VIII. BÖLÜM

1962 yılının bir Mart sabahında, gardiyanlar hücrelere girerek, “Tüm rahipler dışarı!” diye bağırdılar. Diğerleri eşyalarını toparlayarak koridorda sıraya dizildiler. Ben yerimden kıpırdamadım.

Cezaevine, Alexandrescu isimli yeni bir kumandan gelmişti. Bu değişiklik, amacı ne olursa olsun, daha büyük belalar anlamına geliyordu. Oysa ben önümde yeni bir engel olmadan vaaz etmek ve hizmet etmek istiyordum. Cezaevi sakinleri sınıflara ayrılmaya başlandı: “Aydınlar” bir hücrede, köylüler bir diğerinde, askerler bir başka hücrede vs… Hücrelerin aşırı kalabalığı ve nöbetçilerin aptallıkları yüzünden birtakım karışıklıklar yaşanıyordu. “İncil Öğrencileri” adlı tarikatın bir üyesi, yazar ve öğretmenlerin bulunduğu “aydınlar” kısmına koyulmuştu. Aslında kendisi cahil bir işçiydi, ama yetkililer için tüm “öğrenciler” aydın sayılıyordu.

Rahipler sınıfı dışarı çıktıklarında, nöbetçi bana mesleğimi sordu. Taşra şivesiyle, “Çobanım” diye yanıtladım. Bu nedenle çobanların ve çiftlik işçilerinin bulunduğu bir hücreye konuldum. “Çoban”, kilise önderini ifade etmek için kullanılan Pastör sözcüğünün tam karşılığıdır.

Kendimi sınıfsal ayrımdan yalnızca birkaç haftalığına koruyabildim. Sonra birisi tarafından ihbar edildim, bu yüzden dayak yedim ve rahiplerin bulunduğu hücreye atıldım. Gherla’da gelecek yıllarımdaki evim kirli beton duvarları ile karanlık bir mağarayı andıran bu hücre olacaktı. Gün ışığı sadece iki dar pencereden giriyordu. Ranzalar üç dört katlı ve çok sıkışıktı. Hücrede ayrıca alçak tabureler ve bir masa vardı. Hücredeki mahkûmların çoğu din adamıydı, ama diğer Hıristiyan imanlılarla birlikte sayımız 100 kişiyi buluyordu. Tuvalet kovasının önünde daima uzun kuyruklar oluşuyordu.

Hücreye girdiğimde kalın bir ses, “Hoş geldiniz, Hoş geldiniz!” diye beni karşıladı. Sesin sahibi Ortodoks inancının örnek bir hizmetkârı olan iyilik dolu insan Piskopos Mirza idi. Tozlu siyah hırkası deliklerle kaplanmıştı. Beyaz saçları hüzünlü ve yumuşak bakışlı yüzünü çevreliyordu.

Gaston ve piskoposun yanındaki ranzada yatan Başrahip Miron dâhil tüm eski tanıdıklarımı selamladıkça, diğer mahkûmların başları bize doğru dönüyordu.

O akşam, rahipler hücresinin dua için ayırdığı saatte, Katolikler bir köşede toplanıp dua etmeye başladılar, Ortodokslar ve Üniteryenler ise farklı köşelerde toplandılar. Yehova Şahitleri’nin, ranzaların en üstünde bir yeri vardı; Kalvinistler ise aşağıda toplanıyorlardı. Günde iki kez farklı dini ayinler düzenleniyordu. Buna rağmen bu denli ateşli bir şekilde ibadet edenler arasında, farklı mezheplerden iki kişinin aynı anda ve bir ağızdan, “Ey Göklerdeki Babamız” duasını söylediğini pek işitemedim.

Hepimizin içinde bulunduğu kötü koşullar, aramızdaki farklılıklara karşı anlayışımızı artıracağı yerde anlaşmazlıklara neden oluyordu. Katolikler, Komünistler’le işbirliği yaptıkları için Ortodoks ruhban sınıfını affedemiyordu. Azınlık mezhep mensupları ise “haklar” konusunda anlaşmazlığa düşüyordu. Dini öğretinin her noktası üzerine tartışma çıkıyordu. Bu tartışmalar normalde, art niyetli bir nezaket içinde yapılıyor olsa da, bazen denetlenemeyen kızgınlıklar açığa çıkıyordu.

Katolikler’in Rab’bin Sofrası törenini her gün yatağının hemen yakınında yapıyor olması, Müjdeci Rahip Haupt’a Martin Luther’in bir sözünü hatırlattı.

Katolikler’den biri, “Söylediğiniz o sözler neydi?” diye ısrar etti.

Haupt sesini yükseltmek zorunda kalarak, “Ben Luther’in sözlerini tekrarladım: ‘Tanrı’nın yargıladığı tüm genelevler, tüm cinayetler, hırsızlıklar ve zinalar, Papalık ayininin menfurluğu kadar zarar veremez’” dedi.

Ayin bittikten sonra, Katolik Peder Fazekas, Haupt’a dönerek, “Sevgili kardeşim, şu deyişi hiç duydunuz mu? ‘İnsanlık üç büyük felaket yaşamıştır – İblis’in (Lûsifer’in) düşüşü, Adem’in düşüşü ve Martin Luther’in başkaldırısı’” dedi.

Ortodoks Rahip Andricu, karşı saldırıyla katıldı, “Luther ve İblis (Lûsifer), her ikisi de birdir!” Böylece, Katolikler ve Ortodokslar geçici bir süre için müttefik oldular, ama gece olmadan Roma’nın üstünlüğü konusunda çekişmeye başlamışlardı bile.

Fazekas’ın Macar asıllı olması, Katolik kardeşleri tarafından bile kendisine karşı kullanılıyordu. Yüksek sesle dua ederken, Meryem Ana’ya “Macaristan’ın Koruyucusu” diye seslenmesine genel bir hoşnutsuzluk gösteriliyordu.

Vatansever bir Ortodoks rahip, “Meryem Ana, Romanya’nın da koruyucusu değil midir?” diye sordu.

Elbette değildir, o Macaristan’ın koruyucusudur.”

Gaston, Meryem Ana’nın Filistin’in de koruyucusu olup olmadığını merak ettiğini, aksi takdirde doğduğu toprakları bırakıp bir başka ülkeyi korumasının hainlik sayılabileceğini alaylı bir şekilde ifade etti.

Fazekas, “Siz galiba Yahudiler’in onun oğlunu öldürmüş olduklarını duymadınız?”

Piskopos tatlı bir gülümseyişle herkesi sakinleştirmeye çalışarak, “Meryem Ana sadece tek bir ülkeye ait değildir” dedi. “O Kiliseyi yönetir, Göklerin Kraliçesi’dir, gezegenleri hareket ettirir, meleklerin korosunu yönetir.”

Bunun üzerine, Meryem Ana’nın Tanrı’ya fazla bir iş bırakmadığını söyledim.

Diğer Protestanlar da beni desteklediler, fakat tarzlarını beğenmedim.

Bir tanesi, “Neden İsa’nın annesini bu şekilde yücelteceğim ki? O insanı kurtaramaz!” dedi.

Fazekas, “Zavallı adam! Siz sadece sizi kurtaracak olanları mı yüceltirsiniz? Rab’bin annesi, Rab’bi yücelttiği ezgisinde şöyle seslenir (Luka 1:48): ‘Tüm kuşaklar beni mutlu sayacak.’ Bunu, onun İsa Mesih’in annesi olduğu için yaparlar, imtiyazlar dağıttığı için değil.”

Bu iyi bir yanıttı. Meryem Ana’ya olan saygım bir yana, ben yine de onun üstlendiği rolün izleyicileri tarafından gereğinden fazla büyütülmüş olduğunu ve bu durumun da çok eski çağlarda başlamış olduğunu düşünüyordum. Hıristiyanlar Cennet’in nasıl bir yer olduğunu ilk düşündüklerinde, zihinlerinde canlanan görüntü şöyleydi: Güzel kokuların yakıldığı ve şahane müziklerin çalındığı muhteşem bir Doğu sarayı. Sultan’dan bir ricada bulunmak isteyen kişi, ilk önce bu ricayı vezire iletecek bir dostunu bulurdu. Dostu tarafından vezire iletilen bu ricası daha sonra vezir tarafından da sultanın en gözde eşine aktarılırdı. Gözde eş de aynı ricayı sultan olan kocasına iletirdi. Bu da, sıradan insanların isteklerini ilk önce rahiplere, rahiplerin kutsallara, kutsalların da Meryem Ana’ya ilettikleri ruhsal hiyerarşi fikrini doğurdu.

Oysa benim inancımın temel ilkelerinden biri, kişinin Tanrı’yla doğrudan konuşabilmesidir. Ama bazen tartışmak sadece kızgınlığı körükler.

Onlara, imanları uğruna yakılmaya birlikte götürülen farklı mezheplerden iki kişiden söz ettim. Ateş yakılmadan önce kendilerine son dilekleri sorulmuştu. Her ikisi bir ağızdan bağırmıştı; “Bizi arka arkaya bağlayın ki, ölürken o lanetlenmiş sapkının yüzünü görmek zorunda kalmayayım!”

Bazı durumlarda ben de duygularımı saklayamıyordum. Alt ranzada yatan Dominiken Peder Ranghet’in tespih çekişlerini saatler boyunca dinlemek zorunda kalıyordum.

En sonunda, “Neden her gün binlerce kez Meryem Ana’ya yakarmanız gerekiyor? O sağır mı, ilgisiz mi ya da sizi işitmek mi istemiyor? Ben, birisinden bir istekte bulunduğumda o kişi bunu yapabiliyorsa yapar; eğer yapamıyorsa o isteğimi yinelemeyi sürdürmem” dedim.

Ranghet çok kızdı. “Siz Luteryenler’in Kutsal Baba’nın (Papa’nın) yanılmazlığına inancınız olmadığına göre, kendi yanılmazlığınıza inanmanız için çok daha az nedeniniz var. Sizin bozuk gözlerinizle yanlış olarak gördüğünüz şey, benim gözlerimde doğrudur.” Ardından sesini daha da yükselterek tespihli duasına devam etti, “Meryem Ana…”

Ona, “Siz sürekli olarak ‘Kutsal Baba’ diyorsunuz, bu sözle Tanrı’yı mı kastediyorsunuz?” diye sordum.

Kutsal Papa’yı kastediyorum” diye yanıt verdi.

Bir insana ilahi unvanlar vermek, bana Tanrı’ya küfür etmek gibi geliyor. Papa’dan, Mesih’in dünyadaki vekili, yani onun temsilcisi olarak söz ediyorsunuz. Ama ben böyle bir temsilciliği kabul edemem; tıpkı karımın benim yerime başkasını temsilci olarak kabul etmesine müsaade etmeyeceğim gibi...”

Ranghet , “Fazla ileri gidiyorsunuz” diye bağırdı.

Oysa ben onun fazla ileri gittiğini düşünüyordum! Çünkü Peder Ranghet daha o gün, bir insanın yaşamında gösterdiği fedakârlıkların tümünün, Oğlu’nu kurban olarak sunan Tanrı’nın yaptığıyla karşılaştırıldığında bir hiç sayıldığını söylemişti. Bir rahibin bir ekmek parçasını Tanrı’yla özdeşleştirmesini ya da buna herhangi bir gerek olduğunu kabul edemezdim. Sonsuz geleceğimin, kendisi bile Cennet’ten fazlaca emin olmayabilecek bir insan tarafından günahlarımın bağışlanmasına bağlı olduğuna inanamazdım.

Tartışmak yerine uzlaşabileceğimiz konular bulmaya çalışıyordum. Yenilikçi (Modernist) bir Protestan olan rahip Weingartner, Bakire’den doğum konusunda tartışma başlattığı zaman Katolikler’in tarafını tutmak zorunda olduğumu hissettim.

Weingartner böyle bir bilimsel olanaksızlığı kabul edemeyeceğini söylüyordu.

Bakire’den doğum konusuyla ilgili olarak tarihsel bir araştırma yapılabilmesi için vakit artık çok geç; fakat bilimsel açıdan olanaksızdır diye rafa kaldırmak için de henüz çok erken. Amerikalı biyolog Loeb, deneylerinde infra-organizmalarda erkek tohumu olmaksızın döllenme gerçekleştirmiştir. Bir biyoloji uzmanının küçük bir organizmada gerçekleştirebildiği şeyi, Tanrı elbette insan için de yapabilir!”

Weingartner, “Ama din tarihi, bakire doğumlarla dolu. Bunlar olsa olsa birer efsane olabilirler” dedi.

Bu yanıtına karşılık olarak kendisine, Çarlık döneminde Ukrayna’da yaşayan bir imanlının savunması için tanıklık yapması gereken ünlü bir hahamın öyküsünü anlattım. Haham Hofez Haim‘in asil görünümü ve ruhsal zenginliği tüm mahkemeyi etkilemişti. Ancak din adamı yemin etmek istemiyor ve tanıklığına Tanrı’nın adını karıştırmak istemediğini söylüyordu. Dava hâkimi itiraz ederek, “Bize gerçeği söylediğinizin bir garantisi olmalı” dedi.

