Doğal Değişkenlik, Melezleme ve Diğer Etkenler


İnsan da dahil primat türleri içinde büyük bir değişkenlik vardır. Zürih Üniversitesi Antropoloji Enstitüsü’nden Adolph H. Schultz, bu problem üzerinde geniş kapsamlı araştırmalar yapmıştır ve bu konudaki yayınları, özellikle aydınlatıcıdır.150 1968 yayınında Schultz şöyle demektedir:


Günümüz insan benzeri kuyruksuz maymunlarının farklı niteliklerindeki, bu oldukça sıra dışı tür içi değişkenlik, fosil hominoid parçalarının sınıflandırılması ve yorumlanmasında ne yazık ki her zaman göz önünde bulundurulmamıştır.151


Primatlar arasındaki bu büyük değişkenliğin hesaba katılmaması, bazı antropologları, tek bir tür değişkenlik aralığı içinde yer alan fosil örnekler arasındaki farklılıkların büyük evrimsel önemlerine inanmaya götürmüştür.

Schultz, daha önceleri farklı türler olarak sınıflandırılabilen ve pek çok ayrıntı bakımından farklı olan normal şempanzelerdeki büyük değişkenliği ve kafatası oranlarındaki olağandışı değişkenliği tanımlamıştır.152 Schultz’a göre, büyük kuyruksuz maymunlarda ve insanlardaki kafatası hacmi değişimi çok büyüktür. Bu değer cm3 olarak, orangutanlarda 175-540, şempanzelerde 275-500, gorillerde 340-752 ve insanlarda 1100-1700’dür.153 Gerçekte literatürde, insanın kafatası hacmi için, 800 cm3’ten, 2000 cm3’e kadar değişen değerler verilmektedir. Primatlar arasındaki sabit ve göreli olabilen diş büyüklükleri, çok büyük oranlarda çeşitlilik gösterir.154 Bu canlıların omur sayılarında bile büyük bir çeşitlilik vardır.155

Tablo 2’den de görülebileceği gibi, türler içinde, göğüs ve bel omurlarının toplam sayısında büyük bir değişkenlik bulunmaktadır. Ayrıca, birbiriyle melezlenebilen ve iki yakın akraba tür olan siyamanglar ve gibonlar arasında var olan büyük farklılığa da dikkat ediniz.


Tablo 2. Göğüs ve bel omurları sayısındaki değişkenliğin yüzde dağılımı ve bu omurların hominoidler ile makaklardaki ortalama sayıları (Schultz’dan, 155. dipnota bakınız).


Omur Sayısı

Makak

(216)

Gibon

(319)

Siyamang

(29)

Orangutan

(127)

Şempanze

(162)

Goril

(81)

İnsan

(125)

15



4

19




16



10

74

29

43

7

17


5

48

7

68

56

91

18

5

72

38


3

1

2

19

91

23






20

4







Orta-lama

19

18

17

16

17

16.6

17

Kuyruksuz maymunlarda kafatasının orta çizgisi boyunca boylamasına uzanan kemikli bir çıkıntı olan sagital ibiğin varlığı, yokluğu ve büyüklüğü tür içinde ve türler arasında farklılık gösterir. Burada sözü edilen özellikler, insanlarda ve kuyruksuz maymunlarda farklılık gösteren özelliklerden sadece birkaçıdır.

Türler içinde, doğal çeşitliliğin yanı sıra buna ek olarak dikkate değer bir cinsiyet ve yaş değişkenliği de bulunmaktadır. Eşeysel dimorfizm insan ve şempanzelerde önemli ise de, yetişkin bir erkek bireyin vücut ağırlığının bir dişininkinin iki katı olduğu goril ve orangutanlarda çok daha çarpıcıdır, buna karşın gibon ve siyamanglarda önemsizdir. Erkekler genellikle daha güçlü olma eğilimindedirler. Sagital ibiği olan türlerde ibiğin sıklığı ve büyüklüğü erkek bireylerde nispeten daha fazladır.

Kuyruksuz maymunlarda, kafatasının yapısı yaşa bağlı olarak önemli farklılıklar göstermektedir. Kuyruksuz maymunlarda, çocukluktan yetişkinliğe geçiş sürecinde çok büyük değişimler gerçekleşir; fakat insanda durum böyle değildir.156 Genç bir kuyruksuz maymunun kafatası insanınkine biraz benzerken, yetişkin bir kuyruksuz maymunun kafatası insanınkinden oldukça farklıdır. Raymond Dart tarafından keşfedilen ilk Australopithecus örneği olan Taung 'çocuğu'nun, üç yaşında bir çocuk olduğunu hatırlamalıyız; bu yüzden bu çocuk kafatasının, yetişkin kuyruksuz maymunların ya da insanların kafataslarıyla mukayese edilmesi doğru değildi.

Yetişkin kuyruksuz maymunların tümünde omurga sütunu ile kafatası arasındaki eklem, ve böylece art kafa kondillerinin merkezi ile foramen magnum da, kafatasının gerisine doğru uzanır. Bu yapılar kuyruksuz maymunlarda anne karnında ve çocukluk dönemlerinde daha çok ileriye doğru uzanırlarken, çocukluk döneminin peşi sıra arkaya doğru yer değiştirirler. İnsanda gelişim esnasında bu yapıların göreli konumları ya hiç ya da çok az değişim gösterir. Yetişkin insanlarda bu yapıların konumları, yetişkin kuyruksuz maymunlara oranla daha önde yer almaktadır. Bu ilişki, belirli bir fosil canlının dik yürüyüp yürümediğine karar verme konusunda (yeterli materyal hazır bulunduğu durumlarda) belirleyici bir özellik olarak kullanılmaktadır. Bu açıdan bir çocuğa ait kuyruksuz maymun kafatasını bir insan kafatasıyla kıyaslamanın çok büyük bir hata olacağı kolayca anlaşılmaktadır.

Evrimsel bir bakış açısından bakıldığında pek çok farklı anomaliden söz edilebilir. İlkin, yüzdesel olarak doğum ağırlığı anne ağırlığına oranla insanda, büyük kuyruksuz maymunlardakinin neredeyse iki katı iken (%5,5’e karşılık %2,4 – 4,1) kuyruklu maymunlarınkinden ve gibonlardan biraz daha az ya da hemen hemen aynıdır: kuyruklu maymunlarda (%5-10); gibonlarda %7,5).157 Üstelik eski Dünya maymunları, gibonlar ve insanlarda diş çıkarma sırası aynıyken, büyük kuyruksuz maymunlarda farklılık göstermektedir.158 Buna ek olarak, gibonlar yeryüzünde alışılagelmiş biçimde dik yürürlerken bir evrimci: insanın, kuyruksuz maymunlardan çok gibonlar ve maymunlara daha yakın akraba olduğunu düşünebilir.

Bir diğer önemli, ama evrimcilerin fosil örnekleri arasındaki farklılıkların evrimsel önemini değerlendirirken tümüyle görmezden geldiği faktörse, türler arasındaki melezleşmelerdir. Berstein, Malezya’daki vahşi bir Macaca irus takımının iki üyesinin, M. irus ve M. nemestrina melezleri olduklarının belirlendiğini bildirmiştir. Berstein, laboratuvarlarda melezlenen primat taksonlarının çeşitliliğinden söz ederken, türlerin tedricen ara formlardan geçerek birleştiğine dair kanıtları değerlendirirken son derece dikkatli olunması gerektiğini öne sürmüştür.159 Bu dikkat, yaşayan canlıların yanı sıra fosil örneklere de aynı derecede uygulanmalıdır.


Özet Olarak Australopithecine’lerin Durumu


Şu yargıya varabiliriz: Australopithecine’ler (A. africanus, H. africanus, H. habilis, A. boisei, A. robustus, A. afarensis), ne insanla ne de günümüzde halen yaşamakta olan kuyruksuz maymunların herhangi biriyle hiçbir genetik akrabalığı bulunmayan kuyruksuz maymunlardı. Bu canlıların hareket biçimleri, bazı yönlerden benzersiz olmasına rağmen, büyük ihtimalle yaşayan diğer canlıların herhangi birisininkinden çok orangutanlarınkine benzemektedir.

İnsanın kökeni ile ilgili olarak ileri sürülen ara formların tümü, görünüşe göre aynı kaderi paylaşacaklardır. Bir keşfin ilan edilmesinden hemen sonra uzmanlar arasında keskin fikir ayrılıkları ortaya çıkar; bunu, çoğunluğun bu buluşu yavaş yavaş kabullenmesi takip eder; daha sonra, gittikçe artan bir güçle şüpheci sesler duyulmaya başlanır, sonuç olarak da keşif familya ağacından kesilip atılır. Bu süreç, Piltdown Adamı ve Ramapithecus için 50 yıl, Neandertal Adamı’nın tahtından indirilmesi için ise 100 yıl gerektirmiştir. Dart’ın, Australopithecus’un keşfini yaptığını bildirmesinden bu yana yetmiş yıl geçmiştir. Dart’ın, bu keşfi bildirdikten sonra ortaya attığı bu canlının, ara form konumunda bir canlı olduğu iddiası pek çok evrimci tarafından sert biçimde eleştirilmiştir. Fakat, son otuz-kırk yıldır, uzlaşımsal zekanın bir ürünü olarak australopithecine’ler, insan evrimi tasarısında merkezi bir yerde oturmaktadır. Bugün, artan sayıda şüpheci sesler duyulmaktadır; fakat Australopithecus’un, insanın atası olma konumunu kaybetmesi büyük ihtimalle yirmi–otuz yıl daha alacaktır. Endişelenmeye gerek yoktur. Bu zaman sürecinde, uzmanlar arasında sonu gelmez tartışmalar doğuracak pek çok yeni “ara form keşfi” yapılmış olacaktır.


Homo Erectus ─ Bir Bilmece


Homo erectus olarak isimlendirilen canlı, karışık bir geçmişe sahiptir. Uzmanlar, bu fosillerin bazılarının gerçekliğine ilişkin tereddütlere düştüler, başlangıçtaki kanıtların çoğu tümüyle ortadan kayboldu. Yetkililer, Homo erectus’un dev kuyruksuz maymun mu, kuyruksuz maymun benzeri insan mı yoksa tümüyle insan olan Homo sapiens mi olduğunu tartıştılar. Pek çok evrimci, bu taksonda, Homo erectus olarak sınıflandırılmış fosillerin çoğunu ya da tümünü bir arada tutarak bunun, gerçek insan türü olan Homo sapiens’ten bir önce gelen ve günümüze en yakın olan tür olduğunu iddia ederler. Büyük Fransız uzman Marcellin Boule gibi diğerleri de, örneğin, Pekin Adamı’nın, büyük ihtimalle, günümüz insanları tarafından öldürülüp yenen kocaman bir kuyruksuz maymun olduğunu iddia ettiler. Afrika, Avrupa ve Asya’dan toplanan çeşitli fosillerin, bazıları Homo sapiens kalıntıları ve bazıları da Boule’in karar verdiği ve sonunda Dubois’in de kabullenmeye başladığı gibi dev kuyruksuz maymunların fosilleşmiş kalıntılarının, karmakarışık bir yığın oluşturduğu oldukça olasıdır.

Başlangıçta Pithecanthropus erectus (dik yürüyen kuyruksuz maymun–insan) taksonuna dahil edilen ve Java Adamı olarak bilinen fosiller, Sinanthropus pekinensis (Pekin’li Çin Adamı) taksonuna dahil edilen ve Pekin Adamı olarak bilinen fosiller ile geçtiğimiz yıllarda Afrika’da bulunan diğer fosiller bugün, Homo erectus olarak isimlendirilen tek bir tür adı altında bir araya getirilmişlerdir. Homo erectus hikayesi, Eugene Dubois’le başlar.


Java Adamı


Dubois, insanın evrimleştiğine ve Asya’da bir yerlerde kuyruksuz maymunlardan ortaya çıktığına inanmış Hollandalı bir doktordu. Sefere çıkmak için parasal destekten yoksun olan Dubois, Hollanda ordusuna katılmış, Hollanda Doğu Hint Adaları’nda, yani bugünkü Endonezya’da görev almak istemiş ve bu görevi almıştır. O, eşi ve çocuğu 1887’de Sumatra’ya doğru bir deniz yolculuğu yapmışlardır. Amirleri Ona, Doğu Hint Adaları’nda “kayıp halkaları” araştırmak için büyük bir özgürlük tanımışlardır. Sumatra’da aldığı düş kırıcı sonuçlardan yaklaşık iki yıl sonra Dubois Java’ya nakledilmiştir. Dubois orada 1891 sonbaharında, Rinil köyü yakınlarındaki Solo Irmağı kenarlarında bir kafatası kapağı bulmuştur. Dubois bir yıl sonra kafatası kapağını bulduğu yerin on beş metre uzağında bir uyluk kemiği bulmuştur. Sonradan Dubois, koleksiyonuna üç diş eklemiştir.

Bulduğu alnı olmayan kafatası başlığı, çok kalın çeperli, uzun ve alçaktı ve kocaman kaş çıkıntılarına sahipti. Dubois bunun kranyal kapasitesinin 900 cm3 olduğunu tahmin etti. Uyluk kemiği esasen, bir insanın uyluk kemiği ile aynıydı. Dubois, bulduğu tüm parçaların tek bir bireye ait olduğunu, çok ilkel ve kuyruksuz maymun benzeri bir kafatası ile insan benzeri bir uyluk kemiğine sahip olan ve aynen insan gibi dik yürüyen bu canlının gerçek bir “kayıp halka” teşkil ettiğine inandı. Bu nedenle Dubois bu canlıyı, Pithecanthropus erectus (dik kuyruksuz maymun–insan) olarak isimlendirdi.

Dubois bu fosilleri, 1895’te Leyden’deki Uluslararası Zooloji Kongresi’nde sergiledi. Yetkililer Dubois’in bildirisini dikkate değer bir şüphecilik ve farklı fikirlerle karşıladılar. İngiliz zoologlar kalıntıların bir insana, Almanlar bir kuyruksuz maymuna, Fransızlarsa, kuyruksuz maymun–insan arası bir canlıya ait olduğu görüşüne eğilim gösterdiler.

Dubois, Java Adamı’nın bulunduğu yere yakın olan Wadjak’ta, günümüz insanının kranyal kapasitesinden biraz daha yüksek bir kranyal kapasiteye sahip, 1500-1650 cm3 lük iki insan kafatası (bunlar Wadjak kafatasları olarak bilinir) bulmuş olduğu gerçeğini yayınlamadı. Bu gerçek o zamanda açıklanmış olsaydı, Java Adamı’nın “kayıp halka” olarak kabul edilmesi çok zor ve neredeyse imkansız olacaktı. Bu durum 1922’ye kadar sürdü. Tam buna benzer bir keşif bildirilmek üzereyken Dubois, kendisinin, otuz yılı aşkın bir süredir Wadjak kafataslarına sahip olduğu gerçeğini yayınladı. Bu önemli keşfi uzun süre saklı tutması ve Pithecanthropus modellerini sergilememesi de bir talihsizlikti. Evrimci bir antropolog, eğer insan kafatasları kendi Pithecanthropus erectus’ları ile birlikte sergilenseydi, pek çok antropologun bunu hazmedemeyeceğini söyleyerek bu talihsizliği mazur göstermeye çalışmıştır.

Ölümünden yaklaşık on beş yıl önce, çoğu evrimci Pithecanthropus’un insan benzeri olduğunu kabul ettikten sonra Dubois, kendi eliyle yaptığını yine kendi eliyle yıkmış yani, fikrini değiştirmiş ve bunun dev bir gibondan başka bir şey olmadığı açıklamasını yapmıştır!160

Aslında bu olasılığın açıklamasını yapan tek cesur insan Dubois değildi. İnsan Paleontolojisi Fransız Enstitüsü Müdürü ve insan fosilleri konusunda dünyanın en önde gelen uzmanlarından biri olan Marcellin Boule ve onun halefi H. V. Vallois şöyle demişlerdi:

Dubois’i takiben bir kaç doğa bilimci, Pithecanthropus kalıntıları ile Gibon iskeleti parçalarının benzerliklerini vurgulamışlardır. O zaman niçin Pithecanthropus’un Gibon grubunun akrabası, dev bir kuyruksuz maymunu temsil ettiği varsayılmasın?


Daha sonra sözlerine şöyle devam etmişlerdir:


Bu hipotezi birçok olguyla desteklemek mümkündür. Pliyosen ve dördüncü zaman boyunca tüm bölgelerde bugün yaşayan temsilcilerinin beden büyüklükleri önemli derecede azalmış olan, dev memeli formları vardı. Kendimizi primatlarla sınırlayacağımız durum şudur: Madagaskar’da dev bir Dördüncü zaman Lemur’u olan Megaladapis ve Siwalik Tepeleri’nden dev bir fosil Antropoyit olan Dryopithecus giganteus. Günümüz Gibonları gibi aynı zoolojik bölgede keşfedilen Pithecanthropus, bu gruba az çok dahil edilmiş, büyük bir cinsin temsilcisinden başka bir şey olmayabilir.161


Kafatası kapağının pek çok özelliği ile ilgili olan bir sonraki tartışmada Boule ve Vallois şöyle derler: “Bir bütün olarak alındıklarında bu yapılar, şempanze ve gibonlarınkine çok benzemektedirler.”162 Boule ve Vallois, Java’da bir süre yaşamış ve bazı ek malzemeler keşfetmiş bir Alman paleontolog olan von Koenigswald’ın, Dubois’in keşfettiği iki azı dişin bir orangutana, küçük azı dişinin de gerçek bir insana ait olduğunu söylediğini, bildirmişlerdir.163

Dubois’in kazılarının bulunduğu aynı yere yapılan 1906 seferinde, 9000 metre küp toprak kazılmış olmasına rağmen, tek bir benzer malzeme kırıntısı bulmakta bile başarılı olunamamıştır. 1936-1939 yılları arasında G. H. R. von Koenigswald, Trinil’den yaklaşık 65 kilometre uzakta olan Sangiran’da kapsamlı bir araştırma yürütmüştür. Onun burada göstermiş olduğu çaba, bir kafatası kapağı, kafatası parçaları ve dişler de içeren çene kemiği parçalarının keşfiyle ödüllendirilmiştir. Herhangi bir üye kemiği bulunamadı. Von Koenigswald bulgularını, Pithecanthropus II, III ve IV olarak adlandırdı..

