Galapagos Adası ispinozları da, aynı temel biçimden gelen tür ve cinsler üreten başka bir örnektir. Lammerts, muhtemelen tek bir türden gelen ve birbirine tamamen karışmış “cinsler” olan Goespiza, Camarhynchus ve Cactospiza cinslerinin çok çeşitli “türlerini” içinde barındıran bu ispinozların elbette ki en az bir cinsten geldiğine işaret etmiştir.5 Görünüşte bu ispinozlar, temel biçim açısından, ispinozların orijinal değişkenlik potansiyellerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan değişik formlara ayrılmış bir kaynak ispinoz atadan türemişlerdir. Öte yandan, Certhidae, ya da ötücü ispinozlar ayırt edici özellikler taşırlar ve diğer üç ispinoz “cinsini” içine alan farklı bir temel atadan türemiş olabilirler.

Burada verilebilecek bir diğer örnek, bitkiler alemindendir; mısırın farklı türleri olan tatlı mısır, patlamış mısır, çentikli mısır, nişastalı mısır, tohumlu mısır ve sert mısırın hepsi büyük olasılıkla sadece mısır cinsinin türleridir.6

Yukarıdaki anlatımda, tek bir atadan türemiş tüm türleri içine alan bir temel biçimi tanımladık. Tek bir temel türden geldiğine inandığımız tür örneklerinden bahsettik. Ancak, temel türlerin neyi kapsadığından daima emin olamayız. Eğer daha çok farklılık gözlenmişse, türlere ayırmak daha kolaydır. Örneğin, tek hücreliler, süngerler, deniz anaları, solucanlar, salyangozlar, trilobitler, ıstakozlar ve arılar omurgasızların her birinin tamamen farklı temel biçimler oldukları gayet açıktır. Omurgalılar arasında da, balıklar, amfibyumlar, sürüngenler, kuşlar ve memeliler farklı temel biçimlerdir.

Sürüngenler arasında, kaplumbağalar, timsahlar, dinozorlar, uçan sürüngenler (pterosaur) ve sualtı sürüngenlerini (ichthyosaur) farklı yaratılmış türler olarak tanıyoruz. Bu başlıca sürüngen gruplarından her biri kendi arasında daha temel türlere ayrılabilmektedirler.

Memeli sınıflarında yer alan ördek gagalı ornitorenkler, keseli sıçangiller, yarasalar, kirpiler, sıçanlar, tavşanlar, köpekler, kediler, lemurlar, maymunlar, kuyruksuz maymunlar ve insanlar kolaylıkla farklı temel biçimler olarak sayılabilirler.

Çok küçük ayırt edici özellikler gösteren hayvan veya bitki gruplarını uygun bir biçimde bölümlere ayırma girişiminde bulunulduğunda, daima bir hata olasılığı olduğu unutulmamalıdır. İnsanlar tarafından saptanmış olan pek çok taksonomik farklılık kesin değildir ve bunlar sadece tecrübe olarak kalmalıdırlar.

Şimdi tekrar evrim tartışmamıza dönelim. Genel evrim kuramına göre, içlerinde küçük varyasyonlar olan türlerin doğal süreçler yoluyla ortaya çıkmış olmalarının yanı sıra, temel biçimler de eski zamanlara ait farklı formlardan ortaya çıkmışlardır. Yaratılışçılar türler içerisindeki varyasyonların kökeninden bahseden ilk görüşü yalanlamamaktadırlar. Onların yalanladıkları, ortak bir atadan gelen temel olarak farklı bitki ve hayvan türlerinin evrimsel kökeninden bahseden ikinci görüştür.

Bu nedenle biz evrim tartışmamızda, örnek olarak köpek cinsindeki varyasyonların olası kökeninden bahsetmiyoruz. Biz, ortak bir atadan gelen köpek ve kedi türlerinin iddia edilen kökenlerinden bahsediyoruz. Biz ispinozların Goespiza, Camarhynchus ve Cactospiza’nın içindeki kökeninden bahsetmiyoruz. Biz ispinozların ve balıkçılların kökeninin ortak bir atadan ve eski zamanlarda yaşamış bir sürüngenin kökeninden geldiğinden bahsediyoruz.

Ayrıca biz, sık sık evrimin bir kanıtı olarak gösterilen “endüstriyel melanizm”7 den de bahsetmiyoruz. Benekli gece kelebekleri, Biston betularia, normalde siyah benek ve çizgilerle kaplı beyaz bir renge sahiptirler. Melanik, veya diğer bir deyişle daha koyu renkli olanlar carbonaria formlar olarak bilinirler ve sayıları az da olsa daima var olmuşlardır.

