I. BÖLÜM

Yaşamımın ilk yarısı 19 Şubat 1948’de sona erdi. Bükreş’te sokakta yürürken siyah bir Ford yanı başımda ansızın fren yaparak durdu. İki kişi dışarı fırladı ve beni kollarımdan yakalayıp aracın arka koltuğuna itti. Bu sırada, sürücünün yanında oturan üçüncü kişi de silahını üzerime doğrultmaktaydı. Araç Pazar gecesinin tenha trafiğinde hızla yol aldı ve Calea Rahova sokağındaki çelik kapılı bir girişten içeri süzüldü. Kapıların arkamızdan yankıyla kapandıklarını işittim.

Beni kaçıranlar Komünist Gizli Polisi’ydi. Götürüldüğüm yer, merkezleriydi. Burada resmi belgelerim, kişisel eşyalarım, kravatım, ayakkabı bağcıklarım ve nihayet ismim benden alındı. Nöbetçi memur, “Bundan böyle sen Vasile Georgescu’sun” dedi.

Vasile Georgescu çok yaygın bir isimdi. Yetkililer, ülke dışında iyi tanınmam nedeniyle dışarıya bilgi sızmaması için nöbetçilerin bile gerçek kimliğimi bilmelerini istemiyorlardı. Diğerleri gibi geride iz bırakmadan ortadan kaldırılacaktım.

Calea Rahova yeni bir cezaeviydi; ben de ilk tutuklusuydum. Cezaevi benim için yeni bir deneyim değildi. Savaş sırasında Hitler döneminde yönetimdeki Faşistler tarafından tutuklanmıştım; daha sonra Komünistler başa geçince yeniden tutuklanmıştım. Hücremde, kalaslardan yapılmış iki tahta yatak, köşede bir kova ve yüksek beton duvarın en üstünde küçük bir pencere vardı. Oturup, sorgulamamı yapacak kişileri beklemeye başladım. Bana neler soracaklarını ve bunları nasıl yanıtlamam gerektiğini biliyordum.

Korkunun ne olduğunu yeterince iyi biliyordum, buna rağmen o anda hiç korku duymuyordum. Tutuklanmam ve ardından başıma gelecekler, bir duamın karşılığı olarak gerçekleşmekteydi ve bu deneyimin eski yaşantıma yeni bir anlam katacağını umut ediyordum. Beni bekleyen garip ve şaşılası gelişmelerin ne olduğunu bilmiyordum.

Babamın gençler için doktorluk, avukatlık, askerlik gibi mesleklerde kariyer planlaması önerileri içeren bir kitabı vardı. Ben beş-altı yaşlarımdayken babam bu kitabı çıkarıp ağabeylerime büyüyünce ne olmak istediklerini sormuştu. Onlar seçtikleri meslekleri söyledikten sonra, babam evin en küçüğü olan bana dönerek, “Sen ne olmak istiyorsun, Richard?” diye sormuştu. “Meslekler Genel Rehberi” adlı kitaba tekrar bakarak düşünmüş ve babamı şöyle yanıtlamıştım: “Ben Genel Rehber olmak istiyorum.”

Bu olayın üzerinden –on dördü cezaevinde– elli yıl geçti. Hâlâ babama verdiğim o yanıtı düşünürüm. Seçimlerimizi erken yaşlarda yaptığımız söylenir. Şimdiki işimin en uygun tanımlamasının “genel rehberlik” olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Ancak bir Hıristiyan rahip olmak, benim ve Yahudi olan anne babamın düşüncelerinden çok uzaktaydı. Dokuz yaşımdayken babam öldü. Ailece sık sık parasız ve yiyeceksiz kaldık. Bana takım elbise almak isteyen bir yardımseverle mağazaya gittiğimizde, satıcının en şık takımı çıkarmasını ve, “Bu takım böyle bir çocuk için fazla iyi” demesini hiç unutmuyorum. Okulda iyi bir eğitim alamadım, ancak evde pek çok kitabımız vardı. On yaşıma gelmeden bu kitapların hepsini okumuş, hatta hayranlık duyduğum Fransız yazar ve düşünür Voltaire gibi büyük bir kuşkucu olmuştum. Buna rağmen dine karşı ilgi besliyordum. Katolik ve Ortodoks kiliselerindeki ayinleri izliyordum. Bir keresinde sinagogda, hasta kızı için dua ettiğini bildiğim bir adam gördüm. Adamın kızı ertesi gün öldü. Bunun üzerine hahama, “Hangi Tanrı böylesine güçlü bir yakarışa karşılık vermez?” diye sordum, ama yanıt alamadım. Birçok insanı açlıkları ve ıstıraplarıyla baş başa bırakan Her Güçten Üstün Olan bir varlığa, hele O’nun İsa Mesih gibi bilgelik ve iyilik dolu birini yeryüzüne gönderdiğine inanamıyordum.

Gençlik yıllarımda Bükreş’te ticaret hayatına atıldım. İşlerim iyi gitti ve yirmi beş yaşıma gelmeden “Küçük Paris” diye adlandırılan başkentin ışıltılı bar ve kabarelerinde güzel kızlarla harcayacak bol paraya sahip oldum. Yeni heyecanlar beni tatmin ettiği sürece ne olursa olsun umurumda değildi. Yaşantım herkesin kıskanacağı türdendi, buna rağmen bende zihinsel olarak büyük bir sıkıntı yaratıyordu. Bütün bunların sahte olduğunu biliyordum ve içimde var olan iyi bir şeyi yararlı olabilecek şekilde kullanmak yerine, çöpe atarak ziyan ediyormuşum gibi geliyordu. Tanrı’nın olmadığından emin olsam bile, yüreğimde bunun aksini diliyor ve evrendeki varlığımın bir amacı olması gerektiğini düşünüyordum.

Bir gün kiliseye gidip diğerleri gibi Meryem heykelinin önünde durdum. Onların “Tanrı’nın lütfuyla dolu olan, Meryem Ana…” dualarına eşlik etmeye çalıştım, fakat içimde büyük bir boşluk hissettim. Heykele şöyle seslendim: “Sen gerçekten taş gibisin. Bunca kişi sana yakarıyor, ama senin onlara verecek hiçbir şeyin yok.”

Evlendikten sonra da diğer kızların peşinden koşmayı sürdürdüm. Zevk uğruna yalan söyledim, aldattım, davranışlarımı sorgulamadım ve başkalarına acı çektirdim. Bu durum, bütün bu aşırılıklar gelişme çağında çektiğim yoksullukla birleşip yirmi yedi yaşımda beni tüberküloz hastası edene dek sürdü. O zamanlar verem çok ciddi bir hastalıktı ve bir ara ölebileceğimi düşündüler. Korkuyordum!

Taşrada bir sanatoryumda, yaşamımda ilk kez, yatarak dinlendim. Yatağımdan bahçedeki ağaçlara bakıp, geçmişimi düşündüm. Yaşamım acıklı bir oyunun sahneleri gibi gözümün önünden geçmeye başladı. Annem benim için ağlayıp üzülmüştü, eşim ve birçok genç kız benim yüzümden gözyaşı dökmüştü. Bir hiç uğruna onları ayartmış, karalamış, alay etmiştim. Öylece yatarken gözlerim yaşlarla doldu.

Yaşamımda ilk kez o sanatoryumda dua ettim – bu bir ateistin duasıydı. “Tanrı, Senin var olmadığını biliyorum. Ancak bir ihtimal varsan –ki bunu reddediyorum– o zaman kendini ancak Sen bana açıklayabilirsin; çünkü Seni arayıp bulmak benim görevim değil.”

O güne dek maddeci bir dünya görüşüne sahip olmuştum, ama bu, yüreğimi tatmin edememişti. İnsanın sadece madde olduğuna, ölüp çürüyünce tuz ve diğer minerallere dönüşeceğine inanıyordum. Yine de, babamın ölümünü görmüş, hatta pek çok cenaze törenine katılmıştım; ölüleri insandan başka bir şey olarak düşünemiyordum. Hangimiz ölmüş olan eşini ya da çocuğunu bir mineral kümesi olarak düşünebilir ki? Akılda kalan, daima sevdiğimiz kişinin kendisidir. Zihnimiz bu denli yanılabilir mi?

Yüreğim çelişkilerle doluydu. Müzikhollerde yarı çıplak kızlarla heyecan dolu müzikler eşliğinde uzun saatler geçirmekten zevk alıyor, aynı zamanda kışın tek başıma karla kaplı mezarlıkta yürüyüşe çıkmaktan hoşlanıyordum. Kendi kendime şöyle dedim: “Bir gün ben de öleceğim, o zaman hayattakiler gülüp eğlenip yaşamdan zevk alırken benim mezarımın üzerine kar yağacak. Onların sevincine ortak olamayacağım, hatta onları tanımayacağım bile. Yeryüzündeki varlığım sona erecek. Kısa bir süre sonra da kimse beni anımsamayacak. O zaman neyin yararı var ki?”

Toplumsal ve politik sorunlara bakarak insanoğlunun bir gün belki herkes için özgürlük, güvence ve refah sağlayacak bir düzen kurabileceğini düşünüyordum. Ama herkesin mutlu olduğu bir ortamda kimse ölmek istemeyecek ve sahip oldukları mutlu yaşamdan bir gün ayrılmak zorunda kalacaklarını bilmek onları son derece mutsuz kılacaktı.

Alman sanayici Krupp’un (1812-1887) silah üretimi ve ticareti yaparak milyoner olduğunu, buna karşın “ölüm” kavramının onu dehşete düşürdüğünü bir yerde okumuştum. Kimse onun yanında “ölüm” sözcüğünü kullanamazdı. Eşinden bile, kendisine ölen bir yeğeninden bahsettiği için boşanmıştı. Krupp her şeye sahip olmasına rağmen mutsuzdu, çünkü mutluluğunun geçici olduğunun ve onu mutlu eden her şeyi geride bırakıp bir mezarda çürüyeceğinin bilincindeydi.

Kutsal Kitap’ı edebiyata olan ilgim nedeniyle okumuş olduğum halde, aklım Mesih’e karşı olanların O’na meydan okuyarak, “Tanrı’nın Oğlu’ysan çarmıhtan aşağı in!” dedikleri ve O’nun da çarmıhtan inmek yerine öldüğü o noktaya takılıyordu. Ölümü düşmanlarının doğruluğunu kanıtlar görünse bile düşüncelerim kendiliğinden Mesih’te yoğunlaşıyordu. Kendi kendime, “O’nunla tanışmak ve konuşmak isterdim” diye düşünüyordum. Her gün derin düşüncelerim bu istekle sona eriyordu.