Boule ve Vallois, Sangiran’da bulunan kafataslarının, Dubois’in Pithecanthropus’u ile aynı genel özellikleri taşıdığını bildirmişlerdir.164 Sangiran bulgularında birçok diş, altçene ile bir bütün halinde bulunmaktaydı. Bu dişler hakkında Boule ve Vallois tarafından verilen her bir özellik, insandan çok maymunlarınkine benzemektedir.165

Boule ve Vallois tarafından yazılan kitaptan yapılan aşağıdaki alıntıda, bu kişiler, von Koenigswald tarafından Sangiran’da bulunan altçene dişlerinin, kuyruksuz maymunlarınkiyle benzeri özelliklerini işaret etmekte ve daha sonra da bu gerçeklerin, Pithecanthropus kafatası çalışmalarında elde edilenleri doğruladığını iddia etmektedirler:


Gerçek azı dişleri aşırı derecede büyüktürler ve büyüklükleri birinciden üçüncüye doğru gittikçe artmaktadır. Bu, insanlarda bulunmayan, maymunlara has bir özelliktir. Yalnızca Wadjak’tan çıkarılan insan fosil çenesinde bulunan bir diğer maymun benzeri özellik de köpekdişlerinin ucunun, küçük azı dişleri yüzeylerine kadar yükselmesidir. Aynı derecede önemli olan bir diğer şey, üst köpekdişi ve yan kesici dişin arasında yer alan sağ tarafta 5 mm, sol tarafta 6,2 mm yer kaplayan diastemanın yani boşluğun varlığıdır. Antropoyitlerin yaklaşık %50’sinde diastema bundan daha büyük değildir; alt köpek dişlerinin ileri derecede gelişmiş olması gerektiğini kanıtlayan bu özelliğe de, Homo cinsi içerisinde asla rastlanılmamıştır.


Bu özelliklere eklenebilecek bir diğer olgu da üst küçük azı ve gerçek büyük azı dişlerinin neredeyse düz bir hat şeklinde sıralanmış oluşu nedeniyle damak biçiminin, insan damağının at nalı biçiminden çok Antropoyitlerin, U şeklinde ki damağına daha çok benzemesidir. Tüm bu gerçekler, bahsedilen kafatası çalışmasından elde edilen verilere, şüpheye yer vermeyen eşsiz kanıtlar sağlamaktadırlar.166 [Vurgu, yazar tarafından yapılmıştır.]


Dahası eğer, dişler hakkındaki bu gerçekler kafatasının analizleri sonucu elde edilmiş verilere “şüpheye yer vermeyen eşsiz kanıtlar sağlamakta” ise , o zaman kafatası gayet açık bir biçimde bir insana değil, bir maymuna benzemelidir. Boule ve Vallois kitaplarında bu konunun öncesinde şöyle derler:

... Trinil kafatası kapağı, esas karakter itibariyle kuyruksuz maymun benzeri bir şempanze ile çok alt seviye olan Neandertal Adamı gibi, bir insan arası ara formdur .167


Boule, Neandertal Adamı’na çok alt bir insan sınıfı konumu vermişti.

Boule ve Vallois’in, Trinil’de Dubois tarafından bulunan femur (ve buna ek olarak daha sonra Dubois tarafından bulunmuş olan birkaç femur parçası) hakkında sahip oldukları görüş, bunun, esasen insandan ayırt edilemez özellikler taşıdığıdır. Boule ve Vallois şöyle bir sonuca varırlar:


Eğer bizler sadece kafatası ve dişlere sahip olmuş olsaydık, birbirleriyle aynı değilse de Antropoyitlerle çok yakın akraba olan varlıklardan bahsettiğimizi söyleyebilecektik. Eğer yalnızca femurlara sahip olmuş olsaydık, İnsan’dan bahsettiğimiz açıklamasını yapabilecektik.168

Boule ve Vallois’in iddia ettiklerine göre, femura bakan biri bunun bir “İnsan” olduğunu söylerken, kafatasına bakan biri de bunun bir “Kuyruksuz Maymun” olduğunu söyleyebilecektir. Belki de bu doğrudur, yani: femur, gerçek bir insana, kafatası ise, Dubois’in de sonuçta kabul ettiği ve Boule ile Vallois’in de (daha önce söylendiği gibi) en azından az çok kabul ettikleri gibi, olağanüstü büyüklükteki bir maymuna ait olduğudur. Başlangıçtan itibaren femurun, kafatası kapağının sahibine ait olup olmadığı konusunda şüpheler dile getirilmiş ve bu şüpheler günümüze kadar ulaşmıştır. Boule ve Vallois şöyle derler: “kafatası ile femurun birbirlerine ait oldukları yönündeki varsayımlar ne olursa olsun şüpheler süregelmiştir...”169 femur ve kafatası kapağının ilişkisi ile ilgili olarak Tim White şöyle demektedir:


Pek çoğu, bu ilişkinin doğruluğunu kabul etmek konusunda gönülsüzdüler ve bazı çalışanlar M. H. Day ve T. I. Molleson, Human Evolution’da, M. N. Day, Ed. (Taylor ve Francis, London, 1973), Cilt 11, s. 127 hâlâ tereddüt içindedirler.


Harry Shapiro şöyle demektedir:


Pithecanthropus femuru insanınkine öylesine benzemekteydi ki zamanın uzmanlarının bazılarına göre bir kuyruksuz maymun kafatasıyla asla bağdaşmaz görünüyordu... Fakat buradaki canlı, bizim gibi dik duran ve yürüyen, lakin büyük çıkıntıya sahip bir çene ile bizimkinin yarısından biraz daha büyük bir beyne sahip olan dikkate değer ilkel kafataslı bir kuyruksuz maymundur. Görünüşteki bu bağdaşmazlık, bazı bilim adamlarının, bu femurun bu kafatasının sahibine ait olmadığını ve bunların yan yana bulunmalarının sadece tesadüfi olduğunu ileri sürmelerine neden olmuştur.170


Dubois’in önceki profesörü Ernst Haeckel’in, ara formun var olması gerektiği savına inanan ve bu ara formu bulmayı gayretle ümit eden Dubois’in, femur ve kafatası kapağının aynı bireye ait olduğunu ve bu bireyin de gerçek bir “kayıp halka” olan, dik yürüyen bir kuyruksuz maymun–insan olduğunu kabul etmesi doğaldı (Haeckel hayali halkayı “Pithecanthropus alalus” yani konuşmayan, kuyruksuz maymun–insan olarak isimlendirmişti bile). Daha önce söylendiği gibi Dubois’in kafatası kapağı ile bir araya getirdiği üç diş, kafatası kapağının sahibine ait değillerdi ve burada femuru kafatası kapağının sahibi ile ilişkilendirmek için yeterli neden görülmemektedir.

Dünyanın diğer kısımlarında bulunan ve Homo erectus olarak sınıflandırılan bu örneklerin konumu ne olursa olsun Dubois’in Pithecanthropus erectus’la ilgili olan, insanla hiçbir genetik akrabalığı bulunmayan ve kuyruksuz maymunlar olarak isimlendirilen gruba ait çok büyük bir maymun şeklindeki son kararının doğru bir karar olma olasılığı çok yüksektir.


Pekin Adamı


İnsanlar, bilimsel inceleme tezlerinde ve metinlerinde sunulan Pekin Adamı konusundaki kanıtlara eleştirmeden inandıkları zaman, insana yakın bir canlının ya da ilkel özelliklere sahip bir insanın varlığının kanıtlanmış olduğunu düşünmektedirler. Örneğin Şekil 31’de gösterilen model üzerinde kafatası modelinin ve yüz hatlarının yeniden biçimlendirilmesi, günümüz insanına büyük bir benzerlik yaratmış ve onu insandan güçlükle ayırt edilebilir bir hale getirmiştir. Ancak, Pekin Adamı ile ilgili olan bildirilerde yapılan titiz bir çalışma, karmakarışık hale gelmiş bir çelişkiler yumağı olduğunu, verilere aşırı derecede öznel bakıldığını, fosil kemiklerinin tuhaf ve doğadışı halde olduğunu ve esasen fosil malzemenin neredeyse tümüyle kaybolduğunu göstermektedir.

Çin’de, bugün adı Zhoukoudian olarak değiştirilen ve Pekin’e (bugünkü adı Beijing) yaklaşık kırk kilometre uzaklıkta olan Choukoutien’de 1920-1930’larda yaklaşık otuz kafatası, on bir altçene ve 147 diş’in parçaları bulundu. Az sayıda ve bir hayli parçalanmış halde olan üye kemiklerinden başka bu canlılara ait hiçbir şey bulunamadı. İlk bulgulardan biri tek bir dişti. Daha fazla kanıt bulunmasını beklemeksizin Pekin’deki Union Tıp Fakültesinde Anatomi profesörü olan Dr. Davidson Black bu dişin, Çin’de yaşamış, eski bir hominidin yani insan benzeri bir canlının varlığının bir kanıtı olduğunu açıkladı. Black, daha sonraları Pekin Adamı olarak bilinen bu canlıyı, Sinanthropus pekinensis olarak isimlendirdi.

img


Şekil 31. (Pekin Adamı olarak isimlendirilen) Sinanthropus pekinensis’in etten kemikten modelleri (A, B) ve kafatası modeli (C). Rusch, Rock Strata and the Bible Record’daki Human Fossils’den. (P. A. Zimmerman, Editör, Concordia Publishing House, St. Louis, 1970.)

Bu dişin ve daha sonraki bulguların bir kireçtaşı uçurumu mağarasından çıkarıldığı hikayesi anlatılmaya başlandı. Bu mağara, “üst mağara” olduğu varsayılan mağaranın üst kısımlarında bulunan, tümü günümüz insanı kalıntıları olarak tanımlanan on farklı bireye ait fosil parçaları bulunduktan sonra “alt mağara” olarak bilinmeye başlandı. Daha sonra da göreceğimiz gibi bu seviyelerin ikisinde de bir mağaranın olması bile çok şüphelidir.

Bu materyalin değerlendirilmesindeki en eleştirel nokta, iki diş haricinde, 1941-1945 zaman süresince bu materyalin tümünün kaybolması ve hiçbirinin yeniden elde edilememesidir. Bu malzemenin ortadan yok oluşu ile ilgili birçok hikaye ortaya çıktı; bu hikayelerden en gözde olanı, Pekin’den, Çin’de aktarma yapan bir A.B.D. deniz müfrezesine taşınırken ya bu materyalin kaybolduğu ya da Japonlar tarafından bir saldırı sonucu gasp edildiğidir. Bu hikayelerin hiçbiri doğrulanmadı. Görünüşe göre, yaşayan hiç kimse bu materyale ne olduğunu bilmemektedir.

Sonuç olarak bizler, tümüyle, insanın bir hayvan atadan evrimleştiği fikrine kendilerini adamış birkaç araştırmacının yapmış oldukları modellere ve açıklamalara bağlı kaldık. Bir bilim adamı, bir insanın sahip olabileceği en üst düzeydeki tarafsızlığa sahip olsa bile, onun yetersiz ve eksik materyallere dayanarak biçimlendirmiş olduğu modeller ya da yaptığı yorumlar, önemli bir dereceye kadar, kendisinin, bu kanıtın ne göstermesi gerektiği konusunda sahip olduğu fikri yansıtır. Üstelik, Choukoutien’de çıkarılan materyalin değerlendirilmesinde ve analizinde tarafsızlığın ciddi anlamda göz ardı edildiğine dair çok sayıda kanıt da bulunmaktadır. Eğer bugün Pekin Adamı ile ilgili olarak sahip olduğumuz kanıt çeşitleri mahkeme önüne çıkarılmış olsalardı, bunların, aslı olmayan söylentiler ve kabul edilemez kanıtlar bütünü olduğuna hükmedilirdi.

Bu etmenleri de göz önünde bulundurarak Pekin Adamı ile ilgili kanıtları inceleyelim. İlk olarak kanıtların evrimciler tarafından değerlendirilişini inceleyeceğiz; daha sonra da yaratılışçı bakış açısından açıklamalar yapacağız. Evrimsel bakış açısı için, daha önceden sözünü ettiğimiz, ve Fossil Man olarak İngilizce’ye çevrilen Boule ve Vallois tarafından yazılan Les Hommes Fossiles yayınını kullanacağız.171 Boule ve Vallois, bu eserin büyük bir bölümünü (İngilizce tercümede ss. 130-146) Sinanthropus’a yani Pekin Adamı’na ayırmışlardır.

Sinanthropus’la ilgili ilk kanıt, Choukoutien köyüne yakın bir yerde bulunan kemik kalıntıları arasında iki büyük azı dişinin çıkarıldığı sırada 1921’de keşfedilmiştir. 1927 yılında üçüncü bir büyük azı dişi bulunmuş ve Dr. Davidson Black’a verilmiştir. Daha önceden de anlatıldığı gibi, Sinanthropus pekinensis bu dişe bakılarak oluşturuldu. 1928’de kazı işlerinde görevli Çinli paleontolog Dr. W. C. Pei, kafatası parçaları, bir alt çeneye ait iki parça ve çok sayıda diş buldu ve bu bulgular derhal Black tarafından yayınlandı. 1929’da Pei, yaptığı kazıda Pithecanthropus’a benzeyen iyi korunmuş bir kafatası kapağı buldu. O zamandan beri bölge, Çin Jeoloji Araştırmaları denetiminde sistematik olarak incelenmektedir. Sonuç olarak, bu bölümün başında anlatılmış olan koleksiyon keşfedildi.

Yüzeyde, buraya 135 metre mesafede ve yaklaşık 45 metre kalınlığında bir “mağara dolgusu”nun varlığı gözlendiğinden, bir zamanlar kireçtaşı kayalığı yüzeyinde büyük bir mağaranın var olduğu iddia edilmektedir. Mağaranın tavanının çöktüğü ve eski mağara dolgusunun böylece gömüldüğü söylenmektedir.

Dolgunun pek çok farklı seviyesinde Sinanthropus parçaları bulundu. Yaklaşık 100 farklı hayvan kemiğinin bulunduğu fosil faunası, üstten alta doğru çeşitlilik göstermiyordu ve değişik seviyelerde bulunan Sinanthropus kalıntıları her yerde aynı özellikleri gösteriyordu. Eğer bu kalıntılar gerçekten de varsayıldığı gibi gerçek bir mağara dolgusu içinde bulunmuşsalar, bunun anlamı, bütün zamanlar boyunca 45 metrelik dolgu oraya yerleşirken bu bölgede yaşamış Sinanthropus ya da diğer canlılarda hiçbir değişimin gerçekleşmediğidir.

Kafataslarının tümü zarar görmüştü ve alt çeneleri yoktu. Daha önce bahsedilen kafataslarının keşfinden sonra 1936’da, Alman kökenli Amerikan paleontolog Dr. Franz Weidenreich görevdeyken, üç kafatası daha bulunduğu bildirildi.

Gerçekte ilk keşif olan Kafatası III, Boule ve Vallois tarafından ayrıntılı olarak tanıtılmıştır (Boule Pekin’e ve Choukoutien’e gitmiş ve asıl fosilleri incelemişti). Black bunun bir ergene ait olduğunu, Weidenreich ise sekiz, dokuz yaşlarında bir bireye ait olduğu yorumunu yaptı. Boule ve Vallois, üstten ve yanlardan incelemeler yaparak bunun, Pithecanthropus’la çarpıcı bir benzerlik taşıdığını, fakat Kafatası II’nin genel hatlar itibariyle Pithecanthropus’a daha çok benzediğini söylediler. Ve şu yargıya vardılar: “Kendi bütünlüğü içinde Sinanthropus kafatasının yapısı, halen daha çok kuyruksuz maymuna benzemektedir” (s. 136). Boule ve Vallois bundan kısa bir süre sonra, Locus L’den çıkarılan (1936’da bulunan) üç kafatasının, az önce sözünü ettiğimiz kafataslarıyla aynı karakterleri daha çarpıcı bir biçimde sergilediğini bildirdiler.

Kuşkusuz kesin olmamalarına rağmen 1936’da bulunan iki kafatasının kranyal kapasitesinin 1200 cm3 e kadar ve daha önce keşfedilen kafataslarının kranyal kapasitelerinin ise, yaklaşık 900 cm3 olduğu tahmin edildi. Boule ve Vallois bu kapasite değerlerinin, yüksek kuyruksuz maymunlar ile insanlar arası yaklaşık orta değerler olduklarını işaret ettiler.

Boule ve Vallois tarafından açıklanan tüm altçene özellikleri, diş kemeri (çene kavsi) hariç, kuyruksuz maymunlara benziyordu. Bu kemer kuyruksuz maymunlardaki U şeklinden çok insanlardaki gibi parabolik bir şekle benziyordu. Aynı şekilde, bu yazarların dişler konusunda söyledikleri özelliklerin tümü, bazı kuyruksuz maymun türlerinde olduğu gibi (fakat hepsinde değil) köpek dişini ön dişten ayıran bir diastemanın bulunmayışı dışında, kuyruksuz maymun benzeri özelliklerdi. Üstelik, üst köpek dişleri, kuyruksuz maymunlardaki gibi diğer dişlerden daha üst bir seviyeye kadar yükselmelerine, “özellikle büyük” olmalarına ve “dışarıya doğru uzanan, küçük fildişi benzeri dişler” olarak tanımlanmalarına rağmen, alt köpek dişleri daha çok, büyük ön dişler gibi görünmektedirler. Birkaç istisna olmasının yanı sıra çene ve dişlerin yapısal özellikleri kuyruksuz maymunlarınkine benzemekteydi; fakat bu birkaç istisnanın varlığı, Boule ve Vallois’i, Sinanthropus’un dişleri ve alt çenesinin, bilinen başka bir büyük kuyruksuz maymundan çok insanla daha yakın akrabalığı olan büyük bir primata benzediği açıklamasını yapmaya götürmüştür.

Boule ve Vallois, Sinanthropus’a ait bir ölçü tablosunu bir Pithecanthropus’unkiyle karşılaştırdıktan sonra, farkların, tek bir tür içinde (yani Neandertal Adamı) rastlanan farklılıklardan daha az olduğunu açıkladılar. Bu nedenle Boule ve Vallois, türlerin farklılıklarını kabul etmelerine rağmen, bu iki canlının tek bir cins içinde yer almaları konusunda ısrar etmişlerdir. Pithecanthropus ismi önceliğe sahip olduğu için Choukoutien canlısını Pithecanthropus pekinensis olarak adlandırmışlardır. Pithecanthropus’la ilgili tartışmalarında önceden de belirtildiği gibi bu yazarlar, yalnızca kafatası ve dişlere dayanarak, Antropoitlerin aynısı olmasa da onlarla çok yakın akraba olan canlılarla karşı karşıya olduğumuzu söylediler. Boule ve Vallois böyle dedikleri için merak ediyoruz: Acaba Sinanthropus ile Pithecanthropus’un yakınlaştırılmasıyla Sinanthropus’uAntropoitlerle, aynısı olmasa da onlarla çok yakın akraba yaparak derecesini düşürmek mi, yoksa Pithecanthropus’underecesini yükseltmek mi istiyorlar? Bugün çoğu evrimci, Pithecanthropus’un derecesini yükseltmiştir ve Pithecanthropus ile Sinanthropus’un yerlerini tek bir türün içine, Homo erectus’a almışlardır.

