langman şöyle der: “İnsan embriyosu asla solungaçlara sahip olmadığı için bu kitapta yutak kemeri ve çatlak terimleri kullanılmıştır.”52

Eğer insan embriyosu sözde evrimsel atalarının bir gelişmiş tekrarı ise, insan kalbi öncelikle tek odalı olarak oluşmalı ve daha sonra başarılı bir biçimde iki, üç ve dört odalı hale gelmelidir. Aslında, insan kalbi önceleri birbirine bağlı iki odalı ve sonradan tek odalı bir organ olarak oluşmakta ve daha sonra doğrudan dört odalı bir organ haline gelmektedir. Diğer bir deyişle oluşum sırası, kuramın gerektirdiği gibi 1-2-3-4 şeklinde değil, 2-1-4 şeklinde gerçekleşmektedir. İnsan beyni sinir tellerinden önce ve insan kalbi de kan damarlarından önce oluşmaktadır. Bu da varsayılan evrimsel sıraya uymamaktadır. Embriyologların bu embriyolojik evrimsel gelişim kuramından vazgeçmelerinin nedeni birçok benzer çelişki ve eksikliklerdir.

Üstelik, geçtiğimiz yıllarda fetoskop adı verilen bir alet geliştirilmiştir. Bu alet rahmin içine sokulduğunda, insan embriyosunun her gelişim evresine ait gözlemler yapılabilmesine imkan vermekte ve fotoğraflar çekmektedir. Sonuç olarak bugün, gelişimin her evresinde fetal gelişim sürecinin hep insan olduğu bilinmektedir.53

Evrimciler bir zamanlar insan vücudunda kullanışsız hale gelmiş fakat insanın hayvan atalarında kullanılmış olan 180 organı sıralamışlardır. Ancak bu konudaki bilgilerimiz arttıkça listede bulunan organ sayısı hemen hemen sıfıra ininceye kadar devamlı azalmıştır. Bir zamanlar timüs bezi, beyin epifizi, bademcikler ve kuyruk sokumu kemiği gibi önemli organların körelmiş organlar oldukları düşünülüyordu. Timüs bezi ve bademcikler, hastalıklara karşı bir savunma sağlamaktadırlar. Apandis, bademciklerde bulunan yapılara benzer yapılar bulundurur ve yabancı maddelere karşı bir savunma işlevi görür. Kuyruk sokumu kemiği, kuyruğun körelmiş, kullanışsız bir parçası olmayıp leğen bölgesi kasları için önemli bir bağ görevi görmektedir. Üstelik kuyruk sokumu kemiği çıkartılan bir insan rahat olarak oturamaz.

Ontario’daki Guelph Üniversitesi’nde zoolog olan evrimci S. R. Scadding “körelmiş organlar” fikrinin evrime destek sağladığı görüşüne karşılık iki ana sav ileri sürmüştür. Her şeyden önce, hemen hemen her sözde körelmiş organın kullanışlı bir işlevi olduğunun açığa çıktığına işaret eder. İkinci olarak Scadding, bir organın hiçbir işlevi bulunmadığının kesin olarak kanıtlanmasının imkansız olduğunu vurgular. Scadding “körelmiş organlar”ın evrim kuramı için hiçbir kanıt sağlamadığı sonucuna varır.54

Evrimciler, pek çok farklı hayvanın benzer yapılar, homolog yapılar olarak nitelendirilen organlar ve metabolizmalara sahip olduklarından söz eder. Bunun bir gerçek olduğu çok açıktır. Bir insanın biyokimyasının (yaşam kimyası ya da metabolizma) bir fareninkine benzemesi o kadar şaşırtıcı mıdır? Zaten, onlarla aynı yemeği yiyip aynı suyu içip aynı havayı solumuyor muyuz? Eğer evrim gerçek olsaydı, yapı ve metabolizmadaki benzerlikler evrimsel ataların ortaya çıkarılmasında değerli bir destek sağlarlardı. Fakat bunlar evrime kanıt olarak bir değer oluşturmazlar. Bu tür benzerlikler hem yaratılış hem de evrim modelleri tarafından öngörülmüştür. Böyle benzerlikler aslında Usta Tasarımcı’nın ustaca tasarımı üzerine kurulan yaratılışın bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Benzer işlevlere ihtiyaç duyulan yerlerde Yaratıcı, benzer yapılar ve bu işlevleri yerine getirecek olan benzer yaşam kimyaları kullandı. Bunu sadece her organizmanın bireysel ihtiyaçlarını karşılayan yapıları ve metabolik yolları değiştirerek yaptı.