Savunma avukatı ayağa kalkarak, “Saygıdeğer hâkim, inancı dolayısıyla yemin etmek istemeyen bu tanığımın karakterini size kanıtlayacak ve vereceği ifadeyi kabul edebileceğinizi gösterecek bir şey anlatabilir miyim?” diye izin istedi. “Haham Hofez Haim çoğu zaman dükkânları dolaşıp yoksullar için para toplar. Bir gün, bir hırsız başına vurup yardım paralarını koyduğu keseyi alıp kaçtı. Haham, paranın gittiğine değil –çünkü çalınan miktarı kendi kıt imkânlarıyla zaten cebinden karşılamaya karar vermişti– hırsızın ruhunda meydana gelen zarar için üzüntü duydu. Hırsızın peşinden koşarak bağırdı, ‘Tanrı önünde suçun yok, bu benim param ve sana isteyerek veriyorum! Yoksulların parası evimde saklı duruyor! Benden almış olduğun paraları iç huzuruyla harcayabilirsin!’”

Hâkim avukata sertçe bakarak, “Bu hikâyeye inanıyor musunuz?” diye sordu.

Hayır, inanmıyorum.”

O zaman inanmadığınız şeyleri bize neden anlatıyorsunuz?”

Saygıdeğer hâkim, burada aktardığıma benzer bir hikâye sizinle, benimle ya da sayın meslektaşım savcıyla ilgili olarak hiç anlatıldı mı? Bizler için –elbette doğru değil ama– kadın düşkünüdür, kumar oynar ya da içki bağımlısıdır dendiğini bir düşünün. Müvekkilim öyle bir aziz kişi olmalı ki, kendisi hakkında bu tür söylenceler yayılıyor!”

Weingartner, “Çok eğlendirici. Ama hahamın öyküsünün doğruluk derecesini bilmiyorum, ayrıca Bakire’den doğum öyküsüne de inanamam” dedi.

Ona karşılık verdim. “Hıristiyanlar Tanrı sözüne inanırlar. Sizin iddia ettiğiniz gibi bir söylence bile olsa, yine de küçümsemeyiniz. Söylencenin insan düşüncesinde oldukça önemli bir yeri vardır. Çoğu zaman insanın büyüklüğünün ölçüsüdür.”

İnsanların, İsa’nın çok yüce olduğunu düşündükleri için O’nun normal bir insan gibi dünyaya gelmemiş olduğuna inandıklarını mı söylemek istiyorsunuz?” diye sordu.

Oğlum çok küçükken bana İsa’nın doğumunu sormuştu. Ona İsa’nın doğuş öyküsünü yeniden anlatmıştım. Ama Mihai, ‘Hayır’ diye itiraz etmişti. ‘Benim öğrenmek istediğim bu değil. İnsanlar bazen, “Kediden doğan fare yer” diyor, eğer İsa’ da bizim gibi doğmuş olsaydı, bizler gibi kötü olurdu.’”

Bizi dinleyen Piskopos Mirza, “Bir çocuk böyle konuştu, öyle mi?” diyerek şaşkınlığını dile getirdi.

Weingartner, “Haklı olduğunuz bir nokta var. Birbirimizin bakış açılarını daha fazla anlamaya çalışmalıyız.”

Şöyle dedim: “Bir şey itiraf etmek istiyorum. İman ettiğim sırada, Hıristiyanlık bana, Luteryenlik dışında başka bir biçimde sunulmuş olsaydı da kabul ederdim. Önemli olan, Kutsal Yazılar’ı temel kural olarak kabul etmek ve İsa’ya iman ederek kurtulmaktır. İsimler ve biçimler önemli sayılmaz.”

Ertesi sabah mutluluk veren bir olay oldu. Piskopos Mirza bana gelip, “Rab’bin Duası (‘Göklerdeki Babamız… sen de bizim suçlarımızı bağışla’) ve O’nun bize söyledikleri konusunda dün gece epeyce düşündüm. İsa bizlere günahlarımızı bir rahibe itiraf etmemizi ya da o rahipten bağışlanma istememizi değil, günahlarımız için Göksel Baba’ya dua etmemizi bildirdi. Meselenin kolay olmadığını elbette anlıyorum, ancak bir Protestan olsaydım bu öğretişi öne sürerdim. Bir dostluk ifadesi olarak, sizin Meryem Ana’yı savunmanıza karşılık olarak ben de size bunu bir armağan olarak vermek istedim” dedi.

Piskopos hepimize iyi bir örnek olmuştu. Eğer barış içinde yaşamayı beceremezsek, Komünizm’’in kurduğu tuzağa hep birlikte düşerdik. Onlar bizi kilit altında tutarken ve bizler de davamızı tartışmalarla etkisiz kılarken, cezaevindeki diğer mahkûmların ruhsal rehberlikten yoksun kalmasını sağlıyorlardı. Diğer tasarıları neydi acaba?

Cezaevinde bir süredir elektrikçiler çalışma yapıyorlardı. Hücrelerin birçoğunda her duvara bir adet hoparlör yerleştirilmişti. Öyle anlaşılıyordu ki, bir yayın dinleyecektik.

Gaston, “Hafif müzik olmayacağından eminim” dedi.

Cezaevindeki mahkûmların tamamı sınıflara ayrıldıktan sonra, bir dizi konferans düzenlenmeye başlandı. Bu konferanslar çok saçma görünüyordu. Ateşli genç bir siyasi görevli, güneş tutulmasının çok yakında gerçekleşeceğini, ancak korkulacak bir şey olmadığını, çünkü sosyalist bilimin bizleri batıl inançlardan kurtarmış olduğunu söylüyordu. Profesörler ve doktorlardan oluşan ve sıkıntıdan esnemekte olan bir gruba, güneş tutulmasını anlatmaya çalışıyordu. Tutulma 15 Şubat’ta gerçekleşecekti. Halk Cumhuriyeti’nin görevinin bakış açımızı genişletmek olması nedeniyle, bizler de bu olayı avludan izleyebilecektik.

Weingartner elini kaldırarak, “Yağmur yağarsa, tutulma, içerdeki salonda gerçekleşebilir mi lütfen?” diye alaycı bir şekilde sordu.

Konuşmacı sert bir sesle, “Hayır” diyerek bilimsel açıklamasına yeniden başladı.

Komünist doktrinin telkin edildiği konferanslar saatlerce sürüyordu. Aynı konular sürekli olarak yeniden vurgulanıyordu. Günün sonunda, yorgun ve sinirli bir halde kendi tartışmalarımıza geri dönüyorduk.

Sürtüşmeler genellikle, kendisi için Luther ve İblis’in (Lusifer’in) bir olduğunu söyleyen Peder Andricu tarafından başlatılıyordu. Andricu, bu aşırılığı yüzünden, savaş sırasında Ruslar’a karşı başlattığı mücadele ile savaşın bitiminde Komünizm’in zaferi arasında gidip gelmişti. Yoldaşları, “Kızıl Rahibin” kullanım süresinin dolduğuna karar verene kadar, tüm ülkeyi dolaşıp Parti’yi destekleyici vaazlar vermişti. Bunun ardından tutuklanmış, dövülmüş ve savaş zamanındaki faaliyetleri nedeniyle on yıl hüküm giymişti. Şimdi ise, Ortodoks inancının ateşli bir savunucusuydu. “Ortodoks inancı tek gerçek dindir!” diye ilan ediyordu. “Diğerlerinin hepsi sahte ve taklittir!”

Ona bir keresinde, “Peder Andricu, siz bir Ortodoks Kilisesi’nde mi vaftiz edildiniz?” diye sordum.

Elbette! Bir piskopos tarafından!”

Ve dini öğreniminizi Ortodoks ilahiyat fakültesinde yaptınız?”

Evet, hem de Romanya’nın en iyisinde!”

O zaman size Ortodoks imanlı olmanızın dürüst ve mantıklı tek nedenini açıklarsam bana kızmazsınız, değil mi? Bunun tek nedeni, elli yıl önce Rumen Ortodoks bir erkekle, Rumen Ortodoks bir kadının çiftleşmiş olmasıdır.”

Andricu öfkeden köpürdü; ama ben bu ilkenin birçoğumuz için geçerli olduğunu söyleyerek onu sakinleştirmeye çalıştım. Erken yaşlardan belirli bir kalıp içine sokuluyoruz ve sadece anne babamızın dinini destekleyen öğretişlerle eğitiliyoruz. Buna rağmen, her şeyi kendimizin düşünüp kararlaştırmış olduğumuzdan da emin olabiliyoruz!

Devam ettim: “Bir zamanlar bir ahırın sakinlerinin kendi inanışları hakkında aralarında yaptıkları konuşmaları dinlemiştim. Kuzular tek gerçek dinin, ‘Mee mee!’ diye bağırmak olduğunu söyledi. Buzağılar tek doğru dini ayinin, ‘Möö, möö!’ diye bağırmak olduğunu iddia ettiler. Domuzlar ise en uygun ilahinin, ‘Honk honk!’ olduğunu ısrarla öne sürdüler.”

Andricu, “Bizi hayvanlarla aynı düzeye koymayınız” diyerek itiraz etti. “Ben basit bir rahip olabilirim, ancak kendi inancım dışındaki inançları da inceledim.”

Ben ise, o dediğini hepimizin yapmış olduğunu söyledim. Ama bunu yaparken doğumumuzdan beri bize mal edilmiş olan bakış açısını kullandığımızı söyledim. Bir grup Protestan’a dönerek sordum: “Martin Luther’in Wittenberg’deki kilise kapısına çivilediği 95 Tezi içinizde kaç kişi biliyor?”

Hepsi biliyordu. Rahip Haupt, Luther’in sözlerinden alıntı yaptı: “İşte önünde duruyorum, başka bir şey yapmak benim için mümkün değil!”

Protestan gruba Papalık Bildirisi’nde yer alan Luther’in aforoz edilme gerekçelerini tekrarlamalarını istedim. “Papa X. Leo bir çılgın değildi. Onun gerekçelerini bilmemiz gerekir.” Ancak hiçbiri, bu önemli tarihi belgeyi okumamıştı.

Peder Andricu ise bir haham ile tartışmaktaydı. Haham ona, “Sizin, Talmud kitabımıza dair bir bilginiz var mı hiç?” diye sordu.

Andricu sert karşılık verdi: “Peki ya siz, bizim İncil’imize hiç göz attınız mı?”

Her iki sorunun yanıtı da “Hayır” idi.

Başka bir çatışmayı engellemek için onlara bir olay aktardım. “Rus yazar Tolstoy bir keresinde bir hahama kendi imanını, her noktasının üzerinde durarak nasıl açıklamıştı, biliyor musunuz? Yumuşak başlılık, alçakgönüllülük, sabır… Haham, ‘Bizim bu erdemler için İncil’e ihtiyacımız yok. Biz de bu konulara saygı duyuyoruz’ der. Tolstoy sözlerinin sonunda, ‘İsa bizlere Yahudi dininin öğretmediği bir şeyi öğretmiştir. O, bize düşmanlarımızı sevmemizi bildirir’ der. Haham ise, ‘İşte biz onu uygulamıyoruz’ itirafında bulunarak sözlerini sürdürür, ‘Ama siz Hıristiyanlar da uygulamıyorsunuz.’”

Cezaevinde süren konferansların gerisinde (saçma görünmesine rağmen) zeki bir planın yatmakta olduğunu anlıyordum. Konuşmacılar, politik konulardan, Freudcular’ın ‘İd’ olarak adlandırdığı, insanın haz arayan içgüdüsel yönünü hedefliyordu. Bize dış dünyada neleri kaçırdığımızı anlatıyorlardı. Konuşmacılar Marx’ın diyalektiklerinden daha fazla yatkın oldukları içki, yemek, cinsellik gibi konuları ele alıyorlardı, ama diğeri de unutulmuyordu. Genç bir konuşmacı söylevinde bizleri, Darwin’in maymunlarının (ape=kuyruksuz maymun) arasına dek götürdü. Evrim kuramının bir özetini yaptıktan sonra, Marx, Lenin ve Darwin’den yaptığı alıntılarla Hıristiyanlık ve bilim arasındaki çatışmaya dikkat çekti ve bunun kötü sonucu olarak da Amerika’da milyonlarca kişinin açlıktan ölmekte olduğunu vurgulayarak konuyu bağladı.

Önceleri tartışmalara katılmamız teşvik ediliyordu. Bir konuşmacının ölümden sonra bedenden sadece “bir avuç dolusu kimyasal maddenin” kaldığını söylemesi üzerine kendisine, eğer gerçekten böyleyse, neden bazı Komünistler’in inançları uğruna yaşamlarını feda ettiklerini sordum. “Bir Hıristiyan’ın kendini kurban olarak sunması bilgece sayılabilir. Sonsuzluğa kavuşmak için yaşamdaki geçici şeylerden vazgeçmek, bir milyon dolar kazanmak için on dolar koymaya benzer. Ama bir Komünist –eğer bundan bir şey kazanmıyorsa– yaşamını neden feda etsin ki?”

