YUKARIYA DOĞRU MU AŞAĞIYA DOĞRU MU?


Termodinamiğin Yasaları

Evrenin kökeni ve temel yapısı üzerinde durmuştuk. Bundan sonra, evrende egemen olan yasaların özelliklerini ve gerçekleşen oluşumları inceleyeceğiz. Termodinamiğin Birinci ve İkinci Yasalarının önemini belirtmiştik. Şimdi, bu Yasaların yaratılış modelini destekleyen güçlü kanıtlarını ayrıntılı biçimde ele almak istiyoruz.


1. Temel Yasalara Göre Evrim Modelinin Tahminleri

Evrim modeli, bilimsel verileri tahmin etmede etkili bir çerçeve olsaydı, elbette doğa olaylarında egemen olan temel ilkeleri öngörürdü. Maddenin birtakım aşamalardan geçerek, elementlere, yıldızlara, kimyasal polimerilere, canlı hücrelere, kurtçuklara, balıklara, amfibyumlara, sürüngenlere, memelilere ve son olarak da insana evrimleşmiş olduğu ileri sürülüyor. Bu doğruysa, sistemleri sürekli olarak daha yüksek karmaşıklık seviyelerine iten güçlü ve yaygın bir ilke olmalıdır. Bu, evrim modelinin en temel ve en önemli öngörüsüdür. Öyleyse doğaya yeni sistemlerin dahil olmasını sağlayan ve varolan sistemleri daha yüksek sistemler haline getiren temel bir ilke olmalıdır. Biz bu ilkeye, kimliğini belirtmek için, “Doğal İlerleme ve Bütünleşme İlkesi” diyeceğiz. Evrim modelinin kökenler ve gelişmeyle ilgili görüşleri geçerliyse, doğada işleyen böyle bir ilkenin gerçekten bulunması gerekmektedir.


Bir evrimcinin doğa yasaları hakkında hiçbir ön bilgisi olmasaydı ve tahminlerini ancak evrim modeline göre yapacak olsaydı, doğada işleyen bu çeşit bir temel ilkenin varlığını kesinlikle öngörürdü. Doğanın süreçlerini ölçerken de ilkenin işlediğini görmeyi beklerdi. Evrim varsayımlarından yola çıkıldığında, Termodinamiğin Birinci ve İkinci Yasalarını hiç kimse beklemezdi.


2. Temel Yasalara Göre Yaratılış Modelinin Tahminleri

Diğer yandan yaratılış modeli İki Yasayı da kesin olarak öngörmektedir. Başlangıçta, mükemmel ve amaçlı bir yaratılış temel alındığından, yaratıklardan, arzu edilen amaçların gerçekleşebilmesi için korunma ilkesinin varlığı gereklidir. Mükemmel bir yaratılışı etkileyen herhangi bir değişiklik de zararlı olacaktır. Yaratılış modeli, bu konuda “Doğal Korunma ve Dağılma İlkesi”olarakadlandırılabilen temel bir ilke ortaya koymaktadır. Söz konusu ilke evrim modelinin öngördüğünün tersidir. İlerleme yerine korunmayı, bütünleşme yerine dağılmayı öngörür.


Acaba hangi modelin ilkesi gerçeklere daha uygundur? Bütün doğa olaylarını etkileyen ve bilim adamlarınca evrensel yasalar olarak kabul edilen Termodinamiğin İki Yasasının yaratılış modelini doğrulaması, bu sorunun yanıtıdır. Korunma, Termodinamiğin Birinci Yasası, bozulma ise İkinci Yasasıdır. Evrimcilerin öngördüğü ilerleme ve bütünleşme, gözlenebilen bilimsel verilerce desteklenmemekte ve bir evrim felsefesi olmaktan öteye gidememektedir.


Kanımca, termodinamiğin iki yasası, belki de fizikçiler olarak deneyimlerimizden edindiğimiz en güvenilir genellemelerdir.”52

Bu tartışmada Termodinamiğin İkinci Yasasının ayrı bir önemi vardır. Çünkü, bu yasaya göre, doğada evrimcilerin ileri sürdüğünün aksine, yukarıya doğru değil, aşağıya doğru evrensel bir değişme ilkesi vardır. Bu özellik, aşağıdaki gibi farklı ortamlarda değişik yönlerden tanımlanabilir:


(1) Klasik Termodinamik

Kendiliğinden oluşan bütün fiziksel değişmelerde entropi (düzensizlik) artışı hep olur.” Entropi, “işe dönüştürülemeyen enerji miktarının bir ölçüsüdür”.53


(2) İstatistiksel Termodinamik

Klasik ve istatistiksel yönlerden entropi şöyle anlatılmaktadır: ‘Her enerji miktarında entropi adı verilen bir özellik vardır ve düzensizlik derecesinin bir ölçüsüdür. Enerjinin, sürekli olarak entropi artışının olduğu yönde akması gerekir’.”54

Bildiğimiz kadarıyla bütün değişmeler; artan entropi, artan düzensizlik ve artan gelişigüzellik yönünde, yani bozulmaya doğrudur.”55


(3) Enformasyonsal Termodinamik

Bilginin işlendiği ve aktarıldığı sistemlerle (örneğin, bilgisayarlar, otomasyon, televizyon, gazeteler vs.) bağlantılı olarak, enformasyon teorisi adı verilen son derece yararlı bir bilim dalı, bilginin iletilmesinde entropiyi, “gürültünün” ya da belirsizlik derecesinin bir ölçüsü olarak düşünmektedir. Termodinamiğin diğer dallarında olduğu gibi enformasyonsal termodinamikte de aynı matematik kavramlar ve denklemlerin uygulanması, doğadaki birliğe ilginç bir tanıktır.

