Ramapithecus İnsan Atası Olma Statüsünü Kaybediyor


Önceleri Yale Üniversitesi’nde, bugün Harvard Üniversitesinde bulunan David Pilbeam ve bugün Duke Üniversitesi’nde bulunan Elwyn Simons gibi ABD’nin iki önde gelen paleontologu ve başka kişiler geçtiğimiz yıllarda, Ramapithecus’un, insana giden doğrudan çizgi üzerinde bir canlı olduğunu, yani erken bir hominid olduğunu kuvvetle savunmuşlardır.40 Bu süre boyunca antropoloji literatüründe ve ders kitaplarında, Ramapithecus’un ve ona akraba fosillerin (ramapithecid’ler olarak adlandırılan fosillerin) insanları da içeren tüm gerçek hominidlerin atalarından kalan fosiller oldukları konusunda genel bir fikir birliğinin var olduğu sıklıkla söyleniyordu. Bugün antropologların çoğu, keşfedilen ek bulgular ışığında Ramapithecus’u bir hominid olarak savunmaktan vazgeçmişlerdir. Artık bu canlı, insana giden çizgideki bir canlı olarak düşünülmemektedir.

Ramapithecus’a cins ismini veren fosil kalıntısı ilk olarak, Yale’de yüksek lisans yapmakta olan G. E. Lewis tarafından kuzeybatı Hindistan’ın Siwalik Tepeleri’nde 1932 yılında keşfedilmiştir. Aslında, 1915’te başka birkaç parça fosil keşfedilmiş ve daha sonra ramapithecine’ler arasında yerini almıştır. (“Pithecine” eki soyu tükenmiş anlamını vermektedir; “pithecus” eki ise kuyruksuz maymun anlamındadır). Bu canlıya ait başka fosiller Kenya’da, Avrupa’nın Suabia Alplerinde ve Çin’deki Yunnan ilinde bulunmuştur; yani bu canlıların yayılma alanlarının çapı 3200 km’dir. Ramapithecus’u insanın aile ağacına yerleştiren en önemli çalışma, Simons ve Pilbeam’ın 1960’larda yaptıkları çalışmaları ve yayınlarıdır. Ancak, bu fikre karşı çıkılması çok gecikmedi.

Pennsylvania Devlet Üniversitesi’nde antropolog olan Dr. Robert Eckhardt, Ramapithecus’un hominid statüsüne ilk karşı çıkanlardan biridir. 1972’de yayınladığı bir makaleye41 şu başlığı atmıştır:


Şaşırtıcı çokluktaki erken hominoid fosili arasında, morfolojisinin kendisini, insanın hominid atası olarak işaret ettiği bir canlı var mıdır? Eğer genetik değişkenlik göz önüne alınırsa, cevabın hayır olacağı görülmektedir.

Diğer bir deyişle Eckhardt’a göre, kuyruksuz maymun ya da benzeri canlıların fosilleri arasında, insanın uygun atası olabilecek hiçbir fosil bulunamamıştır. Belirtildiği gibi Simons, Pilbeam ve diğerleri Ramapithecus’un bir hominid olduğunu düşünmüşler ve bu yargıya da yalnızca birkaç diş ve birkaç çene parçasına dayanarak varmışlardır. Eckhardt, iki farklı Dryopithecus (kuyruksuz maymun fosilleri) türünün ve bir Ramapithecus (varsayılan bir hominid fosili) türünün diş fosili bulgularında yirmi dört farklı ölçüm yapmış ve bu fosil türlerinde bulunan değişim miktarını, Liberya’daki vahşi şempanzelerin bir numunesi üzerinde ve bir araştırma merkezinde şempanze popülasyonu üzerine yaptığı ölçümlerle kıyaslamıştır.

Şempanze popülasyonundaki değişim miktarı, fosil örnekleri üzerinde yapılan yirmi dört ölçümün on dördünde daha fazla, birinde aynı ve dokuzunda da daha azdı. Fosil örneklerinin değişim miktarının, canlı şempanzelerinkinden fazla olduğu bu dokuz durumda bile, farklılıklar oldukça küçüktü. Dişlerde yapılan ölçümlerde, yaşayan şempanzelerde yani tek bir kuyruksuz maymun grubunda var olan değişim, bir kuyruksuz maymun fosili olan Dryopithecus ile bir hominid olduğu varsayılan Ramapithecus’takinden daha fazlaydı. Ayrıca, Ramapithecus’un, yalnızca diş niteliklerine bakılarak bir hominid olduğuna karar verildiğini de unutmamalıyız!

Eckhardt hesaplamalarını, beş farklı Dryopithecus türünü ve de Simons ile Pilbeam’a42 göre Ramapithecus’la eşdeğer olan Kenyapithecus türünü kullanarak genişletmiştir. Eckhardt, diş büyüklüğü hesaplamalarına göre, dryopithecine’lerin birden fazla türde sınıflandırılmalarının pek nedeninin olmadığını söyledikten sonra şöyle devam etmektedir:


Hominid” basit şekilde küçük dişli ve buna uygun küçük yüzlü, herhangi bir kuyruksuz maymun anlamına gelmediği taktirde, bu zaman aralığında ayrı bir hominid türü yaşadığına dair doyurucu bir kanıt da yoktur.


Eckhardt’ın vardığı sonuç, Ramapithecus’un morfolojik, ekolojik ve davranışsal açıdan bir kuyruksuz maymun gibi göründüğüdür.

Son yıllarda Walker ve Andrews,43 daha önce üzerinde çalışılan örneklerden daha eksiksiz bir örneğe dayanan Ramapithecus’un diş kemerlerinin bir araya getirilmesini tarif etmişlerdir. Bu bir araya getirme, Ramapithecus’un, daha önceki bir araya getirmelerin var saydığı parabolik diş kemerine sahip olmadığını ortaya çıkardı. Bu bir araya getirme, alt ve üst çenenin her ikisinde bulunan diş kemerlerinin, kuyruksuz maymunda olması beklenen şekle, aynı olmasa bile çok benzediğini göstermiştir.

Daha yakın yıllarda Pilbeam,44 Alan Walker ve Richard Leakey45 tarafından yapılan keşifler Ramapithecus’un, bir hominid değil, kesinlikle bir pongid (maymun) olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Bu keşifler sadece çene parçalarını ve dişleri değil, kafatası, yüz parçaları ile birkaç kol ve bacak parçasını da içeriyordu.

Pilbeam 1970’te yayınladığı İnsan Evrimi46adlı kitabında şu uyarıda bulunmuştur:


Hareket, vücut büyüklüğü gibi postcranial kemikler olmaksızın anlaşılamaz. Sadece dişlere ve çeneye bakarak Ramapithecus’un hareketi hakkında tahmin yürütmek pek de akıllıca olmayacaktır!


1984 makalesinde47 de kabul ettiği gibi Pilbeam, sadece çene ve diş parçalarına bakarak Ramapithecus’un iki ayağıyla yürüdüğüne inanmıştı ve bunu herkesin önünde açık bir şekilde ilan etmişti. Artık bugün Pilbeam, bu yargısını gerçek verilerden çok kendi önyargılı fikirlerine dayandırmış olduğunu itiraf etmektedir.

Pilbeam tarafından Pakistan’da ve Walker ile Leakey tarafından Kenya’da bulunan fosillerin aslında, ilk olarak 1910 yılında Hindistan’da keşfedilen Sivapithecus cinsine ait oldukları saptanmıştır. Ancak bugün, Ramapithecus ve Sivapithecus’un aynı türden olacak ya da en az aynı cinsten olacak derecede yeterli benzerlikler içerdiği kabul edilmektedir.48 Pilbeam’ın bulgularından birinin yaşı yaklaşık sekiz milyon yıl, bir diğerininki ise yaklaşık on üç milyon yıl olarak belirlenmiştir. Pilbeam, yakın zamanda keşfettiği Sivapithecus fosilinin, orangutanınkiyle aynı kafatası ve yüze ait anatomik özellikler alarak özelleştiğini bildirmektedir. Bu kanıta dayanarak Pilbeam Ramapithecus’un (ayrıca tabi ki Sivapithecus’un da) hominid unvanının alınması gerektiğini açıklamıştır.49

Walker ve Leakey, on yedi milyon yıl yaşında olduğunu söyledikleri Sivapithecus fosillerinin, günümüz orangutanlarına esrarengiz bir benzerlik sergilediklerini bildirmişlerdir.50 Gerçekte Walker şöyle söylemiştir: “Bunu söylemek sapkın bir inançtır ama orangutanlar, ‘yaşayan fosiller’ olabilir”. Diğer bir deyişle Walker’in söylemek istediği şey şudur: Yaşayan orangutanlar, Sivapithecus fosillerine öylesine benzemektedirler ki, Sivapithecus’un yaşayan bir başka biçimleridir. Tabi ki bu kişilerin Sivapithecus’un bir orangutan olduğunu söylemeye ağızları varmamaktadır; çünkü bu görüş, onlar için bozulmuş sapkın bir inançtır.

Böylece SivapithecusRamapithecus’un, insan olma yolunda olan bir canlı değil, orangutana çok benzeyen bir canlı olduğu sonucuna varmaktayız. SivapithecusRamapithecus’un, bir hominid olmadığı fakat esrarengiz bir biçimde günümüz orangutanlarına benzediğini kanıtladıktan sonra Walker’in bugün bu canlının, orangutanların, şempanzelerin, gorillerin veinsanların atası olduğunu ileri sürmesi inanılmazdır!51 Böylesine şaşırtıcı bir iddianın dayandığı temel nedir? Bu temel, fosillerin Afrika’da (yani goril ve şempanzelerin ortaya çıktıkları varsayılan yer) bulunması ve bu fosillerin varsayılan yaşlarıdır (pek çok evrimci, tüm kuyruksuz maymunların ve insanların sözde ortak atasının yaşının, en az on yedi milyon yıl olduğuna inanmaktadırlar). Bu canlıların fosilleri, bir orangutana tam benzerlik göstermesine rağmen, bu canlıların tüm insanların ve kuyruksuz maymunların atası olmaya aday oldukları iddia edilmiştir. Bunun nedeni bu canlıların sözde yeterince yaşlı olmaları ve uygun bir yerleşim alanında bulunmuş olmalarıdır!

Bundan yaklaşık yirmi yıl önce San Diego İnsan Müzesi’nde Ramapithecus’un etten kemikten oluşmuş bir modeli gösterilmekteydi. Sanki önünüzde evrim için ete kemiğe bürünmüş “canlı” bir kanıt duruyordu. Bu canlı, bir insan değildi; bir kuyruksuz maymun da değildi. Tam bir insan edasıyla orada dimdik duruyordu. O kesinlikle bir ara formuydu. Öğrenciler meraklı gözlerini bu açık evrim “kanıtı” üzerinde gezdirirlerken, hiç birisi bu bedenin, yalnızca birkaç diş, birkaç çene parçası ve bir yığın tümüyle önyargılı evrimsel fikir sonucu oluşturulduğunu bilemezdi. Mark Twain’in bir keresinde söylemiş olduğu şu sözler aklımıza geliyor: Bilim, çok cazip bir konudur; çünkü çok az olguya yatırım yaparak hayranlık uyandıran tezler üretebilirsiniz. 52


img


Şekil 24. Günümüz orangutanı. 1995’te San Diego Hayvanat Bahçesi’nden. Fotoğraf Ron Garrison tarafından çekilmiştir.

İzinle kullanılmıştır.



Daha sonra göreceğimiz gibi Ramapithecus, “kayıp halka” olduğu ileri sürülen fakat daha çok kanıt ele geçirildiğinde, yine kuyruksuz maymun familyasındaki eski yerini alan uzun canlı dizisinin sadece birisini oluşturmaktadır. Ramapithecus’tan önce hominid oldukları reddedilen iki canlı, Dryopithecus ve Oreopithecus’tur. Bir zamanlar bunların her ikisinin de birer hominid oldukları iddia ediliyordu (gerçekte Oreopithecus, çeşitli araştırmacılar tarafından maymun, kuyruksuz maymun, hominid ve hatta domuz olarak bile nitelendirilmiştir) fakat bugün, kuyruksuz maymun olduklarının farkına varıldı.53

Daha önceden de sözü edildiği gibi, kuyruksuz maymunun ve insanın ortak atası olduğu varsayılan canlı henüz keşfedilmemiştir. Pek çok evrimci bu canlının, yaklaşık yirmi milyon yıl ya da daha uzun bir zaman önce var olduğuna inanmaktadır. SivapithecusRamapithecus’u, insanın olası atası olarak elersek, insanın varsayılan evrimsel tarihinde, kuyruksuz maymun ve insanın kuramsal olarak birbirinden ayrılmalarından, evrimcilere göre bir ilâ yaklaşık dört milyon yıl önce ortaya çıkan australopithecine’lere kadar olan zaman diliminde büyük bir boşluk oluşmaktadır.


img




Şekil 25. Ramapithecus’un, San Diego İnsan Müzesi’ndeki etten kemikten oluşmuş modeli. Fotoğraf, yazar tarafından çekilmiştir.







Australopithecus Maymun mu, Maymunsu İnsan mı?


Zaman sırasına göre insanın hominid atası olarak ileri sürülen bir sonraki ve çok daha yeni olan aday, evrimcilerin inancına göre varlığı 4,5 milyon yıl öncesinden, bir milyon yıl öncesine kadar olan zaman aralığına dayanan Australopithecus’tur. Bu canlının ilk bulgusu, 1924’te,54 ona, Australopithecus africanus adını vermiş olan Raymond Dart tarafından bulundu. Raymond, kafatasının pek çok kuyruksuz maymun benzeri özelliğe sahip olduğunu belirtti fakat yine kafatasının bazı özelliklerinin özellikle de dişlerin, insan benzeri özellikleri olduğuna inandı. Australopithecus isminin anlamı “güney kuyruksuz maymunu”dur; fakat Dart çeneyi daha ileri düzeyde incelediğinde, A. africanus’un bir hominid olduğuna karar verdi. Bu iddia, büyük bir tartışma başlattı. O zamanki araştırmacıların çoğu A. africanus’un, sadece insana benzer ilginç fakat önemsiz bazı özellikler taşıyan bir kuyruksuz maymun olduğunu iddia ediyordu. Australopithecus’a ait ek bulgular, daha sonraki yıllarda Robert Broom, John T. Robinson ve Dart tarafından bulundu.

Louis Leakey ve eşinin Zinjanthropus boisei ya da “DoğuAfrika Adamı” olarak isimlendirdiği ve Tanzanya’da55, Olduvai Koyağı’nda bulduğu bulgu, büyük ilgi çekti. Sonunda Leakey ve eşi, daha önceki yıllarda Dart tarafından keşfedilmiş olanlardan esasen daha farklı hiçbir şey bulamamışlardı. Ancak onların araştırmalarının masrafları National Geographic Society tarafından karşılandı ve bu bulgusuyla ilgili olarak yapmış olduğu abartılı iddiaları ile National Geographic Society dergisinin haberleri, Leakey’in Olduvai’de çok önemli ve eşsiz bir buluş yapmış olduğu fikrinin yayılmasına sebep oldu. Ancak daha sonraları Leakey, Zinjanthropus boisei’nin, yıllar önce Güney Afrika’da keşfedilen Australopithecus’un bir türü olduğunu kabul etmiştir. Zinjanthropus boisei bugün, Australopithecus boisei (bazıları bu canlıyı Paranthropus cinsine dahil etmektedir) olarak sınıflandırılmaktadır ve hatta bazıları, Z. boisei’nin, Australopithecus robustus’un bir alt türü olduğuna inanmaktadırlar.