Konuşmacı bana verecek bir yanıt bulamadı. Ona, Aziz Augustinus’un, “Tanrım! İnsan senin yarattıklarından biri ve onun içgüdüsü seni övmektir” sözleriyle bu sorumun yanıtını vermiş olduğunu söyledim.

Ateizm, duyguların üzerine geçirilen bir maskedir. Yüreğinizin derinlerinde bir yerde –ki kişi oraya sadece dua ve derin düşünceyle ulaşabilir– siz de kusursuz yaşamanın bir ödülü olduğuna inanırsınız. Yüreğinizin derinlerinde siz de Tanrı’ya inanırsınız.”

Konuşmacı, “Bakalım, Lenin bu konuda neler diyor?” dedi. Daha önceleri sıkça esinlendiği, kullanılmaktan yıpranmış bir kitapçıktan bir şeyler okudu: “Tanrı’nın var olduğu düşüncesiyle yüzeysel olarak ilgilenmek bile bir alçaklık, bulaşıcı bir iğrençliktir. Pis işler, şiddet ve ölümcül hastalıklar bile bundan daha tehlikeli değildir.” Gülümsedi ve, “Başka sorusu olan var mı?” diye sordu.

Ona, “Çocuğunuz var mı?” diye sordum.

Genç Öncüler’de bir kızım var.”

Onun Yaratıcısı’na inanmaktansa, ölümcül bir hastalığa yakalanmasını mı tercih ederdiniz? ‘Kanser dinden daha iyidir.’ Lenin’in söylediği budur.”

Siyasi görevli beni yanına çağırıp tokat attı.

Bu güçlü Komünist doktrin telkini fırtınasında, inançlarımın arkasında durduğum için sadece bir tokat yemiş olmak ucuz bir bedel ödemek sayılırdı. Cezaevindeki bu yeni uygulamaların arkası gelecek gibi görünüyordu. Sürekli olarak gizlice izlendiğimizi hissediyorduk. Henüz ses çıkmayan hoparlörler konusunda ise hâlâ şaşkındık.

Kısa bir süre öncesine kadar dövülmüş, aç bırakılmış, aşağılanmıştık ve kimse ne düşündüğümüzü umursamamıştı. Kumandan Dorabantu sürekli şöyle tekrarlardı: “Hücrelerinizde istediğiniz kadar yeni kabineler kurun, haydutlar! Bizim hükümetimiz Bükreş’te!” Ama artık o yoktu – cezaevi hesaplarında tahrifat yaptığı için görevden alınmıştı.

Kremlin’in pençesini gevşetmeye ve Batı’yla ticaret yapmaya çalışan Romanya diktatörü Gheorghiu-Dej’in yeni politikası uyarınca cezaevindeki bu eski tutumun değişmiş olduğu konferanslardan anlaşılabiliyordu. Dej’in Batı’ya daha ‘demokratik’ bir vitrin sergilemesi gerekiyordu. Romanya’daki siyasi suçlular ordusu onun için utanç verici bir konuydu. Bununla beraber, serbest bırakılıp ‘devrim karşıtı’ inançlarımızı yaymamıza da müsaade edilemezdi. İlk önce kitlesel beyin yıkama yöntemiyle düşünce biçimlerimizin değiştirilmesi gerekiyordu.

1962 yılında Gherla’daki mahkûmlara göre, beyin yıkama, birçok teori arasından sadece biriydi ve çok az insan buna inanıyordu. Beyin yıkama sürecinde gerçekten neler olduğu konusunda bir belirsizlik vardı. Kısa süre önce cezaevine gelen ve aramıza katılan ünlü romancı ve Hıristiyan yazar Radu Ghinda bu konudaki duyguları şöyle dile getirdi: “Eğer beni on beş yıldan beri değiştirememişlerse, şimdi nasıl başaracaklar?”

Biz bunları konuşurken hücre kapısı açıldı ve yeni gelenler içeri girdi. Aralarında, mahkûmların bakışlarından saklanmak için tedirgin adımlarla bir yandan öbür yana yürüyen, utangaç yüzlü iriyarı birisi vardı.

Radu Ghinda onu tanıyan ilk kişi oldu ve, “Daianu!” diye bağırdı.

Adam koşarak dostunu kucakladı. Nichifor Daianu Romanya’da çok ünlü bir isimdi. Şair, Mistik Teoloji Profesörü, Yahudi karşıtı ‘Milliyetçi Hıristiyan Savunma Birliği’nin lideri, yirmi beş yıllık cezasına devam etmek üzere Aiud cezaevinden Gherla’ya nakledilmişti.

Onu güçlükle tanıyabildim. Koca göbeği erimişti. Gerdanındaki deriler bir hindininki gibi sarkmıştı. Neşeli kadın avcısı gitmiş, yerine titrek ve zayıf bir ihtiyar gelmişti.

Aiud’dan gelen birkaç mahkûm orada ne olduğunu bize anlattılar. Daianu bol miktarda yemeğe alışmıştı, bu yüzden aşçılardan ikinci öğün arpa bulamacı istemeyi denemişti. Cezaevi müdürü onu yemeksiz bırakıp geri göndermişti. Ertesi gün yemek almaya geldiğinde cezaevi müdürü yine oradaydı, “Durun! Adam çok şişman. Yarına kadar beklesin” demişti. Bir sonraki gün, Daianu’nun sırası geldiğinde müdür ona, “Söyle bana Daianu, Tanrı var mı?” diye sormuştu. Aşçı kepçesi elinde bekliyordu. Daianu bir şeyler mırıldanmıştı. Müdür, “Yüksek sesle konuş! Hepimiz duyalım!” diye bağırmıştı. Daianu, “Tanrı yoktur” demişti. Müdür, “Daha yüksek sesle!” diye yinelemişti. Daianu, “Tanrı yoktur!” diye yüksek sesle bağırmıştı. Bunun üzerine müdür ona yemek verilmesi için başıyla işaret etmişti. Daianu bulamacı ağzına hızla tıkmaya başlamıştı. Bu manzara müdürün öylesine hoşuna gitmişti ki, bir hafta süreyle her gün aynı şeyi tekrarlatmıştı. Bu olay tüm ülkede, hatta sonradan yurt dışında bile anlatıldı.

Daianu değişmiş olabilirdi, ancak dini şiir yazma yeteneğini yitirmemişti. Eski Faşist günlerinden kalan arkadaşları, onu Aiud cezaevinde yazdığı şiirlerden bazılarını okuması konusunda teşvik ettiler. Bunlar, daha önce yazdıklarının hepsinden daha harika, keder ve tövbe dolu ezgilerdi. Daianu da, dostu Radu Ghinda gibi, Yahudi karşıtlığını hâlâ sürdürüyordu. Eski Demir Muhafız olan mahkûm yandaşları her ikisine gizlice yemek artıkları ve hatta sigara getiriyordu. Yahudi düşmanlığı zor ölür; Daianu ve Ghinda ise bu davanın ateşli birer takipçisiydi.

Beyin yıkama teorilerinin konuşulduğu bir akşam, Ghinda alaycı bir ifadeyle şunları söyledi: “Hepsi saçmalık! Pavlov da köpeklerin davranış biçimleri konusunda bir şeyler denedi, hatta onun bazı fikirlerini Kore’deki Komünistler Amerikan esirlerini konuşturmak ve taraf değiştirtmek için uyarladılar. Ancak bu yöntemler eğitimli ve zeki kişiler üzerinde etkili olamaz. Bizler Amerikan askeri değiliz!”

Daianu, “Ne de köpeğiz” diye ekledi.

Hiç kimse itiraz etmedi.

Rahip Weingartner psikoloji okurken öğrendikleri basit bir kişilik testinden söz etti. Bir kâğıdın üzerine tam ortasından aşağı bir çizgi çekilir ve insanlardan akıllarına gelen ilk şeyi çizmeleri istenir. Bu deneyde, kâğıt ve kalem yerine sabunlanmış tahta parçası ve bir çivi kullandık.

Bir adam kılıç çizdi, diğeri miğfer, diğeri çiçekler, bir haç, bir kitap, bir geometrik şekil ve böyle sürüp gitti. Ben, “Benim bir tahtaya daha ihtiyacım var. Bu, çizmem gereken için çok küçük” dedim.

Aramızdaki on kişiden biri bile rahip mizacını yansıtan bir çizim yapmamıştı.

Weingartner gülerek, “İlahiyat okulunda bu testi yapmama izin vermediklerine hiç şaşırmamalıyım! Belki de hepimiz ayakkabı yapmayı öğrenmeliyiz, çünkü aramızdan bir tek ayakkabıcı, gerçekten ruhsal bir karaktere sahipmiş gibi görünüyor.”

İma ettiği kişi, Gelu isimli tarikatçı bir imanlıydı. Gelu’nun muazzam bir Kutsal Kitap bilgisi vardı. Bu da Daianu’yu sinirlendiriyormuş gibi görünüyordu. Gelu’ya şöyle dedi:

Sevgili arkadaşım, bize ayakkabı nasıl yapılır, nasıl tamir edilir anlatmak istiyorsan çok iyi, ama şu anda Avrupa’nın en iyi üniversitelerinden teoloji dalında dereceleri olan ve Kutsal Kitap derslerine ihtiyacı olmayan insanların arasındasın.”

Gelu ise, “Haklısınız profesör. Asıl derse ihtiyacı olan benim. Eski Antlaşma’nın Habakkuk Kitabı’nın konusunu anlatabilir misiniz?” diye sordu.

Daianu ise, “Çok önemsiz bir peygamberdir. Kafanı yormaya değmez” diye geçiştirdi.

O zaman, Ovadya Kitabı?”

Ovadya da, ayakkabıcıların bilmesi gerekmeyen peygamberlerden biriydi.”

Pekiyi, Hagay hakkında konuşabilir misiniz?”

Daianu konuşamadı. Odanın içinde o konuda üç cümleyi bir araya getirebilecek tek bir ilahiyatçı bile yoktu. Gelu bu üç peygamberlik kitabından ezbere bölümler aktararak hepimizi şaşırttı.

Din adamları Kutsal Kitap’ı okumak yerine Kutsal Kitap üzerine yazılmış olan kitapları okumayı tercih ediyorlardı. Onlara karşı yöneltilebilecek bir başka haklı eleştiri de, diyalektik ve dogmaya saplanıp kalmış olmaları, ama onları yok etmeye çalışan Komünist ideoloji hakkında neredeyse hiçbir şey bilmemeleriydi.

1963 yılında Papa John’un “ayrılmış kardeşlerin” (Roma Katolik mezhebine ait olmayan Hıristiyanlar) uzlaşması için bir çağrı yaptığı haberini aldık. Çok geçmeden bu birliğin nasıl sağlanacağı konusunda kendi aramızda tartışmaya başlamıştık.

Hiçbirimizin sahip olmadığı Göklerin Egemenliği üzerine savaşıyoruz” dedim. “Eğer ona sahip olsaydık, zaten tartışmazdık. Mesih’i gerçekten sevenler, birbirlerini sevmek zorundadır. İsa’nın iyileştirmiş olduğu körler gibi, gözlerimizin nasıl açıldığı üzerinde duruyoruz. Birisi, ‘İman gücüyle gözlerim açıldı’ diyor. Diğeri, ‘Gözlerime dokundu’ diyor. Üçüncü ise, ‘Göz kapaklarıma tükürükle toprak sürdü.’ Eğer İsa aramızda olsaydı şöyle derdi: ‘Sizi farklı yollardan bir kıldım. Şimdi artık tartışmamalı, sevinmelisiniz!’”

Goethe, “Renk, ışığın acısıdır” der; ışık prizmadan geçtiği zaman parçalara ayrılır, kırılır. Gerçeği aramak uğruna aramızda bölünmemizi, Mesih tarafından üstlenilen bir acı gibi gördüm.

Duvardaki hoparlör cızırtılar çıkararak çalıştı. Bir ses, “Bir-iki-üç, deneme” diyerek tekrar edip duruyordu. Ardından sözcükler duyulmaya başlandı; “Komünizm iyidir. Komünizm iyidir. Komünizm iyidir.” Bir ara ses kesildi. Bir miktar cızırtı daha geldi. Ses bu defa, yetki ve tınıyla dolu olarak daha güçlü bir biçimde duyulmaya başladı.

Komünizm iyidir

Komünizm iyidir

Komünizm iyidir

Komünizm iyidir

Yayın bütün gece ve ertesi gün boyunca sürdü. Çok geçmeden bu bant kaydındaki sözcüklere aldırış etmez olmuştuk, ama yine de beynimize işliyordu. Kumanda odasındaki bir düğmeden yayın kesildiğinde, sözcükler hâlâ kulağımda çınlamaya devam etti. “Komünizm iyidir. Komünizm iyidir. Komünizm iyidir.”