Enformasyon ve termodinamiğin ikinci yasası arasındaki kavramsal bağlantı şimdi kesin olarak ortaya konmuştur.”56

Termodinamiğin İkinci Yasası birçok şekilde ifade edilebilir... Bu ifadelerin eşitliğini göstermek için çok ileri seviyede matematik ve fizik kullanmak gerekse de, hepsi eşittir.”57

Bundan dolayı doğa olaylarını; (1) bir işin yapıldığı enerji dönüşüm sistemi, (2) değişikliğe uğrayan bir yapı sistemi, (3) bilginin kullanıldığı ve iletildiği bir bilgi sistemi olarak sınıflandırabiliriz. Birincisinde, daha sonraki iş için enerjinin bulunamayışı; ikincisinde, sistemin yapısındaki düzensizlik artışı; üçüncüsündeyse, kaybolan ya da bozulan bilgi, entropinin bir ölçüsüdür.


Belirli bir durumda hangisi daha yararlı olursa olsun, hepsinde de aşağıya doğru bir eğilim vardır. Enerji sağlanamaz, düzensizlik artar, bilgi değiştirilmiş olur.


Bununla beraber, daha gelişmiş organizmaların evrimleşmesi için enerjinin kazanılması, düzenin artması ve yeni bilgilerin eklenmesi gerekir. Oysa Termodinamiğin İkinci Yasası, herhangi bir dış etmen bu artışı zorlamadan artış olmayacağını göstermektedir.

Bu yasanın sonuçlarından biri de, bütün gerçek olayların dönüşümsüz olmalarıdır... Evrende her olay, entropi miktarındaki değişmeye paraleldir... Bütün gerçek olaylar, entropideki artışla birlikte yürür. Entropi, sistemdeki düzensizliğin de ölçüsüdür. Düzensizlik arttıkça entropi de artar.”58

Görüldüğü gibi, Termodinamiğin İkinci Yasası, evrim modeli karşısındaki önemli bir sorundur. Evrimcilerin bu sorunu önemsememeleri yaratılışçıları şaşırtmaktadır. Evrimi teşvik eden birçok kitap, bu konudan asla söz etmez. Birçok evrimci bilim adamı da, bu konuyu, hiç önemi yokmuş gibi atlar. Bununla beraber, evrimle entropinin nasıl uzlaştığını sorduğumuz zaman genellikle şu yanıtlardan birisini verirler:


1. “İkinci Yasa canlı sistemlere uygulanamaz.”

Karmaşık evrimleşme süreci içinde hayat, İkinci Yasada belirtilen eğilimle önemli bir karşıtlık göstermektedir. İkinci Yasa, artan entropi ve düzensizlik yönünde dönüşümsüz bir ilerleme öngörürken, yaşam sürekli olarak daha düzenli ve organize duruma doğru evrimleşir. Bir başka önemli gerçek de, daha büyük düzenliliğe doğru ilerleyişin dönüşümsüz olmasıdır. Evrim geri gitmez.”59

Bununla beraber, evrimin İkinci Yasaya ters düşmesi gerçeğinden (yazarın yukarıdaki alıntıda belirttiği gibi), uygulanmayacağını varsayarak sıyrılmaktadır. Yani o, sorgusuz sualsiz evrimin doğru olduğunu kabul etmektedir.Aslında, yaşamdaki oluşumlar çok karmaşık kimyasal olaylardır ve termodinamik yasaları bu olaylara da uygulanmaktadır. En yetkin biyokimyacılardan evrimci Dr. Harold Blum, biyolog arkadaşlarını entropinin canlı oluşumlarına da uygulandığına inandırmak için çok uğraşmıştır:

Canlı sistemlerdeki enerji konusu üzerinde ne kadar özenle inceleme yaparsak yapalım, termodinamik ilkelerini yenecek bir kanıt bulamamaktayız. Fakat sürekli, cansızlar dünyasında tanık olmadığımız yüksek bir karmaşıklık derecesiyle karşılaşmaktayız.”60

2. “Termodinamik yalnızca istatistiksel bir ifadedir ve istisnaları mümkündür.”


Fakat Angrist şu itirafta bulunur:

Böyle bir olaya karşı olasılıklar olağanüstü büyüktür.... Kimyacı Harry A. Bent entropinin azalabilme olasılığını hesaplamıştır, özellikle bir kalorilik ısı enerjisinin tamamının işe dönüşebilme olasılığını... Elde ettiği sonuç bilinen bir istatistiksel örnekle, yani, bir grup maymunun daktilo tuşlarına gelişigüzel vurarak Shakespeare’in eserlerini yazma olasılığıyla ifade edilebilir. Bent’in hesaplarına göre bir kalorilik ısının tam olarak işe çevrilme olasılığı bu maymunların Shakespeare’in eserlerini peş peşe hatasız 15 katrilyon kez yazabilmeleri olasılığıyla aynıdır.”61

3. “Belki İkinci Yasa eskiden işlemiyordu.”

Belki, evrimcilere göre geçmiş zamanlarda evrim oluşurken “Doğal İlerleme ve Bütünleşme İlkesi” gibi başka prensipler işliyordu. Fakat bu da evrimcilerin temel bir varsayımının reddedilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü onlara göre, varolan bütün yasa ve olaylar her şeyin kökeninden sorumludur. Gerçekten, bu düşünce bile yaratılış yaklaşımının geçerli olduğunu ve günümüz dünyasının yalnız geçmişteki özel yaratılışla açıklanabileceğini bize bildirmektedir.


4. “Belki evrenin başka bölgelerinde İkinci Yasa işlememektedir.”


Isaac Asimov gibi usta bir fizikçi bile, şöyle bir tahminde bulunabilmektedir:

Evrende oluşan her şey hakkında bilgi sahibi değiliz. Gözlemlediğimiz değişimlerin tamamı entropinin artışıyla gelmektedir. Buna karşın evrenin bir yerinde anormal koşullara bağlı bazı değişimler olabilir ve şimdiye kadar hiç incelemediğimiz, azalan entropi yönündeki olaylarla karşılaşılabilir.”62

Böyle bir tahmin ilginç gelebilir, ama tümüyle bilimdışıdır. Evrenin başka bölgelerinde yasaların farklı olduğuna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Dolayısıyla çok az bilim adamı, Asimov’un bu düşüncesine katılmaktadır. Ne olursa olsun, asıl konumuz dünyadaki yaşam ve kökenlerle ilgilidir ve dünyada İkinci Yasa kesinlikle uygulanmaktadır.