Endüstri devrimi gerçekleşmeden ve hava kirliliği ortaya çıkmadan önce, İngiltere’deki ağaç gövdeleri açık renkliydi. Benekli güveler gün boyunca ağaç gövdeleri üzerinde kanatlarını yayarak dinlenirlerdi. Normal veya diğer bir deyişle beyaz renkli olanları böyle bir dekor içinde gözle fark edilemezlerdi. Öte yandan, melanik formlar bu şartlar altında kolayca sezilebiliyorlardı. Sonuç olarak yırtıcı kuşlar, melanik formların çok büyük bir yüzdesini yok ettiler; böylelikle geri kalan, tüm benekli güveler popülasyonunun çok az bir kısmı oldu.

Bu, 1850’de İngiltere’deki endüstri devrimi zamanlarında gerçekleşen bir olaydı. Ağaç gövdeleri gittikçe koyulaştı. Ancak 1895’te Manchester civarında bulunan bu güvelerin yüzde doksan beşi carbonaria ya da melanik türüne aitti. Bu değişikliğin gerçekleşmesinin nedeni, beyaz renkli türler böyle bir dekorda kolayca sezilebilirken, melanik formların koyu renkli ağaç gövdelerinde gözle kolayca fark edilememeleridir.

Her şeyden önce vurgulamak istediğimiz nokta, bu sürecin, yeni bir şeyle ya da gittikçe artan bir karmaşıklıkla sonuçlanmadığıdır. Benekli güvelerin melanik formları, İngiltere’de endüstri devrimi olmadan çok önce de vardı. Bu, her ne kadar sayıları az da olsa, sabit popülasyon oranıdır. Hava kirliliğinin sebep olduğu değişim, daha önceden var olan formların doğal düşmanlar tarafından sezilmesi oranını azaltmış ve popülasyondaki beyaz renkli formların melaniklere dönüşümüyle sonuçlanmıştır.

Tartışmamızda en büyük önemi taşıyan şey, güvelerde gerçekte hiçbir önemli evrimsel değişikliğin olmayışıdır. Bu güveler günümüzde hâlâ aynı güveler olmalarının yanı sıra, aynı zamanda da hâlâ benekli güvelerdir (Biston betularia). Bu nedenle bu kanıt, cevap aradığımız aşağıdaki sorularla ilgisi yoktur. Acaba Lepidoptera (kelebekler, güveler ve skipperler gibi, zar yapısında, az ya da çok pullarla kaplı, dört kanatlı böcekleri kapsayan takım) familyasından olan böcekler doğal ve mekanik bir süreç sonucu bu familyadan olmayan bir böcekten mi gelmişlerdir? Böcekler, böcek olmayan bir yaşam formundan mı gelmişlerdir?

İki farklı çeşitten oluşan benekli güve popülasyonunun değişim geçirmesi olayında geçek bir evrimsel değişim yokken, bir doğa bilimleri ansiklopedisi bu olayı şu şekilde tanımlamıştır: “İnsanoğlu tarafından şimdiye kadar görülmüş en göze çarpan evrimsel değişim.”8 Eğer bu, evrim konusunda gösterilebilen en iyi kanıtsa, aslında, Dobzhansky’nin de kabul ettiği gibi evrim, insan gözlemciler tarafından gözlemlenememektedir. Çünkü zaten bu evrim değildir.

Evrimci, böyle küçük değişimlerin giderek yeni bir temel biçim ve artan bir karmaşıklıkla sonuçlanabileceğini varsaymaktadır. Fakat bu sadecebir varsayımdır. Gerekli olan şey, deneysel kanıtlar veya bu yoksa, bu yaşam biçiminde gerçekleşen temel değişimlerin gerçekten var olduğunu gösteren tarihsel, güçlü fosil kanıtlarıdır.

Evrime kanıt olarak gösterilen bir diğer değişim biçimi de, yapay seçilim ve çiftleştirme yöntemleriyle evcilleştirilmiş bitki ve hayvanların kökenleridir. Bu çeşit kanıtlar, hiçbir yeni ya da karmaşık yapıya hayat vermemeleri ve gerçekleşen değişimlerin daima aşırı derecede sınırlı olması nedeniyle tartışmamızın dışındadırlar.

Yapay seçilim ve çiftleştirmenin gerçekte başardığı şey, bunun ötesinde daha fazla bir değişimin mümkün olmadığı sınırları hızla belirlemesidir. Kanıt olarak sadece iki örnek göstermek istiyoruz.9 1800’de Fransa’da, o zamanki pancarlarda %6’lık bir miktar oluşturan şeker içeriğini arttırmak için deneyler yapılmaya başlandı. 1878 itibariyle şeker içeriği %17’lere yükseltildi. Sonraki seçilim, şeker içeriğini bu rakamdan fazla arttırmada başarılı olamamıştı.

Çalışanlardan biri, meyve sineklerinin göğüs kısımlarında bulunan kalın ve sert kılların sayısını yapay seçilim ve çiftleştirme yöntemleriyle azaltmayı denedi. Yirminci nesile kadar olan her nesilde ortalama kıl sayısı biraz daha azaldı. Bundan sonra, çalışan kişinin seçilimi önceden yaptığı gibi yapmasına rağmen, ortalama sayı aynı kaldı. Seçilim artık etkili olmadı; sınıra ulaşılmıştı.