Benzer yapılarla ilgili morfolojik ve genetik kanıtların bir çoğu aslında, evrim kuramının öngördükleriyle doğrudan bir çelişki oluşturmaktadır. Bu çelişkili verilerin çoğu, katı bir evrim kuramı savunucusu olan Sir Gavin de Beer tarafından, Oxford Biology Reader’de yazmış olduğu Çözülmemiş Bir Sorun, Homoloji başlıklı yazıda tartışılmıştır.55 Sir Gavin, kanıtların, kendisinin bir evrimci olarak beklediği şeylerle çelişkili olması nedeniyle bu başlığı seçmiştir.

Sir Gavin, çelişkili kanıtlardan bahsettikten sonra bunların en kötüsünün genetik veriler ile ortak bir atadan gelen benzer yapıların kalıtımı kavramı arasındaki çelişki olduğu görüşünü dile getirmiştir. Sir Gavin bu tartışmadan sonra şöyle der:


Şu anda gayet açıktır ki ortak atalardan gelen benzer yapıların kalıtımının benzerliklerle açıklanabileceğinin varsayılması yanlıştır; böylesi bir kalıtım, genlerdeki benzerlik şeklinde yorumlanamaz. “Benzer” genlerin bulunması amacıyla yapılan girişimler yakın akraba türler dışında ümitsiz bırakılmıştır.


Eğer benzer yapılar, bu yapıya sahip olan ortak bir atadan evrim yoluyla kalıtılmış benzer yapılara sahip hayvan ya da bitkiler nedeniyle var olmuşsa, o zaman bu canlılar, yapıyı belirleyen, ortak atadan kalıtılmış her geni de ortak biçimde paylaşıyor olmalıdırlar. Diğer bir deyişle, benzer yapıları belirleyen bu canlılardaki her bir genin durumu hemen hemen aynı olmalıdır. Fakat durum böyle değildir. Bu benzerliği belirleyen genlere doğru geriye gidildikçe benzer yapılar bulunduran hayvan ya da bitkilerde bu genlerin tümüyle farklı oldukları bulunmuştur.

Evrimciler, yapıların, gen değişimleri nedeniyle değişim gösterdiklerine inanmaktadırlar. Bununla beraber, eğer genler değişirse, tabi ki bu genler tarafından yönlendirilen işlevler ve yapılar da değişecektir. Tam tersi, eğer yapı ve işlev değişmeksizin kalırsa o zaman bu yapı ya da işlevi yönlendiren genler de değişmeden kalacaktır. Eğer evrim gerçekse, yapılabilecek tahminlerden en açık olanı budur. Ancak, gerçek genetik veriler bu tahminlerle doğrudan bir çelişki içerisinde bulunmaktadırlar.

Bu gerçek nedeniyle evrimciler inanılmaz bir durumun gerçek olduğunu varsaymak zorunda kalmışlardır. Sir Gavin’in de sözünü ettiği şeyi S. C. Harland şu şekilde dile getirmiştir:


Nitelik değişimlerini ortaya koyan genler sürekli değişiyor olmalıdırlar ... Omurgalı hayvanlarda ortak olan göz gibi organların, organdan sorumlu genlerin evrim süreci sırasında tümüyle değişmiş olmasına rağmen nasıl olup da yapı ve işlev benzerliklerini devam ettirebildiklerini görebiliyoruz.56


Ne inanılmaz bir önerme! Örneğin, gözü yöneten genler tümüyle farklı genlere evrimleşebiliyorlar fakat, bu genler tarafından yönlendirilen yapı (göz yapısı) değişmeksizin aynen kalıyor! Evrim kuramı ve genetik veriler arasındaki çelişkileri çözme girişiminde bulunan evrimciler akla uymayan varsayımları ileri sürmek zorunda kalıyorlar. Hiçbir doğal, mekanik süreç böylesi şaşırtıcı, yani yapıların hemen hemen aynı olup genlerin tümüyle farklı olduğu bir düzenin başarıyla sonuçlanmasını sağlayamaz. Kanıtlar açıkça göstermektedir ki, böylesi inanılmaz bir düzeni üreten genetik mühendis ancak gücü her şeye yeten bir Yaratıcı olmalıdır.