5. “İkinci Yasa açık sistemlere uygulanmaz.”

İkinci Yasayla ortaya çıkan soruna evrimciler genellikle, dünya gibi açık sistemlere bu yasanın uygulanamayacağı biçiminde yanıt vermektedirler. Onlara göre, entropi nedeniyle kaybolan enerjiden daha fazlası güneşten dünyaya gelmektedir. Bu yüzden böyle bir sorunları yoktur.


Aslında, bu yanıt akla uygun değildir. Çünkü, enerjinin miktarı(gerçekten yeteri kadar vardır) ile dönüşümükarıştırılmaktadır. Sorun, evrimin devamı için güneşten gelen enerjinin yeterli olup olmadığı değil, güneş enerjisinin evrimleşmeyi nasılsağladığıdır.


Her iki yasa da kapalı sistemler için tanımlanmasına karşın, dünyada kapalı sistem diye bir şey yoktur. Aslında, bütün sistemler az ya da çok derecede, dolaylı ya da dolaysız olarak güneşten gelen enerjiye açıktır. Bundan dolayı, dünyanın güneşten gelen enerjiye açık bir sistem olduğunu söylemek her şeyi açıklamaz. Çünkü, aynı ifade bütün diğer sistemler için de geçerlidir.


İkinci Yasa bütün sistemlerde düzensizliğe doğru bir eğilim öngörür ve sistemlerin çoğunda da zaman, düzenlilikten düzensizliğe doğru gerçekdeğişmeleri ortaya çıkarır.


Dünyada, İkinci Yasanın öngördüğü bozulma eğiliminin görünüşte dengelendiği ve düzenlilikte bir artışın oluştuğu sistemler de vardır. Örneğin, tohumun bir ağaç, fetüsün yetişkin bir hayvan haline gelmesi, tuğla yığınından bir bina yapılması gibi.


Eğer bu sistemlerde, geçici ve sınırlı olarak İkinci Yasaya karşı kazanılan üstünlüğü (her birinde bu olay kısa ömürlüdür, çünkü en sonunda organizma ölür ve bina da yıkılır) yakından incelersek, her durumda, en azından iki temel koşulun var olması gerektiğini anlarız:


(a) Büyümeyi yönlendiren bir program gereklidir.

Gelişigüzel birikmelerle oluşan bir büyümenin sonucunda, düzenli bir yapı yerine, yalnızca karışıklık oluşur. Tüm olayların bir örnek, bir plan ya da bir programla başlaması gerekir. Aksi takdirde düzenli bir büyüme gerçekleşmez. Canlılarda bu durum, her canlı türü için ayrı bir DNA molekülüne bilgi sistemi olarak yerleştirilmiş olan çok karmaşık bir genetik programla gerçekleştirilmiştir. Binalar ise, mühendis ve mimarlar tarafından önceden hazırlanan plana göre inşa edilirler.


(b) Büyümesi için bir enerji dönüştürme mekanizması gereklidir.

Çevreden gelen enerji doğrudan kullanılamaz. Canlı sistemin bileşenlerini karmaşık ve düzenli bir yapıya organize etmek için, önceden, özel enerji biçimlerine dönüştürülmesi gerekir. Böyle bir dönüştürme mekanizması yoksa, çevreden gelen enerji mevcut yapıları bozmaktan başka bir işe yaramaz.

Düzenliliğin sürmesi için bakım işine gerek vardır ve dünyada gıda ürünlerine duyulan talep, aslında bu işi yapacak olan enerji talebidir. Fakat enerjinin basitçe harcanması, düzeni sağlamak ve sürdürmek için yeterli değildir. Çini imalâthanesinde bir boğa, etrafı yıkmakla bir iş görebilir. Fakat hiçbir zaman organizasyonu oluşturamaz ve sürdüremez. İhtiyaç duyulan iş belirli bir iştir, özellikleri vardır. Bir işi yapacak olanın, en azından, o işin nasıl yapılacağı hakkında bilgi sahibi olması gerekir.”63

Yukarıdaki tohum örneğinde, gerekli olan enerji dönüşüm mekanizmalarından birisi, fotosentez adı verilen şaşırtıcı olaydır. Böylece, henüz tamamı aydınlatılamayan karmaşık kimyasal reaksiyonlar, ışık enerjisini bitki yapısındaki bileşiklere dönüştürür. Hayvanlarda ise gıdaları vücut yapısına dönüştürmek için sindirim, kan dolaşımı, solunum gibi çok sayıda karmaşık mekanizma çalışır. Bina inşa edilirken de, yakıt maddeleri ve insan gücü, çok sayıda karmaşık elektrikli ve mekanik aygıtları çalıştırmada kullanılır.


Asıl sorun, güneşten dünyamıza erişen enerjinin evrimleşme için yeterli olup olmadığı değil, tersine, bu enerjinin evrimleşmeye nasıl dönüştüğüdür. Bu dönüşümün gerçekse, evrim en büyük gelişme olayı demektir. Çok küçük çaptaki bir büyüme olayı için bile bir program ve özel bir dönüşüm mekanizması gerektiğine göre, evrim için sonsuz derecede karmaşık bir şifre ve daha özel bir enerji dönüşüm mekanizması gerekmektedir.


Ancak, şimdiye kadar böyle bir program ve mekanizma ortaya çıkarılamamıştır. Öyleyse, atomdan küçük gelişigüzel parçacıkları insanlara kadar evrimleştiren plan, evrenin neresindedir? Sürekli olarak dünyaya gelen güneş enerjisini, kimyasal elementlerden, çoğalabilen canlı organizmalara ya da uzun jeolojik devirlerde kurtçuk kümelerini, insan topluluklarına dönüştüren olağanüstü motora nerede rastlanmıştır?