Boule ve Vallois Sinanthropus’un Pithecanthropus’a akrabalığı (s. 141) konusundaki tartışmalarında Black’ı, tarafsızlığını kaybettiği ve gerçekleri çarpıttığı gerekçesiyle suçlamışlardır. Açık bir şekilde şöyle söylemişlerdir:


Tek bir dişe isim vermek amacıyla Sinanthropus terimini kullanmakta haklı olduğunu düşünen Black, bir kafatası kapağının açıklamasını yaparken doğal olarak, yarattığı terimi haklı çıkarmak istedi. Black, bu parçanın Javalı olanına büyük benzerliğini kabul ederken, farklılıkların üzerinde durmuş ve bu farklılıkları sayısal verilerle örneklendirmiştir. Bugün onun ölçüm tabloları üzerinde çalışılırken gayet açık biçimde gözlenen şey, Pithecanthropus’la Sinanthropus’un çeşitli parçaları arasında gözlenen farklılıkların, cins belirlemede bir önem taşımaktan çok uzak oldukları, oldukça doğal ve belirgin bir tür olan Homo Neandertalensis’te kaydedilen varyasyonlardan daha az olduklarıdır.

Diğer bir deyişle, Black, tek bir dişe saplanıp kalmış ve Sinanthropus kategorisini de bu diş etrafında şekillendirdiğinden, gerçekleri, kendi tasarısıyla uyumlu hale getirme zorunluluğu hissetmiştir. Bu nedenle Dr. Black’ın elinden çıkmış olan Sinanthropus modellerini ya da açıklamalarını kabul ederken çok dikkatli olunmalıdır.

Bölümün sonunda karşımıza çıkan “Gerçeklerin Yeniden Tartışılması” adlı kısım Boule ve Vallois tarafından bütünüyle Sinanthropus’un anlatılmasına ayrılmıştır. Bu bölüm, başlıca parçaları sözde 1936’da bulunan malzemeye dayanılarak Weidenreich (Şek. 31) tarafından yeniden bir araya getirilen Sinanthropus modeline dayanmaktadır. Bu model, daha önceden yapılmış olan Sinanthropus tanımlarından ve başka bir yerde Boule tarafından biçimlendirilmiş bir Pithecanthropus modelinden öylesine çarpıcı biçimde farklıdır ki, bu bölümün, Boule’in ölümünden sonra Vallois tarafından yazılmış olması büyük bir olasılıktır (Les Hommes Fossiles’in 1952 baskısı, 1942’de Boule’in ölümünden sonra yayınlanmıştır ve yazarlığını yalnızca Boule’in yapmış olduğu bu kitabın önceki baskısının Vallois tarafından güncelleştirilmiş bir baskısıdır). Gerçekte, bu bölüm, parçaları Weidenreich tarafından yeniden bir araya getirilmiş olan bir Sinanthropus kafatası modelini kapsadığı ve sergilediği için, bu bölümün, Boule’in ölümünden sonra Vallois tarafından yazılmış olduğu konusunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır. Weidenreich, Sinanthropus kafatası açıklamasını,172 Boule’in ölümünden bir sonraki yıl olan 1943 yılına kadar yayınlamamıştır.

Davidson Black 1934’te öldü ve onun yerine Franz Weidenreich geçti. Dr. Pei, kazılardan sorumlu olma işini devam ettirdi ve onun görevi aynı zamanda bulgularını, Weidenreich’in değerlendirmesine sunmaktı. Kayıtlara göre Dr. Pei 1936’da üç kafatasına ait parçalar buldu. Bu kafatasları, Weidenreich’in sözde modeline temel olarak kullandığı kafataslarıydı. Boule ve Vallois tarafından bu üç kafatasından Locus L’den çıkarılanlar diye söz edilmiştir.

“Gerçeklerin Yeniden Tartışılması” adlı bölümde, hiçbir yeni veri ortaya konmamış fakat okuyuculardan, Weidenreich tarafından yapılan ve üç kafatası ya da modellerin değişik bakış açılarını gösteren üç fotoğrafı incelemeleri istenmiştir: Dişi bir gorilin kafatası, Weidenreich’in Sinanthropus dişisi modeli ve bir Kuzey Çinli kafatası. Sonra okuyucudan, Sinanthropus’un, Antropoyit kuyruksuz maymunlar ile insanlar arası bir canlı olduğunu kendi kendine doğrulaması istenmiştir. Eğer bir kişi Weidenreich’in Sinanthropus modelini hiç eleştirmeksizin kabul ederse, o zaman, yukarıdaki değerlendirmeyi reddetmeyecektir. Gerçekte bu modele dayanılarak bazı insanlar, Sinanthropus’u, yalnız insana yakın bir canlı değil de tümüyle insan olan bir canlı olarak değerlendirmeye yönlendirilmişlerdir.

Şu vurgulanmalıdır ki, bu fotoğraflarda goril ve insana ait kafatasları, Weidenreich tarafından biçimlendirilmiş bir Sinanthropus kafatası modeli ile karşılaştırılmaktadır. Bütün bir kafatası bulunduğunda ve özellikle gömülmeden itibaren hiçbir bükülme ortaya çıkmamışsa ve bir araya getirme doğru yapıldıysa o zaman örnek tümüyle güvenilirdir. Kafatası kalıntıları hemen her zaman parçalı halde bulunurlar. Bu durumda paleontologlar kafatasını, parçalara bakarak ve kayıp parçaların yerini doldurabilmek için dolgu malzemesi kullanarak yeniden biçimlendirmeye çalışırlar. Bu yeniden biçimlendirme, paleontologun tarafsızlığına ve fosil kalıntılarının ne kadar parçalı olduğuna bağlı olarak az çok güvenilirdir. Modeller yeniden biçimlendirmenin dökümleri olurlar ya da araştırmacının bu kafatasının neye benzediği düşüncesine göre biçimlendirilirler.

Bugün, (son birkaç on yıl süresince elde edilen iki diş ve birkaç kırıntı dışında) hiçbir Sinanthropus kafatasına, başka parçasına ve gerçek fosil materyali içeren yeniden bir araya getirilmiş bir modele sahip değiliz. Sahip olduğumuz tek şey, Weidenreich tarafından biçimlendirilmiş modellerdir. Peki bu modeller ne kadar güvenilirdir? Sahip olduklarımız, asılların gerçek kalıpları mıdırlar yoksa, Weidenreich’in, bunların neye benzediği konusundaki düşüncelerini mi yansıtmaktadırlar? Onun bu modelleri niçin önceki betimlemelere göre bu denli farklılık göstermiştir? Weidenreich’in bu modelleri, Sinanthropus’un taksonomik akrabalıkları ile ilgili olan kanıtlar tümüyle geçersiz sayılmalıdır. Eğer böyle bir dava mahkemeye çıkarılsaydı, böyle söylentilerden oluşan kanıtların tümüyle geçersiz oldukları konusunda en ufak bir şüphe dahi bulunmadığına hükmedilecekti.

Son olarak Boule ve Vallois Sinanthropus kalıntılarının tuhaf bir karakteristiği üzerine tartıştılar. Şöyle yazmışlardır (s. 145):


Tümüyle kafatasına ait olan kemikli parçaların özellikle de alt çeneye ait kısımların bulunuşunu ve uzun kemiklerin neredeyse hiç bulunmayışlarını nasıl açıklıyoruz? Weidenreich, bu buluntuların mağaraya doğal yollarla gelmediğine, genellikle genç bireylere saldıran ve ganimet ya da ödül alabilmek için kafa ya da kafa parçalarını tercih eden avcılar tarafından oraya getirildiğine inanmıştır. Bu açıklama, tek başına akla yatkındır, fakat problem, bu avcının kimlik tespitindedir(kalın font yazar tarafından eklenmiştir).


Tüm uzmanlar, Sinanthropus bireylerinin her birinin avcılar tarafından öldürülüp yendiğinde hemfikirdirler. Tüm kafatasları dip kısımlarına yakın yerde, beyinlerin çıkarılıp yenilebilmesi için sert bir biçimde ezilmişlerdi. Bu canlıların, parçaların neredeyse kırk farklı bireyden alınmış olması gerçeğine rağmen, kafatası parçaları dışında başkaca kısımları bulunmamıştır. Bu durumda cevapsız kalan tek soru, avcının kim olduğudur.

Weidenreich, neredeyse tüm evrimcilerin yaptıkları gibi avcının, Sinanthropus’un kendisi olduğu kararına varmıştır! Sinanthropus, hem avlanan hem de avlayandı! Sinanthropus’un, insanın evrimsel atası konumunu koruyabilmek için bu varsayım gereklidir.

Boule ve Vallois, bu kuramın doğruluğu konusunda çok ciddi şüpheler dile getirmektedirler (s. 145):

Bu hipotezle ilgili olarak, diğer yazarlar kendilerince tüm bilgilerimizle daha büyük bir uyum sağlayan şu açıklamayı sunmuşlardır: Avcı, taş aletleri bulunan ve Sinanthropus’u avlayarak yaşayan gerçek İnsan’dı.


Devamında şöyle derler:

Bu nedenle bizler, Sinanthropus’un, çökelimler arasında, birlikte yaşadığı hayvanlarla eşit düzeyde, bir avcının avı kılığında ortaya çıktığı zaman, Choukoutien’in hükümdarı olduğunu düşünmenin, fazlaca iddialı olup olmadığını kendimize sormalıyız.


“Bilgilerimizle daha büyük bir uyum sağlayan” şu kanıt da mevcuttur: Sinanthropus canlıları, gerçek insanlar olan avcıların kurbanlarıydılar. Eğer bu böyleyse, o zaman, Sinanthropus insanın evrimsel atası olamaz; fakat büyük kuyruklu ya da kuyruksuz maymun benzeri bir canlı olmalıdır.

Şimdi, Romalı Katolik rahibi ve bir yaratılışçı olan Rev. Patrick O’Connell’in Sinanthropus hakkında yapmış olduğu değerlendirme dikkate alınacaktır. Bir rahibin değerlendirmesini ünlü evrimci paleontologlarınkiyle karşı karşıya getirmek, Davut’u Golyat ile karşı karşıya getirmeye benzemektedir. Fakat belki bu durumda da Davut, Golyat’ın zayıf bir noktasını bulmuştur.

O’Connell, Choukoutien’de yapılan, kazı çalışmaları süresince ve Japonların işgal dönemleri dahil o bölgeyi terk etmelerinden sonraki birkaç yıl boyunca Çin’deydi. O’Connell, o bölgede bir saha araştırması yapmamış olmasına rağmen, Çin’de, Çince ve diğer yabancı dillerde yayınlanmış olan raporları görme imkanı buldu. Gerçeklerin tümünün halka anlatılmadığı ve Choukoutien’de hiçbir “kayıp halka” bulunmadığı kanısına vardı. Vardığı yargıyı Bugünün Bilimi Ve Yaratılış Kitabının Sorunları adlı kitabında yayınladı.173

O’Connell, Sinanthropus kalıntılarının ortadan kayboluşlarının bir savaş rastlantısından çok, planlı bir iş olduğuna inanmıştı. Japonlar, Choukoutien’deki işleri engellememişler ve Weidenreich ile Pei, Weidenreich 1940’ta işi bırakana kadar birlikte kazılara devam etmişlerdir. O’Connell, Çin hükümeti Pekin’e geri dönmeden önce; modellerin fosillerle uyuşmadığı gerçeğini gizlemek için Pei’nin fosilleri yok etmiş olabileceğine inanmaktadır.

Süreli Pekin yayını China Reconstructs’ta 1954 yılında yayınlanan bir makalede Dr. Pei, Choukoutien’den çıkarılan materyalin sergilenmekte olduğunu söylemiştir. Bu materyal, birkaç Sinanthropus kafatasının modellerini ya da dökümlerini (Black ve Weidenreich tarafından yapılmış), değişik hayvanların fosil kalıntılarını ve bulunmuş çeşitli taş aletlerini içeriyordu. Öyleyse görünüşe göre Sinanthropus materyaliyle ilgili olarak eksik olan tek şey, Sinanthropus fosil kalıntılarıydı.

Choukoutien ortamı ile ilgili olarak hemen hemen her yerde ve her zaman kabul gören kanı, Sinanthropus fosillerinin tavanı çökmüş, büyük bir mağaranın mağara dolguları içinde bulunduğudur. İnsan fosilleri aynı alanda bulunan daha yüksek bir seviyede, sözde daha yüksek bir mağarada bulunmuştur. Görünüşe göre, her iki seviyede de mağara bulunduğuna dair çok az kanıt vardır. Daha önce de belirtildiği gibi, “mağara dolgusu” yüzey boyunca en az 135 metre mesafeye uzandığı için, alt mağaranın çok büyük olduğu varsayılmalıdır. Çöküntü, daha geniş bir bölgeye yayıldığı için “üst mağara” da ya o kadar ya da daha fazla geniş olmalıdır. Weidenreich daha yüksek seviyede bir mağaranın varlığını asla iddia etmemiş fakat bundan, “sözde üst mağara” diye söz etmiştir.

O’Connell’ın Choukoutien’de gerçekleştirilen bulgulardan yola çıkarak vardığı sonuç, eski zamanlarda o alanda çalıştırılan büyük ölçekli bir kireçtaşı ocağı bulunduğudur. Her iki seviyede ki çöküntüde, uzak bir mesafeden getirilmiş olan binlerce kuvars taşının (Choukoutien’de hiç kuvars bulunamamıştır) bulunması, orada, kireçtaşı ocakları kurulup işletildiğini göstermektedir. Taşların bir taraflarında kurum tabakası vardı. Her iki seviyede de büyük kül yığınları bulunmuştu.

Taşocağı kazı çalışmaları, her iki seviyede yaklaşık 180 metre genişlikte ve tepenin yaklaşık olarak 15 metre derinliğinde devam ettirilmiştir. Kireçtaşı tepesinin altı kazılmış ve tepe, her iki seviyedeki her şeyin binlerce ton kayanın altına gömülmesiyle çökmüştür. Sinanthropus kafatasları bu gömülmüş kül ve çöküntü yığınları arasında bulunmuştur.

Kireçtaşı ocağının yanında bulunan, binanın yapımı için hazırlanmış ve uzak mesafeden taşınmış taşlar ile dev kül yığınları O’Connell için tek bir şey ifade ediyordu: Kireç yakma işlemi yapılıyordu. Üstelik, Choukoutien’de büyük ölçüde kireç üretiminin olması, bu bölgede dikkate değer ölçüde evin inşa edildiği anlamına gelmektedir.

Choukoutien’deki kireç yakma endüstrisi konusunda O’Connell haklı olsa da olmasa da orada bulunan geniş taş endüstrisi ile ilgili olarak başka hiçbir açıklama yapılmamıştır. Eski Taş Devri konusunda uzman olan H. Breuil Choukoutien’e davet edildi. 1932 Mart’ında L’Anthropologie sayısında yayınlanan raporunda Breuil bize, Sinanthropus kafataslarının ve yaklaşık 100 farklı hayvanın kemiklerinin bulunduğu çöküntü ve kül yığınlarının altında, 12 metre derinlikte ve 132 m2 alan kaplayan alt seviyenin bir kısmında 2000 adet kabaca şekillenmiş taş bulunduğunu söylemektedir.

Bu bölgede bulunan aletlerin özellikleri Breuil’e göre ilkel değildi. Bazen iyi bir ustalık sergileyen yontma aletleri, raspalar ve diğer aletler Fransa’da Geç Yontma Taş Devri’ne kadar bulunmayan özelliklere sahiptiler.174 Pekin Adamı fosillerinin yaşlarının bir ile iki milyon yıl olduğu varsayılırken, Üst ya da Geç Yontma Taş Devri’nin yaklaşık 35.000 yıl önce başladığı varsayılmaktadır. Bu nedenle bu kanıt, Sinanthropus’un, çok eski çağlarda yaşadığına dair tartışmalarda kullanılamamaktadır.

O’Connell, Sinanthropus kafataslarının bulunduğu aynı yerin üst bir seviyesinde bulunan modern biçimli on insanın fosil kalıntılarına çok az önem verildiğine işaret etmiştir. Bazı kitaplar, örneğin Romer’in Man and the Vertebrates kitabı bu gerçek hakkında hiçbir şey söylememektedir. Diğerleri de Sinanthropus bölümünde bundan hiç bahsetmemekte fakat bu bilgiye başka bir bölümde yer vermektedirler. O’Connell’e göre bu bireyler, taş ocağı kazı çalışmaları esnasında kireçtaşı uçurumunun altının kazılması sonucu oluşan heyelan nedeniyle ölmüşler ve Sinanthropus kafatasları da aynı heyelanda gömülmüşlerdir. Üst seviyede bulunan kemikler, bu tür kalıntılardan beklendiği gibi bu olağan karışımdan oluşmuştur.

Sinanthropus kafataslarının çıkarıldığı (Fossil Man’in 132. sayfası) bu bölgeye ait bir çizelgenin incelenmesi sonucu O’Connell’i destekleyen bilgiler elde edilmiştir. Kalıntıların yapısı, özellikle de “ana grubun yan dalında” bulunanlarınki, bir mağara dolgusundan beklenenle uyum sağlamamaktadır.

O’Connell, belirli araştırmacılar tarafından yapılan önceki Sinanthropus tanımlamalarının, daha sonra yapılmış olan tanımlamalardan ve Black ile Weidenreich modellerinden büyük farklılıklar gösterdiğine işaret etmiştir. O’Connell, Teilhard de Chardin’den (L’Anthropologie, 1931) yaptığı şu alıntıdan bahsetmektedir: “Sinanthropus, açık şekilde, büyük kuyruksuz maymunlara çok fazla benzemektedir.”

Görünüşe göre, Sinanthropus hakkında Black tarafından yapılan iki tanımlama ve 1936’da bulunan kafataslarına (Şekil 31’de gösterilen modele bakınız) dayandırılan Weidenreich tarafından yapılan üçüncü tanımlamayla Sinanthropus’u gittikçe daha çok insan benzeri bir canlı haline getiren büyük bir ilerleme kaydedilmiştir. Belki de bütün bu meselede yer alan tek evrim budur!