Tavukların daha çok yumurta yumurtlaması, ineklerin daha çok süt vermesi ve mısırın protein içeriğinin arttırılması gibi konuları geliştirmede benzer deneysel yaklaşımlar kullanılmıştır. Her durumda, daha fazla bir değişimin mümkün olmadığı sınırlara erişilmiştir. Üstelik, bu işi yapan yetiştiriciler, çalışmalarını, başlangıçtakilerle aynı türden olan tavuklar, inekler ve mısırlarla sonuçlandırmışlardır. Hiçbir gerçek değişim olmamıştır.

Ayrıca, güçlü bir biçimde vurgulanması gereken bir şey de, özel bir amaçla gerçekleştirilen bu çiftleşme sürecinde, her durumda, yaşama kabiliyeti azalmıştır. Bunun anlamı, bu canlıların daha uzun ömürlü olabilme gibi temel yeteneklerinden birinin zayıflamış olduğudur. Evcilleştirilmiş bitki ve hayvanlar, orijinal olan vahşi biçimlerle iyi rekabet edememektedirler. Falconer şöyle der:


Bizim evcilleşmiş bitki ve hayvanlarımız, belki de şu ilkenin sonuçlarının en iyi kanıtlarıdır: Seçilim yoluyla yapılan evcilleştirmeler, doğal şartlar altında yaşama kabiliyetinin azalmasını getirmiştir. İstenen niteliklere ancak evcilleşmiş hayvan ve bitkilerin, doğal şartlar altında yaşamadıkları için ulaşılabilmiştir.10


Yapılan deneylerde, mümkün olan en kısa zamanda maksimum varyasyonun meydana geldiğini kabul eden insan dehasının da yardımıyla şu ispat edilmiştir: “Meydana gelen varyasyonlar, aşırı derecede sınırlı varyasyonlardır ve bitki ve hayvanların yaşam şanslarının azalması ile sonuçlanmışlardır.” Hayatta olmalarının tek nedeni, doğal düşmanlarından uzak oldukları, yiyeceğin bol olduğu ve diğer bazı şartların dikkatlice düzenlendiği bir çevrede korunuyor olmalarıdır.

Özet olarak, evrim kelimesiyle biz, en ilkel bir yaşam biçiminin, tek bir kuramsal hücrenin, gittikçe artan sayısız, karmaşık bir yaşam formuna, en yüksek yaşam biçimi olan insana dönüşümünden sorumlu olduğu varsayılan bir süreci ifade ediyoruz. Evrim kuramının ileri sürdüğü şey, esasen farklı bitki ve hayvan türlerinin, daha eski ve daha ilkel yaşam formlarından sırayla ortaya çıkmış ortak atalardan geldikleridir. Biz evrim demekle, esasen farklı bir yaşam formunun kökenini meydana getirmeyen, bağımsız, farklı bir tür içinde gerçekleşen sınırlı varyasyonlardan bahsetmiyoruz.


Yaratılış: Yaratılış kelimesi ile anlatmak istediğimiz, temel bitki ve hayvan türlerinin, Yaratılış’ın ilk iki bölümünde anlatıldığı gibi, aniden ortaya çıkan bir emir ya da yaratılış süreci ile varoluşlarıdır. Biz burada kendi türlerine göre çoğalmaları emredilen bitki ve hayvanların, esasen bir anlık bir süreç yoluyla Tanrı tarafından yaratıldığını anlıyoruz.

Tanrı’nın nasıl yarattığını, nasıl süreçler kullandığını bilmiyoruz. ÇünküTanrı, şu andoğal evrenin hiçbiryerinde etkin olmayansüreçler kullandı. Tanrısal yaratılışı, özel yaratılış olarak nitelendirmemizin nedeni de budur. Biz, bilimsel araştırmalar yoluyla, Tanrı tarafından kullanılmış olan yaratılış süreçleri hakkında hiçbir şey keşfedemeyiz. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, evrimciler, hiçbir gerçek evrimsel dönüşüm gözlemlememişlerdir ve bu, gelecekte de mümkün olmayacaktır. Aynı şekilde, onlar, varsaydıkları evrimsel dönüşümün ne şekilde gerçekleşebileceğini de asla öğrenemeyeceklerdir.

Bundan önceki konumuzda, temel bitki ve hayvan türleri ile ne demek istediğimizi açıklamıştık. Tanrı, yaratılış haftası süresince tüm bu temel bitki ve hayvan türlerini yarattı ve Kutsal Kitap’ta son bulmuş bir yaratıştan söz edildiğine göre, o zamandan bugüne hiçbir yeni tür var olmadı (Yaratılış 2:2). Tanrı’nın yaratış işinin sonunda ortaya çıkmış olan çeşitlilik, sadece tür içi değişimlerle sınırlandırıldı.