Weingartner, bunun uzun bir sürecin ilk evresi olduğunu söyledi. “Yöneticilerimiz bunu Ruslar’dan öğrenmiştir, Ruslar da Pekin’den. Bunun ardından açıkça ilan edilen itiraflar gelecek. Mao-Tse-Tung yönetimindeki Çinliler fabrikalarda, ofislerde ve sokaklarda düzenlenen konferansları izlemek zorunda bırakılıyorlar. Kendi kendilerini ihbar etmeye ve beş, on, yirmi yıl önce, proletaryaya karşı kurdukları düzenleri anlatmaya zorlanıyorlar. Eğer itiraf etmezlerse, inatçı bir devrim karşıtı oldukları gerekçesiyle hapse atılıyorlar; itiraf ederlerse de söyledikleri yüzünden hapse atılıyorlar. Bu nedenle insanlar hem itiraf etmeye, hem de itiraf etmemeye çalışıyor. Yani, hain düşünceler taşıdıklarını itiraf ediyor, ancak bu düşünceleri uygulamaya geçirdiklerini inkâr ediyorlar. Kişi, kişiyi ihbar ediyor. Aile içinde ve dostlar arasındaki güven duygusu yok edilmiştir. Aynı süreç bizler için de başlamıştır!”

Peder Fazekas, “İblis daima Tanrı’yı taklit eder. Bu yöntem de Hıristiyan itirafının bir taklididir!” dedi.

Gaston, “Ne kadar sürecek” diye sordu.

Weingartner, “Belki de yıllarca, ‘Komünizm’in iyi olduğuna’ inanana dek” diye yanıtladı.

Bir sonraki konferansın konuşmacısı şişman ve neşeli biriydi. Bize, Gheorghiu-Dej’in 16 Yıllık Planı uyarınca yepyeni bir Romanya’nın kurulmakta olduğunu söyledi. Parti’nin kendi yandaşlarını şimdiden ödüllendirmeye başladığını anlattı. Sadık işçilere verilen ayrıcalıklardan söz etti; güzel yiyecekler, bol şarap ve Karadeniz kıyısında bikinili kızların doldurduğu sahillerde muhteşem tatiller.

Sonra gülerek, “Az daha unutuyordum!” dedi. “Sizler belki de hiç bikini görmediniz! Zavallı sizler, bikininin ne olduğunu bile bilmiyorsunuz! Size tarif edeyim. Yaşamın güzellikleri bir tek çökmüş Batı’ya kalmadı!”

Ardından gözleri parladı ve boğuk bir sesle, göğüs, bel ve kalça tasvirleri yapmaya başladı. Şarap ve eğlencenin verdiği zevkleri kaba konuşmasının içine katarak devam etti. Büyük salonu dolduran izleyicilerin birçoğunun yüzünde beliren o şehvetli açlığa daha önce hiç tanık olmamıştım. Bu halleriyle üreme dönemindeki hayvanları çağrıştırıyor, çok çirkin ve ürkütücü görünüyorlardı. Bu cüretkâr konuşma nedeniyle tüm insani ahlâk duygularından soyutlanmış, sadece cinsel açgözlülükleri kalmıştı.

Konuşmacı bizleri de cezaevi dışında böylesi zevklerin beklemekte olduğunu söyledi. “İşte, kapı orada! Seçiminizi yaparsanız, kapıyı açabilirsiniz! Sizi suça itmiş olan bu gerici düşünce çöplüğünden kurtulun! Tarafımıza geçin! Özgür olmayı öğrenin!”

Bu konferans bittikten sonra hücrede fazla konuşma olmadı. Artık hiç kimse dışarıda onları beklemekte olan karılarını ya da zor işlerini düşünemiyordu. Hayatta kalma içgüdümüzün bir parçası olan cinsel tutkular ustalıkla harekete geçirilmişti.

Cinsel içgüdülere hitap eden bu konuşma, evli olan Protestan ve Ortodoks rahipleri, hep bekâr bir yaşam sürmüş olan Katolik rahiplerden daha fazla sıkıntıya sokmuştu.

Aylar boyunca yetersiz gıda almıştık. Normal kilomuzun yaklaşık 20 kilo altında kaldığımızdan emin olmak için bizi düzenli olarak tartıyorlardı. Şimdi ise yemekler düzelmişti, fakat garip bir tadı vardı. Yemeklere afrodizyak maddelerin katıldığından şüphelendim; bu kuşkum daha sonra mahkûm doktorlar tarafından da onaylandı. Bize verilen gıdalara cinsel uyarıcı maddeler katılmıştı. Cezaevi personeli azalmıştı. Hücrelere gelip duyuruları ya da mahkeme kararlarını okuyan doktorlar ve kâtiplerin neredeyse hepsi genç kızlardı. Dar ve albenili elbiseler giyiyor, parfüm sürüyor, makyaj yapıyorlardı. Maksatlı olarak hücrelerde oyalanıyorlardı.

Konuşmacılar her gün bize, “Tek bir yaşamınız var” diye tekrarlıyordu. “Yaşam çabuk geçiyor. Daha ne kadar zamanınız kaldı ki? Haydi, bize katılın. Bu zamanı en iyi şekilde yaşamanız için size yardım etmek istiyoruz!”

İnsan egosuna yapılan bu çağrı, ilkel duyguların iyice galeyana geldiği bir dönemde yöneltilmişti. Nihayetinde sıra, vicdana, toplumsal değerlere ve ahlak ölçülerine yönelik süper egonun hedeflendiği çağrının yapılmasına geldi. Konuşmacılar, vatanseverliğimizin sahte, ideallerimizin aldatmaca olduğunu söyleyerek onların yerine Komünist ideolojinin tohumlarını ekmeye çalıştılar.

Bu kitlesel telkin oturumlarına “Mücadele Toplantısı” adı verilmişti ve mücadele asla bitmiyordu. Şişman konuşmacı, “Şimdi karılarınız ne yapıyor?” diye sordu. “Siz şu anda ne yapmak isterdiniz?” Hepimiz çok bitkin ve isterinin eşiğindeydik. Konferans yapılmadığı zamanlarda teyp kayıtlarından her saat başı Komünizm’in iyi olduğu duyurusu yapılıyordu. Mahkûmlar kendi aralarında münakaşa ediyordu.

İlk yıkılan kişi, şair Daianu oldu. Konferansın sonunda ayağa fırladı ve devlete karşı işlemiş olduğu suçları sıralamaya başladı. “Şimdi açıkça görebiliyorum, evet şimdi anlıyorum! Yanlış bir dava uğruna tüm yaşamımı çöpe atmışım!” Toprak sahibi olan varlıklı ailesini, kendisini yanlış yola saptırdığı için suçladı. Kimse ondan dine saldırmasını istemediği halde, inancını, azizleri ve sakramentleri inkâr etti. Ateşli bir şekilde “Batıl inancın” aleyhinde konuştu ve Tanrı’ya karşı sövgü dolu sözler sarf etti. Konuşması sürüp gitti, bir türlü bitmek bilmedi.

Ardından, Radu Ghinda da ayağa kalkarak aynı şekilde konuşmaya başladı. “Bir aptalmışım!…” diye haykırdı. “Kapitalist ve Hıristiyan yalanlarıyla aldatılmışım!… Bundan sonra bir daha –tükürmek hariç– kiliseye asla adımımı atmayacağım!”

Daianu ve Ghinda, konuşmacılardan daha büyük bir gayretle, eski inançlarını terk etmeleri için mahkûmlara telkine başladılar. Her ikisi de çok yetenekli konuşmacılardı. Komünizm’in sağladığı mutluluk ve özgürlüğü öven konuşmalarını işitenler, onların gerçekten içtenlikle konuştuklarına inanarak, derinden sarsıldılar.

Ghinda yerine oturduktan sonra, yaşlı ve zayıf bir mahkûm bağırmaya başladı: “Hepiniz beni tanırsınız – Kraliyet Ordusu’ndan General Silvestru’yum. Rütbemi ve sadakatimi reddediyorum. Müttefikimiz Rusya’ya karşı yapılan bu savaşta üstlendiğim rolden utanç duyuyorum. Sömürücü sınıflara hizmet ettim. Ülkemi karaladım.”

Generalden sonra, eski bir polis şefi, sanki oradaki herkes Komünizm’in Ruslar tarafından zorla kabul ettirilmiş olduğunu bilmiyormuş gibi, eğer polis güçleri engellememiş olsaydı Komünizm’in çok önceden başa geçmiş olabileceğini “itiraf etti”.

İnsanlar birbiri ardından ayağa kalkıp adeta bir papağan gibi itiraflarını tekrarlıyorlardı. Bütün bunlar, aylar süren aç bırakılma, aşağılanma ve kitlesel telkine maruz kalmanın ilk meyveleriydi. İlk teslim olanlar, Ghinda ve Daianu gibi yaşamları kişisel suçluluk duygusuyla zaten kemirilmiş olan bireylerdi. Daianu, hep çileciliği vaaz etmişti, ama özel yaşamında yemek ve kadın düşkünüydü. Öğrencilerine, Tanrı için dünyadan vazgeçmelerini öğretmiş, ama kendisi Hitler’in propagandacısı olmuştu. “İsa Mesih’i sevin” demiş, fakat Yahudiler’den nefret etmişti. İmanlı olduğunu düşünüyordu; ancak kişinin inandıkları, onun günlük yaşantısında açığa çıkar. Daianu’nun şiirleri çok ustaca olmasına rağmen, yerine getirilmişliğin verdiği memnuniyeti değil, güçlü özlemleri yansıtıyordu. Ghinda da Daianu gibi, bir yandan Yahudi karşıtlığı, diğer yandan imanı arasında ikiye bölünmüştü. Her iki adam da yaşlanmaktaydılar. Cezaevindeki mahkûmiyetleri on iki yılı geçmişti ve önlerinde burada geçirecek daha çok yıllar vardı.

Rahipler hücresinde bulunan diğerleri o kadar çabuk teslim olmadılar; daha fazla acı onları bekliyordu. Tartışmalarımız en azından durmuştu. Tüm farklılıklarımızın ikiye indirgenebileceğini görmüştük: Bunlardan birincisi tören ve öğretiyi başkalarına saldırmak için geçerli bir bahane haline getiren nefret; ikincisi ise, her çeşit insanın Tanrı önündeki birlik ve kardeşliklerinin farkına vardıkları sevgiydi. Bazen (sürekli olarak tartıştıkları için) rahiplere müjdenin duyurulması gerekiyormuş (bu her şeyden daha önemliymiş) gibi görünmüştü bana. Oysa hücremiz şimdilerde daha sıklıkla etkin bir özveri ruhu ve tazelenmiş iman ateşiyle dolu gibiydi. Böylesi anlarda melekler adeta çevremizdeydi.

Rab’bin Sofrası töreni için ekmeğe ihtiyaç vardı ve herkes kendi payını gönülden vermek istiyordu. Fakat Ortodoks adetlerine göre ekmeğin, imanı uğruna ölmüş olan birinin bedeninden alınmış bir kutsal emanetin (rölikin) bulunduğu sunak üzerinde kutsanması gerekiyordu. Böyle bir kutsal emanet (rölik) yoktu.

Peder Andricu, “Aramızda yaşamakta olan, iman şehitleri var” dedi. Ekmeği ve revirden gizlice sokulan kırık bardaktaki az miktar şarabı hasta ve yatmakta olan Piskopos Mirza’nın bedeninin üzerinde kutsadılar.

Konferanslar sonucunda “dönmüş” olan mahkûmlara, diğerlerine konferans vermeleri bildirildi. Onlar da özgürlüğe kavuşmalarının bu konuda gösterecekleri gayrete dayandığına inanarak bu konuda büyük bir güçle çalıştılar. Bir süre sonra Daianu ve Ghinda’nın taraf değiştirmesinin neden olduğu korkunç bir olayın söylentisi dolaşmaya başladı. Demir Muhafızlar’dan iki kişi bu olayı protesto etmek için marangoz atölyesinden çaldıkları keskiyle damarlarını kesmişler ve kanamadan ölmüşlerdi.

Ghinda ve Daianu’yu hücrenin bir köşesinde buldum. “İhanetinizin size güvenmiş olan iki kişinin yaşamına mal olması konusunda ne düşünüyorsunuz?” dedim.

Ghinda, “Onlar halkın yaşayabilmesi için öldüler!” dedi.

Daha bir hafta öncesine kadar kendiniz de halkın düşmanları arasında sayılıyordunuz” dedim.

Daianu patladı, “Kime ne olursa olsun! Ben sadece buradan çıkmayı düşünüyorum!”