Australopithecine’ler kısa zaman öncesine kadar iki türe ayrılıyorlardı. Birinci tür, oldukça küçük dişlere ve çenelere sahip, ince yapılı, Australopithecus africanus (Şekil 26) olarak isimlendirilen canlılardan oluşuyordu; diğer tür ise, daha kuvvetli diş ile çenelere ve orangutanlar ile gorillerde bulunan oksal ve supramastoid ibiklere (kemikli sırtlar) sahip, Australopithecus robustus olarak isimlendirilen canlılardan oluşuyordu (Şekil 27).

Bu hayvanların tümü, kafatası boşluğu ortalama 500 ml’yi aşmayan küçük beyinlere sahiplerdi. Bu büyüklük gorillerdeki büyüklükle aynı fakat insandakinin üçte birisi kadardır. Bununla beraber bu canlılar, onlar hakkında ne söylenirse söylensin, şüphesiz kuyruksuz maymun beyinlerine sahiptiler. Bunların her ikisi de kuyruksuz maymun benzeri kafatası ve çenelere sahiplerdi; özellikle A. robustus durumunda bu özellikler daha açıktır.


img


Şekil 26. Australopithecus africanus’un (solda) önden (A) ve çapraz (B) görünüşü ve bir orangutan kafatası modeli (sağda). Rusch’s Human Fossils, in Rock Strata and Bible Record, P. A. Zimmerman, Ed., Concordia Pub, House, St. Louis, 1970’ten alınmıştır.

Her şeyden önemlisi diş yapısının, bu canlıları birbirinden ayıran şey olduğu ve bunun, paleontologların onların birer hominid olduklarını iddia etmelerine neden olduğu söylenmektedir (Şekil 28). Ön dişler (kesici dişler ve köpek dişleri) nispeten küçüktür ve diş kemeri ya da çene kavsi günümüz tipik kuyruksuz maymunlarınınkine göre daha az U–biçimli ve daha çok paraboliktir. Ayrıca diş morfolojisi ya da biçiminin, kuyruksuz maymun benzerinden çok insan benzeri pek çok özellik taşıdığı iddia edilmiştir. Ancak, yan dişler (küçük azı ve büyük azı dişleri), ince yapılı africanus biçiminde bile çok iridir. A. africanus,sadece yaklaşık yirmi beş ilâ otuz kilo ağırlığında ya da küçük bir şempanze büyüklüğünde olmasına rağmen, yan dişleri şempanze ve orangutanlarınkinden daha büyük ve bazıları 180 kg olabilen gorillerin dişleriyle hemen hemen aynı büyüklüktedir. Sonuç olarak Australopithecus’ların çeneleri, özellikle A. robustus’larda bulunan çeneler çok büyüktür.

img








Şekil 27. Australopithecus boisei (Zinjanthropus) kafatasının yeniden bir araya getirilmesi.



img


Şekil 28. Australopithecus boisei’nin damak ve dişleri.



Bu hayvanlara ait bazı ayak, kol, bacak ve leğen kemiği parçaları bulundu ve bu kemik parçaları üzerinde yapılan çalışmalara dayanarak evrimciler, Australopithecine’lerin devamlı bir biçimde dik yürüdükleri konusunda uzlaşmışlardır. Bu uzlaşma, özellikle Broom56 ve Le Gros Clark57 gibi yetkililerin bu fikri güçlü bir biçimde desteklemeleriyle oluşmuştur.


Australopithecine’lerin Lord Zuckerman ve Charles Oxnard Tarafından Yapılan Değerlendirilmeleri


Ancak sonraki yıllarda bu görüşe, ünlü İngiliz anatomi uzmanı Solly Lord Zuckerman58 ve önceleri Güney Kaliforniya Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’nde Anatomi Profesörlüğü ve Yüksek Lisans Çalışmaları’nda Müdürlük yapmış ve bugün ise Perth’teki Batı Avustralya Üniversitesi’nde çalışmakta olan Dr. Charles Oxnard59 tarafından karşı çıkılmıştır.


img


Şekil29a. Neave Parker tarafından Dr. L. S. B. Leakey için çizilen Zinjanthropus resmi. Telif hakkı, the Illustrated London News & Sketch,Ltd., 911960’a aittir.

img


Şekil29b. Maurice Wilson tarafından Dr. Kenneth P. Oakley için çizilen Zinjanthropusresmi.


Zinjanthropus’un, evrimciler tarafından çizilen iki farklı resmi. (A. robustus)



Lord Zuckerman’ın yöneticiliğini yaptığı bir araştırma grubu, on beş yıldan fazla bir süre için insanların, maymunların, kuyruksuz maymunların ve australopithecine fosillerinin anatomik özelliklerini incelemiştir. Yüzlerce sayıdaki maymun, kuyruksuz maymun ve insan anatomi örneklerinin yanı sıra, hemen hemen tüm önemli Australopithecus fosili parçaları birbiriyle karşılaştırılmıştır.

Le Gros Clark ve diğerlerinin, Australopithecus’un, bir antropoyit kuyruksuz maymun cinsi olarak sınıflandırılmaktan çok, bir Hominidae (insan ailesi) cinsi olarak sınıflandırılması gerektiği yolundaki iddiaları ile ilgili olarak Lord Zuckerman şöyle demektedir:


Fakat ben şahsen hiç ikna olmadım. Ne zaman Australopithecus’un konumunun dayandırıldığı anatomik iddiaları doğrulamaya çalışsam, bu çabalarım neredeyse her zaman başarısızlıkla sonuçlandı.60


Lord Zuckerman’ın vardığı sonuç, Australopithecus’un, insanın kökenine hiçbir şekilde akraba olmayan bir kuyruksuz maymun olduğudur.


Oxnard’ın çalışmaları onu, şöyle söylemeye itmiştir:


Araştırmaların çoğu, australopithecine’lerin günümüz insanına olan benzerliklerini vurgulamasına ve bu yüzden de bu canlıların, alet yapan, iki ayaklı canlılardan oluştuğunu ve en azından tek bir biçiminin (Australopithecus africanus ─Homo habilis,” “Homo africanus”un) neredeyse doğrudan insanın atası olduğunu ileri sürmesine rağmen, çeşitli postcranial parçaların, bir dizi çok değişkenli istatistiksel incelemesi farklı sonuçlar göstermektedir.61


Oxnard kendi sonuçlarından yola çıkarak Australopithecus’un, insan gibi dik yürümediği sonucuna varmış ve şöyle demiştir:


Bugün, australopithecine’lere ait omuz, leğen kemiği, ayak bileği, ayak, dirsek ve el gibi farklı anatomi kısımlarının çok değişkenli incelemeleri elimizde bulunmaktadır. Bu incelemeler, ortak bir görüşü, yani bu fosillerin, ya günümüz insanına benzedikleri ya da insana olan benzerliklerinde bir sapma olduğu takdirde büyük Afrika kuyruksuz maymunlarına benzedikleri görüşünün, doğru bir görüş olmayabileceğini ortaya koymaktadır. Gerçekte fosil parçalarının çoğu, hem insandan hem de insanın genetik olarak yaşayan en yakın akrabaları olan şempanze ve gorillerden eşsiz bir şekilde farklıdır.


Benzerlikler canlı formlara yönelik olduğu kadar, genelde orangutana yöneliktir...62


Sonuçta, son yıllarda fosil bulgularından ortaya çıkarılan tümüyle bağımsız bilgiler, görünüşe göre, yarım milyon yıl ilâ iki milyon yıl yaşındaki ve Olduvai ile Sterkfontein gibi yerlerde bulunan bu australopithecine’lerin kesinlikle insanlığa giden yol üzerinde olmadığını göstermiştir.63

Daha sonra Oxnard, Johanson’un ‘Lucy’si (Australopithecus afarensis) hakkında yapılan bazı çalışmalardan sonra şöyle demiştir:


... Onlarca yıl, Makapansgat, Kromdrai, Sterkfontein ve Olduvai’den bilinen australopithecine’ler, şimdi değiştirilemez bir biçimde, insanın iki ayaklı olma yolundaki evriminde bulundukları konumdan, belki de insana Afrika kuyruksuz maymunlarından daha fazla yakın olma konumundan ve elbette ki doğrudan insanın atası olma konumundan atılmışlardır.64


Son günlerde Australopithecus afarensis (‘Lucy’) ile ilgili olarak yapılan çalışmalar konusunda Oxnard şöyle demektedir:


Kabul edilen görüş bazı australopithecine’lerin, insan benzeri bir soy ağacına dahil olduğu şeklinde olmasına rağmen, bu kitapta önerilen yeni bir olasılık, yani australopithecine’lerin hem insanlardan hem de Afrika kuyruksuz maymunlarından farklı bir dalda olduğu önermesi güçlü bir onay almıştır. Bugün australopithecine’lerin insana yapısal olarak yakın bir benzerlik göstermediği, hayatlarının en azından bir kısmını ağaçlık bir ortamda geçirmiş olması gerektiği ve sonraki örneklerin birçoğunun Homo cinsinin en erken üyeleriyle aynı ya da yakın bir zamanda yaşamış olduğu yaygın olarak kabul edilmektedir.65


Öyleyse Oxnard’ın varmış olduğu sonuç şudur: Australopithecus, bugün yaşayan insan ya da kuyruksuz maymun gibi hiçbir canlıyla ilişkisi olmayan ve eşsiz bir şekilde farklı olan bir canlıydı. Eğer Oxnard ve Lord Zuckerman haklıysalar, elbette ki Australopithecus, ne insanın atası ne de kuyruksuz maymunla insan arası bir ara form olacaktır. Oxnard, australopithecine’lerin, bugün yaşayan hiçbir şeyle ilişkisi olmayan, benzersiz canlılar oldukları konusunda ikna olmuştur. Daha sonra da göreceğimiz gibi, daha birçokları tarafından yapılan farklı araştırmalar da, Oxnard ve Lord Zuckerman’ın vardıkları sonuçları güçlü bir şekilde destekleme yolundadır.


Donald Johanson’un ‘Lucy’si


Bir zamanlar Case Western Reserve Üniversitesi’nde yardımcı antropoloji profesörü, Cleveland Doğa Tarihi Müzesi’nde Fiziksel Antropoloji bölümünde müdür ve önceleri pek tanınmamış antropologlardan biri olan Donald Johanson, insanın atası olarak ileri sürdüğü fosil kalıntılarının keşifleriyle ilgili heyecanlı ve abartılı iddialarda bulunarak bir gecede meşhur olmuştur. Johanson, 1973 sonbaharında Etiyopya Afar Üçgeni’nde, Hadar’a yakın bir yerde, Fransız bir jeolog olan Maurice Taieb, Etiyopya Eski Yapıtlar Yönetimi’nden Alemayehu Asfaw ve birlikte önderlik ettikleri bir takımla yaptığı çalışmalar sırasında, ilk anda bir maymuna ait olduğunu varsaydığı, küçük bir primata ait bir diz eklemi buldu. Johanson, parçaları bir araya getirip görünüşe göre oluşan diz eklemi açısına bakıp bunun, insan ile kuyruksuz maymun arası bir ara form canlısı olan hominide ait bir diz eklemi olduğunu ilan etti. Ayrıca Johanson, bölgede bulunan hayvan fosillerini temel alarak, kendi bulduğu diz eklemi fosilinin üç milyon yıl yaşında olduğuna inandı. Ve hemen orada kendisinin, üç milyon yıl yaşında bir insan atası keşfettiğini iddia etti.66

Johanson, fosil avlama sezonu kapandıktan sonra, Amerika Birleşik Devletleri’ne geri dönerken, bulmuş olduğu diz eklemi fosilini Louis Leakey’in dul eşi Mary Leakey’e ve oğlu Richard Leakey’e göstermek amacıyla Nairobi’ye uğradı. Bu kişilerin her ikisi de bunun bir hominid olduğunu söylediler. Amerika’ya döndükten sonra Johanson, bulduğu diz eklemi fosilini bir de Kent State Üniversitesi’nde antropoloji profesörü ve hareket konusunda yetkili bir kişi olan C. Owen Lovejoy’a gösterdi. Lovejoy, fosillerle ilgili kısa bir inceleme yaptıktan sonra, bunun, “modern bir diz eklemi” olduğunu ve bütünüyle iki ayağı üzerinde yürüyen bir canlıdan gelmiş olması gerektiğini söyledi.67

Hadar’da, 1974’ün Ekim ayında gerçekleştirilen ikinci sezon sırasında Asfaw, bir köpek maymununa ait olduğunu düşündüğü bir alt çene buldu. Ancak Johanson bunun bir hominide ait olduğunu söyledi. İki gün sonra Asfaw buna ek olarak benzer iki çene daha keşfetti. Bunlardan biri, dişlerin hiç bozulmamış halde bulunduğu bir damaktı (üst çene). Johanson’un, 25 Ekim 1974’te Addis Ababa’daki bir basın toplantısında bu bulgular ile ilgili olarak yaptığı duyuru, aşağıdaki ifadeleri içeriyordu:


Bu örnekler, açık bir şekilde Homo cinsine ait olması gereken özellikler sergiliyorlar. Birlikte değerlendirildiklerinde bu örnekler, bu cinsin çok eski bir zamandan kalan, dünyadaki en tam haldeki kalıntıları temsil etmektedir.

Modern insanlığa uzanan soyağacın köküne ilişkin önceki kuramların tümü bugün yeniden gözden geçirilmelidir. Bizler birçok kuramı reddetmeli ve insanın kökeninin dört milyon yıldan çok daha uzun zaman geriye gidebileceği olasılığını da göz önünde bulundurmalıyız.68


Daha sonra da göreceğimiz gibi benzer cüretkar ve hayal gücü yüksek anlatım 1470 numaralı kafatası bulgusuyla ilgili olarak Richard Leakey tarafından da kullanılmıştır.

Aynı yılın Kasım ayında Johanson, yüksek lisans öğrencisi olan Tom Gray’la kamptan birkaç kilometre uzakta fosil araması yaparken, anında “bir hominid kolu parçası” olduğunu bildirdiği parçayı bulmuştur.69 Johanson ve Gray kısa zaman sonra, tümünün bir hominide ait olduğunu bildirdikleri omurga, kaburga kemiği, kafatası parçaları ve leğen kemikleri gibi başka kalıntılar da keşfettiler. Bu yerde yapılan üç haftalık toplama çalışmasından sonra, fosilleşmiş bir iskeletin yaklaşık %40’ı bulundu. Bu, bir dişiydi ve Johanson tarafından ‘Lucy’ olarak isimlendirilmişti. Bu canlı yalnızca 106 cm uzunluğundaydı ve 380 ml ilâ 450 ml arası küçük bir beyne sahipti.70 Johanson, basın toplantılarında yaptığı konuşmalarda ‘Lucy’sinin, üç buçuk milyon yıl yaşında bir hominid olduğunu ve günümüz insanı gibi dik yürüdüğünü bildirmiştir. Bu, ‘Lucy’e ve onun kaşifine ani bir ün kazandırdı. National Geographic Society para sözü vererek Johanson’a, keşif gezisi için bir fotoğrafçı tahsis etti. Pek çok kaynaktan para geldi. Johanson’un geleceği güvence altına alınmıştı.