Öyleyse, daha önce de belirtildiği gibi, özel yaratılış görüşü, çeşitliliğin kökeninin ve türlerin, (bazen insanlar tarafından tanımlanan türler), yaratılmış orijinal bir türden geldiğini kabul etmektedir. İnanılan şey şudur: Her türün, yeterli genetik potansiyeli içinde barındıran gen havuzuyla yaratılmış olması, geçmişte var edilmiş olan bu türün ve günümüzde var olan türlerin içindeki tüm çeşitliliği ortaya çıkarmıştır.

Her tür, büyük bir gen çeşidi ile yaratıldı. Bu genler, cinsel üreme sürecinde, çok sayıda farklı yolla özelleşmiş olabilir. Örneğin, bugün dünyada yaklaşık beş milyar insan var ve özdeş ikizler ile çoklu doğumların gerçekleştiği diğer durumlar dışında hiçbir birey gerçekte benzer değil. Hiçbiri aynı gen kombinasyonuna sahip değil. Bu özelleşme süreci, birçok farklı birey oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda farklı ırklar da ortaya çıkardı. Ancak hepsi tek bir türün üyeleri kaldılar: Homo Sapiens.

Hepimiz tarafından bilinen bir diğer örnek de köpeklerle ilgilidir. Minik Chihuahua’dan, büyük Danua (Great Dane) cinsine, buldoktan tazıya kadar tüm köpekler tek bir türden, Canis Familiaris’ten türemişlerdir. Bu süreç, tabi ki, insan tarafından yapay seçilim ve kendisiyle aynı soy ve cinsten olanlarla çiftleşmesi yoluyla oluşmuştur.

Buna pek çok farklı örnek verilebilir. Her durumda, gerçekleşen değişimin sorumlusu olan büyük gen çeşitliliği, ilk yaratılmış tür vasıtasıyla tanıtılmaktadır. Ancak, pek çok farklı yolla gerçekleşmiş bir özelleşme vardır. Hangi kombinasyonların var olabileceği önemli değildir. Çünkü, insan türü daima insan olarak kalmış ve köpek türü de köpek türü olmaktan asla vazgeçmemiştir. Evrim kuramınca ortaya atılan dönüşüm asla gerçekleşmemiştir.

Burada eklenmesi gereken bir diğer şey, Tevrat’ın, bazılarının söylediği gibi iki yaratılış hikayesi içermediğidir. 1. bölüm, yaratılışın, adım adım ya da kronolojik anlamda açıklaması, 2. bölüm ise belirli özelliklerin vurgulanmasını amaçlayan tarzda anlatılmış bir yaratılış özetidir.

Ben ilaç kullanımıyla ilgili araştırmalar yaparken, yapmış olduğum deneylerin günlük kayıtlarını bir laboratuvar defterine geçirirdim. Bu tabi ki, yapmış olduğum araştırmaların bir kronolojik kaydıydı. Her proje takım üyesinden, her yıl bir yıllık proje özeti hazırlaması istenmişti. Biz bu raporlarda, kendi laboratuvar sonuçlarımızı özetlemiştik. Bu özette rapor edilen sonuçların sırası kronolojik değildi. Fakat sonuçlar, her sonucun taşıdığı önemi ifade edecek biçimde kaydedilmişti. Yani bu, Tevrat’taki yaratılış hikayesiyle aynıydı.


Evrim Mekanizması: Fosil kaydını kanıt olarak nitelendirmeden önce, bu kayıtları yaratılış ve evrim meseleleri açısından daha açık bir hale getirmeliyiz. Öncelikle, evrimin zannedildiği gibi gerçekleşmesini sağlayan mekanizmayı anlamalıyız. Bu kuramsal mekanizmayı temel alırsak, eğer evrim gerçekten gerçekleşmişse, fosil kaydının bize neler göstermesi gerektiği konusunda tahminler yapabiliriz.

Yukarıda, türler içerisinde pek çok varyasyonun var olduğuna işaret etmiştik. Bu çeşitliliğin kökeninden neyin sorumlu olduğunu anlamadığı halde, Darwin de bu gerçeği işaret etmişti. Darwin, tür içi değişimlerin hiç durmadan gerçekleştiğini söyledi.

Darwin, birçok hayvanın doğduğu ama uzun süre hayatta kalmadığı gerçeğinden haberdardı. Darwin, güçlü olanın hayatta kaldığı, zayıf olanınsa yok edildiği bu varlıklar arasında bir var olma mücadelesi olduğunu düşündü. Bu şartlar altında ortaya çıkıp, çok düşük bir yaşama şansı ve çok düşük bir üreme kapasitesiyle sonuçlanan herhangi bir çeşitlilik, bu değişimi genetik anlamda taşıyan bitki ya da hayvanların yok oluşlarına neden olacaktı.