Sanatoryumda, odasından dışarı çıkamayacak kadar hasta olan bir kadın vardı. Her nasılsa, benim varlığımdan haberdar olmuş ve okumam için, Yahudiler’in İsa Mesih’e iman etmelerine yönelik bir Tanrı hizmeti başlatan Ratisbonne Kardeşler hakkında yazılmış olan bir kitap göndermişti. Diğer insanlar benim gibi bir Yahudi için dua ederken, ben kendi yaşamımı boş yere harcamıştım.

Sanatoryumda geçirdiğim aylar sonunda biraz daha iyileştim ve nekahet dönemini geçirmek üzere bir dağ köyüne yerleştim. Orada yaşlı bir marangozla dost oldum. Bir gün bana Kutsal Kitap verdi. Bunun sıradan bir Kutsal Kitap olmadığını daha sonra öğrendim, çünkü marangoz ve karısı bu kitabı önlerine açıp benim için saatlerce dua etmişlerdi.

Kır evindeki divanın üzerinde İncil’i okuyarak geçirdiğim günler sonrasında, Mesih’in, yemeğimi getiren kadın kadar gerçek olduğunun farkına vardım. Ancak, Mesih’i tanıyan herkes kurtulamaz; Şeytan bile inanıyor, ama Hıristiyan değildir. İsa’ya şöyle seslendim: “Asla senin öğrencin olmayacağım. Benim istediğim para, seyahat ve eğlence. Çektiklerim artık yeter. Senin yolun çarmıh yoludur; doğruluğun tek yolu bu olsa bile, bu yolu izlemeyeceğim.” O’nun yanıtı ise adeta yalvarır gibiydi: “Benim yolumu izle! Çarmıhtan korkma! Bunun, sevinçlerin en büyüğü olduğunu göreceksin.“

Okumaya devam ettikçe gözlerim yaşlarla doldu. Mesih’in yaşamını yaşamımla karşılaştırmaktan kendimi alamıyordum. O’nun görünümü alabildiğince saf; benimki ise alabildiğince lekeliydi. Doğası benlikten arınmıştı; benimki ise öylesine bencildi ki… Onun yüreği sevgi, benimki ise kinle doluydu. Bu bilgelik ve doğruluk karşısında kesin saydığım eski kanılarımın hepsi bir bir yıkılmaya başladı. Mesih daima, bilincimin ulaşamadığı yüreğimin derinliklerine uzanıp dokunmuştu. Kendi kendime, “Benim de O’na benzer bir aklım olsaydı, aldığım kararlara güvenirdim” dedim. Eski bir Çin öyküsündeki o adam gibiydim. Güneşin altında güçlükle ilerlerken yaşlı ulu bir meşe ağacına rastlayıp gölgesinde dinlenen o adam gibi. “Seni bulmam ne hoş bir rastlantı” dedi yaşlı adam. Meşe, “Bu bir rastlantı değil. Ben seni 400 yıldır bekliyordum” diye yanıt verdi. Mesih tüm yaşamım boyunca beni beklemişti. Ve nihayet tanışmıştık.

Bu deneyimim, ruhsal konulara hiç ilgi duymamış bir kız olan Sabina ile evliliğimizin altı ay sonrasında gerçekleşti. Sabina genç ve güzeldi. Çocukluğu yoksulluk içinde geçmişti. Daha mutlu bir yaşamın beklentisi içindeyken, sevdiği ve zevklerini paylaştığı erkeğin, rahip olmaktan söz eden bir imanlı olması onun için korkunç bir darbe oldu. Daha sonraki konuşmalarımızda bana intihar etmeyi bile düşündüğünü itiraf etti.

Bir Pazar günü, akşam ibadeti için kiliseye gitmemizi teklif ettiğimde Sabina gözyaşlarına boğuldu. Bana bir film izlemek istediğini söyledi.

Tamam, birlikte sinemaya gidiyoruz, çünkü seni seviyorum” diye yanıt verdim.

Sinema afişlerine bakındık ve ona cazip geleceğini düşündüğüm bir tanesini seçtim. Film çıkışında bir kafeteryaya oturarak birlikte pasta yedik. Daha sonra ona, “Şimdi sen eve git. Ben birlikte otele gidebileceğim bir kız aramak istiyorum” dedim.

Sen ne diyorsun?” diyerek şaşkınlık içinde bana baktı.

Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Sen eve git. Ben otele götürebileceğim bir kız arayacağım” dedim.

Nasıl böyle şeyler söyleyebilirsin!”

Ama birlikte sinemaya gitmemizi sen istedin ve filmdeki kahramanının ne yaptığını da gördün — neden ben de aynısını yapmayayım ki? Yarın ve gelecekteki günlerde yine buna benzer filmlere gidersek… insanlar izledikleri kişilere benzerler. Ama benim iyi bir eş olmamı istiyorsan, bazen benimle birlikte kiliseye gelmelisin.”

Sabina bu konuda bir süre düşündü. Daha sonra benimle birlikte kiliseye daha sık gelmeye başladı. Ancak hâlâ eğlenceli hayatı özlüyordu. Dışarı çıkmak istediği zamanlar ben de ona eşlik ediyordum. Bir akşam içkili bir davete katıldık. Her yer sigara dumanıyla kaplıydı. Çiftler dans ediyorlar ve açıkça sevişiyorlardı. Eşim birdenbire bu ortamdan ve gördüklerinden tiksindi ve bana, “Eve gitmek istiyorum, hemen şimdi!” dedi.

Neden? Daha yeni geldik” diye yanıt verdim. Orada gece yarısına kadar kaldık. Sabina gitmek isteğini gece yarısını geçtikten sonra her saat başı yineledi, fakat ben kabul etmedim. Bu ortamın onu iyiden iyiye hasta ettiğini gördüğümde eve dönmeye razı oldum.

Açık havaya çıktığımızda Sabina, “Richard, ben şimdi doğrudan rahibin evine gidiyorum. Ona vaftiz olmak istediğimi söyleyeceğim. Bütün bu pislikten sonra adeta yıkanıp arınmak gibi olacak” dedi.

Gülerek ona şöyle dedim: “Zaten bu kadar bekledin, yarın sabaha dek bekleyebilirsin. Bırak da zavallı adam uyusun.”

Tüm yaşantımız birden değişiverdi. Daha önceleri nedensiz yere tartışırdık. Benim arzularıma engel olduğunu hissettiğim anda, ondan boşanabileceğimi düşünürdüm. Şimdi ise bir oğlumuz olmuştu. Mihai, bize Tanrı’nın bir armağanıydı. Eski günlerimizde, bize ayak bağı olacağını düşündüğümüz için çocuk sahibi olmak istememiştik.

Bükreş’teki Anglikan Kilisesi Heyeti’nin başkanı Rahip George Stevens, bana kuruluşun sekreteri olmamı teklif ettiğinde çok mutlu olduk. Yeni görevimde ticari içgüdülerimi frenlemek için elimden gelen gayreti gösterdim. Fakat bir sigorta acentesi görevlisine heyete karşı bir hak talebinden vazgeçmesi için rüşvet önerdiğimde büyük sorun oldu. Bay Stevens sigorta acentesine yaptığım bu öneriyi nedense anlayamamıştı. “Burada haklı olan kim?” diye sordu. “Sigorta şirketi mi, yoksa biz mi?” Kendisine sigortanın talebinde haklı olduğunu açıkladım. “O zaman ödeme yapmalıyız” diyerek benim için oldukça aydınlatıcı olan bu görüşmeyi sona erdirdi.

1940 yılında Romanya ile İngiltere arasında resmi ilişkiler kesildi ve İngiliz din adamları ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Başka kimse olmadığından, kilise işlerini tek başıma yürütmem gerekiyordu.

Kendi kendime çalışıyor, vaaz vermeyi öğreniyordum. Bu arada Luteryen rahip olarak atamam yapıldı. Romanya’daki diğer mezheplere bakıldığında, beş kişiden dördünün üyesi olduğu Ortodoks Kilisesi dış görünüşe ve gösterişe gereğinden fazla önem veriyordu. Katolik ayinleri için de aynı şeyi düşünüyordum. Bir Paskalya sabahı, piskoposun Latince Kutsama Ayinini ve politika kokan vaazını sonuna dek dinledim, fakat Mesih’in ölümden dirildiğini bir kez bile ana dilimde işitemeden tören sona erdi. Öğretinin ağırlıklı olduğu ve insanlara zihinsel şölen sunan vaazların merkezde olduğu yalın Protestan ibadeti beni etkiliyordu. O dönemlerde Martin Luther ile ruhsal anlamda bir yakınlık yaşamıştım. Kendisi huysuz ve kavgacıydı, ama İsa Mesih’e öylesine derin bir sevgiyle bağlanmıştı ki, kişinin kendi iyiliği ile değil, sadece imanıyla kurtulabileceğine inanmıştı. Ben de bu yüzden Luteryen oldum.

Din adamlarına hep ihtiyatla bakmışımdır; özellikle, “kurtulmuş olup olmadığımı” sorgulayanlara. Ancak rahipliğe atandıktan sonra, üzerimde rahip giysilerim olmasa bile, tüm dünyaya cemaatim olarak hizmet etme konusundaki güçlü isteğe karşı koyamıyordum. Müjde’yi herkese duyurmak istiyordum. Cemaatimdeki kardeşlerin bir listesini tutuyordum. Otobüste ya da bekleme odalarında bu listeyi çıkarıp her birinin o anda neler yapmakta olduklarını düşünüyordum. Bir tanesi bile sürüden uzaklaşsa, bunun için büyük bir keder duyuyordum. Yüreğim delinircesine büyük bir acı çekiyordum. Tanrı’dan bu acıyı dindirmesini diliyordum, çünkü bununla yaşamam olanaksızdı.