O’Connell, Sinanthropus’un, eski bir madende çalışanlar tarafından öldürülüp yenen büyük köpek maymunlarına ya da büyük makaklara (iri maymunlar) ait kafataslarından oluştuğu kararına varmıştır. Choukoutien’de kayaların ve çöküntülerin altına gömülmüş, kireçtaşlarının yandığı bir bölgenin bulunduğuna dair birçok kanıt vardır. Kafatasları bulunan canlılar, makaklar ya da köpek maymunları (ya da Dubois’in Pithecanthropus’la ilgili olarak ileri sürdüğü gibi gibonlar) ise de, bu canlılar kuyruksuz maymunlara benziyorlardı. Sonuç olarak Boule ve diğerleri sırtlarını, Sinanthropus’un, gerçek insanlar tarafından öldürülüp yenildiği inancına dayamışlardır.

O’Connell, insana yakınlık anlamında yapılan Sinanthropus betimlemesini, tam bir düzenbazlık olarak nitelendirmiştir. Bizler sonuç olarak şuna inanıyoruz: Kuyruksuz maymun benzeri bir canlıyı kuyruksuz maymun benzeri bir insan konumuna yükseltmenin sorumlusu, önyargı, önyargıya dayalı fikirler ve şöhret aşkının birleşimidir.


Afrikalı Homo erectus



Australopithecine’lerle ilgili bölümde daha önce de sözü edildiği gibi Louis Leakey, Olduvai Koyağı’nın ikinci yatağında Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus olarak gruplandırılan bazı örneklere ait fosiller bulduğunu bildirmişti.175 Homo erectus fosilleri, kafatası kapağının176 (OH 9) daha büyük bir parçasını, femur kemiğine ait sade düz kısımdan oluşan bir parçayı ve bir kalça kemiğini177 (OH 28) içeriyordu. 1975’te Richard Leakey’in takımı, Homo erectus olduğuna inanılan bir canlının nispeten bütün bir kafatasını ve üst çene kemiği ile yüz iskeleti parçalarını buldu. 178 KNM-ER 3733 olarak isimlendirilen fosil örnek Koobi Fora Oluşumu’nun Üst Bölüm’ünde bulundu ve Leakey bu örneğin, en az 1,5 milyon yıl yaşında olduğuna ve Çin’de bulunan H. erectus materyaline çok benzediğine inanmaktadır.179

Leakey’in takımı, 1973’te başlayan ilk keşiften sonra, Koobi Fora Oluşumu’nun Üst bölüm’ünden çıkarılan ve KNM-ER 1808 olarak isimlendirilen canlıya ait kafatası ve postcranial iskeletin birçok parçalarını bulmuşlardır.180 Bir süreliğine bilinen en tamamlanmış Homo erectus fosil iskeleti olan bu örnek için 1,6 ± 0,1 milyon yıllık bir yaş belirlenmiştir. Fosil örneği, A vitamininin sürekli ve fazla miktarlarda alımı (hypervitaminosis A) ile tutarlı olan patolojik değişimler sergiliyordu.

1984 Ağustos’unda Turkana Gölü’nün batı bölgesinde Kamoya Kimeu tarafından çok heyecan verici bir keşif yapıldı. Richard Leakey ve Alan Walker’in önderlik ettiği takımla birlikte çalışan Kimeu, ilk keşfini, kamp bölgesinin dışında bir zeminde çıkıntı oluşturmuş şekilde bulunan küçük bir kafatası parçasını bularak yapmıştır. Yaklaşık bir aylık bir kazı ve eleme işleminden sonra, yaklaşık on iki yaşında ölmüş olduğu tahmin edilen neredeyse bütün bir erkek iskeletine ulaşılmıştır. Kenya’daki Turkana Gölü’nün batısında, Nariokotome III bölgesinde bulunması nedeniyle Nariokotome Homo erectus olarak bilinen iskelet, sol kolu, sağ kolun alt kısmı ve ayak kemiklerinin çoğu göz önünde bulundurulmazsa (bugüne kadar da hiçbir el ya da ayak kemiği bulunamamıştır) bütün bir iskelet niteliği taşıyordu. Bu fosilin yaşı 1,6 milyon yıl olarak belirlenmiştir.

Bu keşifle ilgili bir kaç genel rapor181 ve bir de kısa bir teknik rapor182 yayınlanmıştır. 1993 yılında bu bulgunun tarihi bir açıklaması, çıkarılan fosil kalıntılarının tümünü içeren ayrıntılı bir çalışma, bu fosillerle diğer canlıların bir karşılaştırması ile beraber, analiz ve sonuçları içeren bir rapor yayınlanmıştır.183 Bu bireye ait çok sayıda şaşırtıcı yön bulunmaktadır. Bu birey, yalnızca on iki yaşında olmasına rağmen, 1,67 metre uzunluğunda olduğu tahmin ediliyordu. Yaşı ve uzunluğu göz önüne alınarak bu fosilin, olgunluk döneminde 1,83 metre uzunluğunda olacağı tahmin edilmiştir. Bu postcranial iskelet günümüz insanınınkine öyle çok benziyordu ki Walker, sıradan bir patologun, bu fosil iskelet ile günümüz insanınınki arasındaki farklılığı söyleyebileceği konusunda şüphe duyduğunu ifade etmiştir.184 İskelet ile ilgili olarak Walker şöyle söylemiştir: “İskelete alt çeneyi yerleştirdiğim zaman iskelet, bir Neandertalınkine öylesine benzemişti ki Leakey ve ben gülmeye başladık.”185

Kapsamlı teknik raporda Alan Walker şöyle demektedir: “Erken Homo erectus iskeletleri ile günümüz insan iskeletleri arasında var olan benzerlikler bütün olarak çok çarpıcıdır” (Afrika Homo erectus fosilinin erken Homo erectus, Asya Homo erectus fosillerinin ise geç Homo erectus olduğu söylenmektedir. Bunun nedeni Asya fosillerinin yaşları bir milyon yıl ya da daha az olarak belirlenmişken, Afrika fosillerinin yaşlarının 1,5-1,8 milyon yıl olarak belirlenmiş olmasıdır). Daha sonra Walker şöyle demektedir: “Yüz iskeleti pek çok bakımdan dikkate değer biçimde modern görünmektedir.”186 Ancak yüz, bir bütün olarak, günümüz insanınınkine göre daha çıkık çenelidir. Kafatası hacminin günümüz insanınınkinin en düşük değerinde, yaklaşık 880 cm3 olduğu tahmin edilmektedir.187 Beyni kaplayan kemiklerin boyutu ve şekli ve postcranial iskeletin diğer birkaç niteliği, bu çocuğun iskeleti günümüz insanının iskeletiyle kıyaslandığında karşımıza çıkan tek istisnayı oluşturmaktadır.188

img

Şekil 32. Nariokotome Homo erectus iskeleti. ©1985 David L. Brill’den, Atlanta. İzinle kullanılmıştır.




Günümüzde çoğu paleoantropolog, tüm Afrika, Asya ve Avrupa fosillerini Homo erectus taksonu içinde sınıflandırmakta, ancak birkaçı tüm Homo erectus fosillerini H. sapiens grubuna dahil etmektedir. 189 Paleoantropologlar arasında, çeşitli Homo erectus fosillerinin konumlarının (Philippes tam bir liste oluşturmuştur)190 yanı sıra, Homo erectus’tan Homo sapiens’e giden sözde yollarla ilgili olarak da çok büyük bir karışıklık ve anlaşmazlık bulunmaktadır. Bunların arasında, Homo erectus’un, Homo sapiens’in atası olduğuna inanmayanlar da vardır.191


Hiçbir Zaman Aralığı Olmaksızın, 90 cm’lik Australopithecus’tan 180 cm’lik Homo erectus’a Geçiş


Eğer Homo erectus olarak sınıflandırılan fosiller Australopithecus’tan evrimleşmiş canlıları (A. afarensis – A. africanus – Homo habilis) temsil ediyorlarsa, hem morfolojik hem de kronolojik olarak gerçekleşen değişim son derece heyecan vericidir. Daha önceden de açıklandığı gibi A. africanus için varsayılan yaş, dört milyon yıl ile bir milyon yıl gibi yakın bir zamana tekabül etmektedir. Leakey’in, H. habilis olarak sınıflandırdığı (diğerleri bunu ve Homo habilis oldukları varsayılan canlıların tümünü Australopithecus olarak sınıflandırırlar) 1470 Kafatası’nın yaşı yaklaşık 1,7-1,9 milyon yıl olarak belirlenmiştir. OH 62, Johanson ve diğerlerinin yazdığı bir makale192 ile Hartwig-Scherer ve Martin193 tarafından yazılan diğer bir makalede, 1,8 milyon yıl yaşında bir H. habilis olarak sınıflandırılmıştır. Bu araştırmacılara göre OH 62, 1,07 m uzunluğunda ve ‘Lucy’den daha çok, maymuna benzeyen bir dişiydi. Nariokotome çocuk Homo erectus fosilinin yaşının yaklaşık 1,5 milyon yıl olduğu belirlendi; dahası geçtiğimiz günlerde Swisher ve diğer yazarlar bazı Asya Homo erectus’larının yaşının 1,66 ve 1,81 milyon yıl olduğunu ileri sürmüştür.194 Eğer bize anlatılan bütün bu şeylere inanırsak o zaman, neredeyse Homo habilis kadar yaşlı ve australopithecine’lerle yaklaşık bir milyon yıllık bir zaman dilimini paylaşmış bir Homo erectus’umuz var demektir. Böylece yeryüzünde üç milyon yıl boyunca küçük morfolojik değişimler geçirerek ya da hiç geçirmeden yaşayan australopithecine’lerimiz olduğu ortaya çıkıyor; sonra, bu canlılar, jeolojik zamana göre göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa (ya da daha kısa) bir zamanda, kuyruksuz maymuna çok benzeyen morfolojisini yitirmiş, ataları olduğu varsayılan canlıların iki katı bir kranyal kapasiteye sahip, yüz iskeletleri “pek çok açıdan çarpıcı derecede günümüzdeki gibi görünen”, postcranial iskeleti esasen günümüz insanınınki olan Neandertal'a (H. sapiens) fevkalade benzeyen canlılara dönüşmüşlerdir.

İlk olarak, belirtilmelidir ki, australopithecine’ler (Homo habilis olarak isimlendirilenler dahil) ile Homo erectus olarak sınıflandırılan canlılar arasında büyük bir uçurum vardır. Esasen hiçbir zaman aralığı olmaksızın bu tür dramatik değişimleri açıklayabilecek, buna sıçramalı evrim senaryosu da dahil olmak üzere, önerilen hiçbir evrim mekanizması yoktur. (“Umut veren canavar” mekanizması buna dahil değil fakat o da zaten bir mekanizmadan öte, tümüyle bir senaryodur.)

İkinci olarak, tüm Homo erectus fosillerinin Homo sapiens olarak sınıflandıran birkaç istisnanın yanı sıra hemen hemen tüm evrimci paleoantropologlar söz konusu fosilleri Homo erectus olarak sınıflandırmaktadırlar. Bu gerçeğe rağmen Nariokotome çocuk fosili gibi “erken” Homo erectus olarak nitelendirilen Afrikalı canlıların gerçek insan, Homo sapiens, olması, ayrıca Homo erectus olarak sınıflandırılan Asyalı fosillerle hiçbir ilişkisi olmaması olasılığı yüksektir. Bu, Homo erectus denilen tüm canlıları “eski” Homo sapiensler olarak nitelendiren yaratılışçı Marvin Lubenow’un fikridir.195 Daha önceden de belirtildiği gibi Nariokotome çocuğunun özellikleri, birkaç istisna olmasına karşın, insanınkilerle çarpıcı bir biçimde aynıydı. Diğer yandan eğer Boule, Vallois ve diğerleri bu canlılarla ilgili yargılarında haklılarsa, Asya H. erectus fosilleri görünüşe göre pek çok açıdan farklıdırlar. Tuhaf bir gerçektir ki erectus ismi bir Asya fosili olan Pithecanthropus erectus’a verildi (daha sonraları bu isim Homo erectus olarak değiştirildi); bunun nedeni, Dubois’in bulduğu insan femurunun ve kuyruksuz maymun benzeri kafatasının aynı canlıya ait olduklarının varsayılmasıydı. Ama bugün paleoantropologların çoğunluğu olmasa da bir çoğu, femur kemiğinin büyük ihtimalle, kafatası kapağının bulunduğu canlıyla hiçbir ilişkisi olmayan gerçek bir insandan geldiğine inanmaktadırlar.

Daha önce de belirtildiği gibi Boule ve Vallois Java Adamı (P. erectus) ile ilgili olarak şöyle söylemişlerdir:


Eğer bizler sadece kafatası ve dişlere sahip olmuş olsaydık, birbirleriyle aynı değilse de Antropoyitlerle çok yakın akraba olan varlıklardan bahsettiğimizi söyleyebilecektik. Eğer yalnızca femurlara sahip olmuş olsaydık, İnsan’dan bahsettiğimiz açıklamasını yapabilecektik.196


Boule ve Vallois ayrıca Pekin Adamı’nın (ayrıca Homo erectus taksonuna da dahil olan Sinanthropus pekinensis) insanımsı konumu hakkında da ciddi şüphelere sahiplerdi. Yamyamlık yapan, aletler yapan ve ateşi kullanan Pekin Adamı’nın insan benzeri bir canlı olduğu konusunda Boule ve Vallois daha önceden de söylendiği gibi şöyle derler:


Diğer yazarlar, bu hipotezle ilgili olarak, bilgilerimizle daha büyük bir uyum sağlayan “Avcı, taşlarla sıkı bir çalışma içinde olan ve Sinanthropus’u avlayarak yaşayan gerçek İnsan’dı” açıklamasını sunmuşlardır.197


Hatırlanacağı gibi, Swisher ve diğerlerinin, Asya Homo erectus fosillerinin bazılarının yaşını 1,6-1,8 milyon yıl olarak belirlediklerini iddia etmiş olduklarını belirtmiştik. Söylendiğine göre Pekin Adamı fosilinin çıkarıldığı bölgede bulunan taş endüstrisi Pekin Adamı tarafından üretilmiş ve kullanılmıştır. Pekin Adamı ile birlikte bulunan aletleri incelemek için iki kez Çin’e gitmiş olan Yontma Taş Devri uzmanı Breuil, bu aletlerin (1,5 milyon yıldan daha yaşlı canlılardan beklendiği gibi) hiç de ilkel olmadığını, Fransa’da bulunan Üst Yontma Taş Devri’ne ait aletlerin pek çok özelliği ile uyumlu, iyi bir işçilik sergilediklerini açıklamıştır. Üst (Geç) Yontma Taş Devri’nin, yaklaşık olarak 35.000 yıl önce başladığı varsayılmaktadır. Eğer tüm bunlar doğru ise o zaman, Choukoutien’de bulunan aletleri bu Asya canlıları yapmış olamazlar; fakat bu canlılar, Boule ve Vallois’in de tahmin ettikleri gibi aletlerin üzerlerinde kullanıldığı kurbanları olmalıdırlar. Sözde Pekin Adamı ile birlikte bulunan bu aletler konusundaki tartışma bugün hâlâ devam etmektedir. Jia Lanpo ve Wang Jian’ın yayınladıkları fikir şudur: Orada bulunmuş olan, insanların taşlardan yaptıkları aletler, erken insan endüstrisini temsil etmek için fazlasıyla gelişmiş halde bulunmaktadır. Bu nedenle en erken insan tarihi başka bir yerde aranmalıdır.198 Bu gerçekler görünüşe göre, bu Asya canlılarını, Nariokotome çocuğu ile alakalı olan Afrika canlılarından çok farklı bir sınıfa dahil etmektedir.

Bu sonuçlar, Afrika erectus fosillerini, Asya’nınkilerle karşılaştırmada kladistik çalışmalar kullananlardan destek bulma eğilimindedir. Kladistik çalışmalar, benzerliklerin ortaya konabilmesi için, ille de herhangi bir ata-torun ilişkisi varsaymaksızın, farklı canlılar tarafından paylaşılan türemiş özellikleri karşılaştırırlar. Kladistik çalışma sonuçları, bazı Afrika H. erectus fosilleri ile Asya H. erectus fosilleri arasındaki başlıca farklılıkları açığa çıkarmıştır. Bu çalışmalar sonucunda, Afrika canlılarını Asya’nınkilere bağlayan hiçbir türemiş ortak özellik bulunamamıştır.

Thorne ve Macumber199 tarafından bildirilen keşifler, Walker ve Leakey tarafından bildirilenlerden çok daha farklı özellikler taşıyorlardı. Walker ve Leakey, yaşı, bundan en az 1,5 milyon yıl öncesine dayanan genç bir Homo erectus fosili bulduklarını iddia etmişlerdir. Ancak, az önce de değindiğimiz gibi postcranial iskeletler halindeki fosiller, esasen günümüz insanınınkiyle aynıydılar ve kafatası, Neandertal Adamınınki kadar insana benziyordu. Thorne ve Macumber’in bildirdikleri keşif, Avustralya, Kuzey Victoria’daki Kow Bataklık bölgesinden çıkarılmış, kranyal morfolojilerinde çok sayıda Homo erectus özelliği taşıyan otuzdan fazla kalıntı bireye aitti. Ancak bu örneklerin yaşları yalnızca 10.000 yıl olarak belirlenmişti! Tümüyle gelişmiş olan Homo sapiens ilk olarak Avrupa’da sözde 25,000 yıl önce ortaya çıktı; bu da demektir ki modern adam, bu canlılardan 15.000 yıl daha eskidir. Homo sapiens Neandertal Adamı’nın, ilk kez, bu Kow Bataklık bireylerinin var oluşlarından yaklaşık 90.000 yıl önce yani şimdiki zamandan 100.000 yıl önce Avrupa’da ortaya çıktığı öne sürülmüştür.

Thorne ve Macumber kafataslarının, kranyal büyüklük, kemer kemik kalınlığı, yüz ve alt çene biçimi ve daha küçük bir derecede art kafa bölgesi gibi erken sapiens’e özgü olan çok sayıda eski özelliğe sahip olduğunu bildirmişlerdir (“erken sapiens” Neandertal adamı anlamına da gelebilir).

Ancak onlar, Java pithecanthropine biçimini hemen hemen hiç kaybetmemiş ön kemiklerin özellikle ilkel olduğunu bildirmişlerdir. Makalede bu canlıların postcranial iskeletlerinden hiç söz edilmediği için tümünün günümüzdeki gibi olduğu varsayılabilir.