Öte yandan Darwin, hayvan ya da bitkilerin yaşama şansını ya da doğurganlığını arttırıcı yönde ortaya çıkan herhangi bir değişimin de o canlıya, hayatta kalma çabasında bir avantaj sağlayacağı sonucuna varmıştır. Bu değişime uğrayarak korunmuş canlı türü, değişmeden kalan türlerin karşılığında, hayatta kalma eğiliminde olacaktır. İşte doğanın, bu korunan değişimleri seçtiği, evrim sürecinin de varyasyonların doğal seçiliminden ibaret olduğu söylenmektedir. Çok uzun bir zaman periyodu içerisinde gerçekleştiği düşünülen bu varsayılan korunabilir küçük değişimlerin toplamının, mikroskobik bir bakteri hücresinin bir insana dönüşümü gibi çok büyük değişimleri bile başarabilecek güçte olduğu düşünülüyordu.

Darwin, tür içi değişimlerin neden kaynaklandığını bilmiyordu. Gregor Mendel’in genetik konusundaki büyük eseri, Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabıyla hemen hemen aynı zamanda yayınlandı. Fakat bu kitap, hem Darwin, hem de o zamanın diğer pek çok bilim adamı tarafından önemsenmedi. Darwin’in, bu değişkenliğin kökenini açıklamak için söylediği şeyler, tamamıyla hatalıydı. Darwin, Türlerin Kökeni kitabının özellikle son baskılarında, doğuştan olmayıp, sonradan kazanılan karakterlerin kalıtımı fikrini kabul etmiştir. Bu fikir, doku (bedensel hücre) içerisindeki hücreler çevresel şartlardan etkilendiklerinde, kalıtsal parçaların (“tomurcuklar”) şekillenmesi esasına dayanır. İnanılan şey şudur: Bu “tomurcuklar”, eşey hücrelerine taşınmakta ve böylelikle bundan sonraki nesillere geçmektedir. Ebeveynler tarafından kazanılan karakterlerin, bu yolla nesillere aktarıldığını sanılıyordu.

Biz bugün biliyoruz ki, kalıtım, yalnızca, eşey hücrelerinde (yumurta veya sperm) bulunan genler tarafından kontrol edilmektedir. Yalnızca eşey hücrelerindeki genlerde meydana gelen başkalaşımlar kalıtsaldır. Sonradan şekillenmiş “tomurcuk” gibi yapılar ve doğuştan olmayıp sonradan kazanılmış karakterler kalıtsal değildir.

Karmaşık yapılı hayvan hücrelerinin çekirdeklerinde yüz binlerce gen bulunmaktadır. Her gen, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlanmış yüzlerce veya binlerce alt birimden meydana gelmektedir. Karmaşık bir kimyasalın özel bir biçimi, deoksiribonükleik asit veya DNA olarak isimlendirilen bir gen meydana getirir.

DNA’da dört farklı çeşit alt birim (nükleotid) vardır. DNA zincirindeki bu alt birimlerde yer alan belirli düzen ya da ardışıklık, bir cümleyi diğerinden ayıran alfabe harflerinin kendine özgü düzeninde olduğu gibi bir geni diğerinden ayırır.

Her karakter, en az iki gen tarafından kontrol edilir. Bu gen çiftini oluşturan genler, alel olarak isimlendirilir. Bu genlerin her biri, her bir ebeveynden gelmiştir. Yani, yumurta ve spermden her biri tek bir gen grubuna sahiptir. Döllenme gerçekleştiğinde, bu iki gen grubu birleşir. Eşey hücrelerinin üretimi sırasında genlerde meydana gelen ayrılma ve yeniden birleşme olayları, yumurta ve sperm hücrelerinin, değişik gen kombinasyonlarının muhteşem çeşitliliği ile oluşmasını sağlar. Bu yumurta ve sperm hücreleri, hangi spermin hangi yumurtayı dölleyeceğine bağlı olarak çok değişik yollarla birleşebilirler. Sonuç, bizim türler içerisinde görebildiğimiz muhteşem çeşitliliktir.

Genler çoğunlukla sabittirler. Belirli bir gen (soyu aracılığıyla), yapısında bozulmalar olmaksızın binlerce yıl hayatta kalabilir. Ancak, çok nadir de olsa, bazen bir genin kimyasal yapısı değişikliğe uğrayabilir. Böyle değişimler, mutasyon olarak isimlendirilir. Mutasyonlar, kimyasal maddeler, röntgen ışınları, ultraviyole ışınlar, kozmik ışınlar gibi nedenler sonucu ortaya çıkabilirler. Bazı mutasyonların nedeni ise, hücre üretimi sırasında gerçekleşen kopyalama hatalarıdır.

Pek çok mutasyon, bir gen içerisindeki binlerce alt birimden sadece bir tanesinde meydana gelen bir değişimle sonuçlanır. Bu değişim öylesine küçüktür ki, var olan kimyasal tekniklerle doğrudan doğruya sezilemez. Ancak, bunun, bitki ya da hayvan üzerindeki etkileri oldukça şiddetlidir. Mutasyonların sonucu çoğunlukla öldürücü ve hemen her zaman zararlıdır.