Savaş sırasında, Stalin’in Hitler’e ekonomik yardım sağladığı o koşullar altında Avrupa bölünmeye başlamıştı. Ülke topraklarımızın üçte biri Rusya, Bulgaristan ve Macaristan arasında pay edilmişti. Nazizmin etkisiyle gitgide güçlenen “Demir Muhafızlar” hareketinin üyeleri, Ortodoks Kilisesi’ni siyasi terör uygulamak amacıyla kullanmaya çalıştı. Dokuz fanatik, baş rakipleri Başbakan Calinescu’ya suikast yapmadan bir önceki gece, bir kilisede bedenleri çarmıh şeklinde yerde yüzükoyun yatar durumda saatler geçirmişti. Suikasttan sonra, Demir Muhafızlar Hitler’in himayesindeki General Ion Antonescu’nun yönetime geçmesine yardımcı oldular. Kral Carol, tahtını genç oğlu Michael’e bırakmaya zorlandı. General Antonescu da genç kralın adına, diktatör olarak yönetimin başına geçti.

Demir Muhafızlar artık Yahudiler, Komünistler ve Protestanlar’la serbestçe hesaplaşacakları bir ortama kavuşmuştu. Ölüm sokaklarda kol geziyordu. Tanrı hizmetimiz vatan hainliğiyle suçlandı. Her gün tehdit ediliyordum. Bir Pazar günü kürsüdeyken, üzerlerinde Demir Muhafızlar’ın yeşil renkli gömlekleri olan bir grubun kilisenin arka koltuklarını sessizce doldurduklarını fark ettim. Yüzleri kürsüye dönük olan imanlı cemaat, onlardan habersizdi, ama ben ellerindeki silahları fark ettim. Kendi kendime, “Eğer bu benim son vaazım olacaksa o zaman çok iyi olması gerekir” diye düşündüm.

Vaazım İsa Mesih’in elleri konusundaydı. Cemaate O’nun elleriyle gözyaşlarını sildiğini, çocukları kucakladığını ve açları doyurduğunu anlatıyordum. O’nun elleri hastaları iyileştirmiş, çarmıha çivilenmiş ve O göklere yükselmeden önce öğrencilerini kutsamıştı.

Ardından sesimi arkada oturan bu gruba doğru yükselttim: “Ama sizler! Sizler ellerinizle ne yapıyorsunuz?”

Cemaat şaşkınlıkla bana baktı. Ellerinde dua kitaplarını tutuyorlardı.

Güçlü bir sesle, “Sizler masum insanları öldürüyor, dövüyor ve işkence ediyorsunuz. Kendinize ‘Hıristiyan’ım’ mı diyorsunuz? Ellerinizi temizleyin, günahkârlar!” diye bağırdım.

Demir Muhafızlar çok öfkelenmiş görünmelerine rağmen yine de ayini bozmak istemediler. Silahları ellerinde dua ve kutsamayı tamamlamamı beklediler. Kilise tümüyle boşalınca, kürsüden indim ve yakındaki bir perdenin arkasına süzüldüm. Arkamdan, “Wurmbrand nereye kayboldu, peşinden gidin!” diye bağırdıklarını duyuyordum. Perdenin ardındaki, eski zamanlarda bir güvenlik çıkışı olarak yapılmış küçük kapıdan içeri girip, arkamdan kilitledim. Uzun koridorlar arasında yolumu bulup yan sokağa çıktım. Muhafızlardan kaçmayı başarmıştım.

Savaş ilerledikçe Adventistler, Vaftizciler ve Pentikostçular gibi Hıristiyan mezheplerinden birçok azınlık, Yahudiler’le birlikte toplama kamplarına gönderildi. Eşimin tüm ailesi de toplama kampına yollandı – onları bir daha hiç göremedi. Üç kez Faşistler tarafından tutuklandım, yargılandım, sorguya çekildim, işkence gördüm ve mahkûm edildim. Bu yüzden Komünistler’e hazırlıklıydım.

Calea Rahova’daki hücremin penceresinden avlunun bir köşesini görebiliyordum. Dışarıya bakarken, ana kapıdan bir rahibin içeriye alındığını gördüm. Asfalt yoldan hızla ilerleyip binaya girdi; bu bir muhbirdi ve kendi cemaatindekileri ihbar ediyordu.

Beni, uzun sorgulamaların, kötü muamelenin ve belki de yıllar sürecek bir mahkûmiyetin beklediğini biliyor ve imanımın buna dayanacak kadar güçlü olup olmadığını merak ediyordum. Kutsal Kitap’ta tam 366 kez –yılın her günü için– “Korkma” sözcüğünün geçtiğini biliyordum. Bu sözcük bir kez de artıkyıl için fazladan yazılmıştır. O günün 29 Şubat olması, bana korkmamam gerektiğini bildiren bir işaretti.

Beni sorguya çekmek için kimse acele etmiyordu. Komünist cezaevleri bilgi gerektiğinde yararlanılan büyük bir arşiv gibidir. Cezaevinde geçirdiğim on dört buçuk yıl boyunca defalarca sorguya çekildim. Batılı kilise heyetleri ve Dünya Kiliseler Konseyi ile olan ilişkilerimin Parti’nin gözünde hainlik sayılabileceğini biliyordum, ama onların bilmedikleri ve benden asla öğrenmemeleri gereken çok daha önemli bilgilere sahiptim.

Barış zamanında kendini savaşın zorluklarına hazırlayan bir asker gibi kendimi cezaevi ve işkence günleri için hazırlamıştım. Benzer acılar çekmiş ve denenmelerden geçmiş pek çok imanlının yaşamlarını incelemiş ve onların deneyimlerini kendime nasıl uyarlayabileceğimi düşünmüştüm. Kendilerini iyi hazırlamayan pek çok kişi, çektikleri eziyetin ağırlığıyla ezilmiş ya da yanılarak söylememeleri gerekenleri ağızlarından kaçırmışlardı.

Sorgulama sırasında rahiplere daima şöyle söylenir: “Bir Hıristiyan olarak bize yalnızca gerçeği söyleyeceğine söz vermelisin.” Onlara ne söylersem söyleyeyim suçlu bulunacağımdan emindim. Bu nedenle, işkence altında kendimi suçlu konumuna düşürecek bir şeyler açıklamaya, ama Müjde’nin duyurulmasında bana yardımcı olan dostlarımı asla ele vermemeye kararlıydım. Beni sorguya çekenleri sorgulama sonunda şaşkına çevirmeyi planlıyordum. Onları yanıltıp şaşırtacaktım.

Yapmam gereken ilk şey dışarıdaki dostlarıma bir uyarı göndermek ve eşime nerede bulunduğumu bildirmekti. Bir nöbetçinin benim için bu konuda aracı olmasını sağlayabildim, çünkü ailemin o zamanlar hâlâ parası vardı. Birkaç hafta boyunca haberleşme işi için ona 500 Sterlin ödendi. Ardından, sahip olduğumuz her şeye el konuldu.

Nöbetçinin getirdiği habere göre, İsveç Büyükelçisi ortadan kayboluşumu protesto etmiş, İskandinavya’da ve İngiltere’de birçok dostlarım olduğunu bildirmişti. Dışişleri Bakanı Bn. Ana Pauker ise, bir süre önce gizlice ülkeyi terk ettiğim için nerede olduğuma dair hiçbir bilgileri olmadığını açıklamıştı.

Büyükelçi, tarafsız bir temsilci olarak, hem bu konunun hem de Ana Pauker gibi erkekleri dehşete düşüren bir bayanın üzerine daha fazla gidememişti. Ben Ana Pauker ile tanışmıştım; bir Yahudi din adamı olan babası Rabinoviç’i de tanıyordum. Kızından hüzünle söz ederek, “Ana’nın yüreğinde Yahudilik’le ilgili olan hiçbir şeye karşı duygu yok” demişti. Ana Pauker tıp tahsili almış, daha sonra İngiliz Kilisesi Heyeti’nde öğretmenlik yapmaya başlamış, ardından da Komünist davasına katılıp aynı görüşleri taşıyan Marcel Pauker adlı bir mühendisle evlenmişti. Her ikisi de komplo suçundan cezaevine girip çıkmışlardı. Ancak Ana daha ateşli bir partizandı. Moskova’da yaşamaya gitmiş, Marcel de onu isteksizce izlemişti. Stalin’in savaş öncesi temizliklerinden birisi sırasında –söylentiye göre kendi karısı tarafından– infaz edilmişti. Ana Pauker dış görünüşü itibarıyla bir kadındı, fakat içi Leydi Macbeth gibi (Shakespeare’nin Macbeth adlı oyunu) –tepeden tırnağa– şiddetli bir acımasızlıkla doluydu. Bn. Pauker savaşın geri kalan süresince Kızıl Ordu’da subay rütbesiyle bir Sovyet vatandaşı olarak Moskova’da kaldıktan sonra, Dışişleri Bakanı göreviyle geri döndüğü Romanya’ya, çok önemli bir etkiyle sahip olmuştu.

Rusya’ya olan bağlılığı öylesine güçlüydü ki, güneşli bir günde Bükreş’te neden şemsiyesini açarak dolaşmakta olduğunu soranlara şu yanıtı verdiği söylenir: “Hava durumunu dinlemediniz mi? Moskova’da sağanak yağış var.”

Genç Kral Michael önderliğindeki bir grup siyasetçinin büyük bir cesaretle General Antonescu’yu görevden alıp, onun Almanya’yla yaptığı işbirliğine son vermesinden sonra, savaşın ardından dünyanın nasıl biçimleneceğini kararlaştırmak üzere Moskova’da bir toplantı düzenlendi. Toplantıda Churchill, Stalin’e, “Siz Romanya’da, biz de Yunanistan’da %90 hakimiyet sahibi olursak, bu sizce nasıl olur?” diye sormuş ve aynı soruyu bir kağıdın üzerine yazarak vermişti. Stalin biraz duraksamış, ardından kağıdın üzerine mavi kalemle kocaman bir işareti koyup iade etmişti.

Bir milyon Rus askeri Romanya’ya akın etti. Bunlar bizim yeni müttefiklerimizdi.