1975’in Eylül basımı için alınan ve 1976 Mart’ında yayınlanan bir yazıda71 Johanson ve Taieb, Asfaw tarafından bulunan kalıntıyı geçici bir şekilde Homo cinsi olarak sınıflandırdılar ve diğer parçaların (bir sağ proksimal uyluk kemiği ve bir şakak kemiği parçası) Australopithecus robustus’a akrabalık gösterirken, ‘Lucy’nin, Australopithecus africanus’a akrabalık gösterdiğini ileri sürdüler.

1975 sonbaharında Hadar’daki üçüncü sezon sırasında Johanson takımı üyeleri, dokuzu yetişkin dördü genç olan en az on üç bireye ait kemik parçalarından oluşan birçok fosil keşfettiler. Böylesine küçük tek bir bölgede çok sayıda fosilleşmiş primat türünün keşfedilmesi, o güne kadar asla gerçekleşmemiş benzersiz bir bulguydu. Johanson Hadar’da daha önce bulunan tüm bulgularda olduğu gibi, bu yeni primat kalıntısı bulgularının da hominid olduğunu bildirmiş, hatta Homo cinsine ait olarak yorumlamıştır.72 Johanson onlara “İlk Aile” lakabını takmıştır. “Çocuk”, “İlk Aile”, ‘Lucy’, “insan” ve benzer kişileştirilmiş kelimelerin kullanımı, bu fosillerin insan benzeri konumlarının değişmez biçimde kanıtlandığı fikrini ifade etmekte yardımcı olmaktadır.

Johanson, Hadar fosillerini yorumlama çalışmalarında kendisine yardım edebilmesi için, o zamanlar Michigan Üniversitesi antropoloji bölümünde ikinci doktorasını yapmakta olan Tim White’a görev verdi. White, Kenya’daki Turkana Gölü’nde Richard Leakey ile ve Tanzanya Laetoli’de Mary Leakey ile birlikte çalışmıştı. Tartışmalarının başından beri, White Hadar’da tek bir tür bulunduğunu savunurken, Johanson ise birisi Homo cinsi içinde yer alması gereken iki farklı tür bulunduğunu savundu. White’in görüşü baskın çıktı ve son olarak, Hadar fosillerinin, Australopithecus’un çok ilkel bir türü olduğunu ve bu türü Australopithecus afarensis olarak adlandırmaya karar verdiler.73

Johanson ve White’in, Owen Lovejoy’un hareket konusundaki sonuçlarıyla desteklenen analizlerine göre ‘Lucy’ ve hemcinsleri, genellikle boyundan yukarı kısımları kuyruksuz maymun benzeri canlılar olmasına rağmen, insan biçiminde dik yürüyen canlılardı.74 Böylece bu canlılar, kafa kısımları kuyruksuz maymun başından oluşan ve küçük, güçlü, insan benzeri vücutlara sahip canlılar olarak betimleniyorlardı. Bu anlayış, onlarca yıl evrimci antropologlar tarafından genellikle desteklenen Australopithecine’lerle ilgili bir görüştü. Bu ortak görüş, kitle iletişim araçlarında olduğu gibi, bilim literatüründe de geniş bir şekilde yayılmış ve ders kitaplarında da değişmez bir yer edinmiştir.

Johanson’u ünlü kılan etkenler, onun fosillerinin çok sayıda bireyi temsil etmesi ve bir tane bireyin (‘Lucy’) yaklaşık %40 oranında bütün olması gerçeğinin yanı sıra, bu fosillere yaklaşık üç buçuk milyon yıllık bir yaş verilerek bu fosillerin en yaşlı insan atası adayı olmalarının sağlanmasıdır. Johanson ve White tarafından yapılan familya ağacının kökünde Australopithecus afarensis yer alır. A. afarensis, kendisinden çıkan dalların birinde A. africanus ve A. robustus’un başlangıcını oluşturmakta, bir diğer dalda ise, sırasıyla Homo habilis, Homo erectus ve Homo sapiens’e hayat vermektedir. (Şekil 30’a bakınız.)


img

Şekil 30. Johanson ve White tarafından ileri sürülen insan soy ağacı.


Sonunda Bir Afarensis Kafatası


‘Lucy’ ve hemcinslerinin kafataslarının yeniden bir araya getirilmesi işlemlerinin tümü, birkaç bireyden alınan parçaların birleştirilmesine dayanıyordu. Bu kafatasının, küçük bir dişi gorile benzer olduğu bildirildi. Ancak 1994’te Kimbel, Johanson ve Rak, ‘Lucy’nin keşfedildiği yer olan Etiyopya’daki Hadar Oluşumu’ndan75, A. afarensis’e ait elli üç örnek daha çıkarıldığını bildirdiler. Bu fosiller arasında, erkek bir yetişkine ait neredeyse bütün bir kafatası yer alıyordu ve tümüyle kuyruksuz bir maymuna benziyordu. Bulunan bir diğer parça da, Australopithecus’a ait o ana kadar keşfedilmiş en çok tamam haldeki bir dirsek kemiği (ön koldaki kemiklerden biri) ve bir pazı kemiğiydi (üst kol kemiği). Ön kolun üst kola oranı, yani dirsek kemiğipazı kemiği uzunlukları oranı %91’di (‘Lucy’ninki daha da büyüktü, %92,5). Bu oran, insanınkinden (%80) çok bir şempanzeninkine (%95) belirgin biçimde daha yakındı. Kimbel, Johanson ve Yak şöyle dediler:

Nispeten kısa fakat güçlü bir pazı kemiği ile uzun bir ön kol kemiğinin birleşiminin, A. afarensis’in hareketi konusundaki tartışmayı çözmesi pek olası değildir.

Bu, Johanson’un, ‘Lucy’ ve ona benzer australopithecine’lerin insan gibi dik yürüdüğüne dair iddiasının başının belada olduğunu kabul etmesinin dolaylı bir yoludur. Bu kuyruksuz maymun benzeri canlılar sadece, nispeten uzun, güçlü ön kollar ile kuyruksuz maymunlara benzer kısa ve güçlü arka üyelere sahip değil, aynı zamanda uzun, eğri el parmakları ile uzun, eğri ayak parmaklarına da sahiplerdi. Bu eğri, uzun el ve ayak parmakları elbette ki yeryüzünde yürüyerek dolaşmak için değil, ağaçlarda hareket ederken dalları sıkıca kavrayabilmek içindir. Aynı yazıda bu yazarlar, ellerinde bulunan son örnekler ile önceki örneklere ait verilerin, bir araya getirildiklerinde, bu örneklerin tek bir türden oluştuğunu, ancak başkalarının Etiyopya’daki Hadar’dan çıkarılan örneklerin iki tür oluşturduğu iddialarının tersine, bu örneklerin erkek ve dişi beden büyüklükleri kıyaslandığında önemli bir dimorfizm gösterdiğini iddia emektedirler. Kafatası için belirledikleri 3 milyon yıllık tarihe ve diğer örnekler için belirledikleri 3,9 milyon yıla varan tarihe dayanarak, bu canlıların vücutlarında hemen hemen bir milyon yıl kadar uzun süren bir değişmezlik olduğunu iddia ettiler. Aslında tüm australopithecine’ler ve onların varsayılan yaşları hesaba katılırsa, australopithecine’lerin bir milyon yıldan çok daha uzun süre boyunca değişmedikleri görülecektir. Görünüşe göre evrim, tuhaf ve gizemli biçimlerde çalışmaktadır.





Australopithecus Afarensis Gittikçe Yaşlanıyor


Paleoantropolojide bir şeyin en yaşlısını, mesela en yaşlı yarı maymunu, en yaşlı maymunu, en yaşlı kuyruksuz maymunu ve özellikle en yaşlı olan “insan” atasını buluncaya kadar bu işte bir numara olamazsınız. Coffing ve diğerleri son zamanlarda, geçici olarak A. afarensis olarak belirlenen canlıların dört milyon yıl yaşında olabileceğini ileri sürmüşlerdir.76 Bu kişiler, tek halde bulunan dişlerin ve parçalardan oluşan örneklerin hominid (kuyruksuz maymun ile insan arası) ara form olarak sınıflandırılmasında dikkatli olunması gerektiğini söylemişler ve bu nedenle de bu örneklerin “henüz saptanmamış hominoid” ara formları olarak isimlendirilmelerini önermişlerdir. Gerçekte antropolojideki birçok örnek, parçalara veveya bir ya da iki dişe bakılarak hominid olarak tanımlanmış (Ramapithecus’u anımsayalım) ve genel paleontolojide de yüzlerce örnek, bir ya da iki dişe ya da başka çok parçalı kanıtlara bakılarak sınıflandırılmıştır. Coffing ve diğerleri, bu bölgeden toplanan balık çeşitleri (akciğerli balıklar dahil), sürüngenler, ceylanlar, gerbiller, sıçanlar ve ağaçlarda yaşayan colobine’ler (maymunlar) gibi canlıları içeren diğer fosillerin, su ortamlarından ormanlara, kuru bozkırlara ve taşkın ovalardaki ağaçlıklara kadar çeşitlilik içeren bir habitatın varlığını gösterdiğini bildirdi. Bu durum, paleontologların, bir habitatı fosillere dayanarak gözlerinde canlandırdıklarında, son derece dikkatli olmaları gerektiğini göstermektedir. Onların senaryoları bütünüyle yanlış olabilir.


En Önemli “Kayıp Halka” Konusunda Ortaya Atılan İddialar


California Üniversitesi’nin Berkeley Kampüsünden Tim White, Tokyo Üniversitesi’nden Gen Suwa ve Etiyopya Addis Ababa’daki Paleontoloji Laboratuvarı’ndan Berhane Asfaw, günümüz insanı ve kuyruksuz maymunlarının atası olan kuyruksuz maymun benzeri canlı popülasyonunu temsil edebilen,77 yaşını 4,4 milyon yıl olarak belirledikleri, A. afarensis’ten yarım milyon yıl daha yaşlı bir fosilden ibaret olan bir canlı kanıtı bulunduğu iddiasını ortaya atmışlardır. Onlar bu canlıyı Australopithecus ramidus olarak isimlendirmişlerdir. Yazdıkları yazının sonuç ifadesinde daha fazla fosile gerek bulunduğunu itiraf ettikten sonra şöyle demektedirler:


Elimizde bulunan fosiller, insan ile onların Afrikalı kuyruksuz maymun ataları arası türlerinin evrim zincirinde uzun süredir aranan halkasının, Erken Pliyosen boyunca Afrika Boynuzu’nda (Somali Yarım Adası’nda) yaşadığını göstermektedir.


Bu iddianın, gerçek temellere dayanmaktan çok, servet ve ün isteğiyle ortaya atılmış olma ihtimali vardır. Yazılarının başında şöyle demektedirler:


Kuyruksuz maymun ve insanın birbirinden ayrılmasının ayrıntıları çok az anlaşıldığı için, A. afarensis’in elimizde bulunan fosil kaydından daha eski, sınıflandırma teşhisi sağlayacak hominoid fosili kanıtları sabırsızlıkla beklenmiştir.


Paleontoloji tarihinin sabırsızlıkla beklenen parçası için yukarıda sözü edilen bilim adamlarının ortaya attıkları iddialarındaki aşırı hevesleri, bazı bölgelerden yükselen güçlü itirazlarda kendini göstermiştir. Aynı zamanda iddiaları bazen destek de bulmuştur.78

CEN Technical Journal’da, özellikle eleştirici bir analiz yayınlanmıştır.79 Toplam 17 adet fosil toplanmıştır. Holotype (türünün tüm niteliklerini taşıyan fosiller), sözde tek bir bireye ait bir takım dişten, yani iki ön diş, iki köpek dişi, beş küçük azı ve bir büyük azı dişinden oluşuyordu. Diğer fosiller, art kafanın kırılmış iki parçasını, olgunlaşmamış bireyin bir altçenesini, birbiriyle ilgili üst kol parçalarını ve diğer dişleri içeriyordu. Bu fosiller, yaklaşık bir buçuk kilometre çapında bir bölgenin çeşitli yerlerinden çıkarılmışlardı.

Holotype’den bir buçuk kilometre uzakta bulunan, olgunlaşmamış bir altçenedeki geçici (süt) bir büyük azı dişine çok ilgi gösterilmiştir. Bu “kuyruksuz maymun benzeri” büyük azının, “bilinen herhangi bir hominidinkinden çok, bir şempanzeninkine çok daha fazla benzediği” bildirilmektedir. İncelenen diğer dişler, birçok şempanze ve diğer kuyruksuz maymun nitelikleri taşıyordu ve bu niteliklerin birkaç istisna d hominide yönelik oldukları iddia edilmektedir. Ayrıca fosil kafatası kalıntısı da bir şempanzeyi işaret etmektedir. “Aramis kafatası fosilleri, çarpıcı bir biçimde, bir şempanze benzeri morfolojiyi açığa çıkardığı...” bildirilmektedir. Kol parçalarıyla ilgili olarak, “Kollar, genellikle, hominidler veveya iri kuyruksuz maymunlara ait bir nitelik karışımını sergiliyor” demektedirler. Eğer bu niteliklerin, genellikle, onların ifadelerinin izin verdiği gibi, hominidlere ya da iri kuyruksuz maymunlara ait olduğu söyleniyorsa o zaman, bu niteliklerin genellikle iri maymunlara ait olduğu da söylenebilmelidir. Gerçekte, bu fosilin, “diğer hominidlerle olası ortak olan türemiş niteliklere” sahip olduğu açıklamasını yaptıktan sonra şöyle demektedirler: “Bu örnek ayrıca, genelde günümüz kuyruksuz maymunlarına ait olduğu düşünülen çok sayıda niteliği göstermektedir.”