Kenya’da Walker ve Leakey tarafından keşfedilen fosilin, bir çoğu hiç bozulmamış mezarlarından çıkarılan Kow Bataklık bireylerine çok benzediği düşünülmektedir. Eğer durum buysa, bazılarının yaşının sözde 1,5 milyon yıl, bazılarınınsa 10.000 yıl ya da daha az olduğu ve Homo sapiens’le en azından 90.000 yıllık bir zaman dilimini paylaşan bireylerin fosillerine sahip olacağız demektir. Sonuç olarak, bu bireylerin, Homo sapiens’in ırksal varyantları olma ihtimalleri oldukça güçlü bir olasılıktır.

Australopithecine’lerhakkında bir önceki bölümde de açıkladığımız gibi Louis Leakey, Homo erectus, Australopithecus ve tüm kalıntıları Olduvai Koyağı’nın II. Yatağından çıkarılan ve kendisinin Homo habilis olarak isimlendirdiği canlıların aynı zamanda yaşamış olduklarını göstermiştir. Richard Leakey, Turkana Gölü yakınındaki jeolojik oluşumlardan, tümü 1,5 milyon yıl yaşında varsayılan ve eş zamanlı olan Homo erectus, Homo habilis ve Australopithecus kalıntıları çıkarmıştır. Üstelik, daha önceden de belirtildiği gibi Louis Leakey, I. Yatağın altında (yani II. Yataktan daha yaşlı) bugün Afrika’da halen yapılmaya devam edilen biçimde bir dairesel taş kulübesi kalıntıları bulmuştur. Daha önce sorduğumuz soruyu tekrar ediyoruz: Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus olarak sınıflandırılan canlı fosilleri eğer aynı zamanlarda birlikte yaşamışlarsa, o zaman nasıl olur da biri bir diğerinin atası olabilir? Ve günümüz insanının ürünü olan eserler, bu fosillerin bulunduğu oluşumdan daha yaşlı bir oluşum içinde bulunmuşlarsa nasıl olur da bu canlılardan biri insanın atası olabilir?

Şimdi başka bir soru sorabiliriz: Walker ve Leakey tarafından Kenya’da bulunan canlının fosil kalıntıları ile, Avustralya’nın Kow Bataklık bölgesinde bulunan gömülmüş canlı kalıntıları hemen hemen aynılarsa ve Avustralya’dakiler Homo sapiens’ten en az 90.000 yıl sonra ortaya çıkmışlarsa, o zaman nasıl olur da bu canlılar insanın atası olabilirler?

Bu arada bizim fikrimiz şudur: Homo erectus olarak sınıflandırılan Java Adamı, Pekin Adamı gibi örnekler kesinlikle, insan türüyle hiçbir bağlantısı olmayan kuyruksuz maymun familyasından gelmektedirler. Başka durumlarda, (burada açıklanmayan birkaçı) eğer bu kararı veren yetkililer bu canlı fosilinin Neandertal Adamı için çok yaşlı olduğuna inanmasaydılar, Homo erectus olarak sınıflandırılan örnekleri Neandertal Adamı olarak sınıflandıracaklardı. Bu durumda da örneğin, Walker ve Leakey tarafından son zamanlarda Turkana Gölü yakınında yapılan keşiflerde elde edilen canlı belki de tümüyle bir insana, Homo sapiens’e, aitti. Eğer erectus gibi canlılar sapiens’e evrimleşmişlerse o zaman, Phillips’in de belirttiği gibi bu tür bir dönüşümün nasıl, nerede ve ne zaman gerçekleştiği sorularının ayrıntıları cevapsız kalacaktır.200




Neandertal Adamı


Neandertal Adamı ilk olarak yaklaşık yüz yıldan fazla bir zaman önce Almanya’nın Düsseldorf kentine yakın Neander Vadisi’ndeki bir mağarada bulundu. Başlangıçta Homo Neandertalensis olarak sınıflandırıldı ve yarı dik duran, vahşi bir alt-insan türü olarak betimlendi. Neandertal Adamı’nın bu şekilde yanlış anlaşılmasının en büyük olası nedeni, paleoantropologların evrimci bir kafa yapısına sahip olmaları ve haklarında bu yargıya varılan bireyin kireçlenme sonucu bozulmuş olmasıydı. Üstelik, bu insanların, D Vitamini eksikliğinden kaynaklanan bir kemik hastalığı olan raşitizmden dolayı ciddi bir acı çektikleri de bilinmektedir. Bu durum, kemiklerin gevşemesi ve sonuçta şekil bozukluğuna uğraması ile sonuçlanıyordu. Bugün, Neandertal Adamı’nın tümüyle dik ve pek çok ayrıntı göz önüne alındığında günümüz insanından ayırt edilemez özellikler taşıdığı bilinmektedir.201 Neandertal Adamı’nın kranyal kapasitesi, günümüz insanınınkini bile aşıyordu. Şöyle söylenmektedir: Eğer Neandertal Adamı tıraş edilmiş, saçları kesilmiş, banyo yaptırılmış ve takım elbise giydirilmiş biçimde bizim yaşadığımız sokağa gelip dolaşmış olsaydı, diğer sıradan insanlardan daha fazla dikkat çekmeyecekti. Neandertal Adamı bugün tümüyle insan yani, Homo sapiens olarak sınıflandırılmaktadır. Neandertal insanlarının yaklaşık 100.000 yıl önce Avrupa’da birdenbire ortaya çıktıklarına inanılmaktadır. Söylendiğine göre daha sonra bu insanlar, günümüzden yaklaşık 35.000 yıl önce yine birdenbire yok olmuşlar ve onların yerlerine, günümüz Avrupa insanından ayırt edilemez özellikler taşıyan Cro–Magnon ırkı gelmiştir. Ayrıca hiç kimse, bunların kökenleri ile ilgili bir açıklama yapamamaktadır. Bugün bilinmektedir ki günümüz insanları Neandertal insanları ile eş zamanlı olarak yaşamışlar ve bazı durumlarda da Neandertallerden binlerce yıl önce yaşadıklarına inanılmaktadır.202

Şüphesiz Homo sapiens ırkları ya da çeşitleri olan diğer fosil kalıntıları, Swanscombe, Steinheim ve Fontechevade fosillerini kapsamaktadır.203 Swanscombe Adamı’nın yaşının, hemen hemen 250.000 yıl olduğu belirlenmiştir.204 Bu bölümde sözü edilen yaşlar, evrimci jeologlar tarafından en azından yaklaşık doğru olarak değerlendirilmiştir. Günümüzde Pleistosen Çağı’nın (Hominid oldukları düşünülen pek çok fosilin belirlendiği devir), yaklaşık 1.800.000 yıl önce başlamış olduğu varsayılmaktadır. Önceleri Pleistosen süresinin, bunun küçük bir bölümü olduğu tahmin ediliyordu (Sir Arthur Keith bu sürenin, yaklaşık olarak 200.000 yıl olduğuna inanmıştır); fakat Pleistosen’in zaman içindeki yayılımı, evrimcilere, insanın, varsayılan kuyruksuz maymun benzeri atalardan evrimleşmesi için gerekli olan zamanı tanımıştır.

Erken Pleistosen’den geldiği varsayılan bir fosil bulunursa, o fosilin yaşı, yaklaşık 1,8 milyon yıl ya da daha az olarak kabul edilir. Eğer bu fosilin Orta Pleistosen yaşlı olduğu düşünülürse, yaşı, yaklaşık bir milyon yıl olarak tahmin edilir. Tabi ki eğer fosilin geç Pleistosen zamanına ait oluşumlardan geldiği düşünülürse, yaşının daha az olduğu varsayılır. Pleistosen Devri’nde gerçekleştiğine inanılan farklı buz ya da buz devreleri arasında geçen zaman periyotlarının varsayılan yaşlarına dayanılarak bu çağ içinde değişik zaman aralıkları varsayılmaktadır. Karşılaşılan zorluklarla birlikte, kullanılan yöntemler, Pilbeam tarafından açıklanmış olup205 antropoloji alanındaki pek çok standart eserde bulunabilmektedirler.


img


Şekil 33. Neandertal Adamı’nın iki etten kemikten modeli (Skhul V). Rusch’un, Rock Strata and the Bible Record’daki “Human Fossils”den, P. A. Zimmerman, Ed., Concordia Publishing House.


img





Şekil 34. Artık geçerliliğini kaybetmiş bir erken Neandertal Adamı modeli. Neg. No. 338558, J. Beckett’ten fotokopi. Courtesy of the Department of Library Services, American Museum of Natural History.







img


Şekil 35. Neandertal Adamı’nın günümüz modeli. Neg. No. 333607. Courtesy of the Department of Library Services, American Museum of Natural History.

Kuyruklu ve Kuyruksuz Maymunların İnsandan Evrimleştiği İleri Sürüldü


Richard Leakey 1470 Kafatasının keşfini bildirdiği ve bizim varsayılan kuyruksuz maymun benzeri bazı atalarımızdan daha yaşlı, insan benzeri bir canlı bulduğunu iddia ettiği zaman, tahmin edilebileceği gibi büyük tartışmaların patlak vermesine ve çeşitli fikirlerin ortaya atılmasına neden olmuştur. Daha önce de sözü edildiği gibi bazı paleoantropologlar, Leakey’in bu cesur iddiasına karşı geldiler ve 1470 Kafatası’nın temsil ettiği bireyin esasen australopithecine’lerle aynı olduğunu iddia ettiler. Bazıları bundan çok daha fazla etkilendi ve o günkü kuramların yeniden değerlendirilmesini istediler, bazıları da o günkü insan kökeni ile ilgili görüşlerden radikal bir ayrılma önerdiler.

Leakey’in kanıtlarının, kuramda köklü değişimler gerektirdiği açıklamasını yapan primatolog Geoffrey Bourne aynı dönemde Georgia, Atlanta’daki Emory Üniversitesi’nin Yerkes Primat Araştırma Merkezi Başkanlığı’nı yapıyordu. Evrimciler Darwin’den bu yana insanın, kuyruksuz maymun benzeri bir canlıdan evrimleştiğini iddia etmektedirler. Richard Leakey’in iddialarını sorgusuz sualsiz kabul eden Bourne, evrimcilerin bugün, tümüyle yanlış yolda olduklarının gayet açık olduğunu, insanın kuyruksuz maymunlardan değil, kuyruklu ve kuyruksuz maymunların insandan evrimleştiğini söylemiştir!


img

Modern People’da (Cilt 1, s. 11, 18 Nisan 1976) yayınlanan bir makalede şöyle demektedir:


Darwin, insanın primat familyası soyundan geldiğini açıklamış olduğu halde Dr. Bourne, bunun tam tersi bir görüşe inanmaktadır; şöyle ki, maymun, kuyruksuz maymun ve diğer tüm alt primat türleri gerçekte, insan dölleridirler.


Bourne, Richard Leakey’in bulgularını ve embriyolojik kanıtları bu inanılmaz kurama kanıt olarak gösterir. Makale şöyle demektedir:


Dünyanın önde gelen primat uzmanlarından sayılan doktorun, kuramını desteklemek için kullandığı bir başka tez de, doğum öncesi gelişimin erken dönemlerinde bir maymun ceninin insan ceninine benzediği olgusudur. Ancak gelişimin son dönemlerinde ana rahmindeki maymun cenini tipik maymun özelliklerini göstermeye başlar.


Bunun anlamı, bir bebek kuyruksuz maymunun, gelişim sürecinde kendi kökenini tekrarladığıdır; bebek, cenin halindeyken insandan, kuyruksuz maymun benzeri bir canlıya dönüşür.

Bu son cümle, önceden evrimcilerin, tam tersinin doğru olduğunu iddia ettikleri durumla yani, insan embriyosunun, kendi evrimsel tarihinin ilk safhalarında bir kuyruksuz maymuna, daha ileri safhalarında ise bir insana benzediği iddialarıyla çelişmektedir. Üstelik, günümüz embriyologları da Embriyonik Aşamaların Evrimsel Evreleri Yinelemesi fikrini çürütmüşlerdir (8. bölüm’e bakınız).

Bourne’nin kuramı, Darwin’in, evrimi yönlendiren güç olarak gördüğü doğal seçilime, yani uyum sağlayanın hayatta kalması fikriyle çelişmektedir. Çünkü makalenin ilerleyen kısımlarında şöyle denilmektedir:


Doktor, insanın üstün beyninin, el ve kollarının oluşumunun ve yürüyüş şeklinin onu yeryüzündeki en üstün hayvan haline getirdiğini iddia eder.

Eğer bu doğruysa kuyruklu ve kuyruksuz maymunlar açıkçası, insandan daha düşük bir dereceyi oluşturmaktadırlar. Öyleyse, doğal seçilim nasıl olur da kuyruklu ve kuyruksuz maymunların insandan evrimleşmelerine sebep olmuştur?

Bourne, kişisel bir iletiyle makalenin doğruluğunu onaylamıştır. Öyleyse, evrimciler, tümüyle aynı olan verilere bakarak birbirinden tamamıyla farklı iki zıt kuramı nasıl ortaya atabiliyorlar? Bir tarafta insanın, kuyruksuz maymun benzeri bir canlıdan, diğer tarafta ise kuyruksuz maymunların insandan evrimleştiği iddiası var. Bu inanılmaz durum, evrimcilerin inanç sistemindeki temel varsayımın, yani evrimin yanlış olduğunu kabul etmezsek inanılmaz olur.

Bourne’nin bu tezi inanılmaz olsa da, iki tane evrimci kuramcıdan da destek bulmuştur. John Gribbin ve Jeremy Cherfas, yazdıkları “İnsanın İnişi Mi Yoksa Kuyruksuz Maymunun Tırmanışı Mı?”206 başlıklı makalede, belki de Johanson’un ‘Lucy’sine benzer ya da onun soyundan gelen bir canlının önce devamlı şekilde dik yürüme yeteneği kazanarak evrimleştiğini ileri sürmüşlerdir. Daha sonra bu canlılardan bazıları, düz ovalarda yaşadıkları zor yaşamı terk edip ağaçlardaki rahat yaşama geri dönmeye karar vermişlerdir. Şempanzeler ve goriller, bu ağaçlardaki yaşam biçimine geri dönüşün birer ürünüdürler. Bu konuda Gribbin ve Cherfas şöyle derler:


...genel kanı sorgulandığında, insan ve şempanzelerin, kuyruksuz maymun ya da şempanze benzeri bir canlının torunları oldukları kabul edilecektir. Eğer önermemizi bu haliyle ele alırsak, şempanzenin insan soyundan geldiğini, her ikisinin ortak atasının kuyruksuz maymundan çok, insan benzeri bir canlı olduğunu söyleyebiliriz. Dik yürüyen kuyruksuz bir maymunu ortaya çıkaran anatomik değişimleri başarıyla sonuçlandıran küçük genetik değişimler ne olursa olsun, bu değişimler mutlaka aynı kolaylıkla geriye de alınabilir... kuyruksuz maymundan ilk insanı türeten genetik değişimler belki de insandan, gorilleri ve ilk şempanzeleri ortaya çıkarmak üzere tamamen geriye doğru işlemiştir.

Daha önceden de belirtildiği gibi bir evrimci olan Lord Zuckerman, insanın fosil atasının araştırılmasının gerçekten hiç de bilimsel olmadığını söyleyerek, inancını dile getirmiştir. Zuckerman, saf bilimden, daha az bilimsel olduğunu düşündüğü bilim dallarına doğru giden bir sıralama yapmıştır. Fizik ve kimya ile başlamış, peşi sıra biyoloji bilimleri ve daha sonra da sosyal bilimlerle devam etmiştir. Sonrasında da şöyle söylemiştir:


O zaman bizler, nesnel gerçeklik alanının dışında olan duyu ötesi algılar ya da insanın fosil tarihinin yorumlanması gibi, tahmine dayalı biyolojik bilimler alanına giriyoruz. Ve bu alana girdiğimizde, bir şeylere içtenlikle inanan kimseler bazen de aynı zamanda birkaç çelişkili şeye inanabiliyorlar.207


Kuyruksuz Maymunlar Dil Öğrenebilir Mi?


Yeryüzündeki tüm canlılar içinde yalnızca insan, dil öğrenme ve konuşma yeteneğine sahiptir. İnsan, geçmişi hatırlama, var olan karmaşık zorlukların üstesinden gelme ve gelecek için planlar yapma yeteneklerine sahip olmanın yanı sıra, tüm bu düşüncelerini hem yazılı hem de sözlü biçimde dile getirebilme yeteneğine de sahiptir. İnsan, çok sayıda sesi sözle ifade edebilmesini sağlayan ses organlarıyla donatılmıştır. On iki milyar beyin hücresi ve 120 trilyon (12x1012) bağlantıya sahip olan insan beyni, evrende maddenin en karmaşık halini oluşturmaktadır. Böyle donatılmış biçimde insanın kendisini sözlü ve yazılı olarak ifade edebilmesi gerçekten de müthiştir.

Ne fosil kaydı ne de insan ve kuyruksuz maymun arasındaki kıyaslama çalışmaları, insanın konuşma yeteneğini nasıl kazandığına dair kuramsal bir açıklama getirememektedir.208 Buna rağmen evrimci antropologlar ve dilbilimciler, insanın kuyruksuz maymun benzeri bir canlıdan evrimleştiğinden emin oldukları için, kuyruksuz maymunların en azından ilkel bir dil kullanma yeteneğine sahip olduğunu gösterebilmek için yoğun çaba göstermişlerdir. Hepimiz, sağır ve dilsizlerin kullandığı işaret dilinin en azından temelini öğrendiği ileri sürülen bir şempanze olan Lana hakkında duymuşuzdur.209 Aynı şey, bir şempanze olan Washoe, bir goril olan Koko ve bir başka şempanze olan Sarah için de söylenmiştir. Böyle iddialar çok tartışmalı iddialardır ve bu alanda çalışan birçok önde gelen bilim adamı tarafından da reddedilmiştir.