Bu kadar zor ve büyük bir iş için, mutasyonlar ve doğal seçilim yetmez. Mutasyon yönlendirici bir program değil, rastgele bir olaydır. Etkilediği organizmayı daha iyi ve karmaşık bir duruma getirerek enerjiyi dönüştüremez. Doğal seçilim, yeni bir şeyin üretimini yönlendiren bir program değildir. O ancak kötü değişimleri ve mutasyonları ayıklar. Bir enerji dönüşüm mekanizmasının olmadığı çok açıktır.


Gördüğümüz gibi mutasyon ve doğal seçilim, ne yönlendirici bir programdır, ne de bir enerji dönüşüm mekanizmasıdır. Mutasyon ve doğal seçilim beraber çalışsa bile, büyümenin gerektirdiği bu iki koşulu nasıl sağlayacaklar?


Evrimciler tahminler yürütmeden, canlı kürede (evren bir yana) yüksek karmaşıklıktaki olağanüstü organik evrene doğru büyümeyi yönlendirecek büyük bir programın ve güneş enerjisini yine bu büyümede kullanılabilecek biçime çeviren büyük bir mekanizmanın doğada var olduğunu gösterinceye kadar, evrim fikrinin tamamı İkinci Yasa tarafından reddedilecektir.


Şimdi çok emin olarak, evrim olayının (hipotetik Doğal İlerleme ve Bütünleşme İlkesi), Termodinamiğin İkinci Yasası tarafından tümüyle olanaksız kılındığını söyleyebiliriz. Evrim modelinin bu İkinci Yasaya uydurulması olanaksızdır.


Bir gün evrimciler, modellerinde becerikli bir değişiklik yaparak evrimle İkinci Yasayı uzlaştırmaya çalışsalar bile ortaya çıkacak olan, olsa olsa İkinci Yasanın önemini küçümseyen evrimci bir açıklama olacaktır. Başka bir deyişle, ileride evrim modeli, belki (nasıl olabileceğini görmek çok güç), Termodinamiğin Yasalarını açıklayabilecektir. Öte yandan yaratılış modeliyse, bu yasaları küçümsemeye gerek duymamaktadır. Çünkü, zaten bu yasaları öngörmektedir.




Yaşamın Kökeni

Kuşkusuz evrim aşamaları içerisinde en güç açıklanabileni, cansızdan canlıya, çoğalmayan kimyasal bileşiklerden, kendisini eşleyebilen sistemlere geçiştir. Nasıl olursa olsun, evrim geçerliyse, bu geçişin de gerçekleşmiş ve bugün doğada işleyen yasalarla açıklanabilen doğal olaylar aracılığıyla oluşmuş olması gerekir.


Evrim modeline göre, geçmişte evrimi gerçekleştiren yasalar günümüzde de geçerli olduğundan, bugün de cansızdan canlının türemesi gerekmektedir. Fakat yapılan deneyler, günümüzde böyle bir evrimin oluşmadığınıgöstermektedir. Bunun için, evrimciler evrim modelini bir başka ikincil varsayımla değiştirerek, bunun da çözümünü buldular. Yani onlara göre, o zamanlar dünya atmosfer ve hidrosferinde farklı koşullar egemendi.


Burada, yaratılış modelinin hem yalınlığı, hem de gücü bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu model, niçin cansızlardan canlıların oluşamayacağını açıklamak zorunda değildir. Çünkü, bu durumu zaten baştan kabul etmektedir. Yaratılış modeline göre yaşam, belirli bir yaratma döneminde oluşmuş ve bugün yinelenmeyen eşsiz bir olaydır.


Görüldüğü gibi yaratılış modeli, yaşamın kökeni hakkındaki olgulara, evrimden daha iyi uyum sağlamaktadır. Şimdi, evrim modelinin, yaşamın ilk ortaya çıktığı çağlardaki koşulların farklı olduğuna ilişkin varsayımını biraz daha inceleyelim. Geçmişte koşulların gerçekten farklı olduğunu kuşkusuz hiç kimse bilmemektedir. Üstelik jeolojik kanıtlar da bu savın tam tersini ortaya koymaktadır. Ancak, bir an için öyle olabileceğini varsayalım.


Bu konuyla ilgilenen biyokimyacılar, probleme çözümlemeli yöntemler ve deneylerle yaklaşmaya çalışmışlardır. Hayatın kendiliğinden nasıl başlayabileceğini göstermek için canlıların yapılarını inceleyip ilk çağların koşullarını laboratuvarda oluşturarak cansızdan canlı oluşumunu (hayali) yinelemeye çalışmışlardır.


Bu konuda çalışan birçok bilim adamının, söz konusu soruna kesin çözüm getirecekleri konusunda iddialı konuşmalarına rağmen, şu ana kadar hiçbir yerde çözüme yaklaşılmadığı ve büyük olasılıkla da bu sorunun hiç çözülemeyeceği bir gerçektir. Çünkü, en basit canlının bile olağanüstü karmaşık kimyasal yapısını çözümlemeli yöntemler ve deneylerle sentezlemek oldukça zordur. Şimdi çözümlemeli ve deneysel zorlukları kısaca inceleyelim.


1. Canlıların Çözümlemeli Karmaşıklığı

Karmaşık canlılar olağanüstü sayıda özel amaçlı hücrelerden, bu hücreler de çok özel yapıdaki proteinlerden yapılmıştır. Her protein molekülü de, yirmi çeşit amino asidin farklı oranlarda ve sırada dizilmeleriyle biçimlenmiştir. Her bir amino asit, hidrojen, azot, oksijen ve karbon (iki tanesinde de kükürt vardır) elementlerinden oluşmuştur.


Bu karmaşık protein moleküllerinin tamamı DNA molekülleri üzerindeki bilgilere göre üretilmekte ve bir araya toplanmaktadır. DNA (deoksiribo nükleik asit) altı tür basit molekülden ibarettir. Bunlar, sıralanışları bilgiyi oluşturan dört tür baz olan azot, oksijen, hidrojen ve karbonla birlikte deoksiriboz şekeri molekülü ve bazları yerlerinde tutan bir fosfat molekülüdür.