Wood, bu fosillerin, kuyruksuz maymun ve insanın ilkel bir atasına ait olduğuna dair savunmasında, şempanze ve diğer iri kuyruksuz maymunların pek çok benzerliğinin ya “ilkel kalıtsal özellikler” olduğunu ya da paralel evrimin bir sonucu olduğunu fakat üç “hominid” niteliğinin ise türemiş olduğunu tartışmaktadır.80 Gayet açıkça görülmektedir ki, insanların verdikleri kararlarda, doğru olduğuna inandıkları şeylerin çok güçlü ve kesin bir etkisi bulunmaktadır. Bu canlı (ya da canlılar) nasıl bir canlı olursa olsun, insanın atası olamaz, çünkü bu bölümde zaten belirtildiği gibi, A. ramidus’un soyundan geldiği varsayılan australopithecine’lerin hiçbiri insanın atası değildir. Nature editörlerinden biri, A. ramidus’un içinde yer aldığı baskıda uyarıcı bir not düşmüştür:


Çekici olan “kayıp halka” ifadesinin zincirin “neresine ait” sorusuna belirli bir cevap verebilinceye kadar onu kullanmaktan sakınmalıyız.81


CEN Technical Journal’da yayınlanan eleştiri makalesinin yazarı, yorumlarını uygun bir üslupla dile getirmiş ve şöyle demiştir:


İnsan türünün evrimiyle ilgili yeni fosil kanıtları hakkında önceden ileri sürülen birçok iddia gibi bu da “bir hiç hakkındaki yaygara” olaylarından biri gibi görünmektedir.82


Hadar Fosilleri Konusundaki Johanson–White Yorumlarına Karşı Çıkışlar


Lucy, İnsanlığın Kökenleri (Lucy, The Beginnings of Humankind) adlı kitabın 14. bölümü, Johanson ve Edey tarafından “Analizler Tamamlandı” olarak isimlendirilmiştir. Bu başlık, Johanson’un, Hadar fosillerinin, boyundan yukarısı esasen kuyruksuz maymun olan fakat tam bir insan biçiminde yürüyen canlılar olduğuna dair yorumunun doğruluğu ve bu yorumun zaman içinde değişmeyeceği konusunda kendine duyduğu güveni yansıtıyordu. Bu güven, en azından biraz vakitsizdi. İlk olarak, Lord Zuckerman ve Charles Oxnard’ın australopithecine’lerin konumlarıyla ilgili olarak verdikleri kararlar, zıt görüşlerle karşı karşıya kalıyordu. Lord Zuckerman ve Oxnard, ‘Lucy’den ve Johanson’un Hadar’da bulduğu diğer fosillerden iki milyon yıl daha genç ya da daha günümüze yakın olduğunu varsaydıkları australopithecine fosilleri üzerinde çalışmışlardır. Öyleyse, eğer Johanson’ın bulduğu Hadar canlıları dik yürüyorlarsa, elbette ki Lord Zuckerman ve Oxnard’ın üzerinde çalıştıkları canlılar da dik yürüyor olmalıydılar. Ancak, daha önce de söylediğimiz gibi, Lord Zuckerman ve Oxnard, üzerlerinde çalıştıkları australopithecine’lerin, insanlar gibi dik yürümedikleri sonucuna varmışlardı.

Üstelik, birçok araştırmacı, Hadar canlılarının bir ölçüde iki ayak üzerinde hareket etmiş olabileceklerini inkar etmezken, Johanson, White ve Lovejoy’un, bu canlıların insanlar gibi dik bir biçimde yürüdüklerine dair iddialara karşı çıkmışlardır. Bu değişik araştırmacıların analizlerini değerlendirmeye çalıştığımızda işlerin sapa sardığını gördük.

İlk olarak, hemen hemen tüm araştırmacılar fikirlerini değiştirmiş olmalarına rağmen yine de ortada bir görüş birliği bulunmamaktadır. Bu noktada en dürüst kişi Richard Leakey olmuştur. New Scientist dergisinin 1982 Mart sayısında yayınlanan bir makalede onun şu sözlerine yer verilmiştir: “Söylemiş olduğum ifadelere bakınca, bir yıl kadar kısa bir süre önce bunları nasıl söylemiş olduğum konusunda çok şaşırdım.”83 Leakey’in, australopithecine’lerin dik yürüdüklerine inanmasına pek şüphe duyulmamasına rağmen, Leakey, aynı makalede paleontologların, Australopithecus’un dik yürüyüp yürümediğini bilmediklerini şu sözlerle ifade etmiştir: “Bugüne kadar hiç kimse kafatası ile bir arada olan bir iskelet bulamamıştır.” Hatırlamalıyız ki bu sözler, Johanson, Mary Leakey ve Richard Leakey’in önderlik ettiği takımların da içinde bulunduğu grupların yapmış olduğu tüm önemli keşifler bildirildikten sonra söylenmiştir. Leakey, 1981’de yayınlanan İnsanlığın Oluşturulması84adlı kitabında şöyle demiştir (s. 71): “Bugün kesin olarak söyleyebiliriz ki australopithecine’ler dik yürüyorlardı.”

Bu bölümde daha önce de belirtildiği gibi, Johanson önceleri, Hadar fosillerinin, Australopithecus robustus ve Australopithecus africanus’la akrabalık içerdiğine ve bazılarının kesinlikle Homo cinsi olduğuna inanıyordu. Daha sonra fikrini değiştirdi ve bu canlıların hepsini Australopithecus afarensis adlı yeni bir tür altında toplamakla kalmayıp kendi afarensis canlısının, australopithecine’lerin en ilkeli olduğunu ve hatta bilinen tüm hominidlerin en ilkelleri olduğunu açıkladı. Eğer bu canlılar gerçekten de o derece ilkellerse, o zaman Johanson nasıl olup da White ile olan ilk tartışmasında ve bunu izleyen birkaç ay boyunca, bu fosiller hakkında yaptığı çalışmalarda bu canlıların bazılarının tüm hominidler içinde en gelişmişiolan Homo cinsi içine dahil edilebilmesi gerektiği konusunda hâlâ ısrar edebilmiştir?

Stony Brook’taki New York Devlet Üniversitesi’nde anatomist olan Jack T. Stern ve Randall Susman, Johanson’un Hadar örneklerinin postcranial iskeletleriyle ilgili olarak yaptıkları ayrıntılı bir çalışma yayınlamışlardır.85 Bu yazıda Stern ve Susman tek bir tür içinde, daha küçük örneklerin dişi, daha iri örneklerin ise erkek olduklarını ileri sürmüşlerdir. Stern ve Susman, bu makaleyi American Journal of Physical Anthropology adlı dergiye verdikten bir yıl sonra, 2 Temmuz 1983’te, ‘Lucy’ ve diğer Hadar örneklerinin konumu konusunda evrimciler arasında var olan o günkü tartışmalarla ilgili ayrıntılı açıklamalar yapan makalede, Stern’in fikir değiştirdiği ve bugün Hadar örneklerinin, iki türü temsil ettiğini ileri sürdüğü belirtilmiştir.86 Science News’un aynı baskısında, Paris’teki Musee de l’Homme’nin (İnsanlık Müzesi) müdürü olan ve Hadar örneklerinin tek bir türden oluştuğunu saptayan Johanson’un yayınladığı yazının ortak yazarlarından biri olan Yves Coppens, bugün, küçük azı dişlerine dayanarak, bu örneklerin iki türü temsil ettiğini ileri sürmektedir. Ayrıca aynı yazıda belirtilmektedir ki, Güney Afrika’nın Johannesburg şehrindeki Witwatersrand Üniversitesi’nden Philip Tobias, 1924’te, Raymond Dart’ın ilk Australopithecus africanus bulgularını bulduğu yer olan Güney Afrika’daki Sterkfontein’den son birkaç yılda çıkarılan yaklaşık 100 yeni örnek ile Hadar örneklerinin karşılaştırmalı olarak incelendiği çalışmalara dayanarak, afarensis tür isminden vazgeçilmesi gerektiğini ve Johanson’un bulduğu tüm Hadar fosillerinin, A. Africanus içinde yer alması gerektiğini iddia etmiştir. Bu iddia, New York Üniversitesi antropologlarından biri olan Noel T. Boaz tarafından da ileri sürülmektedir.

Daha önceden de sözü edildiği gibi Stern ve Susman, Hadar örneklerinin postcranial kalıntılarının ayrıntılı biçimde incelendiği bir inceleme yazısı yayınlamışlardır.87 Bu araştırmacılar, bu çalışmaların, Hadar canlılarının usta ağaç tırmanıcıları olduklarını ve bunun için ya tümüyle ya da kısmen ağaçlarda yaşadıklarını ortaya çıkardığına inanmalarına rağmen, bu canlıların ayrıca bir miktar iki ayak üzerinde yürüdüklerine inanmaktadırlar. Şöyle demektedirler:


... şunu vurgulamalıyız ki, karada iki ayak üzerinde yürüme yeteneğinin, diğer tüm insan olmayan primatlardan daha fazla A. afarensis’in davranışının çok önemli bir parçası olduğu iddiasına hiçbir şekilde karşı gelmiyoruz. (s. 280).


Stern ve Susman, Hadar fosillerine ait pek çok kuyruksuz maymun benzeri özelliğe işaret etmişlerdir. Uzun ve eğri olan ellerle ilgili olarak şöyle demişlerdir:


Hadar el fosillerinin morfolojik ve işlevsel akrabalıkları, bizleri değişmez bir biçimde, bu fosil ellerin, asılmaya adapte olmuş, cüce ile sıradan şempanze arasında, cüce şempanzenin ellerine şaşırtıcı biçimde benzeyen eller oldukları izlenimine götürmüştür (s. 284).


Uzun, eğri ve oldukça kaslı olan ayaklarla ilgili olarak şöyle demişlerdir:


Özet olarak, ayak ve ayak bileği kalıntıları, bizlere, hem iki ayağı üzerinde yürüyen hem de tırmanan bir canlıyı göstermektedir ... Bugünkü herhangi bir primatın uzun, eğri ve yoğun biçimde kaslı el ve ayaklarının, kısmen ya da tamamen ağaçta yaşamanın gereklerini karşılamak dışında başka bir amacı olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. (s. 308, kalın font yazar tarafından eklenmiştir).

Kürek kemiği (skapula) ile ilgili olarak şöyle demişlerdir:


A. afarensis’teki kürek kemiği oyuğunun, tipik günümüz insanınkine oranla, kafatasına çok daha yakın olduğu ve bu özelliğin, genelde tırmanma esnasında görülen üst üyelerin yukarı kaldırılarak kullanılmasına yönelik bir adaptasyonun ürünü olduğu sonucuna vardık (s. 284).


Kalça kemiği ile ilgili bir bölümde ‘Lucy’nin kalça kemiği,


... alçak, geniş iliuma; derin bir kalça çentiğine; belirgin, sırt, alt iliuma bağlı bir çıkıntıya sahip olma ve uyluk kaslarının iskiyum yüzeyine bağlı olması gibi belirgin insan özellikleri...”


gösterdiğini söyledikten sonra, çok sayıda kuyruksuz maymun özelliğini açıklamaya devam etmişler (ss. 284-290) ve kuyruksokumu ile yumru arasındaki kirişin zayıflığı ya da yokluğu ile ilgili olarak şöyle demişlerdir: “Bir olası açıklama, bu canlıların iki ayak üzerinde yürüyüşlerinin, şempanzelere ya da örümcek maymunlarınkine benzediğidir ...” Daha sonra şöyle demektedirler:


A. afarensis’teki kuyruksokumu ile yumru arasındaki kirişin, insandaki kadar güçlü biçimde gelişmemiş olma olasılığı, bu canlının günümüz insanından farklı bir şekilde ya da daha az miktarda iki ayağı üzerinde karada yürüdüğüne işaret etmektedir (s. 290).


Stern ve Susman, kuyruksokumu kemiği ile ilgili olarak şöyle demektedirler: “AL 288-1an numaralı kuyruksokumu kemiği, ilk kısmı iyi gelişmiş enine çıkıntılardan yoksun olduğu için günümüz insanı kuyruksokumu kemiğinden farklıdır” (s. 291). Leğen kemiğiyle ilgili olarak, ‘Lucy’nin kalça kemiğinin (AL 288-1) geniş, yassı kısmının ön bölümünün, insanlarda olduğu gibi yan taraflara yönelmediğini fakat kemiğin konumunun şempanzelerden bile daha fazla öne doğru yöneldiğini belirttikten sonra şöyle demişlerdir:


Kalça kemiğinin geniş, yassı kısmının ön bölümünün, insanda yan taraflara yönelik olduğu ama şempanzelerde olmadığı açıktır. AL 288-1’in şempanzelere olan çarpıcı benzerliği de aynı derecede açıktır.


Daha sonra, bu gerçekle ilgili olarak şöyle demektedirler: “Bu bize, bu canlıların iki ayakları üzerinde yürüyüşleri esnasındaki yanal leğen kemiği denge mekanizmasının, insandakinden çok, kuyruksuz maymunlardakine daha yakın olduğunu göstermiştir” (S. 292).


Stern ve Susman’a göre bu canlıların iri olanlarından birinin proksimal uyluk kemiği (AL 333-3), küçük olanların birininkine (AL 288-lap) oranla daha fazla insanınkine benzemektedir. Stern ve Susman, şu sonuca varmaktadırlar:


İyi korunmuş bir büyük proksimal uyluk kemiğinin (AL 333-3) incelenmesi sonucu varılan genel kanı, bu örneğin, günümüzdeki haline çok benzer olduğudur... Diğer yandan AL 288-1ap’ta, eklemlerin uyluk kemiğinin başını kaplaması bizi, A. afarensis’in bu küçük temsilcisinin kalça hareket şeklinin, insandan çok, kuyruksuz maymunlardakine benzediği yargısına götürmüştür (s. 295).


Daha sonra (s. 296) şöyle demektedirler:


Küçük proksimal uyluk kemiği, genel hatlarıyla çok daha az insan benzeri bir yapı sergilemektedir ve büyük ihtimalle bu kemik, kuyruksuz maymunlar gibi kalçayı dışarı doğru ayırma yeteneğine sahip bir bireyden gelmektedir.


Küçük örneklerdeki mafsaldan uzak kaval kemiği ile ilgili olarak Stern ve Susman şöyle demektedirler:


Preuschoft’un incelemesi, AL 288-1’in, gövdesinin ağırlık merkezi öne doğru olan ve insan olmayan primatlar gibi gövdesini dik tutmakta zorlandığını ve belki de iki ayağı üzerinde bir insandan çok bir Afrika kuyruksuz maymununa benzer biçimde yürüdüğüne işaret etmektedir (s. 300).


Şu sonuca varmışlardır:


Hadar örneklerinin mafsaldan uzak kaval kemiği kanıtları, küçük vücutlu formların hareket bakımından günümüz insanından ayrıldığını göstermektedir. Fakat daha iri vücutlu formlarda böyle bir farklılık belirtisi bulunmamaktadır (s. 301).


Baldır kemiği konusunda yaptıkları çalışmalar, onları, şu sözleri sarf etmeye yöneltmiştir:


Hadar baldır kemiğinin morfolojik konumunu, bu canlıların görünüşe göre, tipik bir insanınkinden farklı bir yapıya sahip olan bir popülasyondan türediklerini anlatarak özetleyebiliriz.


Göz önünde bulundurdukları çok sayıda özellik hakkında tartıştıktan sonra şöyle demektedirler:


Bu özelliklerin her biri yapısal olarak kuyruksuz maymunlara benzemektedir. AL 188-1at’a ait mafsaldan uzak baldır kemiğinin kapsamlı şekillendirilmesi, insanınkinden çok daha fazla bir kuyruksuz maymununkine benzemektedir (s. 305).


Stern ve Susman’ın diz eklemi ile ilgili yaptıkları araştırmalar özellikle ilginçtir; çünkü, Johanson, White ve Lovejoy’un ‘Lucy’ ve diğer Hadar canlılarının iki ayak üzerinde hareket biçimlerinin tam insandaki gibi olduğunu kanıtlamak üzere diz eklemi yapısını özellikle kayda değer bir örnek olarak vermişlerdir. Stern ve Susman şöyle demektedir:


Özet olarak, küçük Hadar hominidi dizi, diğer australopithecine’lerle birlikte uyluk kemiği gövdesinin kendi iki yumrulu düzlemine göre çarpıcı bir şekilde eğri olma özelliğine sahiptir; fakat bu diz, diğer tüm açılardan ya günümüz insanının değişim aralığının dışında kalmakta (Tardieu, 1979) ya da bu aralığın sınırında bulunmaktadır (bizim yorumumuz). Bacak çarpıklığı derecesi bir yana, küçük Hadar hominid dizinin etkili derecede hiçbir modern özellik taşımadığı ve bu özelliklerin birçoğunun iki ayak üzerinde yürüme biçimini belirleyemediği için, Tardieu’nun dizin kapsamlı yapısının, ağaçlarda gerçekleştirilen hareket ile ileri derecede bir uyum içinde olduğu fikrine katılmaktayız (s. 298).