Doğada kendiliğinden gerçekleştiğini gözlemlediğimiz ya da laboratuvarlarda sebep olunabilen mutasyonların daima zararlı olduğu tespit edilmiştir. Gerçekleştiği gözlemlenen tüm mutasyonların tek bir tanesinin bile, bundan etkilenen bitki ya da hayvanın yaşama şansını kesinlikle arttırdığını söylemek şüphelidir.11 Ancak evrimciler, bu mutasyonların çok küçük bir kısmının (belki 10.000’de bir) faydalı olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddianın ortaya atılmasının nedeni, bizim böyle faydalı mutasyonları gözlemleyebildiğimiz değil, evrimcilerin, böyle faydalı mutasyonlar gerçekleşmediği sürece evrimin imkansız olduğunu bilmeleridir. Son çözüm olarak, evrimin tamamı mutasyonlar üzerine yüklenmelidir.12

Bu faydalı olduğu zannedilen kuramsal mutasyonlar, bitki ya da hayvanı, onun rekabet edebilme ve hayatta kalabilme yeteneğini geliştirerek veveya üreme kapasitesini arttırarak değişime uğratmaktadır. Bu mutant genleri kalıtsal anlamda taşıyan bitki ya da hayvanlar böylelikle, değişmeden kalan türlerin aleyhine hayatta kalma eğiliminde olacaklardır. Evrimcilerin inandıkları şey şudur: Sonuç olarak, birkaç bin nesil sonra, bu mutant, tamamıyla, değişmeden kalan türdeki orijinal genin yerini alacaktır. Doğanın, uygun mutantları seçtiği söylendiği için, evrim süreci de doğalseçilimle mutasyon olarak isimlendirilmiştir.

Birkaç istisna dışında evrimciler, bu faydalı olduğu söylenen ve evrime yardımcı olduğu düşünülen mutasyonların, çok küçük değişimlerle sonuçlanması gerektiğini düşünürler. Çok küçük bir değişimden biraz daha büyük sonuçlar verebilecek bir mutasyon, bitki ya da hayvanın hayatta kalabilme düzeninde çok büyük ölçüde yıkıcı etkiler yaratacaktır. Böyle bir mutasyonun, zararlı ya da öldürücü oluşu kaçınılmaz olacaktır.

Evrimsel sürece yardımcı olduğu düşünülen mutasyonlardan her biri, sadece çok küçük değişimlerle sonuçlandığı için, bir türün bir diğerine evrimleşebilmesi için, bu faydalı kuramsal mutasyonların binlercesinin toplamı gerekli olacaktır. Bir balığın, bir amfibyuma dönüşümü gibi çok daha şiddetli bir değişim, çok, pek çok karakterde gerçekleşmiş çok sayıda faydalı mutasyon gerektirecektir.

Bir gen içerisinde, herhangi bir mutasyon çeşidinin gerçekleşmesi, çok nadir bir olaydır. Ayrıca bu mutasyonların sadece 10.000’de bir veya daha azının faydalı olduğu göz önüne alınırsa, faydalı bir mutasyonun oluşumunun gerçekten de aşırı derecede nadir bir olay olduğu anlaşılabilecektir. Ayrıca, bir mutasyonun kalıtsal olabilmesi için, mutasyonun, eşey hücresi genlerinde meydana gelmiş olması gerekir. Eşey hücreleri, organizmanın tüm hücrelerinin yalnızca çok küçük bir oranını oluşturmakta ve içinde bulunulan çevre şartlarından göreli iyi korunmaktadır. Gayet açıktır ki, varsayılan evrim sürecininesası, yavaş vekademeli bir değişimdir. Bir türün, yeni bir türe dönüşümü için en az yüz binlerce, belki de milyonlarca yıl gerektiğine inanılmaktadır. Bir balığın, bir amfibyuma veya bir sürüngenin bir memeliye dönüşümü gibi çarpıcı bir değişim için ise onlarca milyon yıl gerektiğine inanılmaktadır.

Evrimin, cinsel üremeye rehberlik eden özelleşme ile birlik içinde olduğu ve çevreyle uyum içinde olan, doğal seçilimden tümüyle etkilenmiş küçük mutasyonlar ya da mikro mutasyonlar yoluyla gerçekleşen yavaş ve kademeli bir süreç olduğu yorumu, Yeni Darvinci evrim yorumu olarak isimlendirilmiştir. Darvinciliğin özü unutulmadı fakat Darwin’in kuramlarında, bu kuramları onun zamanından bu yana genetik ve moleküler biyoloji vb. alanlarda yapılan keşiflere uygun hale getirmek amacıyla değişiklikler yapılmıştır.