DNA molekülü, hücre proteinlerinin yapısıyla ilgili bilgileri taşımanın yanı sıra, kendisini eşleme özelliğine de sahiptir. Bundan dolayı üreme ve kalıtım doğrudan doğruya, her canlıda farklı ve özel bir yapıda düzenlenmiş olan bu moleküle bağlıdır.


Böylece, cansızdan canlı oluşumu sorunu, ilk eşleşen sistemin evrimleştiği yönteme bağımlı olmaktadır. Burada aşılmaz bir engel vardır. DNA, yalnız protein yapısındaki birtakım enzimlerin yardımı ile eşleşebilirken, bu enzimlerin bileşimi de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Her ikisi de birbirine bağımlı olduğundan, eşleşmenin oluşması için ikisinin de aynı anda var olması gerekir.


Gerçekten, canlılığın ilk ortaya çıkışı ancak özel bir yaratılışla olasıdır. Çok sayıda ciddi araştırmacı bu sorunu saptamışlardır.

Üreme talimatlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının ve bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tümüne ait talimatların o anda bir arada bulunmaları gerekmektedir. Bunların tümünün kombinasyonunun rastlantı sonucu gerçekleşmesi olasılığı o kadar düşük ki, olayda Tanrı’nın parmağının bulunduğu sık sık söylenmiştir.”64

Yukarıdaki ifadenin 1955 yılında, yani James Watson ve Francis Crick tarafından DNA’nın yapısının aydınlatılmasından iki yıl sonra yazılmasına karşın, bu sır bugün bile bir çözüme kavuşturulamamıştır. Yıllar sonra bu konuda yazılan bir makalede de aynı çaresizlik dile getirilmektedir:

Ancak, biyokimyasal genetik seviyesinde, evrimle ilgili birçok önemli soru hâlâ yanıtlanamamıştır... Tüm canlılarda, hem DNA eşleşmesi, hem de üzerindeki şifrelerin proteinlere çevrilmesi, oldukça özel ve uygun enzimler sayesinde olmaktadır. Aynı zamanda bu enzim moleküllerinin yapıları da DNA tarafından belirlenmektedir. İşte bu gerçek, evrimde çok gizemli bir sorunu açığa çıkarmaktadır.

Acaba, evrim olayında, şifrenin kendisi ve şifredeki enzimler birlikte mi ortaya çıkmıştır? Bu bileşiklerin olağanüstü karmaşıklığı ve sentezlenmeleri için aralarında hiç aksamayan bir koordinasyonun olma zorunluluğu göz önüne alındığında, rastlantısal oluşabilmeleri neredeyse olanaksız görünmektedir. Kuşkusuz bu sır, Darwin öncesi biri için (ya da Darwin sonrası bir evrim kuşkucusu için) özel yaratılışın en güçlü kanıtı olarak yorumlanırdı.”65


En basit bir protein molekülünün bile ne derece karmaşık bir yapısı olduğunu sonraki bölümde anlatacağız. Böyle bir molekül rastlantıyla oluşabilse bile, kendini hiçbir zaman eşleyemezdi. Özetle, üremede DNA’ya duyulan gereksinim, bu üreme için de bazı proteinlerin var olma zorunluluğu ve bu proteinlerin de DNA’daki bilgilere göre yapılanma zorunluluğu, evrimin, son derece önemli bir aşamada aşılması olanaksız bir engeldir.


Yaratılış modeli için bu konuda herhangi bir sorun yoktur. Çünkü bu model canlıların ancak canlılardan oluşabileceklerini öngörür.


2. Yaşamı Sentezlenmenin Deneysel Zorlukları

Gazete haberleri sonucunda birçok kişi, bilim adamlarının gerçekten “tüpte yaşam yaratabildikleri” izlenimine kapılmışlardır. Aslında, durum kesinlikle böyle değildir. Biyokimyacıların, diğer canlıların hiçbir parçasından yararlanmadan, temel kimyasal maddelerden (karbon, oksijen vs.) önce amino asitleri, sonra da bunlardan proteinleri sentezleyebilecekleri ve daha sonra bunların üretimini ve ileride düzenlenmelerini belirleyebilecek bir DNA molekülünü sentezleyebilecekleri gün, çok uzak görünmektedir. Gerçekten, sorun öyle karmaşıktır ki, böyle bir şeyin hiçbir zaman yapılamayacağına kesin gözüyle bakılmalıdır.


Ancak, bir gün böyle bir deney başarılırsa, bu demek değildir ki, aynı şeyler üç milyar yıl önce rastlantıyla oluşmuştur. Tersine, böyle bir olayın, ancak çok bilinçli hazırlanmış plânlar ve son derece doğru işleyen duyarlı laboratuvar aygıtlarıyla gerçekleşebileceğini kanıtlamaktadır.


Burada, söz konusu alanda çalışan biyokimyacıların başarılarını küçümsemek istemiyoruz. Ancak, bu deneylerin hiçbirinde canlı oluşturulmamıştır. Konuyu uygun bir perspektife oturtmak için, bu alanda yapılmış olan önemli deneylerin bazılarını kısaca gözden geçireceğiz.


(a) Amino asitlerin bileşimi:Stanley Miller’den başlayarak çeşitli araştırmacılar, birtakım özel aygıtlarla, yeryüzünün ilk çağlarındaki yaşam koşullarını oluşturarak, bazı amino asitler elde etmişlerdir. Bununla birlikte, amino asitler hiçbir şekilde canlı varlıklar değildirler. Ayrıca, Miller yaptığı aygıta, amino asitleri oluştuğu anda yakalayacak bir de ek yaparak, onları yapıldıkları ortamdan uzaklaştırmıştır. Böyle yapmasaydı, aynı atmosferik koşullarda o amino asitler hemen parçalanacaklardı. Ancak, Miller’in koruyucusuna benzeyen bir araç ilkel yeryüzünde bulunmayacaktı.66


(b) Amino asitlerin birbirine bağlanması:Sidney Fox ve diğer araştırmacılar, çok özel ısıtma tekniklerini kullanarak, varsayıma dayanarak dünyanın ilkçağları olduğu düşünülen dönemde hiç olamayacak koşullarda, amino asitleri “proteinoid” adıyla birbirlerine bağlamayı başarmışlardır.67 Bununla birlikte, bunlar da canlılarda bulunan çok düzenli proteinlere hiç benzememekteydi. Yalnızca hiçbir işe yaramayan, düzensiz lekelerden oluşuyorlardı. İlkçağlarda bu moleküller gerçekten oluşmuşlarsa, çabucak parçalanırlardı.