Yoğun tepki almaları üzerine bu ikili bir başka hücreye nakledildi. Miron şöyle dedi: “Yazılarını derin bir imanla yazmış gibi görünen insanların, bu kadar kolaylıkla ihanet edebilmesi ne gariptir!”

Bu sorunun yanıtı belki de onların yazılarındaydı. Daianu ve Ghinda, Mesih’i bize verdiği armağanlar –esenlik, sevgi, kurtuluş– için yüceltmişlerdi. Oysa gerçek Mesih öğrencisi bu armağanları değil, Mesih’in kendisini arar ve bu uğurda sonuna dek kendini feda etmeye hazırdır. Daianu ve Ghinda, Mesih’in izleyicileri değil, müşterileriydi; yan tarafa dükkân açan Komünistler’in daha ucuza mal sattığını görünce oradan alışveriş etmeye başlamışlardı.

Tekrar ciddi bir şekilde hastalandım. 1963 yılında cezaevi hastanesine nakledildim. Orada bir hafta kalmıştım ki, herkesin dışarı çıkarılması emri geldi. Bazılarımız zorlukla yürüyebiliyorduk, ama aramızdaki güçsüzlere yardım ederek tüm cezaevi mahkûmlarının toplanmış olduğu büyük avluya çıktık. Biz orada ayakta beklerken, seçilmiş bazı mahkûmların rol aldığı bir saat süren bir oyun sahnelendi. Oyunda Hıristiyanlık’la alay ediliyordu. Kumandan ve subaylar güldüklerinde ya da alkışladıklarında, mahkûmlar da onlara katılıyordu.

Oyun sona erdiğinde, Alexandrescu kulak tırmalayıcı bir sesle bağırarak oyun hakkında olumlu ve olumsuz yorumlarımızı bildirmemizi istedi. Kişilerin sadece beğenilerini bildirmesi yeterli olmuyordu, nedenlerinin de açıklanması gerekiyordu. Daianu öncülük etti. Ghinda onu izledi. Mahkûmlar sırayla ayağa kalkıp din karşıtı sloganlar attılar. Aramıza geri döndüklerinde, bazıları gözleri yaşlı bana sarılarak, “Her şey bitene dek, bunları söylememiz gerekiyor!” dediler.

Kumandan bağırarak benim ismimi söylediğinde, eşimin yıllar önce Din İşleri Kongresi’nde bana söylediklerini anımsadım: “Kalk! Mesih’in yüzündeki bu utancı temizle!”

Gherla’da iyi tanınıyordum. O kadar hücre değiştirmiştim ki.

Yüzlerce göz üzerimdeydi ve hepsi de aynı soruyu sorar gibiydi: “O da Komünizm’i yüceltecek mi?”

Binbaşı Alexandrescu bağırdı: “Haydi konuşun!” Muhalefetten korkmuyordu. İnatçıların inadının kırılması –onlara göre bu zaten çok yakında gerçekleşecekti– Parti’nin gücünü gösterecekti.

Sözlerime ihtiyatla başladım: “Bu Pazar sabahı, eşlerimiz, çocuklarımız ve annelerimiz bizim için evlerinde ya da kilisede dua etmekteler. Bizler de onlar için dua etmek isterdik, ancak onun yerine bu oyunu izledik.”

Ailelerinden söz etmem, mahkûmların gözlerinin dolmasına neden olmuştu. Sözlerime devam ettim: “Buradakilerin çoğu İsa Mesih’in aleyhinde konuştular, fakat O’na karşı olduğunuz noktalar nedir? Proletaryadan söz ediyorsunuz; ama İsa da bir marangoz değil miydi? Çalışmayana yemek yok diyorsunuz, ama bu sözler çok daha önceleri İncil’de Aziz Pavlus’un Selanikliler’e yazdığı mektupta yazılmıştı. Zenginlere karşı konuşuyorsunuz, ama İsa Mesih para bozanları kamçıyla tapınaktan kovmuştu. Komünizm istiyorsunuz, ama unutmayınız ki ilk Hıristiyanlar hep bir arada yaşamış ve her şeylerini paylaşmıştı. Yoksulları kalkındırmak istiyorsunuz, ama Meryem Ana’nın İsa’nın doğumuyla ilgili söylediği ezgisinde, Tanrı ‘Sıradan insanları yükseltti’ denir. Komünizm’de iyi olan ne varsa hepsi Hıristiyanlık’tan gelir!”

Marx, tüm proletaryanın birleşmesi gerektiğini söylemiştir. Oysa içimizde bazılarımız Komünist, bazılarımız Sosyalist, bazılarımız da Hıristiyan’dır. Eğer birbirimizi aşağılar, alay edersek birleşemeyiz. Ben bir ateisti asla aşağılamam. Bu davranış Marksist bakış açısından bile yanlıştır. Çünkü aşağılanmak ve alay edilmek, proletaryayı parçalar.”

Marx’ın Kapital adlı eserinin önsözünden bir alıntı yaptım: Hıristiyanlık, günahtan mahvolmuş bir yaşamın yeniden yapılanması için en ideal dindir. Onlara, içlerinde –Komünist bile olsa– günahı olmayan birinin bulunup bulunmadığını sordum. Çünkü eğer Tanrı’ya karşı günah işlememişseler, Parti’ye karşı günah işlemişlerdi. Onlara kendi Komünist yazarlarından birçok alıntı yaptım. Binbaşı Alexandrescu oturduğu yerde kıpırdandı, ayağının burnuyla yere vurdu, ama konuşmamı kesmedi.

Mahkûmlar da çok sessiz görünüyordu. Onların oldukça etkilenmiş olduğunu gördüm ve birden nerede olduğumu unutup Mesih hakkında, O’nun bizim için neler yaptığı ve O’nun bizim için ne anlama geldiği konusunda vaaz etmeye başladım. Onlara sınavsız bir okul olmadığı ya da işçilerin yaptığı işin iyi olup olmadığının denetlenmediği bir fabrika olmadığı gibi, hepimizin, kendimiz, kardeşlerimiz ve Tanrı tarafından yargılanacağını söyledim. Kumandana bakarak, “Siz de yargılanacaksınız, Binbaşı Alexandrescu” dedim.

Buna da tepki vermedi. Bunun üzerine İsa Mesih’in bizlere nasıl sevmeyi öğrettiğini ve sonsuz yaşam verdiğini anlattım. Konuşmamın sonunda mahkûmlar tezahürata başladı.

Yerime döndüğümde Miron şöyle dedi: “Onların tüm yaptıklarını bu konuşmanızla etkisiz kıldınız.” Ama ben bunun doğru olmadığını biliyordum. Gaston fısıldadı: “Tezahüratı işittiniz mi?” “Onlar bana değil, kendi yüreklerinde keşfettikleri şeyler için tezahürat yapıyorlardı” dedim.

O güne dek sadece az sayıda bir rahip grubu beyin yıkamanın etkisi altına girmişti. Açıkça karşı koyan bizler de sayıca azdık, ama karşı koyma cesaretini gösteremeseler bile, taraftarlarımızın sayısı da oldukça fazlaydı.

Karşı koymak kolay değildi. Bu konuşmam nedeniyle cezaevi hastanesindeki yerimi kaybettim ve rahiplerin hücresine geri gönderildim.

Siyasi görevli bize Daianu ve Radu Ghinda’nın özel hücrelerinde, Halk Cumhuriyeti’nin harika işleri konusunda yazılar yazmaya gönüllü olduklarını bildirdi. Oysa her ikisi de hapiste oldukları için bu harika işleri on iki yıldan beri hiç görmemişlerdi. Kendilerine kâğıt, kalem ve gerek duydukları tüm Parti yayınları ve propaganda malzemesi verilmişti. Her iki adam da yeni inançlarını kanıtlamak için bu fırsatı tam anlamıyla kullandılar ve birkaç hafta sonra serbest bırakıldılar. Bu olay direnişimize güçlü bir darbe indirdi. Yeni düzende ilk serbest bırakılanlar onlar oldu. Ama son olduklarını bilemedik.

Siyasi görevli Teğmen Konya, elinde bir gazeteyle hücreye girdi ve Peder Andricu’ya seslendi.

Bunu okuyun da, herkes işitsin” dedi.

Andricu manşeti okudu: “GÜLEN BİR ÜLKE VE ŞARKI SÖYLEYEN YÜREKLER.” Bu, Radu Ghinda tarafından yazılmış bir makaleydi ve köşesinde tutuklanmadan önce çekilmiş gülümseyen bir fotoğrafı vardı.

Teğmen Konya, “Bu anlamsız ve modası geçmiş inanışlarınızdan vazgeçip yeni Romanya halkına katıldığınız takdirde her birinizin aynı özgürlük ve iş bulma şansına sahip olacağınızı bilmenizi isterim!” dedi.

Şarkı söyleyen yürekler! Herkes Ghinda’yı bir kemik yığını olarak hatırlıyordu. Ailesinin çok zorda olduğunu ve çocuğuna eğitim hakkı verilmediğini biliyorduk.

Daianu da ismini Sosyalist Romanya’daki özgürlüklerin yüceltilmesi için kullandırtıyordu. Ama not defterlerini mürekkeple lekeledikleri için, “bon pour l’Orient – “Doğu için iyi” değerlendirme notu alan Fransız tıp öğrencileri gibi, Ghinda ve Daianu’nun ürettikleri yazılar da sadece Batı için yararlıydı. Ustalıkları ancak ülke konusunda bilgi sahibi olmayanların üzerinde etkili olabilirdi. Yazdıkları makaleler yurtdışında yaşayan binlerce Rumen vatandaşına gönderilen özel gazete ve dergilerde yayınlanıyordu, ama bunların ülke içinde temini olanaksızdı.

Bu ikilinin serbest bırakılması herkesi heyecanlandırmıştı. Yıllarca zulüm ve aşağılanma görmüş ve direnmiş olan mahkûmlar, şimdi bocalamaya başlamışlardı. Ancak direnmekten vazgeçip teslim olanlar, serbest bırakılmak yerine, değişmiş olduklarını cezaevinde günde 16-18 saat gönüllü olarak çalışarak kanıtlamak zorunda kaldılar. Hücrelerine geri döndüklerinde ise ya başka konferanslara katılmak ya da konferans vermek zorunda kalıyorlardı. Ayrıca, hücrenin “politik ısı çizelgesini” tutmak zorundaydılar. Yani, her birinin kendi komşusunun Komünizm’e karşı tutumunu –ılık, soğuk ya da düşmanca olduğunu– yazılı olarak bildirmesi gerekiyordu.

Yetkililer benim hakkımda iyi raporlar almış olamazlardı. Teğmen Konya bana iki haber vermek üzere hücreye geldi. Birincisi, karım uzun bir süredir tekrar cezaevindeydi. İkincisi, “oyun” sonrasında yaptığım konuşmamda doruğa çıkmış olan süregelen küstahlıklarım ve meydan okumam nedeniyle o gece saat 10’da dayak yiyecektim.

Sabina’yla ilgili haber bana müthiş bir darbe indirdi. Bu düşüncenin verdiği acılar bir süre sonra gelecek olan dayakla ilgili korkuma eklendi. Beklemek hepimiz için dehşet vericiydi. Zaman ağır geçer gibiydi, ancak sonra birden çok hızla geçti ve koridordan yaklaşmakta olan ayak seslerini işittim. Çizme sesleri geçip gitti. Yan hücreden birisini almışlardı. Koridorun sonundan gelen darbelerin iniş sesini ve çığlıkları işitebiliyordum. O gece kimse beni almaya gelmedi.

Ertesi sabah tekrar uyarı aldım. Sonraki altı gün boyunca bu gerilim sürdürüldü. Ardından beni almaya geldiler. Darbeler kızgın demir gibi bedenimi dağlıyordu. Dayak sona erdiğinde nezaret eden Teğmen Konya bağırdı: “Biraz daha vurun!” Ayağa kalkmam biraz zaman aldı. Bu yüzden Konya, “On tane daha!” diye bağırdı. Hücreye yarı sürüklenerek götürüldüm, duvardaki hoparlörlerden şu ses yankılanıyordu:

3

Hıristiyanlık aptallıktır

Hıristiyanlık aptallıktır

Hıristiyanlık aptallıktır

Neden bırakmıyorsun?

Neden bırakmıyorsun?

Neden bırakmıyorsun?

Hıristiyanlık aptallıktır

Hıristiyanlık aptallıktır

Hıristiyanlık aptallıktır

Neden bırakmıyorsun?

Bazı durumlarda, “küçük ihlaller için” atılan dayaklar gardiyanlar tarafından hücrede uygulanıyordu.

Pantolonunuzu indirin!”

İndirdik.

Yüzüstü yatın!

Yattık.

Sırtüstü dönün, ayaklarınızı yukarıda tutun!”

Yuvarlanıp sırt üstü döndük.