Üstelik, Lucy’nin diz eklemindeki çarpıklık derecesi, bir insan özelliği bile olmayabilir. Çarpıklık açısı, bacağın üst kısmının dışa doğru eğriliğinin yaptığı açıdır (böylece insanlarda bu açının normalden daha büyük olması, “çarpık bacaklılık” durumuna neden olmaktadır). Şempanze ve gorillerde bu çarpıklık açısı, yaklaşık 0°’dir. Bu kuyruksuz maymunlardaki bacağın üst ve alt kısımları düz bir doğrultu oluşturur ve bedenin ağırlık merkezi de bacakların üzerinde bulunur. Üst bacakları dışa yani dizin yan tarafına doğru açı yapan insanda ise bu çarpıklık açısı 9°’dir. Bu durum, alt bacak ve ayakların doğrudan beden ağırlık merkezinin altında yer almasını sağlar. ‘Lucy’ ve Güney Afrika australopithecine’leri, yüksek, yaklaşık 15°’lik bir çarpıklık açısına sahiptirler.

Okuyucularımızın da hatırlayacağı gibi, 1973’te bulduğu diz eklemindeki bu açıdan dolayı Johanson, hemen o anda bu dizin bir hominide ait olduğunu bildirmiştir. Stern ve Susman (s. 298) ile Cherfas88 tarafından da sözü edildiği gibi, Chicago Circle’deki Illinois Üniversitesi’nden Jack Prost, bunun tam tersi bir bakış açısını savunmaktadır. Prost, australopithecine’lerin sergiledikleri yüksek çarpıklık açısının, bu canlıların usta ağaç tırmanıcıları oldukları gerçeğini desteklediğini iddia etmektedir.89 Bu iddianın lehine olan gerçek, maymunlar ile kuyruksuz maymunlar arasındaki en yüksek çarpıklık açısının, her ikisi de usta ağaç tırmanıcısı olan orangutanlar ve örümcek maymunlarında bulunmasıdır (insandakine eşit derecede). Stern ve Susman, yazdıkları makalenin 313’üncü sayfasında genel sonuçlarını şu şekilde açıklamaktadırlar:


Ağaçlardaki hareketleri A. afarensis için o kadar önemliydi ki, ağaçtaki bu ustaca hareketleri devam ettiren morfolojik adaptasyonların korunduğunu gösteren dikkate değer miktarda kanıt keşfettik. Bu sonuç tek başına, bu canlıların karada yürürken insan gibi yürümedikleri şeklindeki ikinci bir sonucu kaçınılmaz bir şekilde gerektirmemektedir. Ancak, biz inanıyoruz ki, bu ikinci sonucun lehinde olan kanıtlar, bu canlıların ağaçta yaşama yeteneğinin güçlü olduğunu gösteren kanıtlardan çok daha az ikna edici olmasına rağmen, bu ikinci sonuç mantıklı görünmektedir.


Ancak, bu canlıların iki ayak üzerinde nasıl yürüdüklerinden bahseden sayfanın daha önceki cümlelerinde şöyle demişlerdir:


Sonuç olarak, eğer Hadar hominidlerindeki kuyruksokumu ile kalça kemiği arasındaki kirişin ve kuyruksokumu ile yumru arasındaki kirişin zayıf gelişimleri hakkındaki sonuçlar doğru ise, o zaman, olası bir açıklama şu olacaktır: İki ayak üzerinde yürüyüş şekli, şempanze veya örümcek maymunlarınınkine benzemektedir. Bu yürüyüşte, azami dikey güç, ortalama olarak, insanda tipik olana oranla, vücut ağırlığından daha da az olmalıdır.


‘Lucy’ ve diğer A. afarensis canlılarının, tam bir insan tarzında olmasa da, dik yürüyen canlılar oldukları fikrini savunan Stern ve Susman, bu canlıların ağaçlara tırmanma hareketine ileri derecede adapte olmuş olduklarını iddia etmektedirler. Stern ve Susman tarafından açıklanan bu canlıların kuyruksuz maymun benzeri birçok özelliğinin ışığında ve Oxnard, Zuckerman ve çalışma arkadaşlarının, australopithecine’lerin hareket biçimleri ile ilgili olarak vardıkları sonuçların doğrultusunda, belki de A. afarensis ve diğer australopithecine’ler, iki ayak üzerinde yürüyüş biçimine, kısmen iki ayak üzerinde yürüyen şempanze ve gorillerden daha fazla adapte olmadığını söyleyebiliriz.

İki ayak üzerindeki dik hareket alışkanlığını benimseyen maymunlarda bilinen bir durum vardır.90 Selebes adasından alınmış ve Hong Kong Zooloji ve Botanik Bahçeleri’nde diğer maymunlardan ayrı tutulmuş “siyah bir kuyruksuz maymun” (Cyanopithecus niger), çok erken bir yaşta insan hareketini taklit etmiş ve ara sıra iki ayak üzerinde yürüyen Eski Dünya maymunlarından oldukça farklı bir şekilde, hemen hemen tüm hareketlerini iki ayağı üzerinde yapmıştır.

Bazı insanların, Lord Zuckerman ve Oxnard’ın vardıkları sonuca zıt olarak, australopithecine’lerin, bir çeşit iki ayaklılık biçimine ulaştıklarına inananların bile bu primatların postcranial anatomilerinde hâlâ kuyruksuz maymun benzeri pek çok özellik gördüklerini vurgulamak amacıyla Stern ve Susman’dan kapsamlı alıntılar yaptık. Üstelik, Stern ve Susman’ın vardıkları sonuçlar, Johanson’unkiyle ve A. afarensis’in, “derin ayrıntılarda” 91 iki ayaklı harekete tam anlamıyla adapte olduğunu söyleyen Owen Lovejoy’unkiyle tam bir zıtlık içinde bulunmaktadır.

Chicago Üniversitesi’nden bir antropolog Russell Tuttle, ‘Lucy’nin iki ayaklı hareket biçimi ile ilgili olarak, Stern ve Susman’ın görüşlerine karşı çıkarken, Johanson ve onu destekleyenlerin tarafını tutmasına rağmen, ‘Lucy’nin ağaçlarda yaşayan bir canlı olması gerektiği konusunda Stern ve Susman’la aynı fikirdedir.92

Susman o zamandan bu yana, ‘Lucy’ ve ona benzer australopithecine’lerin hareket biçimleri konusunda sahip olduğu inançtan dönmemiştir. Susman, Amerikan Fiziksel Antropoloji Derneği’nin 63. yıllık toplantısında kendi inancını, A. afarensis’in insan gibi değil tuhaf yürüdüğünü söyleyerek dile getirmiş ve bu canlıların garip yürüyüşlerinin, onların çoğunlukla ağaçlarda yaşadıkları, beslendikleri ve uyudukları anlamına geldiğini savunmuştur.93

Günümüzdeki birkaç yayın, australopithecine’lerin Johanson’un savunduğu gibi günümüz insanları gibi yürümek yerine, olsa olsa sınırlı ve insana benzemeyen bir şekilde yürüdüklerini ifade eden Stern ve Susman’ın savlarını desteklemektedir. Paris’teki Laboratoire d’Anotomie Comparée’den (Karşılaştırmalı Anatomi Laboratuvarı) Christine Berge, Australopithecus afarensis (AL 288-1, Johanson’un ‘Lucy’si) ile ilgili olarak yapmış olduğu leğen kemiği ve alt üye biyomekanik çalışmalarının, kalça kaslarının, ancak kuyruksuz maymun biçimine göre yeniden bir araya getirilmesi sonucu fosilin kemikli yapısı ile uyum içinde bulunacağını ve iki ayak üzerinde yürüyüşün etkili biçimde gerçekleştirilmesine izin vereceğini gösterdiğini bildirmiştir.94 Ayrıca Berge, leğen kemiği yapısının ağaçtaki hareketi desteklediğini ileri süren savlar oluşturabilecek önceki bir çalışmaya da değinmiştir.95

1924’te A. africanus’un ilk keşfedildiği yer olan Sterkfontein’de 1987’den beri yapılan kazılarda, hominid fosili olduğu iddia edilen 600’e yakın fosil çıkarılmıştır. Güney Afrika, Johannesburg’daki Witwatersrand Üniversitesi’nden Lee R. Berger, Amerikan Fiziksel Antropoloji Derneği’nin 65. yıllık toplantısında sunduğu yazıda, en önemli bulgunun, “kuyruksuz maymun benzeri” vücudu iki ayak üzerinde ancak sınırlı bir şekilde yürümeye elverişli olan bir A. africanus canlısının kısmi iskeletine ait olduğunu bildirmiştir.96 Fosil, omuz, kol, omurga ve leğen kemiklerini içermekteydi. Anatomik analizler, Berger’e göre bu canlının, zamanının çoğunda ağaçlara tırmanmak için güçlü kollar kullandığını gösteriyordu ve leğen kemiği, şekil olarak kuyruksuz maymunlarınkine benziyordu. Berger şunu ileri sürmüştür: Bu canlılar, diğerleri tarafından da ileri sürüldüğü gibi bir dereceye kadar iki ayak üzerinde yürüme özelliğine sahip olabilirlerdi, fakat bu özellik, açıkça insana ait olmayan tarzda bir özelliktir. Elbette ki pek çok maymun ve günümüz kuyruksuz maymunları, sınırlı bir iki ayak üzerinde yürüme yeteneğine sahip olmalarına rağmen, bu yürüyüş kesinlikle insan tarzı bir yürüyüş değildir.


Yüzler, Dişler, Kulaklar ve Diğer Parçalar Hakkında


Kimbel, Johanson ve Rak97 tarafından keşfedilen neredeyse tam haldeki A. afarensis kafatasından ve bu canlının beyin, yüz, çene ve dişlerinin kuyruksuz maymununkine oldukça benzeyen niteliğinden daha önce söz etmiştik. Yoel Rak tarafından yapılan daha önceki çalışmalar da A. africanus’un yüzünün, herhangi bir olası hominid atadan oldukça farklı olduğunu ortaya koymuştu. Rak’ın Australopithecine Yüzü adlı kitabı hakkında yazdığı değerlendirme yazısında Peter Andrews şöyle demektedir:


Yaygın inancın aksine, A. africanus’un yüzünün, ileri derecede özelleşmiş ve hominoid ata modelinden yaygın olarak farklılaşmış olduğu gösterilmiştir. İnsan atası için iyi bir model sağlamanın aksine bu canlı, Afrika kuyruksuz maymunları olan şempanze ve goriller ile Homo cinsinin paylaştıkları ortak modelden çok farklıdır.98


İnsan ve kuyruksuz maymunlardaki dişin gelişim şekli önemli derecede farklılıklar gösterir ve günümüz kuyruksuz maymunlarda, insanlarda ve ileri sürülen insansı atalarda bu şeklin belirlenmesi, insanın varsayılan ataları arasındaki, ki eğer varsa, çarpıcı ilişkileri açığa çıkarabilir. Raymond Dart tarafından 1924’te Sterkfontein’de bulunan ilk australopithecine fosili olan Taung kafatasını bilgisayarlı tomografiden geçiren Glenn Conroy ve Michael Vannier şöyle demişlerdir:


Burada CT (bilgisayarlı tomografi) ile ortaya çıkarılan diş gelişim şekli, 3-4 yaşlarındaki büyük kuyruksuz maymunlarınkine açık bir benzerlik göstermektedir. Üstelik, paranazal sinüslerdeki erken gelişim, özellikle de damak içinde bulunan üst çene kemiği sinüslerinin genişlemesi, gelişmekte olan kalıcı ön dişlerin yatay hizasıyla birlikte, Taung yüz iskeletindeki büyük kuyruksuz maymun türündeki bir büyüme mekanizmasının kaybolmadığını doğrulamaktadır.99


Holly Smith, insan ve kuyruksuz maymunların diş gelişimlerine karşın, sözde insansı ataların, yani ince yapılı australopithecine’ler, Homo habilis ve Homo erectus’un (son ikisi kısaca ele alınacaktır), diş gelişim şekillerini ayırt etmek için merkezi eğilim ayrımı (CTD: Central Tendency Discrimination) olarak adlandırdığı bir yöntem kullanmıştır.100 Smith, yöntemde kullanılan uygun kriterleri açıkladıktan sonra şöyle demektedir:


Fosil analizlerini bu kriterlere uygun örneklerle sınırlandırdığımızda, ince yapılı australopithecine’lerin ve Homo habilis’in diş gelişim şekilleri, Afrika kuyruksuz maymunları ile birlikte sınıflandırılmaktadır. Homo erectus ve Neandertallerin diş gelişimleri ise insanla birlikte sınıflandırılmaktadır. Bu durum, Hominidae içinde diş gelişim şekillerinin büyük ölçüde evrimleştiğine işaret etmektedir.


Bu çalışmalar, genç australopithecine’lerdeki diş gelişim şekillerinin, bu canlıların insandan çok şempanze ve gorillere benzeyen canlılar olduklarını açık bir şekilde göstermektedir. Ayrıca bu sonuçlar, 1,5 ilâ 3,5 milyon yıl yaşında oldukları ileri sürülen bebek hominidlerde, kuyruksuz maymundaki gibi hızlı bir diş gelişiminin varlığını belirleyen Timothy Bromage ve Londra’daki Üniversite Koleji’nden Christopher Dean tarafından da desteklenmiştir.101 Tüm bu zıt verilere rağmen, Dart’ın Taung kafatasında, kaş çıkıntısının yokluğu, diş biçimindeki adaptasyonlar, daha küçük köpek dişleri ve kafanın sözde dik biçimde tutulmasını sağlayan kafatasının alt tabanı gibi insan benzeri birkaç nitelik keşfetmiş olduğuna ilişkin iddialar, Taung bebeğinin yalnızca üç yaşında olması ile tutarlı iddialar olmalıdır. Kuyruksuz bir bebek maymun kafatası, asla erişkin bir kuyruksuz maymununkiyle karşılaştırılmamalıdır. Elbette ki üç yaşında bir kuyruksuz maymundan beklendiği gibi, Taung kafatasında kaş çıkıntısı yoktu ve küçük köpek dişleri vardı. Lord Zuckerman yaptığı çalışmalarda, australopithecine’lerin kafatası alt tabanının, onların dik bir biçimde hareket ettiklerini gösterdiğini doğrulayamamıştır. Bundan sonra tartışılacak olan kanıtlar, bu canlıların dik yürüdükleri fikrine kesinlikle karşı çıkan kanıtlar olacaktır.