(c)DNA ve benzeri gen yapılarının kopyalanması: 1967 yılında Arthur Kornberg tarafından gerçekleştirilen “DNA sentezlenmesi” birçok gazete okuyucusunun ilgisini çekmişti. Severo Ochoa ve başka bilim adamları, bir gen olan virüs DNA’sını ya da başka biyolojik aktiviteye sahip molekülleri sentezleyerek ün kazanmışlardı. Bunların tümü önemli ve övülmeye değer çalışmalardır. Yine de, ayrıntıya girmeden özetlersek, bu çalışmaların tamamında bir DNA molekülü, gerçek hücrelerdekine benzer şekilde, kalıp gibi kopya edilmiştir. Bu kopya işleminde gerekli enzimleri de bulundurmak gerekliydi.68 Yani hiçbirisinde, başlangıçta canlılardan sağlanan bu moleküller olmaksızın, bir DNA ya da bir başka bileşik yapılmış değildir.


(d) Hücre sentezlenmesi:1970 yılında, J. P. Danielli’nin, gerçekten canlı bir hücre sentezlediği açıklandı. Bir kez daha belirtelim ki, bu bilim adamı canlı bir hücre ile işe başlayarak, onu parçalara ayırmış ve bunları yeniden birleştirerek yeni bir hücre oluşturmuştur. Bu önemli bir çalışma olmakla birlikte, bir canlı yaratmak anlamına gelmemektedir.


Yaratılışçılar, canlı organizmaların yapay yoldan üretilmesi üzerinde çok durulmasının yanlış bir anlayışı getirdiğine inanırlar. Bu olayların hiçbirisi doğal koşullarda oluşmaz. Öğretmenler, yaşamın eşsiz, karmaşık ve harika bir şey olduğunu öğrencilerine anlatırlarsa, onlara daha yararlı olurlar. Canlının cansızdan oluştuğuna dair hiçbir bilimselkanıt yoktur.Yaratılış modeli, yaşamın benzersiz kökeninin, yaşayan bir Yaratıcı’nın sözü olduğunu vurgular. Neden-sonuç yasası da canlının İlk Nedeni’nin canlı olmasını gerektirmektedir.


Değişme ve Doğal Seçilim

Charles Darwin doğal seçilimle türlerin kökenini açıklayan teorisini ilk kez yayınladığında, bir türün bireyleri arasında sürekli olarak oluşan küçük değişimlerin, o türün varolma mücadelesini olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkilediğini ileri sürüyordu. Ayrıca doğal seçilimle elde edilen önemli avantajların bu türün özelliklerinin daha uzun süre, kalıtımla sonraki kuşaklara aktarılmasını sağladığını ve sonra da aşamalı olarak tümüyle yeni ve daha yüksek organizma tiplerinin ortaya çıktığını ileri sürüyordu.


Daha sonradan, normal değişimlerin Mendel kalıtım yasalarına göre oluştuğu bulunmuştur. Ayrıca, bu değişimlerin, türün genetik sisteminde pasif halde bulunan bazı özelliklerin ortaya çıkmasıyla oluştuğu anlaşıldı. Modern moleküler biyoloji, DNA sistemindeki genetik şifreyi belirleyebilmektedir. Bu alanda çalışanlar, normal değişimlerin bir canlı tipinde, ancak DNA tarafından belirlenen sınırlar içinde işlediğini doğrulamaktadırlar. Bundan dolayı, bu değişimler sonucu yeni özellikler, daha düzenli ve karmaşık yapılar oluşmaz. Yani, değişim dikey değil, yatay olmaktadır.


Ne yazık ki, günümüzde evrimciler, bu tür normal değişimleri evrimin kanıtı olarak sunmaktadırlar. Klâsik bir örnek olarak, İngiltere’deki benekli güve verilmektedir. İlerleyen sanayi devrimi esnasında, kirletici maddelerin etkisiyle ağaç gövdeleri kararmaya başlayınca, bu böcekler baskın bir açık renkten baskın bir koyu renge dönerler. Bu gerçek anlamda bir evrim değil, normal bir değişimdir. Doğal seçilim, çevre değişimleri sonucunda canlı türlerini yok olmaktan koruyan bir mekanizmadır.

(Benekli güve) deneyleri doğal seçilimi, yani en uygun olanın varlığını sürdürebilmesini, iyi bir şekilde göstermektedir. Ancak, bu değişim evrim değildir. Çünkü, güve toplulukları renk içeriklerine göre açık, orta ve koyu olarak değişebilirler, ama tüm güveler, baştan sona kadar Biston betularia olarak kalmaktadır.”69

Başka bir deyişle, değişim ve doğal seçilim olayları, Darwin’in düşündüğü tarzda evrimi açıklamaktan çok, yaratılış modelinin öngördüğü ve işlemekte olan bir korunma ilkesine olağanüstü bir örnek olmaktadırlar. Yani, Yaratıcı yarattığı her çeşit canlı için bir amaç gözettiğine göre, o canlının varlığını sürdürebileceği bir sistemi de yapısına yerleştirmiştir. Organizmanın genetik sistemi, özel bir tür olarak kimliğini korumanın yanı sıra, özelliklerini (belirli sınırlarda) çevredeki değişimlere göre ayarlama işlevini de gerçekleştirebilmelidir. Aksi taktirde, yetişme yerindeki besin kaynağı gibi şeylerde gerçekleşen küçük bir değişim, o canlının sonu olabilir.