Bu arada dua etmeye çalışıyorduk. Bazen bir rahip, “‘Ey Göklerdeki Babamız’ diye dua ediyorum, ama ne biçim bir baba, ne biçim bir Tanrı ki beni bu şekilde düşmanlarıma terk ediyor?” diyordu. Onu yüreklendirmeye çalışıyorduk: “Vazgeçme. ‘Babamız’ demeyi sürdür. İnat et. Direnerek, imanını tazeleyeceksin!” Bizi dinliyordu, çünkü onun acısına ortak oluyorduk.

Nöbetçiler dayak atmaktan sıkıldığında, iki mahkûmu yanlarına çağırıyor ve birine, “Şimdi! Arkadaşının yüzüne tokat at!” diye emrediyorlardı. Eğer mahkûm yapamazsa ona, “Şansını kaybettin” diyor ve diğer mahkûma ilk olarak başlamasını emrediyorlardı. O da gözünü karartıp vuruyordu. Diğerine, “Şimdi sen de karşılık ver!” diyorlardı. Mahkûmlar yüzleri kanayana dek birbirlerine vurmaya devam ediyordu. Nöbetçiler ise kahkahaya boğuluyordu.

Bir gece Teğmen Konya eşyalarımı toplamamı söyledi. “Cezaevi Tedavi Yöntemlerine” cevap vermediğim için “iyileşmeme” yardımcı olacak özel bir bölüme gönderiliyordum. Cezaevinin bu bölümüne dair çeşitli söylentiler duymuştuk. Oradan geri dönenler sayıca çok azdı. Girenler ya orada ölüyor ya da beyin yıkamaya teslim olup dışarı çıkarılıyorlardı. Bunlardan bazıları Komünist doktrinin telkin edilmesinde görev alıyor ve diğerlerinin beynini yıkamayı öğreniyorlardı.

Avluyu geçip birkaç köşe döndükten sonra bir dizi kapının olduğu bir yerde durduk. Kapılardan biri açıldı, içeri sokuldum ve arkamdan iki kez kilitlendi.

Beyaz fayansla kaplı bir hücrede tek başınaydım. Gizli lambalardan gelen keskin ışık beyaz tavandan yansıyordu. Yazın ortasındaydık ama, Gherla’da başka hiçbir yerde çalışmayan, buharlı ısıtma sistemi burada sonuna dek açıktı. Konya beni bıraktığında kelepçelerimi çıkarmamıştı, bu nedenle sadece sırtüstü ya da yan dönüp yatabiliyordum. Tüm bedenim terden ıslanmıştı. İzleme deliği açıldı ve dışarıdaki nöbetçinin kıs kıs güldüğünü işittim. “Isıtmada bir sorun mu var?” Karnım ağrımaya başladı. Yemeğin garip bir tadı vardı; ilaç atılmış olduğundan kuşkulandım. Buradaki hoparlörün farklı bir anonsu vardı:

Şimdi kimse Mesih’e inanmıyor

Şimdi kimse Mesih’e inanmıyor

Şimdi kimse Mesih’e inanmıyor

Kimse kiliseye gitmiyor

Kimse kiliseye gitmiyor

Sen de vazgeç

Sen de vazgeç

Sen de vazgeç

Şimdi kimse Mesih’e inanmıyor

Ertesi sabah Teğmen Konya geri döndü. Kapı açıldığında, içeriye serin bir hava dalgası girdi. Kelepçelerim açıldı. Uyuşmuş kollarımı açmaya çalışırken, emri uyarınca onu koridor boyunca takip etmeye başladım.

Beni yepyeni bir hücre ve temiz giysiler beklemekteydi. Hücrede çarşafları olan bir yatak, üzerinde örtüsü olan bir masa ve vazo içinde çiçekler vardı. Bütün bunlar bana çok fazla geldi. Oturup ağlamaya başladım. Konya gittikten sonra kendime geldim. Masanın üzerindeki gazeteye göz gezdirdim. Tüm mahkûmiyetim boyunca gördüğüm ilk gazeteydi. Gazetede Amerikan 6. Filosu’nun baskı altındaki ülkelerde özgür seçimlerin yapılmasını talep etmek üzere Karadeniz’e gelmiş olduğuna dair Gherla’da yayılan söylentileri destekleyecek bir haber bulmaya çalıştım, fakat bulamadım. Ama Küba’da yönetimi ele geçirmiş ve Amerika’ya kafa tutmakta olan Komünist bir diktatörün haberini okudum.

İlk ziyaretçim Kumandan Alexandrescu idi. Yeni hücremin, istersem elde edebileceğim iyi yaşamın bir örneği olduğunu söyledi. Ardından dine saldırmaya başladı. Mesih’in, Elçiler tarafından köleleri Cennet’te özgürlük umutlarıyla kandırmak üzere uydurulan bir fantezi olduğunu söyledi.

Gazeteyi ona uzattım. “Bu gazete Parti matbaasında basılmış. Temmuz 1963 tarihli. Bu demektir ki, sizce hiç var olmamış birinin doğumundan 1963 yıl sonra basılmış. Mesih’e inanmıyorsunuz, ama onu medeniyetimizin kurucusu olarak kabul ediyorsunuz.”

Alexandrescu omuzlarını silkip, “Bu hiçbir şey ifade etmez. Yılları geleneksel olarak bu şekilde sayıyoruz, sadece o kadar” dedi.

Eğer Mesih yeryüzüne hiç gelmemişse, bu gelenek nereden kaynaklandı?” diye sordum.

Birtakım yalancılar başlattı.”

Ona şunları söyledim: “Bana Ruslar’ın Mars’a gittiğini söylediğinizi varsayalım, size bu konuda inanmayabilirim. Ama radyonun düğmesini açıp Amerikalılar’ın Ruslar’ı kutladığını işitirsem, o zaman sözlerinizin doğru olduğunu anlarım. Bizim de aynı şekilde, Mesih’in yeryüzündeki varlığını, en azılı düşmanları Ferisiler tarafından Talmud kitabında kabul edilmesi ve hatta annesi ve elçilerin bazılarının adlarının bu kitapta yer alması nedeniyle, tarihsel bir gerçek olarak kabul etmemiz gerekir. Yine Ferisilerin, İsa Mesih’e mucizeler atfetmesinden ve aynı zamanda bunların kara büyü ile yapılmış olduğu yönünde karşı çıkmalarından da etkilenmeliyiz. Birçok dinsiz yazar da O’nun varlığını kabul etmiştir. Sadece Komünistler, o da kendi kuramlarına uymadığı için, bu yalın tarihsel gerçeği inkâr ediyorlar.”

Alexandrescu konuyu üstelemedi. Onun yerine bana bir kitap gönderdi. Onca yıldan sonra ellerimin arasında –adı “Ateistin El Kitabı” olsa bile– bir kitap tutmak gerçekten harika bir şeydi. Batı’nın bilmediği bu kitap, Demir Perde gerisinde bir yerlere gelmek isteyen herkesin okuması şart olan bir rehberdir.

Elimdeki nüsha resim ve açıklamalar içeren, iyi ciltlenmiş bir kitaptı. İlk kısımlarda dinlerin çıkışı ele alınıyor, Hinduizm, Budizm, Konfüçyüsçülük ve İslam’dan söz ediliyordu. Ardından, Hıristiyanlık’a geçilmişti. Her mezhep için ayrı bir bölüm ayrılmıştı. Katolik mezhebi çok kötülenmişti. Luteryenlikle ilgili bölüm ise nispeten daha olumluydu (Luther Papa’ya karşı geldiği için). Ama hepsi de birer sahtekârlık olarak gösteriliyordu. Bilim bunu kanıtlamıştı, bu yüzden Kilise daima haksız yere bilimi yargılamış ve cezalandırmıştı. Bir bölüm başlı başına, Kilise’nin yüzyıllardır kapitalizmin bir aracı olduğunu ve Mesih’in “düşmanlarınızı sevin” mesajının aslında sömürücülerinize boyun eğinden başka bir anlama gelmediğini anlatmaya ayrılmıştı. Rusya’daki rahiplik müessesesinin yozlaşmışlığını (kitabın Rusça’dan çevrildiği belli oluyordu) ele alan özel bir bölüm vardı. Hıristiyan dini törenlerinin putperest batıl inançlara dayandığını göstermeye çalışan yanıltıcı resimler artarda basılmıştı. Son bölümde ise, “Ateist Propaganda Yöntemleri” analiz ediliyor ve dine karşı çıkarılmış olan Sovyet kararnamelerinin bir listesiyle kitap sona eriyordu. Bu bölüme geldiğimde uyuyakalmışım.

Ertesi birkaç hafta boyunca, bir tehdit edildim, bir vaatlere boğuldum. Bir çiçek vazolu özel odama götürüldüm, bir hoparlörlerin gürlediği ve kör edici keskin ışıkların olduğu hücreye… Bir iyi –ama muhtemelen ilaç katılmış– yemekler verildi, bir aç bırakıldım. Bir düşüncelerimi savunmama fırsat tanındı, bir cezalandırıldım. Bir sabah “ısı tedavim” sırasında içeriye, eski “Kızıl rahip” olan, ancak tövbe etmiş Peder Andricu’yu getirdiler. Zorlukla nefes alıyor ve şiddetli sıcağa dayanmaya çalışıyordu. Sonra oturduğu yerden birden ayağa fırlayarak kapıyı yumruklamaya ve dışarı çıkarılması için yalvarmaya başladı. Az sonra kumandan göründü.

Alexandrescu, “Isıyı daha da yükseltebiliriz!” dedi. Ya da, eğer seçim yaparsak özgür insanlar olabilirdik. “Ama serbest kaldığınızda nasıl davranacaksınız, neleri vaaz edeceksiniz bilmem lazım? Benim için birer taslak hazırlamanızı istiyorum” dedi. Bize kâğıt kalem verip odadan çıktı.

Oturup yazdık. Ben yazdıklarımı Andricu’ya verdim ve onun yazmış olduklarını da alıp okudum.

Andricu, kendini müdafaa edermişçesine konuştu: “Bu tür vaazları her Pazar işitebilirsiniz. İlerici, bilimsel, Marksizm yanlısı.”

Kendisine, “Kendinizi kandırmaya çalışmayınız, Peder” dedim. “Bu yazdıklarınızın tüm inancınızın bir inkârı olduğunu biliyorsunuz. Bir rahip imanını kaybetse bile, bu konuda sessiz kalmalıdır. Tanrı’nın önündeki yargıdan söz etmiyorum. Ama kilise cemaatiniz, dostlarınız ve aileniz bu tür şeyleri vaaz ettiğinizi duyarsa ne düşünürler? Komünistler’in sizi tekrar aldatmasına izin vermeyiniz. Sizi asla tutmayacakları vaatlerle satın alıyorlar.”

Andricu ile uzun bir süre tartıştım ve yüreğinde hâlâ Hıristiyanlık’ın gerçeğini taşıdığını anlattım. En sonunda, “O vaazları bana geri verin” dedi ve hepsini yırtıp parçaladı.

Büyük salonda yüzlerce mahkûmun izleyici olarak katıldığı yeni bir dizi “mücadele toplantıları” başlatılmıştı. Bizleri de özel bölümden bu toplantılara katılmamız için getiriyorlardı. Konuşmacıların birçoğu kısa bir süre önce hücre arkadaşlarımız olan mahkûmlardı. İlk bölümdeki telkin ve talimatların ardından, kendilerine yıllarca acı çektiren Komünizm’i ateşli bir şekilde yüceltiyorlardı. Dine karşı yaptıkları saldırılar çoğunlukla, “Tanrı öldü” ekolünün propagandacıları gibi Kutsal Yazılar’ı inkâr eden bazı modern tanrıbilimcilerin görüşlerine dayanıyordu. Bize, “Kendi düşünürlerinizi tanıyın (öğrenin)! Hepsi Hıristiyanlık’ta hiçbir nesnel gerçek bulunmadığını kanıtlamışlardır” diyorlardı.

Günde on-on iki saat bu konferansları izliyor, tartışmalara katılıyor ve teybe kaydedilmiş sloganları dinliyorduk. Beyni yıkanmış olan konuşmacılar, kişinin İd’ine resmi konuşmacılardan daha şiddetle ve daha sık yöneliyordu. İzleyicilere aktardıkları düşler –özgürlük, para, iyi bir iş– yani Ego’ya saldırı daha inandırıcı ve etkileyici oluyordu.

Her hücrede birkaç kişi, diğerlerinin “politik sağlığını” günlük olarak rapor ediyordu. Bu kişilere dalkavukluk yapan (boyun eğen) mahkûmlar güvenlikte sayılırdı. Bunu yapmayanlarsa çoğunlukla kendilerini özel bölümde buluyordu. İhbarcılık salgın hastalık gibiydi. Yakınımdaki birinin görevliye bir nöbetçinin yatağında arama yaptığını, fakat yatağın altına bakmadığını şikayet ettiğini işittim!