On beş yıl önce Rak ve Clarke, kulak kemikçikleri ile ilgili olarak yaptıkları çalışmalarda Australopithecus robustus SK 848 örneğinde, orta kulakta keşfedilen sağ örs kemikçiği üzerindeki çalışmalarını açıkladılar.102 Bu, bir australopithecine’de keşfedilen ilk kulak kemikçiği idi. Araştırmaları, bunun, günümüz insanınınkinden çok farklı olduğunu ve farklılıkların, günümüz insanı ve Afrika kuyruksuz maymunlarının kulak kemikçikleri arasındaki farktan da fazla olduğunu gösterdi. Rak ve Clarke, kulak kemikçiklerinin, sınıflandırma ve soy oluş çalışmalarına olan eşsiz yararlarını ve bu kemiğin en azından A. robustus’un soy oluşunda ne kadar büyük bir sapma gösterdiği olgusunu vurguladılar.

1994’te Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld, yüksek çözünürlüklü bilgisayarlı tomografi, yani CT taraması yöntemini kullanarak, günümüz insanlarının, günümüz kuyruksuz maymunlarının ve de australopithecine’ler, Homo habilis ile Homo erectus’u da içine aldığı ileri sürülen insan atalarının vestibül sistemlerinin (yarım daire kanallarını içeren kemikli labirent) morfolojisi konusunda yaptıkları araştırmaları bildirmişlerdir.103 Bu işlemde incelenen nesne, yani bir kafatası ya da herhangi bir fosil, radyografik “dilimleme” yoluyla bir seri görüntü oluşturularak radyografiksel şekilde “ardışık bölünür”. Bu yöntem, fosil ya da numuneyi bozmaksızın kafatasındaki kemikli iç kulağın (ya da başka herhangi bir fosilin) bire bir üç boyutlu resminin yapılmasına imkan tanır. Spoor ve çalışma arkadaşları, dengeyi sağlayan iç kulağın şeklinin veveya büyüklüğünün, hareket biçimi ve hız değişikliklerinden kaynaklanan dengedeki değişikliklerin ayarlanabilmesi için önemli derecede bir değişim gösterebileceğini düşünmüşlerdir.

Bu düşünce doğru çıkmıştır. İnsanın, (vücut büyüklüğünü ele aldığımızda) büyük kuyruksuz maymunlarınkinden nispeten daha geniş ön ve arka yarım daire kanallarına, fakat nispeten daha küçük yanal kanallara sahip olduğunu keşfettiler. Aksine, Australopithecus africanus ve Paranthropus (Australopithecus) robustus da büyük kuyruksuz maymunlara benzer oranlar göstermiştir. Bu aynı zamanda, australopithecine’lerin insan gibi dik yürümediklerini, fakat günümüz maymunları kadar ağaçlarda zaman geçirdiklerini ve büyük ihtimalle, sınırlı bir biçimde dik yürüdükleri zamanlarda da hareket biçimlerinin, günümüz kuyruksuz maymunlarınınkine benzediğini gösteren diğer bir önemli nitelik olmuştur. Indiana Üniversitesi’nden Kevin Hunt, Tanzanya’daki şempanzelerle ilgili olarak yaptığı çalışmalarda, bu canlıların, küçük ağaçlardan meyve toplarken genellikle iki bacakları üzerinde durduklarını kaydetmiştir. Ve bir yerden başka bir yere, kısa bir mesafede hareket ettiklerinde şempanzelerin iki ayak üzerinde yürüdükleri de olmuştur.104

Homo erectus’un vestibül sistemi (OH2, Sangiran 2, Sangiran 4), günümüz insanınınkine benzer oranlar sunmaktadır. Spoor, Wood ve Zonneveld’in üzerinde çalıştıkları Homo habilis’in vestibül sistemi (Stw 53), Australopithecus’tan çok Homo cinsi içinde sınıflandırılmak isteyenlerin zoruna gidercesine, hiç de insan benzeri bir yapıya sahip değildi fakat en çok cercepithecoid’lerinkine (Eski Dünya Maymunları) benzer bir morfoloji olan, oldukça geniş bir yan kanala sahipti. İncelenen numune, mükemmel derecede korunmuş bir sol iç kulaktı. Bu ve bununla birlikte, Holly Smith105 tarafından ortaya çıkarılan diş gelişim verileri ve biraz sonra değineceğimiz diğer veriler, Homo habilis olarak isimlendirilen canlının yalnızca Australopithecus’un bir diğer çeşidi olduğunu göstermektedir.

Charles Oxnard, 1960 yılında Tanzanya’da, Olduvai Koyağı’nda Louis Leakey tarafından bulunan australopithecine robustus’lara ait iki fosilin ayak kemikleri üzerinde çalışmıştır.106 Day ve Napier, OH8’in ayak kemikleri üzerinde yapmış oldukları incelemeler sonucunda bu çalışmaların, bu canlıların iki ayak üzerinde yürüyen canlılar olduklarını gösterdiğini bildirmişlerdir.107 Oxnard ve Lisowski’ye göre yaptıkları araştırmalar, Day ve Napier tarafından OH8 ayak kemiklerindeki eklemlerin ilk defa yeniden bir araya getirilmesi sırasında, kemik bilimine göre bir dizi yanlış düzenlemeden ötürü bu işlemin hatalı olduğunu açığa çıkarmıştır. Oxnard ve Lisowski’nin bu eklemleri bir araya getirmesi ise, OH8’in ayak kemiklerinin ağaçlarda yaşayan canlılara benzer bir canlıdan geldiğini ve bu canlının iki ayak üzerinde yürürken, insanın yaptığı gibi yüksek taban kavisleriyle değil de şempanze ve gorillerde olduğu gibi yassı taban kavisleriyle yürüdüğünü ortaya çıkarmıştır.108

OH 10’un ayak kemikleri konusundaki görüşlerin çoğu, bu ayakların insan biçiminde iki ayak üzerinde yürüyen bir canlıya ait olduğunu anlatıyordu. Oxnard, aşık kemiği (ayak bileği kemiği) ve ayak kemiklerinin tümünün eklemlerinin yeniden bir araya getirilmesi ile ilgili olarak yapmış olduğu çok değişkenli şekil ölçümsel çözümlemeler içeren bir dizi çalışmada, ilk yorumların hatalı olduğunu ve bu ayağın, insanınkinden tümüyle farklı olduğunu göstermiştir. Bu ayak, günümüz kuyruksuz maymunlarıyla ortak olan bazı özelliklere sahip olmasına rağmen, bugün yaşayan hiçbir kuyruksuz maymununkine tümüyle benzemiyordu ve bazı açılardan da tamamen farklıydı.

Görünüşe göre, hareket biçimi ile ilgili birçok veri, diş gelişim biçimi, örs yapısı, iç kulak yapısı, nispeten uzun ve güçlü yapıdaki ön kollar, uzun eğri parmaklara sahip olan kısa ve güçlü arka üyeler, ayakların tüm yapısı, kuyruksuz maymun büyüklüğündeki beyinler ve de australopithecine’lerin kuyruksuz maymuna çok benzeyen çeneleri, dişleri, yüzleri ve kafatasları, bu canlıların gerçekten de kuyruksuz maymunlar olduklarını şüphe bırakmadan kanıtlamıştır. Bu canlılar, bugün yaşayan kuyruksuz maymunlardan eşsiz bir şekilde farklı canlılardı fakat yine de insanın atası ile hiçbir ilişkisi bulunmayan, yalnızca kuyruksuz maymun olan canlılardı.


Richard Leakey ve Onun Turkana Gölü Örnekleri: Homo mu yoksa Australopithecus mu?


Bir fosil arayıcısı olan Richard E. F. Leakey, eğitimsiz ama birden bire zengin olan altın arayıcısına benzetilebilir. Richard Leakey, her ikisinin de doktora dereceleri bulunan meşhur Louis ve Mary Leakey’in oğullarıydı. Üniversiteye hiç gitmemişti. Ancak, bir fosil arayıcısı olarak pek çok üstünlüğe sahipti. Anne ve babasıyla birlikte geçirdiği deneyim yılları ve ömür boyu Kenya’da ikamet etmesi onun, uygulamadaki üstünlükleriydi. Soyadının Leakey olması ve kendisinin, Kenya Devlet Müzeleri’ndeki müdürlük konumu, fosil aramak için gerekli olan fırsatları, araç gereçleri ve parasal fonu sağlamasında yardımcı olmuştur. Buna ek olarak, güçlü zekasını ve Leakey hırsını da sayabiliriz.

Leakey’in Kenya’daki ilk fosil arama gezisi, National Geographic Derneği’nin bağışlarının desteğiyle 1968’de gerçekleşti. O zaman Leakey, Etiyopya sınırının biraz güneyinde yer alan ve Koobi Fora olarak bilinen Turkana Gölü’nün (o zamanlar Rudolph Gölü olarak bilinen) doğusunda yer alan bir bölgede fosil arama amaçlı olarak oluşturulan takıma önderlik etti. Bölge, fosil içeriği açısından oldukça zengin çıktı. İlk seferde üç “hominid” çenesi bulundu ve 1969’da Leakey, anne ve babasının on yıl önce Tanzanya’da Olduvai’de bulduğuna benzer, mükemmel bir Australopithecus boisei kafatası örneği buldu. 1972’de, Leakey’in takımındaki Kenyalılardan biri olan Bernard Ngeneo, Richard Leakey’in ünlü olmasını sağlayan keşfi gerçekleştirdi.

Bu keşif, çoğunlukla 1470 Kafatası olarak bilinen meşhur KNM-ER 1470’in keşfiydi. Bu resmi isim, Kenya National Museum’s East Rudolph (Kenya Devlet Müzesi’nin Doğu Rudolph)’taki 1470 numaralı eserin kısaltmasıdır. Bu bulgunun tanımlamaları İngiliz dergisi Nature’de109 ve National Geographic’de110 Leakey tarafından yayınlanmış olup ayrıca Leakey’in yazmış olduğu kitaplarda111 da bu tanımlamaları bulmak mümkündür. Doğu Turkana’da bulunan önceki bulgulardan, Leakey’in 1973 yayınında112 söz edilmiş ve aynı bölgede 1973 yılında bulunan bulgu da 1974 yılında Leakey tarafından açıklanmıştır.113 Doğu Turkana örneklerinin iyi bir özeti de 1978 yılında Alan Walker ve Leakey tarafından yayınlanmıştır.114 1470 Kafatası’nın ve birkaç bacak kemiğinin keşfi konusunda yazılmış olan makalede Leakey’in, bu keşiflerin yapılması konusunda Ngeneo’yu ve paleontolog John Harris’i tebrik etmesi, parçaların aranmasında bu bölgede uzun zaman geçirdiği için anatomist Bernard Wood’a ve parçaların yeniden bir araya getirilmesi konularında Wood’a, antropolog Alan Walker’a ve Leakey’in eşi Meave’ye teşekkür etmesi oldukça ilginçtir. Ayrıca Leakey, anatomi ve antropoloji konusunda hiçbir mesleki eğitime sahip olmadığı için, anatomi analizleri için büyük bir ölçüde başkalarına başvurmuş olmalıdır. Buna rağmen yayınlanan bu yazıda Leakey’in ismi tek yazar olarak geçmektedir.

Şunu da hatırlatmalıyız ki Johanson, Ekim 1974’te düzenlenen bir basın toplantısında, bu birkaç çenenin keşfi ile ilgili verilerin ışığında şöyle demiştir: “Günümüz insanına öncülük eden soyun kökeni konusunda daha önceki tüm eski kuramlar, artık bütünüyle güncellenmelidir.”115 Leakey, National Geographic’te yayınlanan makalesinde şöyle söylemektedir: “Bizler ya bu kafatasını ya da ilk insanla ilgili kuramlarımızı kaldırıp atmalıyız... Bu kafatası, insanın başlangıcı ile ilgili olan önceki modellerle uyuşmamaktadır.”116 Lord Zuckerman son olarak bu canlıların hominid olup olmadıklarını bildirmeden önce, Australopithecus fosillerine yönelik araştırmalarında, bilinen en iyi anatomi yöntemlerini kullanan bilim adamalarından oluşan ve nadiren dört bireyin altına düşen bir takımla on beş yıl geçirmiştir. Johanson ve Richard Leakey, bulgularının hominid olduğunu anında söylemekle kalmayıp, çalışmalarına ya da bağımsız araştırmalara fazla zaman ayırmadan elde ettikleri keşiflerin, insanın kökeni ile ilgili olan önceki keşifleri kullanılmaz hale getirdiğini söyleyecek kadar da ileri gitmişlerdir. Genç antropologlar, bugünkü medya kitlesinin de desteğiyle şöhrete ulaşmanın en kestirme yolunu bulurlar; yani bir basın konferansı düzenle, bulduğun fosilleri gözler önüne ser ve de cesur ve hayal gücü yüksek ifadeler kullan. Laboratuvarlarda yapılan on beş yıl süren ayrıntılı anatomi çalışmaları, son derece gereksiz ve sıkıcı işler olarak görülmektedir.

National Geographic’teki makalesinde117 Leakey, 1470 Kafatası’ndan, “şaşırtıcı derecede gelişme göstermiş ilkel adam” şeklinde söz etmektedir. Basın toplantılarında ve halka açık konuşmalarında Leakey, 1470 Kafatası’nın pek çok ileri insansı niteliğe sahip olduğunu; örneğin, yüksek kemerli bir kubbenin varlığı, geniş kaş çıkıntılarının ve bir ense (nuchal) çıkıntısının olmaması gibi açılardan Homo erectus’tan daha gelişmiş olduğunu vurgulamıştır. Ancak Leakey bu canlının, yaklaşık olarak üç milyon yıl yaşında olduğunu açıkladı. Koobi Fora Oluşumu’nda bulunan ve Leakey’in sürekli iki ayak üzerindeki hareketin kanıtları olduklarına inandığı postcranial kalıntılar, Leakey’e göre, 1470 Kafatası’nın sahibiyle ilişkilendirilmesi kesin olamayacak kadar uzak bir mesafede bulunmuşlardır. Leakey’e göre, 800 cm3 olarak tahmin edilen kafatası hacmi (bazıları bunun daha düşük olduğunu tahmin etmektedir) ve kafa kubbesinin morfolojisi, fosilin Homo cinsi içine dahil edilmesini desteklemiştir; fakat Leakey bu canlıyı Homo habilis’e dahil etmekte herhangi bir zorlayıcı neden görmediği için onu, türü belirsiz Homo olarak isimlendirmiştir.118 Turkana Gölü örneklerinin eksiksiz bir değerlendirmesi de, Walker ve Leakey tarafından yayınlanan makalede yer almaktadır.119 Bu makalede (yukarıda söz edilen makaleden beş yıl sonra basılmıştır) ve 1981’de yayınlanan kitabında120 Leakey, 1470 Kafatası’nın Homo habilis’e dahil edilmesi gerektiğini söylerken, bugün John Hopkins Üniversitesi’nde bir antropolog olan ve makalenin diğer ortak yazarı olan Alan Walker, bu kafatasının Australopithecus cinsi içine dahil edilmesi gerektiğine inanmaktadır.