Ruslar geliyor!” sözcükleri bizim için bir şaka değildi. İşgalcilerin yaşamda tek bir düşünceleri vardı: İçki içmek ve “kapitalist sömürgecilerin” mallarını çalmak, yok etmek. Rus askerleri tarafından binlerce kadının evine zorla girildi ve onlara tecavüz edildi. Yolda yürüyen erkeklerin kol saatleri ya da bisikletlerine kadar el konuldu. Kızıl Ordu’da asayiş silah gücüyle sağlandıktan sonra, mağazalar yeniden kepenklerini açmaya başladı. Devriye gezen Rus askerleri, vitrinlerdeki çeşitliliği gördüklerinde, özellikle de müşterilerin çoğunluğunun çiftçi ya da fabrika işçisi olduğunu öğrendiklerinde şaşkına döndüler.

23 Ağustos 1944’te kapitülasyonlar ilan edildi. Romanya bağımsızlığına kavuştuktan sonra bile, her yıl bu günün kutlaması yapılır. Kapitülasyonlarla birlikte ülkenin askeri gücünün yaklaşık tümüne, ticari filolarının çoğuna, işlem gören hisselerin yarısına ve tüm binek araçlarına el konulmuştu. Tarım ürünleri, atlar ve büyükbaş hayvanlar, mevcut yakıt stokları ve petrol ürünleri Rusya’ya nakledildi. Böylece Avrupa’nın ambarı niteliğindeki Romanya bir kıtlık ülkesine döndü.

Tanrı’yla tanıştığım ilk gün şöyle dua etmiştim: “Tanrım, ben bir ateisttim. Şimdi Rusya’ya gidip oradaki ateistlere Müjde’yi duyurmama izin ver. Ondan sonra yaşamımın geri kalanını hapiste geçirsem bile yakınmayacağım.” Tanrı beni Rusya’ya göndermedi, ancak Ruslar bana gelmişti.

Savaş yıllarında, zulüm görmemize rağmen, cemaatimizin sayısı oldukça artmıştı. Geçmişte Yahudiler’i ve Protestanlar’ı yıldıran insanlar şimdi eski kurbanlarıyla yan yana ibadet ediyordu.

Batı kiliseleri için çalışmam savaş sonrasında da sürdü. Donanımlı bir ofise, sekretere ve Rus askerleri arasındaki hizmetim için uygun bir “vitrine” sahiptim.

Rusça’m sayesinde kentteki askerlerle kolaylıkla iletişim kurabiliyordum. Rahip giysilerim olmadığı için beni halktan biri zannediyorlardı. Özellikle genç askerler şaşkınlık içindeydi ve memleket özlemi çekiyordu. Halktan birinin onlara Bükreş’i tanıtmasından ve dostça bir ev davetinden hoşnut kalıyorlardı. Rusça konuşan pek çok genç Hıristiyan da bana bu hizmetimde yardım etti.

İncil’i gizlice Rusça olarak yayımladık. Yüz binden fazla kitap Ruslar’ın yoğunlukta olduğu kafeteryalarda, parklarda ve tren istasyonlarında üç yıl boyunca dağıtıldı. Kitaplar elden ele dolaştırılmaktan artık yıpranmıştı. Birçok üyemiz tutuklandı, ama hiçbiri beni ele vermedi.

İnsanların Tanrı’yı tanıyıp O’na içten gelen büyük bir doğallıkla iman etmesi ve sayılarının çokluğu bizi şaşırtıyordu. Ruslar din konusunda oldukça cahildi, ancak yüreklerinin derinliklerinde gerçeği hep aramışçasına, onu bulunca büyük mutluluk duyuyorlardı. Çoğu genç askerin tek geçmiş bilgi birikimleri çiftçilik ve tarımdı, ama ruhlarının derinliklerinde bir yerde doğayı denetleyen bir gücün varlığının bilincindeydiler. Yine de, hepsi ateist olarak yetiştirilmişlerdi. Hıristiyan olarak yetiştirildikleri için kendilerini Hıristiyan sanan pek çok kişi gibi, onlar da kendilerini ateist zannediyorlardı.

Trenle yaptığım yolculuk sırasında Sibiryalı genç bir ressamla tanıştım ve ona Mesih’ten söz ettim.

Şimdi anlıyorum” dedi. “Bildiklerim sadece okulda bize öğretilenlerdi, yani dinin emperyalizmin bir aracı olduğu vs. gibi. Ancak tek başıma kalmak isteyip evimin yanındaki bir mezarlıkta dolaştığımda, ayaklarım beni mezarlar arasındaki küçük bir eve götürürdü” (ev olarak adlandırdığı binanın aslında bir Ortodoks şapeli olduğunu anladım).

Duvarda çarmıha çivilenmiş bir adamın resmi asılıydı. Kendi kendime, ‘Böylesine bir ceza görmesi için çok büyük bir suç işlemiş olmalı. Ama eğer bir suçluysa resmi neden –Marx ya da Lenin gibi– yükseklere asılmış?’ diye düşündüm. Böylece, ilk önce onu suçlu bulduklarına, ancak sonradan masum olduğunu anlayıp pişman olduklarına karar verdim.”

Genç ressama, “Gerçeğe giden yolun yarısındasın” dedim. Saatler sonra, gideceğimiz yere vardığımızda ona İsa Mesih hakkında bildiklerimin tümünü aktarmıştım. Ayrılırken son sözleri, “Bu gece bir hırsızlık yapmayı planlıyordum. Fakat artık bunu nasıl yapabilirim ki? Ben Mesih’e inanıyorum” oldu.

Rumen Komünistler’in içinde de çalışıyorduk. Dağıttığımız her kitabın onların sansüründen geçmesi gerekiyordu. Kitapların ön sayfalarında Karl Marx’ın bir resmi ve Lenin’in ve onun din karşıtı görüşlerini tekrarlayan metinler yer alıyordu. Sansürcüler ilk sayfalardan sonrasını zaten okumuyorlardı. Bu bizim için çok iyiydi, çünkü kitabın sonraki sayfalarının içeriği tümüyle Hıristiyan inancıyla ilgiliydi. Sansürcünün biri, “Din: Halkın Afyonu” başlıklı kitaplarımızdan birini çok beğendi. Elinde denetlemesi gereken pek çok kitap daha olduğundan, içine bakmak zahmetine girmedi. Okusaydı, içeriğinde sadece Hıristiyan öğretişlerini ve düşüncelerini bulacaktı. Bazen bir şişe konyak karşılığında istediğimiz kitabı sansürden geçirtebiliyorduk.

Rumen Komünistler’in sayısı birkaç binden milyonlara ulaşmıştı, çünkü karşılığında aldıkları Parti rozetleri onlar için yokluk ve açlıktan kurtuluş demekti. Bu arada, Stalin’in kendi belirlediği ve başına “Köylüler Cephesinin” önderi olan Groza’yı atadığı “birleşik cephe” hükümeti kurulmuştu. Groza’yı “keşfeden” kişi unvanına sahip bakan Ana Pauker’ın yanı sıra, Rus güdümlü tüm yasama ve yürütme, üç Komünist Parti üyesinin elindeydi: Adalet Bakanı olarak atanan Lucretiu Patrascanu, polis güçleri ve güvenlikten sorumlu İçişleri Bakanı Theohari Georgescu ve eski demiryolu işçisi, şimdiki Parti Birinci Sekreteri Gheorghe Gheorghiu-Dej.

Komünistler’in yönetime geçmesinden sonra Gheorghiu-Dej’in açılış konuşmasını yaptığı Ortodoks rahipler toplantısına gözlemci sıfatıyla katılmıştım. Dej konuşmasında ödün vermeyen, kaba saba, ama şen tarzıyla tüm katılımcılara “unutmaya ve affetmeye” hazır olduğunu bildirdi. Kilisenin geçmişte Demir Muhafızlar ve diğer sağ-cephe kuruluşlarla olan yakın ilişkisine rağmen, devlet din görevlilerinin maaşlarını ödemeye devam edecekti. Konuşmasına, Hıristiyanlık ve Komünizm ilkeleri arasındaki benzerliklerden söz ederek büyük alkışlar arasında son verdi.

Gheorghiu-Dej, gayri-resmi toplantılarda ateist görüşünü ve Komünizm’in tüm dünyaya yayılacağına olan inancını içtenlikle ifade ediyordu. Aynı zamanda, evlerinin içini ikonalarla dolduran ve kızlarını birer Ortodoks imanlı olarak yetiştiren yaşlı annesinden duygulu bir şekilde söz ediyordu. Eski yönetimler döneminde hapiste geçirdiği on bir yılda Kutsal Kitap’ı okumak ve farklı mezheplerden mahkûmlarla din konusunda tartışmak fırsatını bulmuştu. Hapisten, Ruslar gelmeden hemen önce kaçmıştı. Yardımsever bir rahibin yardımıyla saklanmış, böylelikle diktatör Antonescu’nun adamları tarafından tutuklanıp öldürülmekten kurtulmuştu. Din konusu o zor günlerinde Dej’in yüreğine dokunmuş olsa bile, geride hiçbir iz bırakmamıştı. Döndüğünde onu yıllarca beklemiş olan karısını terk etmiş, yerine genç ve güzel bir film oyuncusuyla beraber olmuştu. Evinin içi hizmetkârlar ve iş takipçileriyle doluydu. Ünlü ve zengindi; kimseyi dinleyecek zamanı yoktu.

Din adamlarıyla yaptığı toplantılarda konuşma ruhsallığa doğru yönlendirildiğinde, daima kalıplaşmış Parti sloganlarıyla yanıtlardı. Yeni Romanya’da herkesin tam bir vicdan özgürlüğüne sahip olacağı konusunda güvence verirdi; bunun karşılığında meslektaşlarım da devlete zorluk çıkarmamaya söz verirlerdi. Bense bunları dinler, ancak görüşlerimi kendime saklardım. Bu toplantılarda birçok rahip, Komünizm şampiyonları olarak öne çıktı, ancak er ya da geç bir Parti doktrinine takılıp kendilerini cezaevinde buldular.

Ülkedeki dini yok etme politikası hızla gelişiyordu. Kiliselerin sahip olduğu tüm varlıklar ve vakıflar devletleştirilmişti. Komünist güdümlü Din İşleri Bakanlığı tüm rahiplik kurumunu denetim altına almıştı. Din görevlilerinin maaşlarının ödenmesi ve atamaları tamamen bu bakanlık tarafından yapılıyordu. Yaşlı ve münzevi Patrik Nicodim, Ortodoksluk’un başı olarak kabul ediliyordu, ama Parti’nin daha esnek bir araca gereksinimi vardı. Dej bunun için kimin uygun olduğunu çok iyi biliyordu – bu kişi bir yıl önce kendisini Faşistlerden saklayan rahipti. Böylece Rimicula-Vilcea bölgesinde basit bir ilahiyat okulu hocası olan rahip Justinian Marina, piskopos olarak atandı. Çok geçmeden Romanya’daki on dört milyon Ortodoks onun, unvanı dışında, her alanda “seçilmiş” Patrik’leri olduğunu anladı.