Rusya’yla ateşkesin yıl dönümü olan 23 Ağustos’ta mahkûmların büyük bir çoğunluğu artık kendilerine söylenen her şeye inanmaya hazır bir duruma gelmişlerdi. Büyük salonda bir toplantı yapıldı. Konuşmacı Binbaşı Alexandrescu, “İyi haberlerimiz var” diye söze başladı.

Alexandrescu kolektiflerdeki toprakların gelişmekte olduğunu söylemesi üzerine topraklarına el koyulmuş olan çiftçiler gülümsediler. Ticaretin hızla artmaya başladığını aktardığında ise eski tüccar ve bankacılar alkış tuttular.

Kumandan, “Bazılarınız nihayet gerçeği görüyorsunuz. Diğerleri ise aptallıklarında direniyorlar. Sizi ahmaklar! On-on beş yıldır cezaevinde Amerikalılar’ın gelip sizi kurtarmasını bekliyorsunuz. Size bir haberim var. Amerikalılar geliyorlar. Ama sizi kurtarmaya değil, bizimle ticaret yapmaya!”

Alexandrescu, Başbakan Dej yönetimindeki Parti’nin, Batı bloğu ile ticareti destekleyici adımlar atmış olduğunu bildirdi. Batı’nın yardımıyla krediler veriliyor, fabrikalar yapılıyor ve nükleer reaktörler işletiliyordu.

Alexandrescu, “Sizi budalalar!” diye tısladı. “Hepiniz bir düşte yaşıyordunuz. Biz Amerikalılar’ı sizden iyi tanıyoruz. Onlardan dilenirseniz size bir şey vermezler. Ama onlara hakaret eder, küçümserseniz, her istediğinizi elde edebilirsiniz. Biz sizden daha akıllıyız.”

Birisinin tiz bir sesle güldüğünü işittim, ardından diğerleri de ona katıldı. Çok geçmeden bütün salon gülme seslerinden sarsılıyordu. Ses gittikçe isterikleşiyordu, Kumandan ellerini kaldırıp sesi bastırdı. Sonra keyifli bir tavırla, “Özgürlük Günü” kutlamalarına katılamamamız nedeniyle salona bir televizyon koydurduğunu ve töreni hepimizin izleyebileceğini bildirdi.

TV programı Gheorghiu-Dej’in konuşmasıyla başladı. Ardından diğerleri Romanya’daki Faşist rejimin düşüşüyle ilgili konuşmalar yaptılar. Konuşmacılardan hiçbiri, genç Kral Michael’in, Ulusal Köylü Cephesi siyasetçisi Juliu Maniu’nun ve Komünist Adalet Bakanı Patrascanu’nun 23 Ağustos 1944 tarihinde oynadığı hayati rolden söz etmedi. Çünkü kral sürülmüş, diğer ikisi de cezaevinde ölmüştü.

Komünizm’in ilk yıllarında, halkın yıldönümü geçitlerinden kaçındıklarını anımsadım. Oysa TV’deki resmi geçitte, sonu gelmeyen bir kalabalığın rüzgârla dalgalanan kızıl bayraklarla Marx, Lenin ve Dej’in portelerinin önünden asker adımlarıyla yürüdüklerini görmek beni şaşırttı. Bando sesini, kalabalığın tezahüratını ve “23 Ağustos bize özgürlük getirdi!” bağırışlarını işitiyorduk.

Yanımda duran Peder Andricu’ya, “Eskiden böyle olmazdı” dedim.

Gösteri bitince yerine bir yenisi başladı.

Alexandrescu, “Şimdi kutlamalar hakkında konuşacağız” dedi.

Herkes tek tek izlenimlerini anlattı. Eski subaylar, polisler, toprak sahipleri, köylüler, sanayiciler, hepsi de konuşmalarını “23 Ağustos bize özgürlük getirmiştir!” haykırışıyla bitiriyordu.

Benim sıram geldiğinde, sözlerime günün anlamına değinerek başladım.

23 Ağustos’un özgürlük getirmiş olduğu birisi varsa, o da benim! Faşistler benden nefret ediyorlardı. Hitler savaşı kazanmış olsaydı, ben şimdiye dek çoktan bir kalıp sabun olmuştum. Ama yaşıyorum. Kutsal Kitap’ta bir deyiş vardır: ‘Sağ köpek ölü aslandan iyidir!’

Fakat ben başka bir şekilde 23 Ağustos tarihinden önce özgürdüm. Nasıl olduğunu size anlatayım. Eski çağlarda Sirakusa’nın zorba Kralı, bir gün köle-filozof Epiktetos’un eserini okumuş ve o kadar beğenmiş ki, onu özgür bırakmayı teklif etmiş. Epiktetos onun bu teklifine, ‘Siz kendinizi özgür kılın!’ diye yanıt vermiş. ‘Ama ben Kralım!’ Filozof buna şöyle karşılık vermiş: ‘Kendi ihtirasları tarafından yönetilen bir zorba, tutsak sayılır; tutkularına hâkim olan bir köle ise özgürdür. Kral, siz kendi kendinizi özgür kılın!’”

Salon sessizleşmişti. “Ben cezaevinde olsam bile özgürüm. Suçumdan ve zihnimdeki karanlıktan İsa Mesih tarafından özgür kılındım. 23 Ağustos olayları beni Faşistlerden kurtarmış olduğu için minnettar olabilirim. Fakat diğer özgürlüğüm için, yani geçici olan her şeyden ve ölümden kurtuluşum için İsa’ya şükrederim!”

Kumandan ayağa fırlamıştı. “Siz bu saçmalıkları Yuri Gagarin’e anlatın. O uzaya gitmişti, ama Tanrı’nın izine rastlamadı!”

Kumandan güldü. Mahkûmlar da onunla birlikte güldüler.

Kendimden emin ve sakin bir şekilde, “Bir karınca da ayağımın etrafında dolaşsaydı, Wurmbrand’ın izini göremediğini söylerdi!” diye yanıt verdim.

Tekrar Özel Bölüm’e gönderildim. Ben oradayken Alexandrescu özellikle benim için gelip Amerikan Başkanı’nın öldürülmüş olduğunu bildirdi.

Bu konuda ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

İnanamıyorum” diye yanıt verdim.

Bana Kennedy’nin bir suikast sonucunda ölmüş olduğunu bildiren bir gazete gösterdi.

Ne dersiniz?” diye ısrarla sordu. Bu tür soruları sürdürmek mahkûmun kafasındaki düşünceleri açığa çıkartmak için kullanılan bir teknikti.

Kendisine, Kennedy eğer bir Hıristiyan’sa, şimdi Cennet’te mutlu olduğunu söyledim. Alexandrescu hücreden ayrıldı.

Daha sonra hücrede Peder Andricu’yla birlikteyken, nöbetçiler bizi almaya geldiler. Gözlerimiz bağlandı, ellerimiz kelepçelendi ve dışarı çıkarıldık – infaz edilmeye bile götürülüyor olabilirdik.

Nöbetçiler, “Buradan sağa dön! Şimdi buradan sola dön!” gibi emirler veriyorlardı.

Cezaevinin uzak bir köşesinde göz bağlarımız çözüldü. Temiz ve sıcak ofislerin bulunduğu bir bölümdeydik. Andricu’yu genel yönetim merkezine benzer bir yere götürdüler. Ben ise bir kapının önünde nöbetçi nezaretinde ayakta bekliyordum. Bu nöbetçi daha önceleri Mesih hakkında alçak sesle konuşurken beni dinlemişti.

Bana şöyle fısıldadı: “Zavallı dostum! Büyük zorluklar yaşıyorsunuz, ama Tanrı’nın adıyla dayanın!”

Benden birkaç adım uzaklaştı. Suratı ifadesizdi, ama sözleri içimi ısıtmıştı.

Kapı açıldı ve general üniforması giymiş bir adamın bulunduğu odaya girdim. Bu kişi İçişleri Bakan Vekili General Negrea’ydı. Çingene hatlı güçlü yüzünden yayılan enerji, zekâsıyla eşleşmişti. Yanında, siyasi görevli ve Bükreş’ten gelen birtakım yetkililer oturuyordu.

Negrea kibarca, “Dosyanızı inceledim, Bay Wurmbrand. Görüşlerinizi beğenmiyorum, ancak inançlarının arkasında duran kişileri severim. Biz Komünistler de inatçıyızdır. Ben de cezaevlerinde yattım. Benim de düşüncelerimi değiştirmek için çok şey denendi, ancak güçlü bir şekilde direndim” dedi.

Ortada bir yerde uzlaşmamızın doğru olacağını düşünüyorum. Eğer çektiklerinizi unutmaya hazırsanız, biz de sizin bize yapmış olduklarınızı unuturuz. Yeni bir sayfa açarak, düşman yerine dost olabiliriz. Kendi inanışlarınıza karşı gelmek bir yana, onların arkasında durup yine de verimli bir işbirliğine girebilirsiniz.”

Önünde açık bir dosya vardı. “Vaazlarınızı bile okudum. Kutsal Kitap yorumlarınız şahane bir şekilde derlenmiş, ama bilim çağında yaşadığımızı fark etmeniz gerekir…”

Kendi kendime, “Ne oluyor acaba?” diye sordum. Negrea ise Parti’nin bilimsel görüşünü izah etmeyi sürdürdü. Çok önemli bir bakan 300 kilometrelik yoldan bu amaçla mı gelmişti?

Ovaların üzerinden kıvrılarak döne döne en sonunda Karadeniz’e ulaşan Tuna Nehri gibi, konuşması da nihayet son buldu.

Sizin gibi insanlara ihtiyacımız var! Kişilerin kendi çıkarları için davamıza katılmasını istemiyoruz. Bunun aksine, insanların geçmişteki hatalarının farkına vararak bize katılmasını istiyoruz. Batıl inançlara karşı sürdürdüğümüz mücadelemizde bize yardım etmeye hazırsanız, hemen şimdiden yeni bir yaşama başlayabilirsiniz. Yüksek maaşlı bir işiniz, yanınızda ise yeniden güvenlik ve rahata kavuşmuş aileniz olacak. Ne dersiniz?”

Kendisine, sürmekte olduğum yaşamdan mutlu olduğumu; Parti’ye yardım etme konusunda ise, özgür kaldığımda uygulayacağım bir yol olduğunu bildirdim.

Siyasi görevli oturduğu yerde dikleşti. Negrea, “Bizim için çalışacağınızı mı söylüyorsunuz?” diye sordu.

Size önerim, beni en yetenekli Marksist eğitimcinizle birlikte köy ve kasabalara göndermeniz. İlk başta ben kendi cehaletimi ve gerici Hıristiyan dinimin saçmalıklarını herkese duyurabilirim. Ardımdan, Marksist eğitimciniz kendi kuramlarını açıklayabilir. Böylelikle bizi dinleyen insanlar kendi seçimlerini yapabilirler.”

Negrea bana sert bir bakış yöneltti. “Bizi kışkırtıyorsunuz, Bay Wurmbrand. İşte sizden bu nedenle hoşlanıyorum. Bu tutumunuz biz Komünistler’in eski günlerde patronlarımıza karşı sergilediğimiz tutuma benziyor. Oldu, tartışmayalım. Size daha iyi bir teklifim var. Hiç kimse sizden ateist bir propagandacı olmanızı istemiyor. Köhnemiş bir inanca eğer bu denli bağlıysanız –kültürlü bir kişinin bu saçmalıkları nasıl kabul edebileceğini anlayamasam bile– bağlılığınızı sürdürmenize izin veriyoruz. Ancak şunu da aklınızdan çıkarmayın: Güç bizim elimizde! Komünizm dünyanın üçte birini ele geçirmiştir. Kilisenin bu gerçekle yüzleşerek bizimle uzlaşması gerekiyor.”

Bir seferliğine kartlarımızı masaya yatıralım. Dürüstçe konuşmak gerekirse, her istediğimizi yerine getiren, bazen de fazlasını yapan kilise önderlerinden artık bıktık. Halkın gözünde itibarları zedelendi; ayrıca gelişmelerin çok uzağında kalıyorlar.”

Negrea, görevinin başında kalan piskoposların isimlerini tek tek saydı. Hepsinin ya yetkisi elinden alınmış ya da Parti’ye çalışıyorlardı ve herkes de bu gerçeği biliyordu.

Oysa sizin gibi bir kişi piskopos olduğu takdirde, hem imanını yaşayabilir hem de Parti’ye sadık kalabilir. Kutsal Kitap’ınızda yetkililere boyun eğmeniz gerektiği, çünkü onların yetkilerinin Tanrı tarafından verilmiş olduğu yazar. O zaman bizim yetkimize neden boyun eğmiyorsunuz?”

Ona karşılık vermedim. Negrea diğerlerine, bizi yalnız bırakmalarını söyledi. Teklifini kabul edeceğimden emindi, bu nedenle diğerlerinin işitmesini istemediği gizli bir konuyu benimle paylaşmak istiyordu.