Sir Gavin, Harland’ın önermesinden daha iyisini düşünememesine rağmen bu konuda kendisini ne kadar rahatsız hissettiği aşağıdaki sözlerinden anlaşılmaktadır:


Fakat, eğer normal süreçte çeşitli parçalardaki farklılaşmayı (embriyolojide hâlâ nasıl olduğu bilinmeyen) sağlayan proteinleri oluşturan enzimlerin genetik bir şifre yoluyla yapıldığı doğru ise, o zaman aynı genler tarafından kontrol edilmemelerine rağmen, aynı “kalıpları”, diğer bir deyişle benzer (homolog) organları meydana getiren mekanizma nedir? Ben bu soruyu 1938’de sordum, fakat hâlâ cevaplanamadı.57


Bu soru cevaplandırılamamıştır; çünkü, evrim kuramına uygun bir cevap bulunmamaktadır. Bu evrimyaratılış sorunuyla ilgili olarak Oxford Biology Reader ve Sir Gavin’in 1938 yayınının kopyalarının elde edilmesi tavsiye edilmektedir. 1938 yayınında, homoloji, embriyoloji ve bunların evrim kuramı için ortaya çıkardığı sorunlar tartışılmaktadır.58

Harland’ın yapılar aynı kalabilirken bu yapıları yönlendiren genlerin tümüyle değişmesi görüşü, yukarıda sözü edilen evrim kuramıyla çelişmesine ek olarak doğal seçilim yoluyla gerçekleşen evrim kuramının diğer bir temel varsayımıyla da çelişir. Bu durumda, genler tümüyle değişip evrimcilerin bahsettiği büyük evrimleşme olurken, yapı (gözler) değişmeden kaldığı için, doğal seçilimin bu süreçte hiçbir katkısının olamayacağı çok açıktır.

Evrim kuramına göre doğal seçilim, bitki ve hayvanların çevreleri ile yapıları ve işlevleri (fenotip) arasındaki etkileşimi kapsar. Burada, genlerin (genotip denen iç özelliği) fenotip denen dış özelliği etkilemeden bu etkileşime katılmaları mümkün değildir. Yani, genotip, sadece fenotip üzerinde yarattığı etkisiyle sürece katılabilir. Eğer durum buysa o zaman yukarıda Harland’ın önermesinde yer alan genlerin varsayılan evrimsel dönüşümlerinde, madem ki yapının kendisi değişmeden kalmakta, o zaman nasıl oluyor da doğal seçilim değişimin gerekli evreleri boyunca değişmeden ya da ilk haliyle kalan çeşide karşı mutasyona uğramışların yüzdesini koruyup yükseltebiliyor?

Açıkçası doğal seçilim dışlanmıştır. Üstelik, Sir Gavin’e göre yukarıda bahsedilen süreç birçok kez gerçekleşmiştir; zira, kendisi bunun nedeni olarak, yakın akraba türler dışındaki benzer (homolog) genleri bulma girişimlerinden vazgeçildiğini söyler (yaratılışçılar bu genlerin yaratılmış tek bir türden geldiğini savunmaktadırlar). O zaman evrim kuramına göre genler, bu genler tarafından yönlendirilen yapı veya işlevde hiçbir değişim olmadan birçok kez tümüyle değişmişlerdir. Böylece bu süreç, evrimin hareket gücü olduğu varsayılan doğal seçilimden de bütünüyle bağımsızdır!

Sir Gavin de Beer’in 1971 yılı yayını ve bundan yirmi beş yıl sonraki biyologlar, embriyolojik, genetik ve morfolojik kanıtların evrimsel bir bakış açısıyla değerlendirilmesi sonucu ortaya konan benzerliği (homoloji) açıklama girişimlerinde başarısız olmuşlardır. Rolf Sattler, “Homoloji: Sürüp Giden Bir Zorluk”59 adlı makalesinde, şunu kabul etmektedir: “Beer’in (1971) de işaret ettiği gibi homoloji, hâlâ ‘çözümlenmemiş bir sorun’dur.” Sattler, Beer gibi, farklı hayvanlardaki benzer yapıların kalıtımının, aynı ya da homolog genlerin kalıtımına bağlanamayacağına inanmıştır. Şöyle der:


... genelde organlar ya da kısmi parçalar gibi yapıların homolojisi, gen dizileri ya da benzer genlerin kalıtımına bağlanamaz. Sonuç olarak organ benzerliği gen benzerliği seviyesine indirilemez ... fakat tam olarak ne olduğu ve nasıl devam ettiği hâlâ çözümlenmemiş bir sorundur.