Örneğin J. L. Mistler–Lachman ve R. Lachman, şunu açıklamışlardır: “Lana’nın (bir şempanze), sıçanlar, solucanlar ya da koşullandırılabilen başka herhangi bir hayvandan kendini ayırt edebilecek kadar “dil” kullandığı gösterilmemiştir.”210

“Ape-talk: Two Ways To Skinner Bird” (Kuyruksuz Maymunun Konuşmasına Dair Olası İki Yorum)” adlı esprili bir başlık taşıyan makalede şöyle denmektedir:


Kuyruksuz maymunların birbiriyle iletişim kurmada semboller kullanabilip kullanamadıkları tartışması, sahneye Jack ve Jill adlı iki Carneaux güvercininin girmesiyle yeni bir doruk noktasına ulaşmıştır. Güvercinlere övgü olarak yorumlanabilen fakat daha çok maymun zekasına atılan bir tokat gibi görünen ünlü Harvard davranış bilimcisi B. F. Skinner’in bildirisine göre, Skinner’in sahip olduğu iki kuşu, kuyruksuz maymunların büyük başarısı olarak ilan edilmiş olan simgesel iletişimi gayet kolay bir biçimde taklit edebilmiştir.211


Skinner ve meslektaşları, güvercinlerinin, semboller kullanarak birbirlerine bilgi aktarma yeteneğine sahip olduklarını bildirmişlerdir.212 Skinner, sağır ve dilsizlerin kullandığı işaret dilinin kuyruksuz maymunlar tarafından kullanıldığı söyleminin, küçük kuş beyninde bile gerçekleştirilebileceğini, koşullandırılmış tepkiden başka bir şey olmayabileceğini belirtmiştir.

Kuyruksuz maymun “dili” çalışmalarına katılan kişilerin de yer aldığı toplantı ile ilgili olarak yaptığı açıklamada213 Wade şöyle demektedir:


Kuyruksuz maymun dilini araştıranların, böylesine bir ateşten gömleği giymeleri oldukça şaşırtıcıdır. Toplantının ana hatları, onların yaptıkları işin, bir sirk oyunundan ya da kişisel bir aldatmacadan başka bir şey olmadığını ima ediyordu. Şempanze Lana’ya bakıp büyüten çift olan Rumbaugh’lardan başka, New York’taki konferansta kuyruksuz maymunların konuştuğu inancını savunan olmamıştır. Mevcut bir diğer şempanze yetiştiricisi de, kuyruksuz maymunların konuştuğu inancından dönen Herbert Terrace’ydi.


Terrace’nin inancını yitirmesi (Science, 21 Mart 1980’e bakınız), kuyruksuz maymun dili araştırmalarına güçlü bir darbe indirmiştir. Kısacası Terrace’nin en büyük düşmanı, Washoe ve diğer şempanzeler konusunda iddia edilen sağır ve dilsizlerin kullandığı işaret dili yeteneğini geliştireceğine inandığı Nim Chimpsky’dir ... Chimpsky diğer kuyruksuz maymunlar gibi işaretleri öğrendi ve onları bir dizi halinde kullanmaya başladı… Terrace bir şüphe bunalımına girdikten sonra, Chimpsky ve diğer maymunların bu işaretleri gerçek dile özgü bir biçimde kullanmadıkları kararına vardı. Daha doğrusu maymunlar, muhtemelen bakıcılarını taklit ederek onlarla dalga geçiyorlardı.


Sir Edmund Leach da benzer kanıları dile getirdi:


Bazı maymun bilimcileri, şempanze Washoe’nun, goril Koko’nun ve onların pahalı şekilde eğitilmiş arkadaşlarının sirk hareketlerinin ilkel bir dil olduğunu iddia ederek, insanın konuşma biçiminin eşsizliğini sorguladıklarını tabi ki biliyorum. Bu oldukça teknik bir konu olmasına rağmen, anlayabildiğim kadarıyla, kanıtları yakından inceleyen psikologlar ve dilbilimciler, insanın konuşma biçimi ile kuyruksuz maymunların işaretleri kullanma yeteneği arasında bir uçurum bulunduğuna ikna olmuş durumdadırlar.214


Psikolog-dilbilimci Clifford R. Wilson yazmış olduğu “Monkeys Will Never Talk—or Will They? (Maymunlar Asla Konuşmayacaklar! Yoksa Konuşacaklar Mı?)215 adlı kitabında, insan dili ile kuyruksuz maymunların işaretleri kullanma yetenekleri arasındaki çok sayıda temel farklılığı sıralamıştır. Wilson, kuyruksuz maymunların, gerçek dil için gerekli olan fiziksel ve beyinsel yeteneklerin her ikisinden de mahrum olduklarına ve bu açıdan bakıldığında, insanın ve kuyruksuz maymunun yetenekleri arasında büyük bir uçurum olduğuna inanmaktadır.

İnsan ve kuyruksuz maymunların dil oluşturma ve kullanma yetenekleri arasındaki büyük uçurum, insanın, kuyruksuz maymun ve diğer tüm canlılardan ayrı olarak özel yaratıldığının bir işaretidir.


Bazı İnsanlar Kuyruklu Mu Doğuyorlar?


The New England Journal of Medicine 20 Mayıs 1982 basımında, Dr. Fred D. Ledley, “Evrim ve İnsan Kuyruğu” başlıklı bir makale yayınlamıştır. Ledley’in bu makalesinin yayınlanışından sonra, Amerika Birleşik Devletleri’nin hemen her tarafında yayınlanan gazetelerde büyük söylentiler ortaya çıktı. Bu makalelerden biri, bu hikayeyle ilgili olarak “Bebeğin Kuyruğu Evrime Destek Sağlamaktadır” tipik başlığını taşıyordu. Makale, şunu söylüyordu: “Doktorlardan biri, kuyruklu bir çocuğun doğumu, ‘insanlarla onların ilkel ataları arasındaki ilişkinin’ ender görüldüğü anlardan bir tanesidir diyor.” Daha sonra gazete Ledley’den şöyle bir alıntı yapar :

Evrimi iyi bilen kişiler bile, insan ile onun ilkel ataları arasındaki ilişkiyi günlük hayatta nadiren görürler. Kuyruk uzantısı bu gerçeği gün ışığına çıkarmakta ve onu, somut ve kaçınılmaz bir hale getirmektedir.


Dr. Ledley’e göre evrimin gerçekliği, kuyruklu bir bebeğin doğumu ile somutlaşmış ve kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Gerçekte bu, Ledley’in makalesindeki son yargıdır. Ancak, Ledley’in, bunun böyle olmayabileceğini kabul ettiğini öğrenmek isteyen bir kişinin yapması gereken tek şey Ledley’in makalesini okumaktır. Makalenin başlarında Darwin’den “İnsanın, kuyruklu, kıllı, dört ayaklı bir hayvanın soyundan geldiğini öğrenmiş bulunuyoruz” şeklinde bir alıntı yapan Ledley, sözlerine şöyle devam eder:


Ancak, kuyruk çıkıntısı eleştirel olarak incelendiğinde, kuyruk çıkıntısı ile diğer omurgalı kuyrukları arasında büyük morfolojik farklılıklar bulunduğu gayet açıktır. Her şeyden önce, kuyruk çıkıntısı, temel omurga yapılarını bile içermemektedir... İkincisi, çıkıntı, omurga sütununun kuyruk başlangıcında yer almamıştır. Bu yapının, tesadüfen kuyruk bölgesinde yer almış bir deri uzantısından başka bir şey olmaması olasıdır. Bu olasılığı görmezden gelemeyiz. (Kalın font yazar tarafından eklenmiştir.)


Eğer bunun “kuyruk bölgesinde tesadüfen yer almış bir deri uzantısı”ndan başka bir şey olmaması olasılığı göz ardı edilemiyorsa, nasıl olur da bu “kuyruğun” varlığının, evrim gerçeğini somut ve kaçınılmaz hale getirdiği söylenebilir? Gerçekte, Ledley’in makalesini bir kez üstünkörü okumak bile şu gerçeğin gayet açık bir biçimde ortaya çıkmasını sağlamaktadır: Kuyruk olarak isimlendirilen şey gerçekte bir kuyruk değildir; kuyruk bölgesinde tesadüfen yer almış anormal bir oluşumdur.


Durum Değerlendirmesi


Doğmuş olan bebek, bir uzantı varlığı dışında her yönden normaldi. Var olan uzantı, 5 cm.den biraz daha uzundu ve merkezde yaklaşık 6 mm.lik bir çapa sahipti. Kuyruksokumu kemiğine bitişikti ve orta çizgiden yaklaşık 12 mm uzakta bir çıkıntı oluşturmuştu. Çıkıntı, yumuşak, lifli, yağlı bir öze sahipti ve normal yumuşaklıkta bir deri ile örtülü bulunmaktaydı. Çıkıntıda kemikli ya da kıkırdaklı öğeler bulunmuyordu ve çıkıntının omurga yapılarıyla da hiçbir bağlantısı yoktu. Omurgaya ait röntgen filmleri normaldi. Çıkıntı, lokal uyuşturma yapılarak cerrahi bir girişimle alındı.


Ledley’in Çıkıntıyla İlgili Yorumu


İnsan biyokimyası, kuyruksuz maymunlarınkine ve diğer yaşayan canlılarınkine olağanüstü bir biçimde benzerdir (yaratılışçıların da bekledikleri şey tam olarak budur). Öyleyse, insanlar, kuyruksuz maymunlar ve diğer tüm canlılar arasındaki etkileyici morfolojik farklılıkların açıklaması nedir? Açıkçası bu farklılıklar, proteinleri şifreleyen genlerde değil, başkaca genetik özelliklerde bulunmalıdır.

Evrim için bir açıklama arayan evrimciler bugün evrimin, protein yapılarını etkilemediklerine, fakat, gelişim olayları ve yapıları arasındaki zaman, uzam ya da boyutsal ilişkileri kontrol ettiklerine inanılan düzenleyici genlerde gerçekleşen mutasyonlar sonucu ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. Görünüşe göre Ledley, insan “kuyruğu”nun bu mutasyonların bir sonucu olarak ortaya çıktığına inanmaktadır. Ledley şöyle demektedir:


Modern evrim kuramındaki ontojenez ile filojenez arasındaki ilişki, gelişimsel mutasyonların dışa vurulan halini (dış morfolojik değişim) büyük ölçüde benzer moleküler ve morfolojik yapılar arasındaki farklılaşmanın ortaya çıktığı belirli embriyonik aşamalara kadar izleyebilir olmalarından kaynaklanmaktadır.


Daha sonra Ledley sözlerine şöyle devam eder:


Günümüz teratoloji (anormal şekil bozuklukları bilimi) ve kuyruk oluşumu anlayışı, kuyruk benzeri yapı hakkında ne insan dışı, ne de eski tarihe geri dönüşe benzer hiçbir şeyle karşılaşmamıştır ...

Kuyruklu doğan çocuk, kuyruk bir “tarihsel geri dönüş” olduğu için değil, aksine, kuyruk bir “tarihsel geri dönüş” olmadığı için dikkat çekicidir. Çünkü bu, bizi primat evriminin tam ortasında bırakan ontojenez ve filojenez anlayışımıza bütünüyle uygundur. Bir çocukta, iyi biçimlenmiş bir embriyonik kuyruğun var oluşu gibi bir kuyruk çıkıntısı olgusu, insan genlerinde, kuyruk oluşumu için gerekli olan yapısal unsurların korunmuş olduğunun bir ifadesidir.


Ledley ne diyor? Demek istediği şey şu: İnsanlar, kuyruklu olmamalarına ve insandaki kuyruk genleri genelde saklı kalmasına rağmen, kuyruk genlerini (“kuyruk oluşumu için gerekli olan ve insan genlerinde bulunan yapısal unsurlar”) hâlâ yitirmemişlerdir. Ledley’e göre, bu genler, açığa vurulmasalar da, kullanışsız unsurlar olsalar da insanlar bu genleri milyonlarca yıldır taşımakta ve bütünüyle işlev dışı olsalar da onları yeni nesillere aktarmaktadırlar.

O halde muhtemelen bizler, maymun benzeri atalarımızda gözlenen fakat insanda gözlenmeyen diğer tüm özelliklerden sorumlu olan diğer genleri üreme hücrelerimizde taşıyor olmalıyız. Bu düşüncenin mantıksal sonucunu izlersek, insan üreme hücreleri ataları tarafından sahip olunan genlerin, bir solucanın genleri olsa bile ve tabi eğer gerçekte solucanlar omurgalıların atalarıysalar, tümünü yapısında taşıyor olmalıdır. Evrimsel bir açıdan bakıldığında bile bu, enerjinin ve diğer hücresel kaynakların korkunç biçimde boşa harcanması olacaktır. Zaten evrim kuramına göre bu tür genler, çok uzun zaman önce doğal seçilim yoluyla, tümüyle saf dışı bırakılmış olmalıdırlar. Bu nedenle Ledley’in kuramının evrim çevrelerinde genel bir kabul göreceğini söyleyemeyeceğiz.


Diğer Açıklamalar


Bu çıkıntının bir kuyruk olmadığı gerçeğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Ledley’in, “kuyruğun” temel omurga yapılarını bile içermediği şeklindeki ifadelerini aktarmıştık. Ledley yazmış olduğu makalede, omurgasız kuyrukta omurgalı kuyruğa benzer hiçbir yapı bulunmadığını dile getirmiştir. “Kuyruk”, omurga yapılarıyla hiçbir bağlantısı olmaksızın orta çizgiden uzaktaydı ve yumuşak, lifli, yağlı bir öz içeriyordu. Bir kuyruğa olan benzerliği oldukça yüzeyseldi.

Ledley, laboratuvar farelerinde, kuyruk morfolojisini etkilediği bilinen en az otuz mutasyon olduğunu bildirmiştir. Mutasyona uğramış kuyrukların çoğu kuyruk omurgası içerir fakat, bir çeşidi, genellikle, kuyruk omurgasına sahip değildir; ancak, sadece gevşek bağlayıcı dokular, kan damarları ve sinir tellerinden oluşan kısa, kemiksiz bir kuyruk yapısına sahiptir. Ledley bu yapıyı insan “kuyruğu” ile karşılaştırmıştır. Ancak bu iki durumun birbiriyle karşılaştırılması aslında mümkün değildir. Normal bir fare, bir kuyruğa sahiptir ve mutasyona uğramış halde, normal yapıda bir kayıp gözlenir. İnsanın kuyruğu yoktur ve kuyruk uzantısı, anormal bir yapının kazanımınısimgeler. Üstelik, faredeki durum şüphesiz mutasyona uğramış bir gen nedeniyle ortaya çıkmıştır ve tabi ki kalıtsaldır. Ancak Ledley’in makalesinde de söylediği gibi insandaki kuyruk uzantısı, bir sonraki soylarda yinelediği asla bildirilmeyen bir çeşit tehlikesiz bozukluktur. Eğer bu kuyruk çıkıntısı bir mutasyon nedeniyle oluşmuşsa, mutasyona uğrayan gen, bundan sonraki soylara da geçecek ve sonuçta bu soyların bazılarında yeniden açığa çıkacaktır. Böyle bir durumun gerçekleştiği bilinmemektedir. Bununla beraber bu bozukluk, bir mutasyon sonucu değil, embriyolojik gelişim sırasında gerçekleşmiş bazı düzensizlikler nedeniyle ortaya çıkmıştır.

Rijsbosch, yeni doğmuş bir erkek bireyde, benzer bir gelişim bozukluğunun bulunduğunu bildirmiştir.216 Rijsbosch bu olguyu, oldukça damarlı ve yağlı bir dokudan oluşan bir özden meydana gelmiş “kuyruksokumu kemiği bölgesinde bulunan alışılmadık bir tümör” olarak nitelendirmiştir. Rijsbosch’un söylediğine göre hiçbir kemikli, kıkırdaklı ya da kaslı dokuyla karşılaşılmamıştır ve yapı, insan konusunda tıbbi literatürde yer alan kuyruk oluşumlarıyla tam bir uyum içinde bulunmaktadır. Rijsbosch bunlarla birlikte özellikle Orta Çağ’ da ortaya atılmış söylentileri ve diğer gelişim bozukluklarını incelemiştir.

Rijsbosch, Schaeffer tarafından yazılan217 ve “kuyruk” oluşumunun, ille de dış ortamdan bağımsız tek olgu olmadığını fakat doğuştan gelen diğer çok sayıda bozuklukla birlikte düşünülebileceğini vurgulayan makaleyi yeniden incelemiştir. Schaeffer, tıp literatüründen, kuyruk çıkıntısı ile birlikte tesadüfen oluşmuş olabilecek otuz beş adet bozukluk ve sakatlığın listesini çıkarma fırsatını bulabilmiştir. Eğer Ledley’in iddia ettiği gibi “bazı şekil bozuklukları gerçekte, atasal konuma doğru gerçekleşmiş geriye dönük mutasyonlar” ise (The New England Journal of Medicine’de yer alan makalesinin 1214. sayfasına bakınız) ve kuyruk çıkıntısı oluşumu da bunlardan biriyse o zaman bizler, Schaeffer tarafından bildirilen otuz beş adet bozukluğun, diğer atasal durumlarla ilgili olduğunu düşünebiliriz. Ancak, böyle bir ilişkinin varlığına dair bir sonuca varılamaz. Kuyruk çıkıntısı türünden bozukluklar, hiçbir hayali atasal konuma doğru izi sürülemeyen anormal gelişim bozukluklarından başka bir şey değillerdir.

Ayrıca Rijsbosch, M. Bartel’in,218 insandaki “kuyruk” oluşumu ile ilgili olarak 116 adet haber topladığını ifade etmiştir. Cinsiyetin bildirildiği durumlarda elli iki erkek ve on altı dişi bulunuyordu. Eğer kuyruk çıkıntısı, atasal konuma doğru gerçekleşmiş bir geriye doğru mutasyonu temsil ediyorsa, erkek bireyler maymun atalarına dişi bireylerden bir şekilde daha yakın olmalıdır; çünkü, bu durumun, erkek bireylerde ortaya çıkışı dişi bireylerdekine oranla üç kat daha fazladır!

Warkany şunu belirtmiştir: Kuyruk çıkıntısına sahip birçok kişi normal bir gelişim gösterirken, kuyruk çıkıntısı, beyin tümörü (meningocele), belkemiği yarıklığı (spina bifida), kıkırdak gelişimsizliği (chondrodystophy), damak yarıklığı (cleft palate), damar kistleri (hemangiomas), parmak araları perdeli olma hali (syndactyly), parmak eksikliği (hypodactyly) ve anüsün yanlış yerde oluşması (heteretopic anus) gibi oluşum bozuklukları ile ilişkilendirilmiştir.219 Evrimciler bu tür gelişim bozukluklarına bakarak atasal konumları belirleyebilirler mi?