Leakey, 1470 örneğini Homo habilis’in içine dahil ederek önceki iddialarından büyük ölçüde vazgeçmiştir. Walker’in, bu örneğin australopithecine’ler arasında yer alması gerektiğine ilişkin önermesi, elbette ki bu örneğin konumunu daha da aşağılara düşürmüştür. Daha önceden de sözü edildiği gibi Leakey, 1973’te National Geographic’te yer alan makalesinde şöyle demiştir: “Bizler ya bu kafatasını ya da ilk insanla ilgili kuramlarımızı kaldırıp atmalıyız.” Bundan kısa bir süre sonra San Diego’da verilen bir konuşmada Leakey’in, 1470 Kafatası’nın keşfedilmesiyle, insanın kökeni ile ilgili olan tüm günümüz kuramlarının çürütüldüğünü ve bu kuramların yerine konacak hiçbir şey olmadığını söylediğini kendi kulağımla duydum. Ancak, eğer 1470 Kafatası Homo habilis’e dahil edilebilirse, tabi ki insanın kökeni konusunda o günlerde var olan tüm kuramlar geçersiz kılınmış olmaz.

Baba Louis Leakey 1964’te, Homo habilis türünün, geçerli bir tür olduğu açıklamasını yapmış121 ve bu baba Leakey, Homo habilis’i, insanın kökeni olduğu önerilen bir soyun içine dahil etmiştir. Louis Leakey’e göre bilinen fosiller içinde Homo habilis, insana doğru uzanan nesil çizgisinde tek başına bulunmaktadır. Onun bakış açısına göre australopithecine’ler, yani A. africanus ve A. boisei (robustus), doğrudan insanın atasının bulunduğu çizgi üzerinde olmayan, doğru yoldan sapmış kolları oluşturuyorlardı.

Louis Leakey’in Homo habilis olarak isimlendirdiği örnekler, Louis Leakey “Zinjanthropus”u (A. boisei) keşfettikten kısa bir süre sonra, onun takımı tarafından Olduvai Koyağı’nda keşfedilmiştir.122 Leakey, Tobias ve Napier’e göre bu örnekler, kendilerinin Homo cinsi içerisine dahil edilmelerini sağlayacak kadar gelişmiş görünüyorlardı. Bu, büyük bir tartışma doğurdu; bazıları Leakey ve arkadaşlarını desteklediler, geri kalanlar da Homo habilis’in, her ne kadar kafatası hacmi australopithecine’lerin küçük türlerininkinden daha büyük olsa da (yaklaşık 650 cm3) Homo habilis’in geçersiz bir takson olduğu ve bu fosillerin, Australopithecus cinsi içinde tutulması gerektiği konularında ısrar ettiler.

Hiçbir paleontolog, Homo habilis cinsi içine konan ve bu cinsten çıkarılan canlıların tümünü düzene koymayı başaramamıştır. Bazıları H. habilis’in, geçerli takson olduğunu ve australopithecine’ler ile, yani ya afarensis ya da africanus ile Homo erectus arası ara form canlılarını içerdiğini ısrar etmektedir. Diğerleri ise, H. habilis olarak sınıflandırılan canlıların australopithecine çeşitlerinden başka bir şey olmadıkları konusunda ısrarcıdırlar. Ian Tattersall, Homo habilis ile ilgili yazılan iki kitabı değerlendirdiği “Homo habilis’in Değişik Yüzleri” adlı makalesine şu ifadelerle başlamaktadır:


... gittikçe daha da açık olmaktadır ki Homo habilis, en geç Pliyosen ve en erken Pleistosen’den gelen hominid fosillerinin karmaşık çeşitlerinin içine atılabildiği bir çöp sepeti taksonuna dönüşmüştür ...123


Değerlendirme yazısının sonlarına doğru Tattersall şöyle demektedir:


Cins belirlemesinde, kaba bir rehber olarak memeliler arasında temel “Gestalt” kategorisinin cins olduğu olgusunu sayarsak, tüm habilis grubunu ve ilgili fosilleri Homo sapiens türünün bulunduğu cinsten hariç tutmakta zorluk çekmeyiz. Zaten, Olduvai’de bulunan ince yapılı örneklerin Homo cinsine atanması ve bunlara özel habilis (eli işe yatkın)isminin verilmesi, alet ürettiği varsayımından (ve belki de beyin boyutlarındaki küçük bir artıştan) daha fazla kanıta dayandırılmamıştır. Ve zayıf Olduvai hominid türleri konusunda 1964’ten beri bu hayvanların hem beyin hem de vücut oranları bakımından gittikçe bize daha az benzer olduklarını öğrenmekteyiz.


Johanson’un liderlik ettiği bir grup 1987’de, Olduvai Koyağı’nda Homo habilis olarak tanımlanan bir canlı fosili keşfettiklerini duyurdular.124 OH 62 olarak isimlendirilen fosil kalıntıları, kafatası parçalarını ve proksimal (üst) kaval kemiği, uyluk kemiği kısımları, dirsek kemiğinin çoğunu, neredeyse bütün bir üst kol kemiği ve döner kemiğin çoğunu içeren üye kemiklerini içeriyordu. Bunlar, kesinlikle Homo habilis’le birleştirilebilecek, bulunan ilk üye kemikleriydi. Bu fosil kalıntılarının yaşları yaklaşık 1,8 milyon yıl olarak belirlendi. Bu fosil kalıntıları üzerinde yapılan incelemeler, A. afarensis’ten H. habilis’e, H. habilis’ten H. erectus’a ve H. erectus’tan H. sapiens’e doğru ilerleyen bir evrimsel çizgi bulunduğunu iddia edenler üzerinde, gerçek bir şok etkisi yarattı. Yapılan araştırmalara göre fosil kalıntıları, yaklaşık 105 cm uzunluğunda, güçlü ve uzun kollara sahip yetişkin bir dişiye aitti. Bu fosilin anatomisi, beklenenin tersine bir kuyruksuz maymununkine benziyordu. Dişleri, vücut büyüklüğüyle orantılı olarak ‘Lucy’ninkiler kadar büyüktü. On kişilik grubun üyelerinden biri olan Tim White şöyle demiştir: “Gördüğümüz canlı, vücut biçimi ve anatomisi bakımından çarpıcı biçimde ‘Lucy’e benzemektedir.”125

Zürih Üniversitesi’ne bağlı Antropoloji Enstitüsü ve Müzesi’nden Sigrid Hartwig-Scherer ve Robert D. Martin tarafından OH 62 ile ilgili çok titiz bir çalışma yürütüldü.126 Onların çalışmalarına göre bu Homo habilis örneği, AL 288-1 (‘Lucy’)’den daha çok bir kuyruksuz maymuna benziyordu. Şöyle demişlerdir:


Bu çalışma, Homo cinsinin daha sonraki üyeleri ile Homo habilis arasındaki postcranial benzerliklerle ilgili olan beklentileri doğrulamakta başarısız olmuştur. Aksine, burada da bildirildiği gibi, çeşitli ölçümler OH 62’nin, AL 288-1’e göre (Şekil 1 ve 2’ye, ayrıca Leakey ve diğerleri, 1989’a bakınız) Afrika kuyruksuz maymunlarının kol kısımlarına çok daha güçlü benzerlikler gösterdiğini ortaya koymuştur. Bilgisayarlı tomografi taramaları, OH 62’nin kol kemiklerindeki dış kabuğun, şaşırtıcı biçimde kalın ve pek çok şempanzeninkine göre de çok daha güçlü olduğunu ortaya çıkarmıştır.


New York Şehrindeki Hunter Üniversitesi’nde yüz gelişimi ile ilgili çalışmalar yapan Tim Bromage, fosil örneklerinin etrafında bir lazer ışını döndürmekte ve bilgisayar kullanarak yansımaları görüntü haline dönüştürmektedir. A. afarensis ile insan arasındaki bir benzerlik, elmacık kemiklerinin üst çeneye göre daha arkada olduğudur. Ancak Bromage, A. afarensis ve insanda elmacık kemiklerinin, gelişim süreci boyunca nasıl şekillendiğini araştırdığında, ikisinin hiç de aynı biçimde gelişmediğini görmüştür.127 Bunu şöyle yorumlamıştır:


Her iki yüzde de benzerlikler olmasına rağmen bu yapılar, gelişim süreçlerinde, çok farklı yollarla biçimlenmişlerdir. Bu özellik, A. afarensis ile insan türü arası atasal bir akrabalığı desteklemek amacıyla kullanılamaz.


Yazmış olduğu makalenin daha önceki kısımlarında Bromage, KNM-ER 1470 (Richard Leakey’in ünlü Homo habilis kafatası) ile ilgili olarak şöyle demiştir:


Homo’nun erken örneklerinin en bütün ve en tanınmış olanlarından birisi, Kenya’nın kuzeyindeki Turkana Gölü’nün doğusundan çıkarılan 1,9 milyon yıllık bir yüz ve kafatası fosilidir. Bu fosil parçaları ilk kez yeniden bir araya getirildiğinde oluşan yüz, günümüz insanının düz olan yüzüne benzer biçimde ve neredeyse dikey bir konumda kafatasına uyum sağlamıştır. Fakat günümüze daha yakın zamanda anatomik ilişkiler üzerinde yapılan çalışmalar, bu fosilin yüzünün canlıyken, önemli ölçüde öne doğru çıkıntı yaparak Australopithecus yüzüne oldukça benzeyen, kuyruksuz maymun benzeri bir görüntü yaratması gerektiğini gösteriyordu.


Buna göre, KNM-ER 1470 kafatası ve yüzünün, gazeteler, bilim dergileri ve National Geographic’teki yeniden bir araya getirilişi bu örneği, bir kuyruksuz maymundan çok bir insana benzetiyordu ve bu doğru değildi. Bromage aynı makalede, Taung bebeği (Dart’ın ilk bulgusu) üzerinde yapmış olduğu analizlerin, insandan çok kuyruklu ya da kuyruksuz bir maymunu niteleyen bir biçimde sonuçlandığını açıklamıştır.

Homo habilis’in konumunu düşündüğümüzde, yani bu geçerli bir takson mudur yoksa australopithecine’ler içinde mi yer almalıdır, ya da bu canlı, ‘Lucy’ (A. afarensis) ile Homo erectus arası bir ara form oluşturabilmek için yeterli derecede gelişmiş midir, yoksa ‘Lucy’den daha çok bir kuyruksuz maymuna mı benzemektedir gibi soruları düşündüğümüzde, Australopithecus’un güçlü formları (A. boisei, A. robustus), Australopithecus’un daha zayıf formları (A. afarensis, A. africanus) ile Homo habilis ve Homo erectus olarak isimlendirilen modellere ait çeşitli fosillerin ileri sürülen yaşları ve tahmini kafatası büyüklüklerini araştırmak, oldukça aydınlatıcı olacaktır. Tablo 1’de, bu fosil canlıların bazılarının ileri sürülen yaşları ve tahmini kafatası hacimleri yer almaktadır.

Tablodan da görülebilmektedir ki Australopithecus africanus olarak isimlendirilen canlılar, üç milyon yıllık bir zaman dilimine ve birkaç bin kilometrelik bir alana yayılmış, şimdiye kadar genel morfoloji ya da kafatası hacmi açısından esaslı bir değişim göstermemiş ve bu nedenle de kolayca tek bir tür içinde toplanabilmişlerdir. Ayrıca kaydedilen diğer bir şey de, Homo habilis olarak isimlendirilenler ile Australopithecus türlerinin tahmini yaşlarında, önemli bir üst üste biniş yer almaktadır. Gerçekte, Australopithecus africanus’un bazı türlerinin yaşları, Homo erectus’un kaydedilen yaşları üzerine binmektedir.










Tablo 1. Hominid oldukları iddia edilen fosil örneklerinin karşılaştırılması.


Örnek


Dahil Edildiği Tür


Yaş

(milyon yıl)


Kafatası Hacmi

(cm3)


Kaynak

OH 5

A. boisei

2,1 - 1,7

530

1

ER 406

A. robustus

2,4 - 1,5

500

2

pek çok Örnek

A. africanus

4 - 1

350 - 400

1 ve 2

AL 288-1

A. afarensis

3 - 1

350 - 400

1

OH 7

H. habilis

2,1 - 1,7

675

1

OH 13

H. habilis

1,7

650

1

OH 62

H. habilis

1,8

?

5

ER 1470

H. habilis

1,9

775

2

ER 3733

H. erectus

1,5

850

2

ER 3883

H. erectus

1,5

850 (?)

2

KNM-WT

15000

H. erectus

1,6

800

3

MOJOKERTO 1

H. erectus

1,8

?

4

Kaynaklar:

1 M.H. Day, Guide to Fossil Man, 3ncü basım (Chicago: University of Chicago Press, 1977).


2 A. Walker ve R. E. F. Leakey, Scientific American 239:54 (1978).


3 F. Brown ve diğerleri, Nature 316:788 (1985).


4 C. C. Swisher, III, ve diğerleri, Science 263:1118 (1994).


5 D. Johanson ve diğerleri, Nature 327:205-209 (1987); S. Hartwig-Scherer ve R. D. Martin, Journal of Human Evolution 21:439-449 (1991).



Nature yazarlarından birisi şöyle yazmıştır:


Australopithecus’un bir ya da muhtemelen iki formunun Homo’yla olançağdaşlığı, Homo’nun doğrudan ya da en yakın ataları hakkında çok az bilgiye sahip olunduğunun bir göstergesidir. Bilinen bu australopithecine’ler, Homo ile aynı zamanlarda yaşamış olan canlılardır ve açıkçası, bir ata rolünü üstlenememektedirler.128


Kendi evrim gerçeği hakkında hiçbir şüpheyi kabul etmeyen Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen J. Gould, bu mesele ile ilgili olarak aşağıdaki açıklamaları yapmıştır:


Eğer hiçbiri diğerinden türemeyen, aynı anda var olmuş üç hominid soyu (A. africanus, güçlü australopithecine’ler ve H. habilis) varsa, bizim evrim merdivenimize ne oldu? Üstelik, bu üç soyun hiçbiri dünya üzerinde kaldıkları sürece herhangi bir evrimsel eğilim göstermemiş, hiçbiri günümüze yaklaştıkça daha büyük beyne sahip olmamış ve daha dik bir duruş sergilememiştir.129


Gould, insana doğru ilerleyen evrim merdiveninde basamakları, çeşitli fosil canlıların oluşturduğu eski düzçizgi evrim fikrinin yanlış olduğuna ve gerçek resmin, çok sayıda paralel dalın bir arada bulunduğu bir çalılığı andırdığına inanmaktadır. Fakat bu, bu çalılığa hayat verenin ne olduğu sorusunu yanıtsız bırakmaktadır. Evrim neden bir durup bir ilerlemektedir?

Homo olarak sınıflandırılan canlıların, australopithecine’lerle aynı zamanda var olduğu gerçeği belli bir süreden beri bilinmektedir. Örneğin Richard Leakey ve Alan Walker şöyle söylemişlerdir:


Önce H. habilis’le, daha sonra da H. erectus’la aynı zamanlarda yaşamış ve daha geç zamanlara kadar hayatlarını sürdürmüş olan küçük Australopithecus bireylerine ilişkin Doğu Afrika kanıtları bulunmaktadır.130


Yirmi yıldan fazla zaman önce Louis Leakey, Olduvai Koyağı’nın II. Yatağı’nda, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus’un aynı zamanlarda var olduklarına ilişkin fosiller bulduğunu bildirmiştir.131 Evrimciler için sindirilmesi son derece zor ve şaşırtıcı olan bir gerçek, Louis Leakey’in, I. Yatak’ın altında yer alan, dairesel ve taştan yapılmış bir konut kulübeye ait kalıntılar bulmuş olduğu iddiasıdır.132 Böyle konutların bilinçli bir şekilde inşa edilmesi, uzun zamandan beri sadece Homo sapiens tarafından yapılmış olabileceği kabul edilmiştir ve böyle konutlara bugünkü Afrika’da da rastlanabilmektedir.