Kısa bir zaman öncesine kadar, birkaç istisna dışında bütün evrimciler Yeni Darvinciydi ve bugün hâlâ Yeni Darvincilik mekanizması ders kitaplarında yer almaktadır. Geçtiğimiz yıllarda, gittikçe daha fazla evrimci, fosil kaydının kademeli değişim için çok az kanıt gösterdiğini ya da hiç kanıt göstermediğini kabul etmiştir. Biyolojik evrim için, fosil kaydının şaşırtıcı görünüşüyle başa çıkmak amacıyla ortaya “sıçramalı denge” ya da “sıçramalı evrim” olarak isimlendirilen yeni bir senaryo atıldı. Bu konu, kitabın son bölümünde ayrıntılarıyla tartışılacaktır. Bir kişi Yeni Darvinciliğin yavaş, kademeli değişim fikrini, ya da daha hızlı evrim senaryosu olan sıçramalı dengeyi kabul etse de, yine şu anda yeryüzünde bulunan tüm yaşam formlarının üç milyar yıldan daha fazla süre önce var olmuş tek bir canlı formundan meydana geldiğini savunmuş olmaktadır. Öyleyse, bugünkü fauna ve florayı üretmiş olan süreçler ne olursa olsun, sözde gerçekleşmiş olan değişimleri belgelemek için bugünkü fosiller fazlasıyla yeterli bir kayıt olmalıdır.


EVRİM ve YARATILIŞ MODELLERİNİN

DAYANDIRILDIĞI TAHMİNLER

Önceki tartışmamızda evrim ve yaratılışın ne anlama geldiğini tanımladık. İddia edilen evrimsel mekanizmaları ve yaratılış süreci hakkında insan bilgisinin bize anlatabileceği her şeyi açıkladık. Şu anda, bir yandan yaratılış, bir yandan da evrim modelinin dayandırıldığı fosil kaydında bulunması gereken kanıtları göstermeye hazırız.


Yaratılış Modeli: Yaratılış modelinin temelinde, ataları göstermeyen çok miktarda yüksek karmaşık yaşam formlarının fosil kaydında aniden ortaya çıkacağını tahmin edebiliriz. Temel bitki ve hayvan formlarından oluşan başlıca yaşam biçimlerinin hepsinin, bir temel türden, bir diğerine bağlı olan geçiş formlarının fosil kaydındaki kanıtsızlığını tahmin edebiliriz.

Böylece, örneğin, kediler, köpekler, ayılar, filler, inekler, atlar, yarasalar, dinozorlar, timsahlar, maymunlar, kuyruksuz maymunlar ve insanlar gibi fosilleşmiş kalıntılarda ortak bir ata bulamayacağımızı bekleriz. Fosil kaydında, her temel tür kendi ilksel görünümünde, o türü tanımlayan tüm karakteristikler tamamen gelişmiş olacaktır.


Evrim Modeli: Evrim modelinin temelinde, fosil kaydı bırakabilecek güçte olan en ilkel yaşam formlarının fosillerinin en eski katmanların içerisinde bulunacağını tahmin edebiliriz. Daha genç katmanlar sırasıyla incelendiğinde, nispeten bu basit yaşam formlarının daha karmaşık yaşam formlarına kademeli geçişini gözlemlemeyi bekleriz. Günümüzde ve geçmişte var olmuş olan yaşam formlarının kendi içinde milyonlarca türe ayrılması, bize, bir formdan diğerine geçiş formunu bulmayı bekleriz.

Yeni türlerin, bir grubu tanımlamak için kullanılan karakteristiklerin tümüne sahip olarak, fosil kaydında birdenbire ortaya çıkmayacaklarını tahmin edebiliriz. Fakat bu türler, eski zamanlarda yaşamış ataları tanımlamada kullanılan karakteristikleri taşıyor olacaklardır.

Eğer evrimcilerin inandığı gibi bir balık, bir amfibyuma evrimleşmişse, o zaman bizler, yüzgeçlerin bacak ve ayaklara dereceli geçişini gösteren geçiş formlar bulmayı bekleriz. Tabi tüm hayat süresini su içinde geçirerek yaşamaya uyarlanmış bir balığın, hayatının büyük bir bölümünü su dışında geçiren bir hayvana dönüşümü için, anatomik ve fizyolojik anlamda birçok farklı başkalaşımlar da geçirmiş olması gerekir. Ama yüzgeçtenayağa geçiş, kolayca izlenebilecek bir geçiş olmalıdır.

Eğer kuşlar sürüngenlerden gelmişse, o zaman bizler, fosil kaydında, eski zamanlarda yaşamış bir sürüngenin ön ayaklarının, bir kuşun kanatlarına ve sürüngende bulunan bazı yapıların, bir kuşun tüylerine dönüşümündeki dereceli geçişi gösteren geçiş formlar bulabileceğimizi tahmin ederiz. Yine bunlar da fosil kaydında kolayca izlenebilecek, gayet açık geçişlerdir. Tabi bunun yanı sıra, sürüngenin arka ayaklarının, kuşun, üzerine konduğu ayaklara, ya da sürüngen yapısındaki kafatasının, kuş yapısındaki kafatasına dönüşümü gibi başka birçok değişimin de aynı zamanda gerçekleşmesi gerekir.

Uçan sürüngenlerde (pterosaur) kanat zarı, aşırı derecede uzamış dördüncü parmak ile desteklenmektedir. Eğer uçan sürüngenler gerçekten de uçamayan bir sürüngenden evrimleşmişse, bizler, fosil kaydının, diğer orijinal yapılarla birlikte dördüncü parmağın da uzunluğundaki kademeli artışı gösteren geçiş formları ortaya koyabileceğini tahmin ederiz.