Eğer bozukluklar, belirsiz atalardan kalıtım yoluyla gelen fakat uzun süredir gizli kalmış genlerin ortaya çıkışıysa, bazılarının aklına ilginç düşünceler gelebilir. Örneğin bazı dişi bireyler koltuk altlarında meme bezleri ile birlikte doğarlar. Bazı yarasalarda bu meme bezleri normal olarak o bölgede bulunmaktadır. Bu anormal durum, dişi insanlar koltuk altlarında meme bezlerinin bulunmasını sağlayan genleri uzun süredir saklı biçimde taşıyorlar ve atalarımız arasında bir yarasa mı var demektir? Bazı dişi bireyler, kasık bölgesinde meme bezleriyle doğmaktadırlar. Meme bezleri normalde balinalarda bu bölgede bulunmaktadır. Bunun anlamı, dişi insanların, balina atalarından kalıtım yoluyla kazandıkları bu meme bezlerinin kasık bölgesinde bulunması özelliğini genlerinde hâlâ taşıyor olmaları mıdır? Gerçekte meme bezleri insanda, kol, bacak, sırt gibi birkaç değişik yerde yer almaktadır. Evrim kuramı bunu nasıl açıklayacaktır?

Rijsbosch ve Warkany, yazmış oldukları makalelerde, insanlarda ortaya çıkan anormal yapı bozukluklarına dayanılarak ortaya atılmış uydurma hikayelerden bahsetmişlerdir. Ledley, Harvard Tıp Okulu’nun Çocuk Hastanesi Tıp Merkezi’nin Pediatri Bölümü’nde Klinik Kalıtımbilim dalında profesördür ve hiç şüphe yoktur ki kendisine çocuklarımızı emanet edebileceğimiz derecede yetenekli bir doktordur. Ancak Ledley kendisini tümüyle evrim inancına adamıştır. New England Journal of Medicine’e yazmış olduğu makale, yeni doğanlarda var olan bozukluklara dayanılarak ortaya atılmış bir diğer söylentiyi de içermektedir.


Günümüz İnsanları Bir Milyon Yaşında mı?


1932’den beri Louis Leakey’in ekibi Kenya’nın Victoria Gölü’ndeki Homa Yarımadası’nın Homa Dağı eteklerinde yer alan Kanjera Oluşumu’nda anatomik bakımdan günümüz insanına ait birkaç fosilleşmiş kalıntı bulmuştur.220 Leakey, aynı oluşumda insan kalıntılarıyla birlikte bulunan hayvan fosillerine dayanarak, Orta Pleistosen’den kalma modern insan fosilleri bulduğunu bildirmiştir. Orta Pleistosen’in yaşı, yaklaşık bir milyon yıl olarak belirlenmiştir. Bu yaş, Homo erectus oldukları varsayılan canlılar için belirlenen yaştan daha büyüktü ve birkaç australopithecine için belirlenmiş yaşla hemen hemen aynıydı. Bu gerçekler, Leakey’in görüşünü pek çok evrimci için kabul edilemez bir hale getirmiş ve böylelikle Leakey’in yargıları o zamandan beri evrimciler tarafından saldırılara maruz kalmıştır. Ancak Leakey, bu insan kalıntılarının eski çağlara ait olduğu konusundaki inancından ve Orta Pleistosen’de tümüyle gelişmiş insan fosilleri bulmuş olduğu yargısından asla vazgeçmemiştir.221

Leakey’in aynı bölgeye yaptığı bir diğer seferde ona eşlik eden bir jeolog olan P. G. H. Boswell, geçmişe ait faunanın ve modern insan kalıntılarının bir arada bulunmasının nedeninin tortu yığılması olduğunu iddia ederek Leakey’e karşı sert bir saldırıda bulunmuştur.222 1995’te yayınlanan bir makalede Thomas Plummer ve Richard Potts, Leakey tarafından toplanmış olan tüm kanıtları ve bu bölgeye daha sonradan düzenlenmiş çok sayıda seferi incelemişlerdir.223

Plummer ve Potts tarafından yapılan incelemeye göre Leakey’in bulduğu ve daha sonraki gezilerde bulunmuş olan fosillerin anatomik olarak günümüz insanlarına ait olduklarına ilişkin hiçbir şüphe yoktur. Bu fosillerin bazıları yüzeyden toplanmış olmalarına rağmen, Hominid 2 ve 3 olarak isimlendirilen bu fosillerin Kanjera Yatakları’nda, oluştukları yerde (in situ) bulunduklarına ilişkin hiçbir şüphe yoktur. Hominid 3 fosili Leakey’in, tüm hominid fosilleri ile ilgili olarak yapmış olduğu stratigrafik yerleşimde bir köşe taşı görevi görmesi nedeniyle, onlar tüm dikkatlerini, ön, yan ve arka parçalardan oluşan birkaç kafatası parçasından meydana gelmiş bu fosil üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bu bölgeden çıkarılan kafataslarının çoğu, günümüz insan kafataslarına oranla daha kalın duvarlıydı. Leakey bunu, bu parçaların çok eski çağlardan kalma olduklarının bir kanıtı olarak kabul ederken Plummer ve Potts bunun, o bölgede bulunan parazitlerin etkilerinden biri veveya kalıtım veya sonradan meydana gelmiş bir kansızlık nedeniyle böyle olduğunu varsaymışlardır.

Hominid 3’e ait bazı parçalar, bir enerji dağılımı çalışmasına tabi tutulmuşlardır. Plummer ve Potts, tüm hominid numunelerinde var olan düşük element konsantrasyonlarının, her ne kadar fosillerin kesin yaşları belirlenememiş olsa da, bu tortuların, Kanjera Oluşumu’nun çökeliminden daha sonra çökeldiğini gösterdiği şeklinde bir iddia ortaya atmışlardır. Plummer ve Potts, Boswell’in, Leakey’in iddialarına yapmış olduğu saldırıları kabul etmeyerek, daha sonraki geziler sırasında yapılan araştırmaların, Leakey’in fosil bulgularını bulduğu bölgede hiçbir tortu yığılması olayının gerçekleşmediğini ortaya çıkardığını bildirmişlerdir.

Plummer ve Potts, Kanjera Oluşumu’nun, Erken ve Orta Pleistosen yaşlı tortu çökelimlerinden oluştuğu, Hominid 3 fosilinin, Erken Pleistosen çökelimleri içinde bir iki metrelik derinlikte oluştukları yerde bulunduğu ve Leakey tarafından bulunan fosillerin, şüphesiz günümüz insanlarına ait fosiller olduğu sonucuna varmışlardır. Plummer ve Potts Leakey’in, Erken Pleistosen çökelimleri arasında bulduğu Hominid 3 fosilini, orada bulunmuş bu ve diğer insan fosillerinin, o bölgede yüzeye çıkmış halde bulunan katman ya da kaya parçaları içerisine sızma yoluyla gömülmüş olmasının bir sonucu olduğunu ileri sürerek açıklamışlardır.

Gayet açık olan şey şudur ki, kanıtların ne kadar iyi olduklarının hiçbir önemi yoktur; günümüz insanının varsayılan atalarıyla aynı zamanlı olarak bir arada yaşadığı gibi bir fikri ileri süren türden bir kanıt, evrimciler tarafından hemen reddedilecek ve bu kanıtın örtbas edilebilmesi için gerekli olan tüm çaba gösterilecektir. Gerçek olan, bu fosillerin Erken ve Orta Pleistosen çökelimleri arasında bulunmuş olmalarıdır. Hominid 3 fosilinin, Erken Pleistosen yataklarının bir iki metre derinliğinde oluştuğu yerde çıkarıldığı şüphesizdir. Eğer bu durumun tersi doğru olmuş olsaydı ve evrimciler, bu fosil için bir ile iki milyon yıl arası bir yaş kabulü yapmak isteseydiler bu kanıtı bir kanıt olarak kabul ederlerdi. Hominid numunelerindeki düşük element konsantrasyonları, bu canlıların kökenleri, yani başlangıcı ya da çökelimin başlangıç seviyeleri ile ilgili olarak çok zayıf kanıtlar ortaya koymaktadırlar. Evrimcilere göre, element düzeylerini binlerce yıl boyunca birçok etmen etkileyebilse de, bu fosillerin, modern insan olmaları dışında, orta Pleistosen dönemine kadar olan döneme ait olmadıklarını gösteren tek kanıt olmaları, onların ilk ve orta Pleistosen dönemi kapsayan dönemden olamayacaklarının kanıtını kendi içinde oluşturmaktadır. Evrimsel literatürde, Plummer ve Potts’un, Leakey tarafından bulunan hominid fosillerinin kendisinin iddia ettiği gibi Orta Pleistosen yaşlı olmadıklarını kanıtladıkları ileride rapor edilebilir. Böyle bir şey kanıtlanmamıştır ve kanıtlar hâlâ Leakey’in tarafındadır. Leakey’in kanıtları vardı. Oysa ona karşı duranların kendilerine özgü kuramları vardır. Leakey’in kanıtları, eğer gerçekse, insanın evrimsel kökeni ile ilgili kuramlara öldürücü bir darbe vurmuştur.

Homo sapiens’in sözde Orta Pleistosen’deki varlığını belgeleyen daha çok kanıt toplanmaya devam edilmektedir. Juan–Luis Arsuaga ve diğerleri, “eski Homo sapiens” grubuyla tam bir uyum sağlayan yirmi dört insan kalıntısının daha keşfini bildirmiştir.224 Söylendiğine göre bu insan kalıntılarının yaşları 300.000 yıldan fazla olarak belirlenmiş ve bulundukları yerin de Orta Pleistosen katmanlarından oluştuğuna hükmedilmiştir. Fosiller Kuzey İspanya’nın Burgos kentinde, Sima de los Huesos (Sierra de Atapuerca) isimli bölgedeki bir mağarada bulunmuşlardır ve Neandertallerle ortak olan birçok özelliğe sahiptirler.

Chen, Yang ve Wu, Çin’in Lianing eyaletindeki Yingkow yerleşkesinin Jinnuishan sahasındaki mağara çökelimleri arasından çıkarılmış olan “erken” Homo sapiens olarak isimlendirdikleri iyi korunmuş bir kafatasının keşfini bildirmişlerdir.225 Bu kafatasının kranyal kapasitesi, günümüz insanınınkine eşit, yaklaşık 1400 cm3 idi. Kafatasının bazı özellikleri onları, bu kafatasının eski Homo sapiens kafatasına yakın olduğunu düşünmeye yöneltti. Kafatasıyla birlikte bulunan hayvan fosilleri Orta Pleistosen gibi eski çağları gösteriyordu ve onlar, daha önceden yapılmış olan çalışmalara dayanarak 230-300 bin yıllık bir yaş belirlediler. Fakat bugün, bu yaşın, jeolojik ve arkeolojik kanıtlara bakıldığında çok büyük bir yaş olduğunu gördükleri için bu yaşı 200 bin yıla çekmişlerdir. Onlar, yaşları daha küçük olan kanıtlarda bile, yaş belirlemesi sonuçlarının, Çin’de Homo erectus ve Homo sapiens’in aynı zamanlarda yaşamış olabileceklerini gösterdiğini söylemektedirler.


Yaratılış Kuramına Göre

İnsanın Kökeni


Kabil ve Habil Karılarını Nereden Aldılar?


Şimdi sıkça sorulan bir soruyu cevaplayabilmek için insan neslinin başlangıcına geri dönelim: Kabil (Kayin), Habil ve Şit karılarını nereden aldılar? Elbette ki kız kardeşlerinin arasından ─ başka nereden olabilir ki? Bu evlilik, insan neslinin devam etmesi için kesinlikle gerekliydi. Bu, Tanrı tarafından emredildi; aksi takdirde, Tanrı, tek bir çiftten daha fazlasını yaratırdı. Üstelik, Adem ve Havva yaratıldıkları zaman genetik anlamda mükemmel oldukları ve böyle bir evliliğin gerekli olduğu sırada, en azından önemli ölçüde zararlı ve bozucu mutasyonların gerçekleşebilmesi için yeterli zaman bulunmadığından, böyle evliliklerin zararlı biyolojik sonuçlar ortaya çıkarması mümkün değildi. Günümüzde, gençlere özgü şeker hastalığı, orak hücreli kansızlık ve fenilketonurya (phenylketonuria) gibi 3000’e yakın bozukluk durumu, zararlı mutasyona uğramış genler yoluyla ortaya çıkmaktadır. Böyle bir genin anne ve babanın her ikisinden de (kusurun ortaya çıkabilmesi için genellikle bu gereklidir) çocuklara kalıtım yoluyla geçme olasılığı, yakın akraba ya da kuzenlerin birbirleriyle evlenmeleri sonucu artış göstermektedir. Bu nedenle bu tür evliliklere bir çeşit yasaklama getirilmiştir.

Bazılarının, Kutsal Kitap’ın, Adem ve Havva’nın diğer çocukları hakkında hiçbir şey söylemediği konusunda itirazları olabilir. Ancak, Yaratılış 5:4’te Adem’in “başka oğulları, kızları oldu” diye açıkça söylenmiştir. Yukarıda da söylendiği gibi Kabil ve Şit’in birer eş sahibi olmaları ancak kendi kız kardeşleri arasından biriyle evlenmeleriyle mümkündü. Üstelik Kutsal Kitap şunu bildirir: Kabil, Habil’i vahşice öldürdükten sonra, diğerlerinin de onun hayatına son vereceklerinden korkar (Yaratılış 4:14). Öyleyse gayet açık olan şudur: Adem ve Havva, uzun, verimli yaşamları boyunca pek çok ─ sayıları belki de yüzlercedir ─ çocuk sahibi olmuşlardır. Ancak, yalnızca bu üçü, Kabil, Habil ve Şit belirli öneme sahip olaylara imza attıkları için isim olarak Kutsal Kitap’ta yer almışlardır.


Irkların Kökeni


Neandertal, Cro–Magnon ve Swanscombe Adamı gibi mağara adamları nereden geldiler? Bunlar, Nuh’un ailesinin soyundan geliyorlardı ve atalarının memleketinden dağıldıkları zaman, Asya, Avrupa, Afrika ve daha başka yerleri içine alan geniş bir alana yayılmışlardı. Onların, tufandan sonra hayatta kalan insanların soylarından geldikleri kabul edilir; çünkü, tufandan sonra hayatta kaldıklarına inanılan bu insan kalıntılarının tümü, tufan sonrası olduğuna inanılan, Pleistosen diye isimlendirilen çökelimler içinde bulunmuşlardır.

Yaratılış 11. Bölüm, tufandan sonra hayatta kalan insanların Şinar (Babil) bölgesinde toplandıklarını bildirir. O zamana kadar insanlar yeterli derecede üremişler ve kendilerine, içinde büyük bir kule ya da “ziggurat”ın da bulunduğu Babil olarak isimlendirilen (Grekçe’de Babylon olarak geçer) bir kent kurmayı düşündürebilecek beceriler kazanmışlardır. Yaratılış 11’de yer alan soyağacını boşluğa gerek kalmaksızın uzatmadan bile, bu durum oldukça mümkün bir açıklama olarak gösterilmiştir.226

Kutsal Yazıların bu bölümü, Tanrı’nın, bu insanların dillerini birbirine karıştırarak yaptığı müdahalenin hikayesini anlatmaktadır. Bu olay, Tanrı’nın, “Verimli olun, çoğalın; yeryüzünde üreyin, artın” (Yaratılış 9:7) şeklindeki buyruğunun yerine getirilmesi sürecinin hızlandırılmasını sağladı. Bu, insanların, dünyanın değişik bölgelerine yaptıkları göçlerin o güne kadar olandan çok daha hızlı bir şekilde gerçekleşmesine neden oldu.

Tanrı’nın günümüzde var olan çeşitli insan neslinin devamını sağlamak için Tufan’dan sonra hayatta kalan sekiz kişide yeterli bir genetik potansiyel ya da bir gen havuzu varlığını korumak yoluyla mı, yoksa, Yaratılış 11’de kaydedilen olaylar zamanındaki genetik potansiyeli yaratmak yoluyla mı yaptığını bilmiyoruz. Her iki durumda da bu potansiyel vardı. Çeşitli insan soyu kollarına ayrıldıkları, giderek bir birlerinden uzaklaştıkları ve önemli derecede kendi aralarında çiftleşmedikleri için, bünyelerinde saklı olan ırklar, bazılarını fosil şeklinde, çoğunu ise günümüze gelmiş olarak gördüğümüz eski ırkları doğurdu.

Bir türün üyeleri coğrafik anlamda birbirlerinden uzaklaşarak küçük gruplara ayrıldıkları zaman aynı zamanda üreme anlamında da birbirlerinden ayrı konuma gelirler. Her grup, popülasyon içinde dağılmış halde bulunan genetik özelliklerin ya da gen havuzu toplamının sadece küçük bir kısmını kendisiyle birlikte taşır. Küçük gruplarda, yüksek oranlarda aynı kandan çiftleşme meydana gelir. Böyle bir süreç, daha büyük olan popülasyonda seyrelme nedeniyle popülasyon içinde yapılan evliliklerde saklı kalmış genetik özelliklerin görünüşte, daha hızlı bir biçimde açığa çıkmalarına neden olur. Sonuç olarak “kabileler” ya da “ırklar” doğar.

Başlangıçtaki bu merkezi popülasyondan dağılmalar gerçekleşirken bu küçük gruplar birkaç beceriyi de kendileriyle birlikte taşıyıp götürmüş ya da başlangıçta var olan bu becerilerinden bir kısmını kaybetmiş olabilirler. Küçük gruplara ayrılma, çeşitli etmenler yoluyla kayıpların gerçekleşmesine katkıda bulunmuş olabilir. Popülasyon baskısının yok oluşu, saldırganlara karşı ve toprak bütünlüğünün korunması amacıyla kullanılmakta olan silah ihtiyacını azaltır. Bu nedenle silahlardan vazgeçilmiş olabilir. Popülasyon baskısının yok oluşu ayrıca, grubun beslenmesi için gerekli olan temel besinlerin toplanması yeterli olduğundan, tarımsal uygulamalardan vazgeçilmesi ile de sonuçlanmış olabilir. Üstelik, fikirler ve beceriler artık komşu gruplarla değiş tokuş edilmez. Bizim anladığımız şekliyle “gelişim” önemli ölçüde yavaşlamış ve hatta daha “ilkel” bir konuma doğru gerçekleşen bir “bozulma” ile sonuçlanmış olabilir.

Asya ve Avrupa da nüfusun daha yoğun olduğu yerlerde uygarlık hızlı bir gelişim gösterirken Güney Afrika, Avustralya, Güney ve Kuzey Amerika ve Avrupa’nın daha seyrek yerleşimli bölgelerindeki insanlar, nispeten ilkel bir biçimde yaşamlarını sürdürmüşlerdir; bazıları günümüze kadar devam etmiştir. Bu nedenle, bu insanların fosil kalıntıları ve geriye kalan eşyaları bize onların “medeni olmayan”, ilkel bir hayat yaşadıklarını göstermesi şaşırtıcı bir durum değildir. Bu insanlar oldukça gelişmiş el aletleri ve taştan yapılmış silahlar imal ettiler. Bundan sonraki yaşamlarında kullanabilmeleri için ölülerini çiçekler ve değişik eşyalarla birlikte gömdüklerine bakıldığında, onların dindar insanlar oldukları anlaşılmaktadır.