Parti, şu sizin Dünya Kiliseler Konseyi’ne saldırmakla hata yaptı. Aslında bir casusluk şebekesi olarak başlamıştı, ama teşkilattaki rahipler çoğunlukla proleter kökenli. Yani demek istediğim, bu rahipler kâr ortakları değil, sadece kıdemli hizmetkârlardı. Bu tür insanların karşısında durmak yerine onları kazanmalıyız ki, konseyin kendisi de bizim bir aracımız olsun.”

Masanın üzerinden bana doğru eğilerek, “Bay Wurmbrand, bu konuda bize yardım edebilirsiniz. Dünya Kiliseler Konseyi için çalışmıştınız. Uluslararası bir ününüz var; hatta hâlâ yurtdışından size ne olduğu hakkında bilgi almak isteyen başvurular alıyoruz. Piskopos olursanız, Dünya Kiliseler Konseyi’ndeki diğer üyelerle birlikte bizim için bir siper –ateizm değil, Sosyalizm ve barış üzerine kurulan bir siper– oluşturabilirsiniz. Atom bombasına ve savaşa karşı yürüttüğümüz mücadelelerin gerisinde yatan evrensel insani idealler kuşkusuz dikkatinizi çekmiştir? Ayrıca istediğiniz gibi ibadet edebileceksiniz; o konuda müdahale etmeyeceğiz.

Bir süre düşündüm.

Bu işbirliği nereye kadar sürecek? Geçmişte hesabınıza çalışmış olan piskoposlardan kendi rahiplerini ihbar etmeleri istenmişti. Benim de aynısını yapmam istenecek mi?”

Negrea gülmeye başladı. “Yetkilerinizden dolayı özel bir yükümlülük altına girmeyeceksiniz. Devlete zarar verebilecek bir eylemden bilgisi olan herkes bunu işleyen kişiyi ihbar etmek mecburiyetindedir. Siz de bir piskopos olarak gayet tabii bu tür şeyler işiteceksiniz.”

Romanya Luteryen Piskoposu artık çok yaşlandı. Siz de atanmış-Piskopos olarak Romanya’daki kilisenin başı olacaksınız.”

Negrea’dan bu konuyu düşünmek için zaman istedim.

Bükreş’e dönmeden önce tekrar buluşup tahliye evraklarınızı işleme koyarız” dedi.

Özel bir hücreye götürüldüm ve tek başıma saatlerce bu konu hakkında düşündüm. Düşünmek için zaman isteyen bir adam hakkında eski bir Yahudi öyküsü anımsadım. Engizisyon Mahkemesi tarafından imanını reddetmesi emredilen bir haham, düşünmek için kendisine süre tanımalarını istemişti. Ertesi sabah haham şöyle konuşmuştu: “Katolik olmayacağım, ama son bir isteğim var. Ateşte yakılmadan önce, ilk başta size hemen gerekli derhal yanıtı vermediğim için dilimin kesilmesini rica ediyorum. Böyle bir isteğe verilecek tek doğru yanıt ‘Hayır!’ olabilir.”

Ancak bu, konunun bir yönüydü. Öte yandan Komünist bir ülkede kilisenin ancak taviz vererek ayakta kalabileceğinin bilincindeydim. Bir Hıristiyan, ateist devlete vergi ödeyerek de taviz vermiş sayılır. Kilisenin “yeraltına” inebileceğini söylemek kolaydı, fakat bir yeraltı kilisesinin, faaliyetleri için bir çatıya gereksinimi vardı. Bu çatı olmaksızın, milyonlarca insan kiliseden yoksun kalacaktı. Toplanıp ibadet edecekleri bir mekânları, Tanrı sözünü vaaz edecek bir rahipleri, kendilerini vaftiz edecek, evlendirecek ve gömecek kimseleri olmayacaktı. Bu, düşünülmesi bile imkânsız bir seçenekti. Oysa ben, bu korkunç olasılığı, onlara yardım etmeyi kabul ederek ve kolektifleşmenin ya da sözde barış kampanyası diye adlandırılan faaliyetlerinin lehinde birkaç söz ederek önleyebilirdim.

Üstelik eşimi ve oğlumu yıllardır görmüyordum; onların hayatta olduklarından bile emin değildim. Siyasi görevli, Sabina’nın cezaevinde olduğunu söylemişti. Yapılan bu teklifi kabul etmediğim takdirde onun ve Mihai’nin başına neler gelirdi?

Kabul etmediğim takdirde, daha çekmek zorunda olduğum on bir yıllık hapis cezam vardı. Bu süre içinde ailemi kendimden mahrum bırakacak ve büyük bir olasılıkla cezaevindeki kötü koşullar nedeniyle ölecektim. Hayır diyebilmek için Tanrı’dan gelecek güce ihtiyacım vardı, ama Tanrı’nın yüzü sanki bir perde ile kapanmıştı ve imanım da zayıflamıştı. Baktığımda dünyanın büyük bir bölümünü ele geçirmiş olan ve geri kalanını da ele geçirmekle tehdit eden Komünizm’in heybetini görüyordum. Hayal gücüm, ölmek ya da tekrar ve tekrar dövülme tehlikesine ve eşim ve oğlumu mahkûm edeceğim yoksulluk ve açlığa yenik düşmüştü. Ruhum kasırgalı denizde batıp çıkan bir gemi gibi, bir dipsiz girdaba iniyor, bir göklere çıkıyordu. O saatlerde ben de Getsemani bahçesindeydim; Mesih’in kâsesinden içiyordum. Ben de İsa gibi yüzükoyun yere kapandım ve kesik hıçkırıklarla dua ederek Tanrı’dan bu korkunç ayartıya karşı koymak için bana yardım etmesini istedim.

Duadan sonra biraz da olsa huzurla dolmuştum. Ama gözlerimi kapadığımda karşımda hâlâ Nichefor Daianu ve Radu Ghinda ve Patrik dâhil, imana zarar vermiş binlerce kişinin yüzlerini görebiliyordum. Ben de kıt imanlı biri olmuştum; ben de bedensel zayıflığım yüzünden onlar gibi yutulup yok olacaktım. Hıristiyanlık gerçeğini savunduğum zamanları dikkatlice düşünmeye başladım. Basit soruları kendi kendime defalarca sordum. Sevgi yolu, nefret yolundan iyi midir? Mesih sırtımdaki günah yükünü ve kuşkuyu kaldırmış mıdır? O gerçekten Kurtarıcı mıdır? Sonunda bütün bu sorulara “Evet” yanıtını vermek benim için zor olmadı. Bunu yaptıktan sonra üzerimden adeta büyük bir yük kalkmış oldu.

Bir saat boyunca yatağımda yatarak, kendi kendime, “Şimdi Mesih’i düşünmemeye çalışacağım” dedim. Ancak bu çabamda başarılı olamadım. Onun dışında başka bir şey düşünemiyordum. Hıristiyanlık olmadan yüreğimde büyük bir boşluk oluşuyordu. Düşüncelerim son bir kez Negrea’nın teklifine yöneldi. Eski Antlaşma’da Babil Kralı Nebukadnessar’ın Yahudiler’in başına kral olarak atadığı zorbaları; Hitler’in Avrupa’ya gönderdiği kuklaları düşündüm. Kartvizitimde, “Richard Wurmbrand, Gizli Polis tarafından atanan Romanya Luteryen Piskoposu” yazacaktı. Kutsal bir yerde hizmet veren Mesih’in bir piskoposu olmayacak; bir devlet dairesinde çalışan polis casusu olacaktım.

Tekrar dua ettim ve ardından ruhum dinginliğe kavuştu.

Ertesi gün tekrar çağrıldım. General Negrea’nın yanında oturan yetkililer arasında Kumandan Alexandrescu da vardı. Tekliflerini kabul edemeyeceğimi bildirdiğimde, konuyu benimle tekrar görüştüler. Dünya Kiliseler Konseyi konusuna gelindiğinde, General Negrea yine yanındakilere bizi yalnız bırakmalarını söyledi. Ardından kararımı tekrar gözden geçirmem için ısrar etti.

Kendisine, “Kendimi piskoposluğa layık görmüyorum. Zaten rahipliğe de layık değildim; basit bir Hıristiyan olmak bile benim için fazla büyük bir şeydi. İlk Hıristiyanlar ölüme ‘Christanus sum!’ ‘Ben bir Hıristiyan’ım’ diyerek gittiler. Ben ise bunu yapmadım. Bunun yerine sizin utanç verici teklifinizi düşündüm. Ama kabul etmem olanaksız.”

General, “Biz de kabul edecek bir başkasını buluruz” diye beni uyarmak istedi.

Benim hatalı olduğumu kanıtlayacağınıza inanıyorsanız, tüm ateist iddialarınızı ileri sürebilirsiniz! Benim de imanımla ilgili iddialarım var ve yalnızca gerçeğin peşindeyim.”

Bunun geleceğiniz için ne anlama geldiğini biliyorsunuz, değil mi?” diye sordu.

Çok iyi düşündüm. Tüm tehlikeleri tarttım. Son gerçek olduğundan emin olduğum bir şey uğruna acı çekmek beni sevindiriyor.”

Negrea zamanını boşa harcamış olduğunun farkına varan birisi gibi suratıma baktı. Son dakikaya kadar kibardı. Başını salladı, çantasını kapadı, ayağa kalktı, pencereye doğru gitti ve dışarıyı izlemeye başladı. O sırada nöbetçiler de ellerime kelepçelerimi takmaktaydılar.

Ne kadar olduğundan emin olmadığım uzun bir süre daha “özel bölümde” kaldım. Zaman, cezaevinde geçirdiğim belirli dönemleri, iç içe geçirip kocaman tek bir gün haline getirmişti. Beyin yıkama şiddetini artırmış, ama yöntemleri çok az değişmişti. Şimdi hoparlörlerden şu anons duyuluyordu:

Hıristiyanlık öldü

Hıristiyanlık öldü

Hıristiyanlık öldü

Çok net anımsadığım bir gün var. Ailemizi bizi ziyaret etmeleri ve paket getirmeleri üzere davet etmemiz için bize kartpostallar vermişlerdi. Belirlenen o gün nihayet geldiğinde, tıraş edildim, yıkandım ve giymem için temiz bir gömlek verildi. Ama saatler geçti… Hücremin beyaz fayanslı duvarlarına bakarak bekledim, kimse gelmedi. Akşamüzeri geldiğinde tek değişen nöbetçilerdi. O zamanlar aileme gönderdiğimi sandığım kartpostalın asla postalanmamış olduğundan haberim yoktu. Aynı oyun benim gibi inatçı diğer mahkûmlar üzerinde de oynanmıştı. Hoparlörlerden şöyle anons ediliyordu:

Seni artık kimse sevmiyor

Seni artık kimse sevmiyor

Seni artık kimse sevmiyor

Ağlamaya başladım. Hoparlörden şöyle sesleniliyordu:

Artık seni tanımak istemiyorlar

Artık seni tanımak istemiyorlar

Artık seni tanımak istemiyorlar

Bu sözleri işitmeye artık dayanamıyordum ve bu sesi engelleyemiyordum.

Ertesi gün, hayal kırıklığına uğramış olanlara yönelik zorlu bir “mücadele toplantısı” daha düzenlendi. Konuşmacı, birçok mahkûmun eşlerinin onları ziyaret ettiklerini söyledi. Bizler budalaydık. Terk edilmiştik. Kadınlarımız –o anda– başka erkeklerle birlikte yataktaydılar. Konuşmacı onların ne yapmakta olduklarını müstehcen bir şekilde anlatmaya gayret etti. Ya çocuklarımız neredeydi? Hepsi sokağa düşmüş, ateist olmuşlardı! Babalarını görmek istemiyorlardı bile. Ne aptaldık!

Özel bölümde, her gün hoparlörlerden yapılan yayını dinledim:

Hıristiyanlık öldü

Hıristiyanlık öldü

Hıristiyanlık öldü

Zamanla onların aylar boyunca bize söylediklerinin gerçek olduğuna inanmaya başladım. Hıristiyanlık ölmüştü. Kutsal Kitap, bir imandan sapış zamanının geleceğini önceden haber verir ve ben de o zamanın gelmiş olduğuna inanıyordum.

Mecdelli Meryem’i düşündüm. Ve belki de bu düşünce, beyin yıkamanın en son ve en kötü evresinin ruhu öldürücü zehrinden korunmama her şeyden daha fazla yardımcı oldu. Mecdelli Meryem’in çarmıh üzerinde, “Tanrım, Tanrım, beni niçin terk ettin?” diye seslenen Mesih’e nasıl sadık kaldığını anımsadım. O öldüğünde, mezarının yakınında durup ağlamış ve O dirilene dek beklemişti. Ben de Hıristiyanlık’ın artık öldüğüne inandığımda, kendi kendime şöyle dedim: “Öyle olsa bile, ben inanmaya devam edeceğim ve Hıristiyanlık tekrar dirilene kadar, ki biliyorum kesinlikle dirilecektir, mezarında ağlayarak bekleyeceğim.”