Partinin bir sonraki hamlesi, sayıları iki buçuk milyona varan Roma ve Yunan Katolikleri’ni bölmek oldu. Doğu Kilisesi mensupları (Uniates) olan Yunan Katolikleri kendi geleneklerinin birçoğuna bağlı kalırken (örneğin rahiplerin evlenmesine izin veriliyordu), Papa’nın üstün yetkisini kabul ediyorlardı. Şimdi ise daha itaatkâr olan Ortodoks kilisesiyle birleşmeye zorlanıyorlardı. Bu zoraki birleşmeye karşı olan rahiplerin ve piskoposların çoğu, yetkileri ellerinden alınıp hapse atıldılar. Roma Katolikleri’ne ise Vatikan’la tüm bağlarını kesmeleri emredildi. Bu emre karşı gelmenin bedelini ise çok ağır ödediler. Ülkede, cezaevlerini dolduran din adamlarının ve maruz kaldıkları korkunç uygulamaların öyküleri ağızdan ağza dolaşıyordu. Azınlık dini gruplar ise suskunlukla kaderlerini bekliyorlardı.

Çok fazla beklemelerine gerek kalmadı. 1945 yılında Rumen Parlamento binasında dört bini aşkın delegenin katılımıyla bir “Din İşleri Kongresi” toplandı. Piskoposlar, rahipler, hahamlar ve mollalardan oluşan büyük topluluk, duvarda resmi asılı duran Yoldaş Stalin’e kongrenin fahri başkanı olarak tezahürat yaparken, onun aynı zamanda Dünya Ateistler Birliği’nin de başkanı olduğu gerçeğini göz ardı etmeye çalıştılar. Güçsüz ve yaşlı Patrik Nicodim cemaati kutsadı; Başbakan Groza açılışı yaptı. Kendisinin de bir rahibin oğlu olduğunu açıklaması ve din konusunda desteklerini güçlü bir şekilde sürdüreceklerini bildirmesi tezahüratla karşılandı.

Ortodoks başpiskoposlardan biri, kilisesini temsil eden geniş akarsuya geçmişte –yeşil, mavi, alacalı– farklı siyasi küçük kolların katılmış olduğunu, bu nedenle kızıl renkli bir kolun katılımını da memnunlukla karşılayacaklarını bildirdi. Ardından, Kalvinist, Luteryen grupların önderleri ve Hahambaşı söz aldı. Hepsi de Komünistler’le işbirliği yapmaya hazır olduklarını dile getirdiler. Yanımda oturmakta olan eşim daha fazla dayanamayıp gözyaşlarına boğuldu ve bana, “Kalk! Mesih’in yüzündeki bu utancı temizle” dedi. Ona, “Bunu yaparsam eşini kaybedersin” diye yanıt verdim.

Bunun üzerine bana, “Benim bir korkağa ihtiyacım yok. Git ve konuş” dedi.

Söz almak için izin istedim ve memnuniyetle kürsüye davet edildim. Kongrenin düzenleyicileri, İsveç Kilise Heyeti ve Dünya Kiliseler Konseyi üyesi Richard Wurmbrand’ın kutlayıcı demecini ertesi gün haber yapmayı umuyorlardı.

Sözlerime kısaca Komünizm’e değinerek başladım. Rahipler olarak temel görevimizin geçici dünyasal yönetimleri değil, Tanrı’yı ve İsa Mesih’i yüceltmek ve O’nun sonsuz sevgi krallığını güncel boş işlere karşı korumak olduğunu bildirdim. Konuşmamı sürdürdükçe, saatlerce Parti’yi öven yalanları dinlemekten uyuşmuş olan rahiplerin yavaşça uyanmaya başladıklarını fark ettim. Birisi beni alkışlamaya başladı. Gergin ortam birden dağıldı ve delegeler ayağa kalkıp bana tezahürat yapmaya ve alkışlamaya başladı. Geçmişte bir zamanlar Ortodoks bir rahip olan, diğer zamanlarda ise etkin bir Faşist olan Din İşleri Bakanı Burducea söz hakkımın geri alındığını yüksek sesle bildirdi. Kendisine söz hakkımın Tanrı tarafından verildiğini söyledim ve konuşmamı sürdürdüm. Sonunda mikrofon bağlantısını kestiler, ama katılımcılardan yükselen sesler nedeniyle hiç kimse zaten bir şey duyamıyordu.

Kongre o gün için bu olayla sona erdi. Çevremdekiler Din İşleri Bakanlığı’nın rahiplik belgemi iptal edeceğini söyleyip, bunu engellemek için (ismen olmasa da fiilen seçilmiş olan) Patrik’in desteğini istememi önerdiler. Justianian’a, büyük ilgi gördüğü Moskova seyahati dönüşünde, birkaç denemeden sonra güçlükle ulaşabildim. Romanya’da kiliseye gidenlerin dörtte beşinin sorumluluğunu taşıyan, siyah sakallı, güler yüzlü, yeni görevinin saygınlığıyla dolu ve keskin bakışlı bu şahsın bana ayıracağı değerli zamanı, kendi sorunlarım yerine daha önemli şeyler için kullanmaya karar verdim. Ona, terfi etmesinin ardından kendisi için sürekli dua ettiğimi söyledim. On dört milyon kişinin ruhsal sorumluluğunu taşımak, tek bir kişi için gerçekten ağır bir yük olmalıydı. Belki de, İ.S.177 yılında kendi rızası dışında Lyon piskoposu olarak atandığında ağlayarak, “Çocuklar, ne yaptınız? Ben bu ağır yükün altından nasıl çıkabilirim? Kutsal Kitap, piskoposun doğru kişi olması gerektiğini bildirir” diyen Aziz Ireneyus gibi hissediyor olmalıydı.

Justianian konuşmam sırasında çok az şey söyledi. Fakat ben gittikten sonra, dostlarımdan benim hakkımda bilgi almış. Rahiplik belgemin iptali bir süre için donduruldu. Daha sonra, polis tarafından altı haftalık sorgulanmam sırasında serbest bırakılmam için destek verenlerin arasında Justinian da bulunuyordu. İlk görüşmemizin ardından beni Iashi’deki piskoposluk makamına davet etti; bu vesileyle yakınlaşma fırsatı bulduk. Kutsal Kitap konusundaki cehaleti şaşırtıcıydı, ama bu Ortodoks rahipler arasında istisnai bir durum değildi. Ona, Kaybolan Oğul benzetmesini aktarırken beni dikkatle dinledi. Ellerinden tutarak, Tanrı’nın kaybolmuş olan her oğluna, Piskoposlara bile kucak açtığını söyledim. Benim bu çabalarımın yanı sıra diğer imanlılar da ellerinden geldiğince Justinian’ı etkilemeye gayret ettiler. Tam da Tanrı’yla arasında bir sevgi ve dua yaşamı başlamışken, Parti, din karşıtı geniş kapsamlı bir hareket başlattı ve kendisinden birkaç yıl boyunca hiçbir haber alamadım.

Tanrı karşıtı hareket, muhalefet partilerini yok etme hareketiyle birlikte yürütüldü. Çünkü Stalin, müttefiklerinden istediklerini elde ettikten sonra göstermelik demokrasi de terk edilmişti. Romanya Ulusal Köylü Partisi’nin bu önemli önderi Iuliu Maniu, diğer on sekiz kişiyle birlikte gerçek dışı suçlamalarla yargı önüne çıkarılıp on yıl hüküm giydiğinde, yetmiş yaşın üzerindeydi ve dört yıl sonra cezaevinde öldü. Ülkede hüküm sürmeye başlayan terör döneminde yaklaşık 60.000 “devlet düşmanı” infaz edildi.

Bu büyük kapsamlı tasfiye hareketine öncülük eden Adalet Bakanı, kırk yedi yaşındaki Lucretiu Patrascanu’nun, eski dönemlerde baskı gören Komünistler’in savunulmasında Maniu’dan büyük destek görmüş olması ironiktir. Bu ikili, Kral Michael ile (Patrascanu’nun daha sonra Romanya adına Moskova’da imzaladığı) ateşkes sözleşmesinin hazırlanmasında birlikte çalışmışlardı. Maniu susturulduktan sonra, Patrascanu ve diğer parti yetkilileri halkın çok sevdiği genç kralı tahtını bırakmaya mecbur ettiler.

Artık bir Halk Cumhuriyeti kurulmuştu – yönetimin başında kim olacaktı? Bu kişi elbette kukla Groza ya da herkesin nefret ettiği Ana Pauker olmayacaktı. Patrascanu’nun hayranları ise, onda Romanya’yı Stalinci aşırılıklardan uzaklaştıracak ulusal Komünist bir potansiyel görüyorlardı. Toprak sahibi bir aileden gelen ve Batılı bir Komünist imajına sahip olan Patrascanu’nun kendisi için, bir Kızıl olmanın bir Rumen olmaktan sonra geldiğini açıklaması halk tarafından olumlu karşılanmıştı.

Yönetimin başına kimin geçeceği sorusu Parti Merkez Komitesi’nde heyecanlı tartışmalara yol açıyordu.

Rahiplik yaşamım o güne dek benim için oldukça tatmin edici geçmişti. Ailemin ihtiyaçları için gerekli olan her şeye sahiptim. Cemaatim bana saygı duyup güveniyordu. Ancak huzursuzdum. Diktatör bir rejim benim için değerli olan her şeyi yok ederken ve insanlar inançları uğruna acı çekerlerken, olağan yaşantımı sürdürmeme neden izin veriliyordu? Sabina ile birlikte geceler boyu dua ettik ve Tanrı’dan çarmıhı taşımamıza izin vermesini diledik.

Süregelen kapsamlı tasfiye hareketi sırasında tutuklanmam, dualarımın bir yanıtı olarak düşünülebilirdi. Yine de hücremde bana eşlik edecek ilk kişinin Yoldaş Patrascanu’nun kendisi olacağını asla aklıma getiremezdim.