Bilinen genetik veriler ışığında evrim kuramının, ırkların kökeni konusuna tatmin edici hiçbir açıklama getiremediği, meşhur bir evrimci olan rahmetli Theodosius Dobzhansky tarafından 1972’de dile getirilen şu ifadelerden bellidir:


Darwin’den yüz yıl sonra bile insan türleri arasındaki ırksal farklılıklar probleminin geçmişte olduğu kadar kafa karıştırıcı kalması neredeyse inanılmazdır.227


Diğer bir deyişle, değişik ırklarla ilgili genetik verileri evrimsel bir çerçeve ile ilişkilendirmenin hiçbir yolu yoktur. Evrimcilerin halen, evrenin, hayatın, balıkların, amfibyumların, sürüngenlerin, kuşların ve memelilerin nasıl evrimleştikleri, maymunların önceki memelilerden nasıl evrimleştikleri, kuyruksuz maymun, maymun ve insanların önceki primatlardan nasıl evrimleştikleri gibi konulara açıklama getirebildikleri konusunda ısrar etmeleri çok hayret vericidir. Çünkü aynı zamanda evrimciler, Homo sapiens türü içinde yer alan ırkların kökenleri konusuna açıklık getiremediklerini kabul etmek zorunda kaldılar! Eğer evrim kuramı bilinen bilimsel kanıtlar ışığında, ırkların kökenine herhangi bir açıklama getiremiyorsa o zaman nasıl olur da bazıları derin sırların açıklanmasında bu kuramı kullanıyormuş gibi yapabilirler? Görünüşe göre, bu kuram gerçek bilimsel verilere doğru yaklaştıkça daha da savunulamaz bir hal almaktadır.

Gayet açık olan bir ırksal farklılık ten rengidir. Bazen Zenci ırkının, sıcak bölgelerde maruz kaldıkları güçlü mor ötesi güneş ışınları nedeniyle adaptasyon geçirdikleri ve ten renklerinin daha koyu bir hale geldiği ileri sürülmektedir. Bu fikir, Güney Amerika gibi eşit derecede mor ötesi ışına maruz kalan bölgelerde yaşayan insanların tenlerinin niçin onlarınki kadar siyah olmadığı sorusunu yanıtsız bırakmaktadır. Yaratılışçılar, ten rengi çeşitliliğinin, önceki bölümde açıklandığı gibi, ırkların oluşumları sırasında daha önceden var olan genetik özelliklerin bir çeşit doğal sınıflaması olarak gelişmekte olduğuna inanmaktadırlar. Bu bakış açısına göre siyah tenliler, güçlü güneş ışığı karşısında bir koruma oluşturduğu bölgelere doğru göç eğiliminde bulunurlarken, mavi gözlü, İskandinav ırkı ise, ekvatora yakın yerlerde maruz kalınan güçlü morötesi ışınlardan kaçabilmek amacıyla daha çok kuzeye göç etme eğiliminde olmuşlardır.

Parker’ın da göstermiş olduğu228 gibi, uygun bir genetik bileşimi bünyesinde bulunduran ve on altı çocuğa sahip olmayı düşünen bir kadın ve erkeğin, doğacak olan çocuklarından birinin siyah, birinin beyaz ve geri kalan on dördünün ise tenlerinin farklı renk tonlarında olma olasılığı vardır. Haftalık olarak yayınlanan Parade adlı bir gazetede bir ölçüde benzer bir olayın gerçekleştiğini belgeleyen bir makale yayınlandı.229 Bu makaleye göre İngiltere’nin Manchester’e yakın Leigh kentinde Tom ve Mandy Charnock’un, ikiz erkek çocukları olmuştu ve bunlardan biri beyaz tenli, mavi gözlü, sarı saçlıyken, diğeri koyu tenli, kahverengi saçlı ve kahverengi gözlüydü. Anne, Nijeryalı bir baba ve beyaz bir İngiliz anneden gelirken baba, beyaz İngiliz ebeveynden geliyordu.


Bir Domuz Dişi, Bir Kuyruksuz Maymun Çenesi, Bir Yunus Balığı Kaburgası ve Bir Eşek Kafatası


Eski bir atasözü vardır: “50.000 Fransız yanılıyor olabilir mi?” Bu söz, günümüz şartlarına şu şekilde uyarlanabilir: “50.000 evrimci yanılıyor olabilir mi?” Kesinlikle evet! Daha önceden de belirtildiği gibi evrimci paleontologlar, çene parçalarına ve birkaç dişe bakarak Ramapithecus’un, kuyruksuz maymunla insan arası bir ara form canlısı olduğu konusunda yaklaşık 50 yıl ısrar etmişler, fakat sonuçta onun aslında bir modern orangutan ile aynı olduğu ortaya çıkmıştır. Yaklaşık 100 yıllık bir süre için Neandertal insanının, bizim Homo Neandertalensis diye anılan yarı insan atalarımız olduğuna inanılmış, fakat daha sonradan bu insanların konumları, tümüyle insan konumuna, yani, Homo sapiens’e yükseltilmiştir. Evrimciler tarafından desteklenmiş insanın sözde diğer iki yarı insan atasından biri sahte çıkmış, diğeri ise sadece bir domuz dişine dayandırılmıştır!

1922’de Batı Nebraska’da bir diş keşfedilmiş; bu keşif, o zamanın en ünlü paleontologlarından biri olan Henry Fairfield Osborn ve diğer bir kaç yetkili tarafından, şempanze, Pithecanthropus ve insanın özelliklerini birleştirdiği bildirilmiştir.

Osborn ve meslektaşları, bu dişin gerçek sahibinin, kuyruksuz maymun benzeri bir insan olarak mı, yoksa, insan benzeri bir kuyruksuz maymun olarak mı isimlendirilmesi gerektiği konusunda oldukça kararsız kalmışlardır. Bu dişe Hesperopithecus haroldcookii ismi verilmiş ve daha sonraları bu diş, Nebraska Adamı olarak tanınmıştır. Illustrated London News’de, bu canlının ve onunla aynı zamanlarda yaşamış olan canlıların neye benzediklerine ilişkin bir resim yayınlanmıştır.230 Bu resimde Hesperopithecus, görünüşte her ne kadar biraz vahşi olsa da belirgin biçimde günümüz insanına benzemektedir. Daha sonra pek çok çalışma yapılmış ve 1927’de, Hesperopithecus’un ne insan benzeri bir kuyruksuz maymun ne de kuyruksuz maymun benzeri bir insan olduğuna; sadece soyu tükenmiş domuza benzer bir peccary olduğuna karar verilmiştir!231 Bu durum, bir bilim adamının, bir domuzu bir insan haline getirirken, o domuzun bu bilim adamını gülünç hale düşürdüğü bir durumdur!

1912’de Londra’daki Doğal Tarih Müzesi Müdürü Arthur Smith Woodward ile bir tıp doktoru ve amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, bir altçene ve bir kafatası parçasının bulunduğunu bildirdiler. Dawson bu örnekleri, İngiltere’de, Piltdown’a yakın bir çakıl madeninden çıkarmıştı. Kuyruksuz maymunlardakinden çok insandakinden beklenen bir aşınma gösteren çene kemiği, dişler haricinde, bir maymunu andırıyordu. Öte yandan kafatası, insan benzeri bir yapı sergiliyordu.

Bu iki örnek, tek bir canlıya indirgendi ve Eoanthropus dawsoni, “Şafak Adamı” olarak isimlendirildi. Bu fosil daha sonraları ‘Piltdown Adamı’ olarak tanındı. Onun, 500.000 yaşında olduğuna hükmedildi. Boule ve Henry Fairfield Osborn gibi birkaç uzmanın, bu kuyruksuz maymun benzeri çene ile insan benzeri kafatasını düşünsel olarak bir araya getirme fikrine karşı çıkmasına rağmen, dünyanın en büyük uzmanlarının vermiş oldukları ortak karar, Piltdown Adamı’nın, insan evriminde gerçek bir halka oluşturduğuydu.

1950’de, fosil kemiklerinin nispi yaşlarının belirlenmesine yönelik bir yöntem geliştirildi. Bu yöntem, kemiklerin, topraktan özümsemiş oldukları flüorid miktarına bağlı olan bir yöntemdir. Piltdown kemikleri bu yönteme tabi tutulduklarında çene kemiğinin hiç flüorid içermediği belirlenmiş ve bu yüzden fosil olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu kemiğin, bulunmuş olduğu yıldan daha yaşlı olmadığı kararına varılmıştır. Kafatası, dikkate değer düzeyde bir flüorid içeriğine sahipti fakat, bunun da 500.000 değil, birkaç bin yıllık olduğu tahmin edildi.

Eldeki bu bilgilerle, bu kemikler, titiz ve eleştirel bir çalışmaya tabi tutuldular. Kemiklerin, daha eski bir görünüm kazanması amacıyla demir tuzu ile kimyasal bir reaksiyona sokulmuş olduğu keşfedildi ve dişlerin üzerinde önceden eğelendiği anlaşılan çizgiler çizilmiş olduğu ortaya çıkarıldı. Diğer bir deyişle Piltdown Adamı, tam bir düzenbazlıktan ibaretti! Günümüz maymunlarına ait bir çene ve bir insan kafatası, kuyruksuz maymun benzeri bir yapıya kavuşturulmak amacıyla değiştirilmiş ve dünyanın en ünlü uzmanları başarıyla kandırılmıştır.

Stephen Jay Gould, Piltdown sahtekârlığı ile ilgili olarak yazmış olduğu makalede,232 uzmanların, bir eğilimlerini açıkça gözler önüne sermiştir: Onlar, aradıkları şey orada olmasa bile onu bulma, ve aradıkları şey o değilse, onu bulmama eğilimindedirler. Gould şunu söyler:

img




Şekil 36. Illustrated London News’de yayınlanmış bir Nebraska Adamı (Hesperopithecus) resmi, 24 Haziran 1922.










Piltdown savunucuları... “gerçeklere” yeni biçimler verdiler... bu bilgilerin bizlere daima güçlü kültür, ümit ve beklenti süzgecinden geçerek ulaştığını gösteren bir diğer örnektir. Piltdown kalıntılarının “katıksız” açıklamalarında sürekli olarak bizler, başlıca destekçilerden öğreniyoruz ki, kafatası, olağanüstü derecede günümüz gibi olsa da tümüyle maymun benzeri bir sürü özellik içerir! Grafton Elliot Smith... şu sonuca varmıştır: “Bizler buna, şimdiye kadar kaydedilmiş en ilkel ve en maymun benzeri insan beyni gözüyle bakmalıyız... dahası, bu kafatasının, orijinal sahibinin zoolojik sınıfını açıkça gösteren alt çenesiyle birlikte tek ve aynı canlıya ait olduğu mantıklı bir sonuçtur.” ... Sir Arthur Keith, son olarak yapmış olduğu büyük çalışmada (1948) şöyle demektedir: “Onun alnı, göz çukurunun üzerinde yuvarlak çıkıntısı olmayan bir orangutanınkine benziyordu; bu canlının modeli yapılırken ön kemikleri, Sumatra ve Borneo orangutanlarınınkine benzer pek çok nokta bulunacak şekilde gösterilmiştir.”... Çene konusunda yapılan titiz çalışmalar, böylesi kuyruksuz maymun benzeri bir çenenin (dişin aşırı yıpranması dışında) “dikkate değer biçimde insan özellikleri” taşıdığını ortaya çıkarmıştır. Sir Arthur Keith dişin, bir kuyruksuz maymununkinden çok, bir insanın çenesinin içine sokulmuş olduğunu defalarca vurgulamıştır.

Bir kişinin önyargılı fikirlerinin bilimsel yargısını yönlendirmesine izin verilmesi eğilimini yorumlarken antropolog Jaquetta Hawkes şöyle demektedir:


Her ne kadar kaçınılmaz olduğunu ve zararlı olmak zorunda olmadığını bilsek de, önyargılı fikirlerin insan kökeni araştırmalarını ne kadar büyük ölçüde etkilediğinin farkına varmak halen bir şok etkisi yaratmaktadır.


Elbette ki, uzmanlardaki böylesi zayıflıkları ortaya çıkarmakta sahtekârlık gibisi yoktur. Örneğin, “Piltdown Adamı”nı oluşturan insan kafatası ve modern kuyruksuz maymun çenesi ile ilgili olarak en büyük otoriteler tarafından yapılan cesurca iddialar ve ince anatomik ayrıntılara geri dönmek, insanın bilim adamlarına karşı hissettiği duyguya bağlı olarak sevinmesine ya da üzülmesine neden olur. 233


Bugün her şey çok mu fazla değişti? Günümüzde yer alan iki örnek, yetkililerin eğilimlerinin gerçekten de çok fazla değişmediğini göstermektedir. Science News’de yayınlanan bir makale, Tim White’ın, Noel Boaz’ın bir yunus balığı kaburgasını, bir hominoid köprücük kemiği (omuz kemiği) olarak yanlış yorumladığına dair suçlamalarını anlatmaktadır.234 White, bu fosilin Flipperpithecus (maymunsu yunus) olarak isimlendirilmesi gerektiği şeklinde bir şaka yapmıştır! Boaz, modelin, bir cüce şempanze köprücük kemiğini andırdığını iddia etmiş ve kemik kavsinin alışılagelmiş iki bacaklılığı gösterdiğini ileri sürmüştür. White, Boaz’ın, verileri yanlış yorumladığını kanıtlamaya çalışmıştır. Aynı makalede Alan Walker şunu söylemiştir: Çeşitli kemiklerin, hominoid köprücük kemikleri olarak yanlış yorumlanması gibi eskiden gelen bir gelenek vardır. Geçmişte, Walker şunu söylemiştir: Becerikli antropologlar, bir timsahın kalça kemiği ve üç parmaklı bir atın ayak parmağını, köprücük kemikleri gibi yanlış yorumlamışlardır!

14 Mayıs 1984’te yayınlanan bir UPI (United Press International) yayını,235 Avrupa’da en eski insan fosillerinin bulunmasından bir yıl önce uzmanlar tarafından rağbet edilen bir kafatası parçasının bir eşeğe ait olabileceğini ortaya çıkarmıştır! “Orce Adamı” olarak isimlendirilen bu fosil Güney İspanya’nın Andalusia bölgesindeki Orce kentine yakın bir yerde bulunmuştur. Katılımcıların onu inceleyebilmeleri ve onun hakkında tartışabilmeleri için üç gün süren bir bilimsel sempozyum düzenlenmiştir. Fransız uzmanların, “Orce Adamı”nın büyük olasılıkla, dört aylık bir eşeğin kafatası parçasından oluştuğu gerçeğini ortaya çıkarmaları karşısında mahcubiyet duyan İspanyol yetkililer, katılımcılara sempozyumun iptal edildiğine ilişkin 500 tane mektup göndermiştir.

1912’de bir kuyruksuz maymun çenesi, 1922’de bir domuz dişi, 1980’lerde ise bir eşek kafatası ile bir yunus balığı kaburgası ─ senaryo aynı; yalnızca oyuncular ve sahne donanımı değişik. Belki de Lord Zuckerman, insanın fosil atalarının araştırılması konusunda herhangi bir bilimin bulunup bulunmadığı konusunun şüpheli bir konu olduğunu söylerken haklıydı.236


Özet


Yapılan son araştırmalar, primatlar ile sivri sincapçıklar arasında, çok uzun zamandan beri varsayıldığı gibi, herhangi bir genetik akrabalığın bulunmadığını ortaya çıkarmıştır. Ayrıca burada da belgelediğimiz gibi primatların fosil kaydı eksiksiz ve tarafsız bir biçimde değerlendirildiğinde gayet açık biçimde ortaya çıkan şey şudur: Primatlar arasındaki lemurlar, cadı makiler (tarsier), lorigiller (loris), değişik kuyruklu ve kuyruksuz maymun türleri ve insan gibi esasen farklı biçimler, yaratılışın dayandırıldığı ifadelerde de yer aldığı gibi, fosil kaydında, geçiş formları olmaksızın, tümüyle gelişmiş biçimde ortaya çıkmaktadırlar.

Lord Zuckerman, meslek yaşamının büyük bir kısmını, insanın kökenine akraba olduğu varsayılan fosil örneklerini inceleyerek geçirmiştir. Zuckerman, anatomistlerden oluşan çok iyi bir takımın yeteneklerinden faydalanmış ve çalışmalarında var olan en iyi analiz yöntemlerini kullanmıştır. Kendisi bir yaratılışçı olmadığı için, onun fikirlerinin yaratılışa karşı önyargılı ya da çarpık olduğu söylenemez. Yapmış olduğu çalışmalar eksiksizdi ve vardığı yargılar bir insanın olabileceği kadar tarafsızdı. 1970’te yayınladığı Fildişi Kulenin Ötesi adlı kitapta Lord Zuckerman, insana ait fosil kaydı ile ilgili olarak vermiş olduğu yargıları cesurca şu şekilde dile getirmektedir:


Örneğin, hiçbir bilim adamı insanın, hiçbir tanrısal yaratış işine bulaşmaksızın, bir tür kuyruksuz maymun benzeri canlıdan, çok kısa bir zaman dilimi içerisinde ─ bu ifade, jeolojik zamanlar anlamında kullanılmıştır ─ bu dönüşüm aşamalarında hiçbir fosil izi bırakmaksızın evrimleştiği önermesine mantıklı bir şekilde itiraz edemez.237


Buradan anlıyoruz ki, Lord Zuckerman’a göre, bizler, yaratılış olasılığını göz ardı edersek, o zaman insan, kuyruksuz maymun benzeri bir canlıdan evrimleşmiştir; fakat, eğer bu gerçekten böyle olmuşsa, fosil kaydında buna ilişkin hiçbir kanıt bulunmamaktadır.

Yani, ne geçmişte, ne de günümüzde insanın, kendisinden daha alt sınıf bir canlıdan ortaya çıktığına ilişkin hiçbir kanıt bulunmamaktadır. İnsan, tümüyle farklı ve ayrı bir biçimde yaratılmış bir tür olarak ve kendisini diğer tüm canlıların en üst seviyesine yükselten niteliklerle donatılmış temel morfolojik tasarıma sahip bir canlı olarak tek başına ayakta durmaktadır.