Louise Roth, evrimci biyologların homolojinin biyolojik temellerini açıklamakta başarısız olduklarını dürüstçe kabul etmektedir. Roth şöyle der:


Görülebileceği gibi Beer’in 1971 denemesinin başlığı, “Homoloji: Sürüp Giden Bir Zorluk”, hâlâ doğru bir tanım olarak durmaktadır... Genetik, gelişimsel, büyük fenotipik süreçler ile evrimsel düzeyler arasındaki ilişkiler kara bir kutu olarak durmaktadır.60


Roth ayrıca Beer ve Sattler gibi farklı hayvanlardaki homolog yapıların aynı genler tarafından kontrol edilmediğine inanmıştır. G. P. Wagner şöyle der:


Homolojinin biyolojik temellerinin belirlenmesi ile ilgili olan rahatsız edici birçok derin sorun tekrar tekrar karşımıza çıkmaktadır ... Homoloji konusundaki ortak şikayetin gelişimsel biyoloji ve gen bilimindeki yetersizliğin olduğunu belirtmek önemlidir.61


Homoloji ile ilgili olarak yazmış olduğu yazıda Wagner haykırarak şu soruyu sormaktadır: “Homolojinin biyolojik temellerini bulmak niçin hâlâ bu kadar zordur?” (s. 1157). Evet, niçin? Bizler inanıyoruz ki onların içinde bulunduğu ikilemin cevabı evrim kuramına dayandırılarak embriyoloji, morfoloji ve gen biliminin homolojiyle bağdaştırılması için yollar aranmasında yatmakta, fakat gerçekler evrim kuramına uymamaktadır. Eğer farklı hayvanlardaki benzer yapılar aynı ya da benzer genler tarafından kontrol ediliyor, bu benzer yapılar aynı embriyolojik yapılardan kaynaklanıyor olsaydı ve farklı hayvanlardaki benzer yapılar için gelişim yolları aynı olmuş olsaydı, o zaman gerçekler evrim kuramının öngörülerine uygun olurdu. Ancak, gerçekte bu varsayımların hiçbiri doğru değildir. Evrim kuramının dayandırıldığı homolojiyle ilgili olarak ileri sürülen tahminlerdeki başarısızlık, kuramın bütünüyle iflas ettiğinin bir diğer göstergesidir.

Daha önce, Colin Patterson’un evrim kuramıyla ilgili olan bazı sorunları ortaya koyduğu, BBC’de yayınlanan bir radyo programından söz etmiştik. Programda yer verilen makalede62 Patterson ve onun ‘taksonomistler yaptıkları işte evrim kuramını görmezden gelmeli’ şeklindeki görüşünü paylaşan diğer taksonomistler “dönüşmüş sınıflandırmacılar” (transformed cladists) olarak isimlendirilmişlerdir. Makale şöyle der:


Şimdi var olan şüpheleri tümüyle görebiliriz. Dönüşmüş klâdistler, iyi bir sınıflandırmanın yapılmasında evrimin tümüyle gereksiz bir şey olduğunu iddia ederler; aynı zamanda onlar, Darwin’in, yeni türlerin nasıl ortaya çıktıkları konusundaki açıklamalarına da ikna olmamışlardır. Bu nedenle onlar için yaşam tarihi hâlâ gerçeğin ötesinde, daha çok bir hayal ürünüdür ve evrimin uyum ve seçilim gibi terimlerle Darvinci bir eğilimle açıklanmaya çalışılması güzel, ama içi boş bir konuşmadır.