Doğal seçilim hiçbir yenilik oluşturamaz. Edilgendir ve çevreye uyanın geçebildiği bir çeşit elektir. Uygun olmayanlar durdurulur ve elenir. Bununla birlikte, doğal seçilim, ancak DNA yapısındaki genetik olanakların sağladığı değişimleri etkileyebilir; kendisi yeni bir şey oluşturmaz. Tohum hücrelerinde önceden varolan karakterlerin yeniden birleşmesi ya da karıştırılmasıyla kesinlikle evrim anlamında yeni bir şey ortaya çıkmamaktadır. Tüm bunlara karşın, doğal seçilim ve yeniden birleşme olayları, evrimciler tarafından modellerinin önemli bir parçası sayılır.

Yeniden birleşme, doğal seçilim için en çok gereken şey olan genetik çeşitlemenin en önemli kaynağıdır.”70

Adından da anlaşılacağı gibi, yeniden birleşmeyle yeni bir şey ortaya çıkmamakta ve daha karmaşık düzende bir yapı oluşmamaktadır. Gerçekte yeniden birleşme, değişim için kullanılan bir başka deyimdir.


Bununla birlikte, değişim ya da yeniden birleşme yeni bir şey oluştursalar da, ortaya çıkacak yapının doğal seçilimle kesin olarak ortadan kaldırılması kaçınılmazdır. Çünkü, bir canlının varlığını sürdürebilmesi için, kendisine avantaj sağlayacak yeni bir yapının ya da organik özelliğin (örneğin, önceden yere bağlı bir hayvana bir kanat, görmeyen bir canlıya bir göz gibi), tümüyle çalışır olana dek evrimleşmesi gerekir. Aksi halde o canlıya bir yararı dokunmayacak, hatta bu yapı onun zararına olacaktır. Çünkü, canlının bu yeni kazanılan özelliğe göre başka birtakım özelliklerinin de birlikte gelişmesi gerekmektedir. Doğal seçilimin yeni evrimleşmeye başlayan bir kanat, göz ya da bir başka özelliği sürdürmesi için hiçbir neden yoktur. Evrim modeli geçerliyse, kanatların dört (böceklerde, uçan sürüngenlerde, kuşlarda ve yarasalarda) gözlerin ise birbirinden bağımsız olarak en az üç kez evrimleşmesi gerekmektedir. Salisbury bu önemli gerçeği şöyle ifade eder:

Benim son kuşkum ‘paralel evrim’ denilen şey hakkındadır... Göz kadar karmaşık bir şey bile çeşitli zamanlarda ortaya çıkmıştır. Örneğin, mürekkep balığında, omurgalılarda ve eklem bacaklılarda. Bunların bir defada ortaya çıktıklarını açıklamak büyük bir sorunken, modern sentetik teoriye göre ayrı ayrı oluştukları düşüncesi başımı döndürmektedir.”71

Yukarıdaki şikayet bize Charles Darwin’i hasta eden, gözlerin doğal seçilimle nasıl oluştuğu düşüncesini anımsatmaktadır.


Her organizmanın genetik programına yerleştirilmiş olan değişim potansiyelini çalıştıran doğal seçilim, yatay değişimlere yol açan ve canlının kendisini çevreye uyarlayarak varlığını sürdürmesini sağlayan güçlü bir araçtır. Ama dikey bir değişimde ya da daha gelişmiş ve karmaşık canlıların gelişmesini sağlamada yararsızdır. Aslında, doğal seçilim, dikey değişimi önleyecek biçimde etki eder. Çünkü, başlangıç halindeki bir yenilik, gerçek anlamda ve işlev görecek şekilde gelişmedikçe, yararsızdır. Hatta çoğu zaman bu yenilikler zararlı olacaktır. Evrimcilerin şimdiye kadar ne canlılar ne de fosiller dünyasından, gelecekte yararlı olabilecek bir özelliğe yol açan herhangi bir başlangıç organı ya da yapısını gösteren bir kanıt ortaya koyamamaları çok anlamlıdır.

Gerçekte bunların hepsi de, yaratılış modelinin tahmin ettiği özellikleri doğrulamaktadır.


Genetik Mutasyonlar

Varolan özelliklerdeki olağan değişimlerin ve yeniden birleşimlerin evrimi açıklamada yetersiz kalmaları üzerine, daha olağanüstü bir mekanizma gerekmiştir. Bu amaçla, evrimin modern sentetik teorisi olan neo-Darwinizm(Yeni Darwincilik), mutasyonmekanizmasını ileri sürmüştür.


Mutasyonlar, genlerin yapısında oluşan gerçek değişimlerdir ve sonucunda önceden canlıda bulunmayan özellikler oluşur. Herhangi bir şekilde, DNA molekülünün bir bölümündeki bağlar değişir ve bunun sonucunda, daha sonraki kuşaklarda oluşacak yeni yapıların genetik bilgileri ortaya çıkar.


Ernst Mayr, mutasyonu tanımlarken şöyle der:

Mutasyonun, doğa topluluklarında bulunan bütün genetik değişimlerin temel kaynağı ve doğal seçilimin üzerinde etkili olacak tek yeni madde olduğu unutulmamalıdır.”72

Bunun için, mutasyon olayı evrim modelinin en önemli parçalarından birisidir. Çünkü, evrimciler, canlılarda artan bir karmaşıklığı oluşturacak bir mekanizmaya gerek duymaktadırlar. Bu mekanizmanın mutasyon olduğu farz ediliyor.


Bunun için temel evrim modeli, mutasyonların daha ileri seviyede organize edilmiş canlıları oluşturmak için zararlı değil, kesinlikle yararlı olacağını tahmin eder. Böyle değişimlerin sonuçları, doğal seçilim tarafından korunabilmesi için işe yaramalı ve evrimleşmeye yardımcı olmalıdır. Ayrıca, doğal seçilimden de korunmalıdır. Çünkü doğal seçilim, ortaya çıkacak bir yapıyı hemen yok edebilecektir.