Calea Rahova’daki hücre kapısından içeri giren, uzun boylu Adalet Bakanı’nı gördüğümde beni sorguya çekmek için geldiğini sanmıştım. Hangi nedenle bu denli onurlandırılıyordum? Ancak kapı ardından kilitlendi. Gömleğinin yakası açık ve kravatsızdı. Sonra ayakkabılarına gözüm takıldı – bağcıkları yoktu! Hücremin ikinci konuğu, ülke yönetimine Komünizm’i getiren kişiydi.

Tahta yatağa oturdu ve ayaklarını yukarı kaldırdı. Eski bakan, yeni hapishane kuşu, düştüğü bu durumun entelektüel duruşunu etkilememesi için çaba gösteriyordu. Mart ayazından korunmak için kalın paltolarımıza sarılmış bir vaziyette konuşmaya başladık. Patrascanu’nun doktrinlerinin adaleti temelinden yıktığını ve büyük kayıplara neden olduğunu bilmeme rağmen, onu bir insan olarak sevmek ve samimiyetine inanmak mümkün olabilirdi. Tutuklanmasını umursamaz bir tavırla geçiştirdi. Bu, cezaevindeki ilk deneyimi değildi. Geçmiş dönemdeki yönetimlerce defalarca tutuklanmıştı. Gördüğü rağbetin giderek artması diğer parti üyelerinin ona karşı tavır almalarına neden olmuştu. Son kongre toplantısında İçişleri Bakanı Theohari Georgescu tarafından sınıfların kaldırılması davasına ihanet eden bir burjuva olmakla suçlanmıştı. Kendisine yöneltilen ikinci bir suçlama da, eski yönetim sırasında birlikte hapishanede yattığı Maliye Bakanı Vasila Luca’dan gelmişti: “Emperyalist güçlerden büyük yardım görmüş olmak”. Bütün bu suçlamalar, bir başka eski dostu, Ana Pauker tarafından desteklemişti.

Kendisine komplo kurulduğundan bir süredir haberdar olduğunu, ancak bir olayın özellikle aleyhinde kullanıldığını anlattı. Georgescu’nun yardımcılarından birine, mahkûmlara işkence edildiği iddiasında gerçek payı olup olmadığını sormuştu. Bakanlık yetkilisi ona, elbette merhameti hak etmeyen ve özellikle işbirliği yapmamakta direnen devrim karşıtlarının olduğunu bildirmişti. Duydukları Patrascanu’yu çok rahatsız etmişti. Bunca yıl Parti’nin başa geçmesi için gösterdikleri çabaların sonucu bu mu olmalıydı? Bu protestosu Georgescu’ya rapor edilmiş, ardından da kongrede hain ilan edilmişti.

Kongreyi terk ederken aracımda yeni bir şoförün beklediğini fark ettim. Bana her zamanki şoförümün hasta olduğunu söylediler. Araca biner binmez arkamdan iki polis memuru da beni izledi. İşte şimdi de buradayım!”

Eski yetkilerinin en kısa zamanda iade edileceğini umuyordu. Akşam yemeği geldiğinde bu konuda ben de umutlandım. Kendisine haşlanmış arpa bulamacı yerine tavuk, peynir, meyve ve şarap verildi. Patrascanu bir kadeh şarap aldı ve iştahı olmadığını söyleyerek tepsiyi önüme doğru itti.

Ben iştahla yemek yerken, ilginç öykülerine başladı. Donanma Bakanı olmak isteyen İsviçreli bir senatöre, ülkenin Başbakanı, “Ama bizim donanmamız yok ki?” diye karşılık verdiğinde, senatör, “Ne fark eder ki. Eğer Romanya’nın bir Adalet Bakanı oluyorsa, bizim de bir Donanma Bakanımız neden olmasın?” demişti. Hem yaratıcısı hem de şimdi bir kurbanı olduğu adalet kavramıyla alay eden bu öykü, Patrascanu’nun çok hoşuna gidiyordu.

Ertesi sabah Patrascanu’yu aldılar. Sorguya götürüldüğünü sanıyordum. Akşam gergin bir halde geri döndüğünde, sorgulanmaya değil, hukuk dersleri vermek üzere üniversitesine götürüldüğünü anlattı. Parti, tutuklanmasının bir süre gizli kalmasını istiyordu; o da geçmiş otuz yıllık Komünist disiplini ile bu isteğe itaat ediyordu. Benimle konuşuyordu, çünkü dışarıda bile, başka bir kişiyle konuşmasına izin verilmiyordu. Karısına “gözlem altında olduğundan” söz etmesi ya da birinden görüş almak istemesi bile en ağır suç sayılıyordu. Bu tecrit edilme amacına ulaşmış ve sinirlerini zayıflatmıştı. Bir daha özgür kalacağımı düşünmesi için hiçbir neden olmadığından benimle tüm açıklığıyla konuşabiliyordu.

Patrascanu geçmiş yaşantısından söz ettikçe, Komünist olmasının nesnel bir karara dayanmadığını, eski sorunlara karşı bir başkaldırıdan kaynaklandığını ilgiyle gözlemledim. Zengin bir adam olan babası I. Dünya Savaşı’nda Almanlar’ı öylesine güçlü bir şekilde desteklemişti ki, müttefiklerin zaferinin ardından tüm aile bireyleri toplum tarafından dışlanmıştı. Genç Patrascanu üniversite eğitimi için Almanya’ya gitmek zorunda kalmıştı. Geri döndüğünde, kendisine kucak açan yegane partiye kayıt olmuştu. İlk eşi bir Komünist’ti ve Stalin’in tasfiye hareketi sırasında öldürülmüştü. İkinci eşi de parti üyesiydi ve karımın eski bir okul arkadaşıydı.

Patrascanu’ya inançlarının kökünü açıklamaya çalıştım. “Siz de Marx ve Lenin gibisiniz. Onların düşünce ve eylemleri de geçmiş yıllarda çektikleri acılarla biçimlenmişti. Marx kendini bir dahi olarak görüyordu, ancak Yahudi karşıtlığının zirvede olduğu bir dönemde, Almanya’da devrimciliğin haricinde dehasını dışa vuracak hiçbir çıkış yolu bulamadı. Lenin’in kardeşi ise, Çar’a suikast girişiminden dolayı idam edilmişti – bu yüzden çektiği acı ve öfke, Lenin’i tüm dünyaya düşman hale getirdi. Sizin için de benzeri nedenler geçerlidir.”

Patrascanu bu görüşümü kabul etmedi. Sinirlerini, kilisenin geçmişte yaptığı yanlışları anlatarak yatıştırma yolunu seçti. Borgia ailesinin Papalık yaptığı karanlık dönemler, İspanyol engizisyonu, Haçlıların vahşeti ve Galileo’nun yargılanması; hepsi tek tek incelendi.

Ama kilisenin yanlışları ve suçları bizim ona daha fazla hayranlık duymamamıza neden olmadı mı?” diye sordum. Şaşkınlıkla, ne demek istediğimi sordu.

Bir hastane kan ve irin kokusuyla dolu olabilir, ancak bunda da bir güzellik vardır; çünkü oraya korkunç yaraları olan hastalar kabul edilir. Kilise de Mesih’in kendi hastanesidir. Orada milyonlarca hasta sevgiyle tedavi edilir. Kilise günahkârları kabul eder; ancak onlar yine de günah işlemeye devam ederler. Kilise ise onların bu isyanları yüzünden suçlanır. Bana göre kilise, çocukları suç işlese de onların arkasında duran şefkatli bir anne gibidir. Kiliseye hizmet edenlerin politikaları ve önyargıları ise, Tanrı’dan gelenlerin –yani Kutsal Kitap ve öğretileri, ibadet ve sakramentlerin– çarpıtılmış biçimidir. Hataları ne olursa olsun kilise, özünde birçok yüceliği barındırır. Denizlerde de her yıl binlerce insan boğulur, ama hiç kimse denizin güzelliğini tartışamaz.“

Patrascanu gülümsedi: “Aynı şeyleri Komünizm için de iddia edebilirim. Uygulayıcıları mükemmel değil –aralarında haydutlar bile var– ancak kuramsal olarak bir kusur bulunamaz.”

İsa Mesih’in dediği gibi, ‘o zaman sonuçlarına göre hüküm ver’’ dedim. “Hazin olaylar kilise tarihini lekelemiştir, ama yine de kilise tüm dünya insanları için sevgi ve ilgi kaynağı olmuştur. Bünyesinde birçok kutsal yetişmiştir; merkezinde ise kutsalların kutsalı olan İsa Mesih vardır. Oysa sizin örnek aldığınız insanlar kimler? Biyografi yazarı ve Moskova’daki Marx Enstitüsü direktörü Rizanov tarafından bir ayyaş olarak tanımlanan Marx gibi insanlar. Ya da eşi tarafından uslanmaz bir kumarbaz olduğu ve kaleminden zehir aktığı söylenen Lenin. ‘Onları meyvelerinden tanıyabilirsin.’ Komünizm milyonlarca masumu katletmiş, ülkeleri batırmış, yalan ve korkuyla hüküm sürmüştür. Bunun iyi yönü nerede?”

Patrascanu “Parti doktrininin mantığını” savundu.

Ona doktrinlerin o haliyle bir anlam taşımadıklarını söyledim. “Saygın isimler altına sığınarak iğrenç eylemler gerçekleştirilebilir. Hitler de, Lebensraum (yaşama alanı) ideali uğruna mücadele etmekten söz ederek kitlesel katliamlar gerçekleştirdi. Stalin ise, ‘İnsanlara çiçek gibi bakmalıyız’ diyerek kendi karısını ve sizin karınızı öldürdü.”

Patrascanu sözlerimden rahatsız olmuş görünüyordu, buna rağmen içtenlikle, “Uzun vadeli planımız dünyayı komünistleştirmektir. Bizimle yolun sonuna dek gitmeye gönüllü küçük bir kitle var, ancak kendilerine ait nedenlerle geçici bir süre bizimle birlikte olacak kişileri daima bulabiliriz. İlk önce Naziler’e karşı müttefiklerle işbirliği yapan Romanya Kralı ve soylu sınıfı vardı. Amaçlarımıza hizmet ettikten sonra onları ortadan kaldırdık. Ortodoks kilisesini vaatlerle ele geçirdik, onu yok etmek üzere alt mezhepleri kullandık. Küçük çiftçileri toprak sahiplerine karşı, ardından yoksul köylüleri zengin çiftçilere karşı kullandık; şimdi hepsi bize hizmet edecekler. Bunlar hep Lenin’in taktikleridir ve sonuç getirirler!” dedi.