Daha sonra Patterson’un şöyle dediği aktarılır:


Darwin’den önce biyoloji bilimi bir Yaratıcıya ve O’nun tasarımına inanan insanlar tarafından icra ediliyordu; Darwin’den sonraki biyoloji ise Darwin’in kuramını tanrılaştıran insanlarca icra edilmeye başlandı. Onlar kendi görevlerinin Darwin kuramını ayrıntılarla donatmak ve boşlukları, yani ağacın gövdesini ve dallarını doldurmak olduğunu gördüler. Fakat bana göre bu kuramsal çerçeve, gerçek biyoloji araştırmalarında çok büyük bir etkiye sahip olamadı. Darvincilik ve Yeni Darvincilik bazı yönlerden bana bilimsel gelişimi yavaşlatmış görünmektedir.


Sonuç


Kerkut, bir yaratılışçı olmamasına rağmen evrim kuramını desteklemek için genellikle kullanılan kanıtların yanlışlıkları ve zayıflıklarını ortaya çıkarmak amacıyla küçük, önemli bir kitap kaleme almıştır. Bu kitabın son paragrafında Kerkut şöyle der:

... dünya üzerinde yaşayan tüm canlı formların, kökeni inorganik madde olan tek bir kaynaktan ortaya çıktığını savunan bir kuram vardır. Bu kuram “Genel Evrim Kuramı” olarak isimlendirilebilir ve onu destekleyen kanıtlar, onun üzerinde çalışılan bir hipotezden öte bir şey olduğunu düşünmemize izin verecek kadar güçlü değildir.63


Tabi ki çalışılan bir hipotez ile kanıtlanmış bilimsel bir gerçek arasında çok büyük bir fark vardır. “Evrim gerçeği” aslında evrimcilerin kendi dünya görüşüne olan inancıdır.

İkna edilmiş bir evrimci olan Thomas H. Huxley bile şöyle itiraf etmiştir:


... “yaratılış” kelimesi sıradan anlamıyla son derece anlaşılabilir. İlk zamanlarda evrenin var olmadığı ve önceden var olan bir Varlığın iradesi sonucu altı günde (ya da istenirse, birdenbire) meydana getirildiğini kavramakta güçlük çekmiyorum. Eskiden, şimdiki gibi, Tanrının varlığına ve Tanrı varsa, yaratma eylemi olasılığına karşı ileri sürülen sözde önsel (a priori) savlar bana mantık temellerinden yoksun gibi görünüyordu.64


Michigan Üniversitesi’nde evrimci bir zooloji profesörü olan R. D. Alexander bu kitapta daha önceleri de belirtildiği gibi şuna inanıyordu:


Hiçbir öğretmen, biyoloji alanında evrime bir diğer seçenek olarak ortaya atılan bugünkü yaratılış fikrinden dolayı rahatsız olmamalı; gerçekte şu anda evrime karşı tek seçenek yaratılıştır. Bundan söz etmek hem değerli, hem de bu iki seçeneğin birbiriyle karşılaştırılması mantık ve aklı çalıştırmak için mükemmel bir uygulama olabilir. Birer eğitimci olarak bizim öncelikli hedefimiz öğrencilere düşünmeyi öğretmek olmalıdır ve böyle bir karşılaştırma, birçok öğrencinin özel ilgili ya da taraflı olması nedeniyle, bu amacın gerçekleştirilmesinde diğer yöntemlerden çok daha başarılı olabilmektedir.65


Yaratılışın evrime karşı bir seçenek olarak bilim ve eğitim kuruluşları tarafından kabul görmeyişinin nedeni, tanrı inancına dayalı bir açıklamanın dışlanmasına kadar varan kökenler konusunda tümüyle ateist, materyalist ve mekanik açıklamalar yapılmasında ısrar edilmesine dayanmaktadır. Kökenlerle ilgili bu öğretiyi tek bir görüşle sınırlandırmak, dini felsefede beyin yıkama sonucunu doğurur. Din ile devletin birbirinden ayrılması ile ilgili anayasal güvence ihlal edilmiş ve gerçek bilim dogmaya mahkum edilmiştir.

Kökenler meselesi üzerinde uzun süreden beri yoğun bilimsel çalışmalar yaptıktan sonra, bilimsel gerçeklerin, özel yaratılışın kökenlerinin tek mantıksal açıklaması olduğunu gösterdiği kanısındayım.


Halen kökenlerimiz konusunda söylenebilecek en güncel söz şudur: “Başlangıçta Tanrı ... yarattı.”