Fosil kaydı, binlerce geçiş formu göstermelidir. Evrimsel jeolojiye göre, gerçekten de şimdiye kadar var olmuş tüm bitki ve hayvanların sadece çok küçük bir kısmı fosil olarak korunmuştur. Ve şu da doğrudur ki, biz, kayalar arasında gömülü halde bulunan fosillerin şimdiye kadar sadece çok küçük bir kısmını ortaya çıkarabildik. Yine de bulduğumuz fosiller temsil edecek kadar çoktur. Gerçekte, müzelerimizde, katalogu hazırlanmış milyonlarca fosili temsil eden yaklaşık 250.000 farklı fosil türü bulunmaktadır.

Fosil kaydının örnekleri bugün öylesine çoktur ki, artık kayıtlardaki eksikliklerin gerekçesi geçerli değildir. George şöyle demiştir:


Fosil kaydının yetersizliği konusunu bahane etmeye daha fazla gerek yoktur. Kayıtlar bazı yollarla, idare edilemez derecede zenginleşmiş, yapılan keşifler ise bundan çok daha hızlı ilerlemiştir.13


Öyleyse gayet açık olan şudur: Eğer evrim kuramının beklentileri geçerli olsaydı, 150 yıllık hararetli araştırmalar çok sayıda açık geçiş formunun keşfedilmesine neden olurdu.

Örneğin biz, eski zamanlara ait tam tamına milyarlarca omurgasız ve birçok balık fosili keşfettik. Omurgasızlardan omurgalılara geçişin milyonlarca yıl gerektirdiğine inanılmaktadır. Popülasyonların, evrimin birimlerini meydana getirdiği ve tabi ki yalnızca başarılı popülasyonların yaşamını devam ettirebildiği düşünülüyor. Öyleyse, balıkların atası düşünülen omurgasız fosilleri ve balık fosillerini bulduğumuzda, kesinlikle geçiş formu niteliği taşıyan fosilleri de bulmak zorundayız.

Amfibyumların atası olduğu iddia edilen loplu / saçak yüzgeçli (crossopterygian) balıklarının fosillerini buluyoruz. “İlkel” amfibyumlar olarak isimlendirilen fosiller buluyoruz. Balıktan amfibyuma geçiş, milyonlarca yıl gerektirdiğine göre, yüz milyonlarca, hatta milyarlarca geçiş formları yaşamış ve ölmüş olmalıdır. Bu hayvanların belki de çok küçük bir kısmı fosilleşmiş olsa bile, bu geçiş formların fosil kaydında bulunmuş olması gerekirdi. Aslında, farklı zamanlardan, sadece beş veya altı geçiş formunun ortaya çıkarılması, evrimin belgelenmesi için yeterli olurdu.

Tüm fosil kaydında her konuda bu böyle olurdu. Geçiş formlarının bulunmasında en ufak bir güçlük olmamalı. Yüzlerce geçiş formu müze koleksiyonlarını doldurmalı. Zaten fosil bulursak, geçiş formlarını da bulmamız gerekir. Aslında, bir fosili belli bir kategoriye yerleştirmedeki zorluğun, artık bir istisnadan çok, bir kural olması gerekir.




Özet


İki model arasındaki zıtlıklar ve her modelin dayandırıldığı tahminler aşağıdaki gibi özetlenebilir:


Yaratılış Modeli

Evrim Modeli

Bir Yaratıcının yaptığı şeyler sonucu.

Ölü bir maddenin doğasında var olan özellikler sayesinde oluşan mekanik ve doğal süreçler sonucu.

Temel bitki ve hayvan türlerinin ilk temsilcilerinin tamamlanmış karakteristiklerle yaratılışı.

Ölü bir kaynaktan kendiliğinden ortaya çıkmış canlı bir kaynağın, tüm canlıların kökenini oluşturması. Her türün yavaş ve kademeli değişimlerle atasından kökenini oluşturması.

Her tür içi özelleşme ve çeşitlilik sınırlı.

Çeşitlilik sınırsız. Bütün formlar genetik anlamda akraba.

Her iki model de, fosil kaydıyla ilgili olarak, aşağıdaki tahminlerin yapılmasına izin vermektedir:


Yaratılış Modeli

Evrim Modeli

Oldukça karmaşık formların büyük bir çeşitlilikle birdenbire ortaya çıkması.

Basit formların, kendinden daha karmaşık formlara kademeli değişimi.

Yaratılmış olan her türün tamamlanmış karakteristiklerle birdenbire ortaya çıkışı.

Tüm kategorilerle bağlantılı geçiş sıra.

Belli başlı taksonomik grupları ayırmada keskin sınırlar var. Yüksek kategoriler arasında hiçbir geçiş formu yok.


Hiçbir sistematik boşluk yok.