Herkes tüm yol arkadaşlarınızın geçmişte hapse atıldığını, idam edildiğini ya da bir şekilde ortadan kaldırıldığını biliyor. İnsanları kullandıktan sonra kaldırıp atmaya nasıl devam edebiliyorsunuz?” diye sordum.

Patrascanu gülerek, “Çünkü onlar aptallar. Örneğin, I. Dünya Savaşı’ndan on yıl sonra ünlü Bolşevik düşünür Bukharin, Troçki’nin, silahlı gücüyle bir dünya devrimi yapma planlarına karşı geldi. Kapitalist ülkelerin birbirlerine saldırmasını beklemenin ve kazanan tarafla birlik olarak, mağlup ülkelerin paylaşılmasında aslan payının alınmasının daha iyi olduğunu savundu. Bu olağanüstü bir kehanetti, ancak kimse ciddiye almadı. Eğer Batı dünyası, bunun sonucunda Avrupa’nın yarısının ve Asya’nın üçte ikisinin Komünist olacağını bilseydi, son savaş asla yapılmazdı. Bizler şanslıyız, çünkü düşmanlarımız iddialarımızı dikkate almıyor; kitaplarımızı okumuyor, bu nedenle açıkça konuşabiliyoruz” dedi.

Bu iddiasındaki bir kusura dikkatini çekerek şöyle dedim: “Anlamıyor musunuz Patrascanu? Siz insanları nasıl kullanıp attıysanız, kendi yoldaşlarınız da sizi öyle kullanıp attı. Lenin’in doktrinlerinin şeytani mantığına karşı körleştiniz mi?”

Patrascanu’nun acısı ilk kez yüzüne vurdu: “Fransız devriminde Danton giyotine götürülürken locada Robespierre’i gördü ve haykırdı: ‘Sen de beni takip edeceksin!’ Sizi temin ederim –onlar da– Ana Pauker, Georgescu, Luca ve diğerleri de benim yolumu izleyecek.”

Gerçekten de üç yıl içinde onu izlediler.

O gece daha fazla konuşmadık. Saat ondan sonra kapı açıldı ve yeni ismimle çağırıldım. Dışarıda üç kişi bekliyordu. Sonradan isminin Appel olduğunu öğrendiğim bir tanesi giyinmemi söyledi. Patrascanu paltomu da giymemi, böylelikle darbelerden korunabileceğimi fısıldadı. Gözlerim kapatıldı ve görmediğim bir koridordan geçerek bir odaya girdim. Ardından gözlerimi açtılar.

Gözlerimi adeta kör eden güçlü bir ışığın tam karşısına oturtuldum. Karşımda belirsiz bir gölge seçebiliyordum. Bir süre sonra beni sorguya çekecek kişinin, polis müfettişiyken Komünistler’e bilgi sızdırdığı için başı belaya giren ve şimdi de sorgu yargıcı göreviyle ödüllendirilen Moravetz olduğunu fark ettim.

Vasile Georgescu, masada kağıt kalem var. Sandalyenizi yanaştırın. Yaşantınızı ve neler yaptığınızı lütfen yazın” dedi.

Onu özellikle neyin ilgilendirdiğini sordum.

Moravetz alaycı bir ifadeyle kaşlarını kaldırarak, “Bir rahip olarak birçok itiraf dinlemişsinizdir. Biz de sizi buraya itiraf etmeniz için getirdik” dedi.

İman ettiğim güne dek yaşantımın kısa bir özetini yazdım. Sonra bu yazdıklarımın Parti yetkililerin dikkatini çekip etkileyebileceğini düşünerek ayrıntılı biçimde –onlar gibi ateist olan birinin– gözlerinin gerçeğe nasıl açıldığını anlattım. Bir saatin sonunda Moravetz kağıdı aldı, “Bu gece için yeter” dedi. Hücreme geri döndüm, Patrascanu uyuyordu.

Rahatsız edilmeden birkaç gün geçirdim. Komünistler, polis yöntemlerinin aksine, tutuklunun ilk şokla konuşmasını beklemez, olgunlaşmasını beklerler. Sorgulamayı yürüten kişi isteğini açık etmez, avına sinsice yaklaşarak onda suç ve endişe duygularının gelişmesini bekler. Kişi neden tutuklandığını düşüne dursun, gerilim sürekli ertelenen duruşma, idam mangasının teybe alınmış sesi, diğer tutukluların çığlıkları gibi diğer öğelerle arttırılır. Kişi artık doğru düşünemeyecek duruma gelir. Yaptığı hatalar birbirini izler, ta ki bitkinlikten suçunu kabul edene dek. O zaman sorgulamayı yürüten kişi, mahkûmun halinden anlarmış gibi davranmaya başlar. Tutuklu suçlu olduğunu ve cezayı hak ettiğini kabul ettiği takdirde, ona bu sıkıntılı durumunun sona erebileceğine dair umutlar vermeye başlar. Birkaç gün sonra Appel geri döndü ve sayısız sorgulamaların ilki başladı.

Bu kez Appel tarafından bodrum katına götürüldüm. Bana bir sandalye ve cebinden çıkardığı şekerlemeyi uzattı. Bir diğer kişi not alıyordu. Appel ifademi inceledi ve kişinin düşüncesinin ait olduğu sınıfa göre biçimlendiğinden, proleter bir kökenden gelmemem nedeniyle benim de birtakım gerici görüşlerim olması gerektiğini bildirdi. Appel’in de proleter sınıfa ait olmadığına kuşkum yoktu, hiçbir önemli Parti düşünürünün bu anlamda birer “emekçi” olmadığına dikkat çektim. Marx bir avukatın oğluydu, Engels’in babası mülk sahibiydi, Lenin ise soylular sınıfına aitti. Sınıf, tek başına kişinin düşüncelerini etkilemezdi.

Appel sözümü kesti: “Bay Teodorescu ile ne tür ilişkiler içindeydiniz?

Birçok Teodorescu tanıyorum, hangisini kast ediyorsunuz?”

Appel beni yanıtlamak yerine Kutsal Kitap ve Yeşaya’nın Mesih’in gelişine dair peygamberlikleri üzerine konuşmaya başladı. Söz arasında, ansızın kitaplarımın Rus askerlerine dağıtımında ya da Dünya Kiliseler Konseyi adına yaptığım çalışmalara yardımcı olan kişilerin adlarını sıralıyordu. Appel son derece kibar ve ısrar etmeyen bir tutum sergiliyordu. Ani sorularına verdiğim tepkiler yanıtlarımdan daha fazla ilgisini çekiyordu. Bu tutumuna bir anlam veremiyordum. Bir saatin sonunda şaşkınlık içinde hücreme geri döndüm.

Patrascanu oyalanmak amacıyla bana Parti’nin Romanya’daki Hıristiyanlık’ı kökünden yok etme tasarılarını anlatmaya başladı. Ana Pauker, Georgescu ve diğer Merkez Komite üyeleri, Patrik Justinian ile gizli bir toplantı yapıp, onun bu amaca iyi bir şekilde hizmet edeceğine karar vermişti.

Justinian’ın Tanrı’yla hiçbir ilgisi yoktur. İhtiyar Nicodim ise son günlerini yaşıyor. Savaşın başında sürüsüne yedi başlı Bolşevik canavarına karşı mücadele etmeleri gerektiğine dair buyruklar veren, ama Hitler’le aramız açıldığında sürüsünü Nazi canavarına karşı Kızıl Ordu’yla savaşmaya zorlayan bir kişiye saygı duyulabilir mi? Nicodim işte böyle yaptı; bunu bütün ülke biliyor. Kilisenin prensleri ve diğerleri de ondan daha az kötü değiller. Onlarla bir yere varılamaz!”

Kendisine cezaevinden umduğu gibi kısa sürede çıkamazsa, daha örnek alınacak Hıristiyanlar’la da tanışma fırsatını bulacağını söyledim.

Patrik Nicodim iyi insan, ancak çok yaşlı ve yorgun. Ne Justinian’ı ne de aynı yola zorla sokulmuş diğerlerini yargılayabilirim. Bu, adeta güzel bir kızdan yararlanıp ardından onu iffetsizlikle suçlamak gibi bir şey olur.”

Bu tarz bir çıkışın, cinsellik konularında kabaca konuşmayı yeğleyen Patrascanu’nun dikkatini çekebileceğini düşünüyordum. Ona Hıristiyan sevgisinin ne olduğunu anlatmaya çalıştım. Kendisini sıkıntılarına öylesine kaptırmıştı ki, ilk önce beni dinlemedi. Ancak okumayı seven bir kişiydi ve okuyacak bir şeyi yoktu, bu yüzden oyalanmak için benimle tartışmaya başladı. Din konusunda, “Ben bunların hepsini okulda okudum. Dua ederdim, ancak sonradan vazgeçtim” dedi.

Neden?” diye sordum.

Sizin Mesih’iniz çok fazla şey istiyor. Özellikle, kişi gençken.”

Ben kendim İsa Mesih’in insandan bir şey istediğini asla düşünmedim. Oğlum Mihai küçükken ona, doğum günümde bana bir hediye alması için para verirdim. İsa Mesih de sahip olmamızı istediği erdemlerle bizi ödüllendirir ve bizi daha iyi kişiler yapar. Siz belki de din konusunda iyi öğretmenlere rastlamamışsınız.”

Belki de. Onlara sık rastlanmıyor.” Patrascanu esneyerek ayağa kalktı, “Ayrıca Hıristiyanlık’ta kabul edemeyeceğim o kadar çok şey var ki.”

Örneğin?”

Alçakgönüllülük, özellikle de zorbalığa baş eğmek. Aziz Pavlus’un Romalılar’a Mektubu’nu örnek al. Orada tüm yetkinin Tanrı tarafından verildiğini söyler. Bu nedenle itaat etmemiz, vergilerimizi ödememiz, zorbalıklara boyun eğmemiz gerektiği bildirilir – üstelik dünyaya Neron’un hakim olduğu bir dönemde!”