Oysa yaratılış modeli, yaratılmış türlerin karmaşıklığını değiştiren bu tip mutasyonlar gerçekten varsa, zararlı olacaklarını öngörmektedir.


Şimdi iki modelin görüşlerini aklımızda tutarak, mutasyonlarla ilgili bazı deneylerde elde edilen gerçekleri gözden geçirelim.


1. Mutasyonlar gelişigüzeldir, belli bir yönleri yoktur.

Yeni kalıtımla ilgili değişimin ortaya çıkmasında gelişigüzel mutasyondan başka bir yol bilmiyoruz. Bir topluluğun genetik yapısının bir kuşaktan diğerine değişmesi için de tek aracımız doğal seçilimdir. Bu gerçekler, hâlâ değişmemiştir.”73

Gerekebilecek özellikleri oluşturacak mutasyonları denetlemenin hiçbir yolu yoktur. Doğal seçilim ısmarlanamaz.


2. Mutasyonlar sık değil, seyrek oluşurlar.

Gelişmiş organizmalardaki mutasyonların sıklığının, bir kuşakta, bir gen başına on binde bir ile milyonda bir arasında olduğunu tahmin etmekteyiz.”74


3. Yararlı mutasyonlar son derece seyrektir.

Mutasyonların oluşumu ve etkileri gelişigüzeldir. Dolayısıyla, mutasyonların büyük çoğunluğu, kesin olarak %99’undan çok daha fazlası, herhangi bir biçimde zararlıdır. Rastlantısal olaylardan da ancak bu beklenir.”75

Yeni Darwincilik olarak bilinen modern evrim görüşünü, yani evrimin doğal seçilimle korunan küçük mutasyonların birikmesiyle oluştuğu görüşünü yaygınlaştıran adam, yararlı mutasyonların sıklığının bundan daha az olduğunu belirtmektedir.

Bin mutasyondan birinin yararlı olması az görülse de, bu kadarı bile cömertçedir. Çünkü, mutasyonların birçoğu öldürücü, geri kalanların büyük çoğunluğu da biraz bozucudur.”76

Önceden genetik materyalde varolup da, henüz kendini gösteremeyen bir nitelik mutasyon değildir. Doğal çevrede kalıcı yarar sağlayan gerçek bir mutasyon, henüz kanıtlanmamıştır. Bazı evrimciler iyi mutasyonların oluşumundan bile kuşkulanmaktadırlar.

Buna göre, mutasyonlar kalıtımdaki ani değişimler olmakla kalmıyor. Ayrıca, bildiğimiz kadarıyla bir canlının yaşamasını her zaman ters yönde etkilemektedirler. Bu gerçek, mutasyonların, organizmanın iç varlığına, canlı olabilme yeteneğine kastettiğini göstermiyor mu?”77

4. Bütün mutasyonların net etkisi zararlıdır.

Taşıyıcıların doğal seçilimle tümüyle yok olmalarına neden olmayan mutasyonlar bile, genelde aşamalı olarak, topluluğun yaşama yeteneğini azaltmaktadırlar.

Bununla birlikte, mutasyonların büyük çoğunluğu, taşıyıcılarına zarar vermektedir ve hatta ölümlerine yol açmaktadır. Böyle mutasyonlar havuza bırakılan genetik bir yük gibi düşünülebilir. “Genetik yük” terimi ilk defa H. J. Muller tarafından kullanılmıştır. O, insanoğlu tarafından çevreye bırakılan iyonlaştırıcı radyasyon ve mutasyonlarda kimyasal bileşikler gibi etmenlerde hızlandırılan mutasyonları saptamıştır.”78

Mutasyonların net etkisinin yarardan çok zarar getirmesi, evrimcilerin yıllarca, mutasyon oluşturucu radyasyonları çevreden uzaklaştırmak için çabalamalarına neden olmuştur.

Bununla birlikte alınması gereken en önemli tedbir, çevremizde varolan mutasyon oluşturuculara yeni mutasyon oluşturucuların eklenmesini en aza indirgemektir. Çünkü mutasyon yükündeki her artış, hemen olmasa bile, gelecek kuşaklar için kesinlikle zararlıdır.”79

Evrimciler, evrimin mutasyonlarla oluştuğuna gerçekten inansalardı, mutasyon hızını artıracak ve evrimi kolaylaştıracak bütün yolları zorlayacaklardı. Oysa evrimciler, mutasyonları önlemekamacıyla nükleer denemelere sürekli karşı çıkmaktadırlar!


5. Mutasyonlar birçok geni etkiler ve birçok gen tarafından da etkilenirler.

Mutasyon kavramı bugün eskiden olduğu gibi basit bir olay şeklinde algılanmamaktadır. Belirli bir özelliğin özel bir gen tarafından denetlendiği düşüncesinin yerine, bugün, her bir genin birçok özelliği etkilediği ve her özelliğin birçok gen tarafından denetlendiği görülmektedir.

Ayrıca, mutasyonun hücre, kromozom ya da gen seviyesindeki sınırlı ve bağımsız etkisine karşın bu etki, bireyin tüm genetik sistemindeki etkileşmelerle değiştirilmektedir.”80

Bu evrensel etkileşme oldukça abartılarak şöyle ifade edilmiştir: Bir canlıdaki her özellik bütün genler tarafından etkilenir ve her gen bütün özellikleri etkiler. Bir canlıdaki genlerin tamamındaki işlevsel bütünleşmeden sorumlu olan etkileşme budur.”81

Herhangi bir mutasyon büyük olasılıkla zararlıysa, mutasyonla ortaya çıkan bir özellik, pek çok genin ortak etkisini değiştirecek ve bu da çok sayıda başka mutasyonu gerektireceği için, zararlı etkileşim olasılığı, tahmin edilenin çok üstünde artacaktır. Böylece belirli bir özelliği denetleyen bütün genlerde, aynı anda yararlı mutasyonların oluşma olasılığı da pratikte sıfıra indirgenmiş olacaktır.