Eğer Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus aynı zamanlarda yaşamışlarsa, o zaman nasıl oluyor da biri diğerinin atası olabiliyor? İnsana ait eserler, bu insan atası oldukları varsayılan canlılardan daha alt kazılarda bulunmuşken, nasıl olur da bu canlılar insanın atası olabilirler? Eğer olgular, Leakey’in bildirdiği gibi doğruysa, o zaman bu canlıların hiçbirinin insanın atası olamayacağı gayet açıktır ve bu durum, insanın atasına doğru giden ağacı kesin bir çıplaklık içinde bırakmaktadır. Nasıl bir canlı olursa olsun Homo habilis ve bütün australopithecine’ler insanın aile ağacından silinip çıkarılmalıdır.


Kesin Olmayan Kesin Tarihler


“Lucy: Yaşlı Bir Bayanın Yaşının Belirlenmesindeki Büyük Sorun”, Johanson’un ‘Lucy’ için belirlemiş olduğu 3,6 milyon yıllık yaşa karşı çıkışların tartışıldığı bir makalenin133 başlığıdır. Utah Üniversitesi jeologlarından Francis Brown bu yaşın, yaşlarının güvenilir biçimde üç milyon yıl olarak belirlendiğine inandığı Turkana Gölü süngertaşları ile Hadar’da bulunan volkanik süngertaşları arası benzerlik ilişkisine dayanılarak, üç milyon yıla indirilmesi gerektiğine inanıyordu.134 New York Üniversitesi antropologlarından Noel Boaz ve meslektaşları da bu yaşın yaklaşık üç milyon yıla düşürülmesi gerektiği inancına sahiplerdi.135 Boaz, tartışmasını Hadar’da bulunan hayvan fosilleri üzerine yoğunlaştırdı. Johanson ve Tim White, daha büyük bir yaşı savunmalarına rağmen, Hadar fosillerinin yaşlarının üç milyon yıla indirilmesinin, onların insan nesli kuramlarına etki yaratmayacağını iddia ettiler ve sonuç olarak üç milyon yıllık yaşı kabullendiler.

Richard Leakey’in 1470 Kafatası ve aynı seviyede bulunmuş diğer örnekler için belirlemiş olduğu yaklaşık üç milyon yıllık yaşa yapılan karşı çıkışlar farklı kişilerden gelmiştir.

1973’te yayınladığı makalede,136 bu fosillerin altında bulunan KBS süngertaşının potasyum–argon yaş belirleme oranlarına dayanan Leakey, bu yaşın doğruluğundan emin olduğu izlenimini veriyordu. Süngertaşından çıkarılan ve Leakey’in “güvenilir biçimde ölçülmüş” olarak nitelendirdiği yaş, yaklaşık 2,6 milyon yıldı. Leakey, paleomanyetik incelemelerden, “2,61 milyon yıllık yaşı destekleyen bir sonuç” elde edildiğini bildirdi. Aynı makalede Leakey şöyle demektedir:


105, 108 ve 131 bölgelerindeki KBS Süngertaşları altından çıkarılan omurgalı fosillerinin hepsi aynı seviyede bir evrimsel gelişim göstermişlerdi ve bu kanıt, Doğu Rudolph’taki çökelim evresi için belirlenen yaşı destekler niteliktedir.


Walker ve Leakey, KBS Süngertaşı için daha erken bir yaşı desteklediği söylenen domuz fosilleri kanıtlarından bahsettikten sonra şöyle demektedirler: “KBS Süngertaşı zirkonlarının bozunma izi çalışmaları, daha büyük yaşların daha doğru olduğunu gösteriyordu.”137


Bozunma izi yaş ölçümü, paleomanyetik yaş ölçümü ve fosil omurgaları tarafından desteklenen potasyum–argon yaş ölçümü yöntemlerine dayanarak KBS Süngertaşı’nın, 2,6 milyon yıllık kesin bir yaşa sahip olduğu açıklanmıştır. Leakey, ER 1470 seviyesi ile onun üzerindeki KBS Süngertaşı arasında bulunan tortuların yavaş yavaş çöktüğünü varsayarak, ER 1470 ile aynı seviyede bulunan kafatası ve diğer örneklerin yaşlarına yaklaşık 300.000 yıl daha ekleyerek bu fosillerin yaşlarını yaklaşık 2,9 milyon yıla çıkarmıştır.

Leakey’in, 1470 Kafatası’nın hem “şaşırtıcı derecede gelişmiş erken insan” olarak pek çok açıdan Homo erectus’tan daha modern olması, hem de aynı anda yaşının üç milyon yıl olarak ileri sürülmesine ilişkin iddiaları, evrimcilerin sindirebileceklerinden çok daha fazlaydı. Bu üç milyon yıllık yaş, Leakey’in önerdiği “erken insan”ı, onun sözde pek çok kuyruksuz maymun atasından daha yaşlı bir hale getirmişti. Bu nedenle, bu örnek için ileri sürülen hem üç milyon yıllık yaş ve hem de bu örneğin insana benzer konumu, saldırılara maruz kalmıştır. Cronin ve diğerleri, bölgesel hayvanlara yönelik çalışmaların, KBS Süngertaşı’nın yeniden potasyum–argon yaş belirlemesinin, süngertaşı kimyası çalışmalarının ve bozunma izi yaş belirlemelerinin, KBS Süngertaşının yaşının yaklaşık 1,8 milyon yıl olduğunu gösterdiğini iddia etmektedir.138 Bu nedenle bu kişiler, 1470 Kafatası için en uygun yaşın, iki milyon yıl olduğuna inanmaktadırlar.

1470 Kafatası’nın akrabalık durumu ile ilgili olarak Cronin ve çalışma arkadaşları şöyle söylemişlerdir:


... onun nispeten iri biçimli yüzü, australopithecine’in içbükey yüzünü anımsatan yassı naso–alveolar klivusu, dar bir azami kafatası genişliği (iki şakak arası), güçlü köpekdişi çıkıntıları (juga) ve geri kalan köklerden anlaşılan büyük azı dişleri, bu örneği A. africanus taksonunun üyeleriyle birleştiren ilkel özelliklerdir.


Bununla beraber bu kişiler, 1470 Kafatası’nın Homo habilis olarak sınıflandırmasında hem fikirdirler.

Sözde kesin olan radyometrik yaşlar, yeterli baskı karşısında hiç de kesin görünmezler ve verilerin oynanmasıyla o zamanki var olan en yaygın görüşe uydurulabilirler.

Bu fosillerin bir–iki milyon yıldan daha yaşlı olduklarını kabul eden bir fikirle ilgili olarak Walker ve Leakey’in şöyle söylemeleri oldukça ilginçtir:

Turkana hominid fosilleri, sık sık öylesine az derecede mineralize olmuşlardır ki, kazı esnasında kemiklerde daha fazla parçalanma olmamasını sağlayan bir koruyucu kullanılmış olmalıdır. Üstelik bazen, koruyucu sıvı özenle kullanılmalıdır çünkü üzerine bir damlanın düşmesi bile kırılmaya neden olabilir.139


Aslında bu varsayılan yaşlarda olan fosillerin genellikle ileri derecede mineralize olmuş olmaları beklenir.

Kafatası ve çene parçalarından oluşan KNM-ER 1510 ile ilgili olarak Richard Leakey şöyle demektedir: “Örnek, çok az derecede mineralize olmuş ve bu bölgede yapılan jeolojik çalışmalar, başlangıçta düşünüldüğü gibi, Erken Pleistosen çağından çok Holosen çağına ait olduğunu göstermektedir.”140 Holosen’in 10.000 yıl önce başladığı varsayılırken, Erken Pleistosen’in yaklaşık 1,8 milyon yıl önce başladığı düşünülmektedir. Leakey, KNM-ER 1510 için yapmış olduğu yaş tahminini neredeyse 1,8 milyon yıl indirmiştir! Gerçekte örneklerin az mineralize olmaları Leakey’in de ima ettiği gibi daha genç bir yaş için destek sağlamaktadır. Öyleyse niçin Turkana örneklerinin sık sık az mineralize olmuş biçimde ortaya çıkmaları Leakey için bir sorun yaratmamıştır? Bu hikayenin bir diğer anlaşılmaz yönü de, Walker ve Leakey’in, Turkana hominid fosillerinin (bunların çoğunun bir milyon yıldan daha yaşlı olduğu varsayılmıştır) genellikle az mineralize olduklarını söylemelerine rağmen, Leakey’in, 1973 yılında, KNM-ER 1470, 1472, 1475 ve 1781 ile ilgili olarak yayınlamış olduğu makalede şöyle söylemesidir: “Bütün örnekler çok mineralizedir...”141 Bu söz, büyük bir çelişki oluşturmaktadır yoksa bütün bu örnekler tesadüfen birdenbire mi çok mineralize olmuşlardır? Ne olursa olsun sonunda Leakey 1470 Kafatası’nın 1,8 - 1,9 milyon yıl yaşında olduğunu kabullenmiştir.


Laetoli Ayak İzleri


Laetoli, Tanzanya’da, Olduvai Koyağı’nın yaklaşık kırk kilometre güneyinde yer alan bir yerdir. Louis Leakey’in dul eşi (Louis Leakey 1972’de ölmüştür) Mary Leakey, 1974 yılında bir takımla birlikte burada çalışmaya başlamıştır. Bu takım tarafından, hominid olarak isimlendirilen pek çok fosil bulunmuştur.142 1976’da bazı hayvan ayak izlerine rastlanmış ve 1977’de de insan biçiminde dik yürüyen bir canlı tarafından bırakıldığı söylenen bazı ayak izleri bulunmuştur.143 Richard Leakey’in144 ve özellikle de Johanson ve Edey’in yazdıkları kitaplarda, bu ayak izlerine ait ilginç araştırmaların yanı sıra ilginç keşif hikayeleri de yer almaktadır.145 Bu son bahsedilen yayında White, izlere ait şu yargıları dile getirmiştir:


Hiç kuşkunuz olmasın,... Bunlar, günümüz insanının ayak izlerine benziyorlar. Eğer bugün bu izlerden biri California sahillerindeki kumsalda bırakılmış olsaydı ve dört yaşında bir çocuğa bunun ne olduğu sorulsaydı, çocuk hemen orada birinin yürümüş olduğunu söyleyecekti. Bu izi, kumsaldaki diğer yüzlerce izden ayırt edemeyecekti, siz de ayırt edemeyecektiniz (s. 250).


Science’de basılan teknik bir makalede White şöyle demektedir:


Aşınmamış ayak izleri, günümüz insanınınkine tam anlamıyla benzeyen bir morfolojik biçim sergilemektedir... Ön gözlemler ve deneyler, G alanındaki Laetoli ayak izlerinin, benzer tabakada yapılmış günümüz insanına ait izlerden önemli farklılıklar taşımadığını göstermiştir.146


Diğerleri de benzer görüşlere sahiptirler.147

Peki bu izleri kim yaptı? Bu, hararetli bir tartışma konusundur; fakat tartışmalarda, katılımcıların hiç birisi doğru cevabı verememektedir. Asıl tartışma, bu izlerin, Johanson’un ‘Lucy’sine benzeyen canlılar tarafından mı, yoksa Homo cinsinden olan canlılar tarafından mı yapılmış olduklarıdır. Russell Tuttle’e göre uzun eğri ayak parmaklarına sahip olan ‘Lucy’ ya da ona benzer bir canlı, bu izleri bırakamazdı. Tuttle bununla ilgili olarak şöyle demektedir:


Bu izleri, küçük, yalınayak yürüyen bir Homo sapiens yapmış olabilir... Tüm fark edilebilir morfolojik özellikler bakımından, izleri ortaya çıkaran bireylerin ayakları, günümüz insanınınkilerden ayırt edilemez nitelikler taşımaktadır.148


Daha yakın bir tarihte, bu izler üzerinde pek çok paleoantropolog tarafından yapılan önemli araştırmalardan sonra Tuttle şöyle demektedir:


Özet olarak, 3,5 milyon yıl yaşında olan ve Laetoli’nin G alanında bulunan ayak izlerinin özellikleri, devamlı yalınayak yürüyen günümüz insanınkilerini andırmaktadır. Bu ayak izlerinin özelliklerinin hiçbiri, Laetoli hominidlerinin iki ayak üzerinde yürüme yeteneğine, bizim olduğumuzdan daha az sahip olduklarını ifade etmemektedir. Eğer G alanında bulunan izlerinin böylesine eski oldukları bilinmeseydi, bizler hemen bu ayak izlerinin bizim Homo cinsimizin bir üyesi tarafından yapılmış oldukları sonucuna varırdık... Ne olursa olsun bizler, Laetoli ayak izlerinin, Lucy cinsi olan Australopithecus afarensis tarafından bırakılmış oldukları şüpheli varsayımını rafa kaldırmalıyız.149


Tabi ki Tuttle bu izlerin Homo sapiens türü bir canlı tarafından yapılmış olduğunu tartışmamaktadır çünkü o da tüm evrimciler gibi, bu ayak izlerinin 3,7 milyon yıl yaşında olduklarına, yani günümüz insanının evriminden 3,5 milyon yıl önce bırakılmış olduklarına inanmaktadır. Johanson’un tarafındaki Tim White, Don Johanson ve diğerleri, bu izlerin, Homo’ya değil de ‘Lucy’e benzeyen canlılar tarafından bırakılmış olduklarını tartışmışlardır.

Laetoli’de, ceylanlara, domuzlara, zürafalara, fillere, gergedanlara, yabani tavşanlara, devekuşlarına ve başka hayvanlara ait ayak izleri bulunmuştur. Ressamların tablolarına baktığımızda zürafa ayak izleri bırakan zürafaları, fil ayak izleri bırakan filleri, devekuşu ayak izleri bırakan devekuşlarını vb. görürüz. Peki, insan ayak izleri bırakan insanları görür müyüz? Yok, hayır (!) İnsan ayak izleri bırakan, insandan daha aşağı, yarı kuyruksuz maymun, yarı insan olan bir canlı görürüz. Evrimciler, zürafa izlerini zürafaların, fil izlerini fillerin bırakmış olması gerektiğini kabul etmelerine rağmen, konu insan olduğunda, evrim ve bu izlerin yaşı hakkında sahip oldukları önyargılı fikirler onların, insan izlerinin insanlara ait olduklarını kabul etmelerine izin vermez. Deneysel bilim kanıtlarının ortaya çıkardığı açık olguları kabul eden yaratılışçılar, bu izlerin, günümüz insanı, yani Homo sapiens tarafından bırakıldığına inanmaktadırlar. Evrimciler olguları, önyargılı fikirlerine uydurmak amacıyla şekillendirirken, yaratılışçılar ise, kanıtların konuşmasına izin vererek gerçek deneyci olmaktadırlar.