Kutsal Kitap’ı yeniden okursanız devrimci bir ateşle dolu olduğunu göreceksiniz. Yahudi kölelerin firavuna karşı ayaklanmalarıyla başlar; Samuel, Yael, Yehu ve diğer birçok kişinin zorbalığa karşı başkaldırıyla sürer. Daha ileriye gitmeden önce kendine, Tanrı tarafından onaylanmış bu yetkinin, yönetimin başına nasıl geldiğini sor. Genellikle bu bir ayaklanma sonucu olur – yani yetkiye itaat etmek demek, başarılı bir devrim yapmış olanlara itaat etmek demektir. Amerikan Başkanı Washington da İngilizler’i devirerek başa geçmişti.”

Patrascanu, “Yani Lenin’in Çarları devirdiği gibi” diye yanıt verdi.

Ama o daha korkunç bir şiddet dönemi başlattı. Komünist zorbalığına son verip ülkeye özgürlüğü getirecek bir kişi elbet bir gün çıkacaktır. O kişi Tanrı’nın yetkilendirdiği kişi olacaktır. O zaman ona itaat etmeliyiz. Kutsal Yazılar’daki asıl öğreti zorbalara baş eğmemiz gerektiği değil, başarı şansı olmayan başkaldırılarla gereksiz yere kan dökülmesini önlemektir.”

Patrascanu, “Sezar’ın hakkı Sezar’a verin” sözlerine ne diyeceksiniz? Bu sözleriyle İsa Mesih, Yahudiler’i Romalı zorbaya baş eğmeye teşvik ediyordu elbette, değil mi?” diye sordu.

İlk Sezar bir zorbaydı – Roma’da bile. Kendi kendini diktatör ilan eden bir generaldi. Ondan sonra başa geçenlerin, zor kullanılarak bir Roma sömürgesi yapılmış Filistin üzerinde –tıpkı Ruslar’ın bu ülkede oldukları gibi– hiçbir hakları yoktu. İsa Mesih’in sözleri açıkça şunu kastediyor: ‘Sezar’ın hakkını Sezar’a –gerisine atacağınız bir tekme ile– verin ve onu dışarı atın.”

Patrascanu bu sözlerime kahkahayla karşılık verdi. “Eğer her rahip Kutsal Kitap’ı sizin gibi açıklasaydı, çok geçmeden daha iyi bir anlaşma noktasına varırdık.”

Oysa ben bundan pek emin değildim.

Bir gece, ona Hıristiyan inancının özünü kısaca anlatmamı istedi. Ona İznik İnanç Bildirgesi’ni ezberimden okudum. “Ama bunun karşılığında siz de bana Komünist bildirgesi aslında nedir anlatmalısınız” dedim.

Patrascanu bir süre düşündü ve, “Biz Komünistler tüm dünyaya egemen olacağımıza inanıyoruz” dedi. Bu sözlerin ardından kirli yatağına uzandı.

Patrascanu ertesi sabah hücreden alındı. Onu bir daha hiç görmedim. Birlikte geçen son haftada oldukça yakınlaşmıştık. Sözlerimin onu oldukça etkilediğinin farkındaydım, ancak bunu kabul etmek işine gelmemişti. Başına neler geldiğini ancak yıllar sonra öğrenebildim.

Bir sonraki sorgulayıcım olan Vasilu ağzının içinden konuşmayı seven ufak tefek bir adamdı. Bana elindeki bir listeden sorular yöneltmeye başladı. İlk sorusu en zoruydu: “Tanıdığınız herkesin ismini, nerede tanıştığınızı ve aranızdaki ilişkinin ne olduğunu sırayla yazın.” Korumam gereken birçok dostum vardı, ama polis onları gizlemeye çalıştığımın farkına vardığı takdirde üzerlerindeki şüphe iki kat daha artacaktı. Duraksamam üzerine Vasilu, “Seçmece yapma, “herkesi” yaz!” diye tersledi.

Başlangıç olarak kilise cemaatimdeki kişilerin ve bilinen yardımcılarımın isimlerini yazdım. Bu liste birkaç sayfayı kapladı. Ayrıca aklıma gelen tüm Komünist Parlamento üyelerinin ve tanıdığım tüm muhbirlerin adlarını ekledim.

Vasilu, “İkinci sorum: Devlete karşı gelecek neler yaptığını sıralamanı istiyorum!”

Ne ile suçlanıyorum?”

Vasilu masaya vurdu. “Neler yaptığını biliyorsun! Haydi hepsini itiraf et. İşe Ortodoks meslektaşların Peder Grigoriu ile ilişkilerini ve onun hakkındaki düşüncelerini yazarak başlayabilirsin. Durma, sadece yazmaya devam et!”

Din adamlarına sürekli olarak birbirlerine dair sorular yöneltilirdi. Yani Protestanlar’dan Ortodoks rahipler hakkında, Katolikler’den Adventistler hakkında bilgi vermeleri istenirdi. Böylelikle mezhepler arası rekabet körüklenirdi. Tutuklunun yazdığı herhangi bir şey onu tuzağa düşürmek için kullanılabilirdi. Tutukluya, “Kısaltılmış isminle imzala, buradaki uygulama böyle” denirdi. Farklı isimlerle imzalatılan birkaç ifadeden sonra, kendisinden bir dostunu ihbar etmesi istenirdi. Bunu yapmadığı takdirde sahte isimlerle ifade vermiş bir muhbir olduğunun ilan edileceği bildirilirdi. Bu tehdit sayesinde birçok muhbir kazanmışlardı. Sorgulamalar arasındaki uzun sessiz bekleyişlerde, yeni sorular hazırlanırken kişi daha önceden neleri anlatıp, neleri gizlediğini hatırlamak için büyük çaba gösterirdi. Sorgulamaya genellikle iki kişi katılırdı ve soruları ellerindeki listeden okurlardı. Biri dışarı çıkarsa, diğeri o dönene dek hiç konuşmazdı. O ilk dönemlerde, sorgulamayı yürütenlerden bazıları bir şekilde yaşamlarını kazanmak zorunda olan yeterince dürüst insanlardı. Böylelerinden biri, arkadaşı dışarı çıktığında, bana hakkımda yapılmış olan ihbarları gösterdi. Bunlardan bazıları güvendiğim kişiler tarafından imzalanmıştı – onlara ne kadar şiddetli bir baskı yapıldığını tahmin edebiliyordum.

Uzun bir sorgulama sürecinin başındaydım. Tutuklu sayısı çok fazlaydı, buna karşın sorgulayacak vasıflı eleman sayısı yetersiz kalıyordu. Bu yüzden Sovyet yöntemleriyle sürekli eleman yetiştirilmekteydi. En azından, kendimi sorguya hazırlayacak zamanı buluyordum. Bir gün saçım kesilirken, berber fısıltıyla karım Sabina’nın iyi olduğunu ve çalışmalarını sürdürdüğünü bildirdi. Bu haber beni tarif edilemez derecede rahatlattı. Sabina’nın da tutuklanmış olabileceğini, oğlumuz Mihai’nin ise açlığa ya da komşuların merhametine terk edildiğini düşünmüştüm. Artık ruhsal özgeçmişimle ilgili olarak beni sorgulayanlara istedikleri kadar bilgi vermeye hazırdım. Diğer konularda ise elimden geldiğince az bilgi verdim. Bir dostumun geçmişte Batı bloğuna yaptığı bir geziden bahsetmek bile, onun ve ailesinin tutuklanma ve işkence görmesine neden olabilirdi.

Sorgulanmam aylarca sürdü. Komünist idealler kişinin beynine aşılanmadan önce kişiden suçlu olduğunu kabul etmesi beklenirdi. Bu ideallerin köklenmesi ise tamamen Parti’nin gücü altında olduğunuzu kabul ettikten ve geçmişinizin tüm ayrıntılarını açıkladıktan sonra gerçekleşirdi.

Romanya’daki yaşamın dört “oto”dan oluştuğu söylenir. Çalıştığınız işyerinde düzenli olarak kaydedilen “Otokritik”, sizi Gizli Polis tarafından sorgulanmaya götüren “Otomobil”, sizi yazmaya zorladıkları “Otobiyografi”, son olarak da “Otopsi”.

İleride işkence göreceğimi bildiğimden, dostlarımı ele vermek yerine kendimi öldürmeye karar verdim. Bir Hıristiyan için ölümün İsa Mesih’le buluşmak olduğuna inandığımdan, vicdanen tereddüt etmiyordum. O’na durumumu anlattığımda, beni anlayacağından emindim. Eğer Azize Ursula, manastırını yağma eden barbarlara karşı bekaretini kaybetmektense kendini öldürmeyi yeğlemişse, benim de dostlarımı koruma görevim, yaşamdan daha değerliydi.

Kimsenin intihar planımın farkına varmaması gerekiyordu. Gardiyanlar düzenli olarak hücreleri denetliyor, kesici alet ve benzeri şeyler arıyorlardı. Bir sabah viziteye çıktığımda doktora, sürekli uykusuzluk çekmem nedeniyle sorularda istenilen tüm ayrıntıları anımsayamadığımı ve bu nedenle tam yanıtlar veremediğimi söyledim. Doktor bana bir uyku ilacı verdi. Gardiyan her akşam ilacı yuttuğumdan emin olmak için başımda bekliyordu. Aslında hapı yutarmış gibi yapıp dilimin altında saklıyordum. Biriktirdiğim hapları nerede saklayacağım da sorun oldu. Onları üzerimde taşıyamazdım – bana her şey olabilirdi. Şiltemin arasına koyamazdım, çünkü her sabah silkelenip katlanması gerekiyordu. Patrascanu’dan kalan şilteye ufak bir delik açıp, hapları samanların içine saklamaya başladım.

Ayın sonunda otuz hap birikmişti. Hapların varlığı işkence altında konuşacağım korkusu için rahatlatıcıydı, fakat onları düşündüğümde ruhumu derin bir karanlık kaplıyordu. Yaz mevsimi gelmişti. Sokaktan dış dünyanın sesleri geliyordu – bir tramvayın çıkardığı sesler, şarkı söyleyen bir kız, çocuklarına seslenen anneler. Havada uçuşan tohumlar içeri girip yavaşça hücremin beton zeminine düşüyordu. Tanrı’ya ne yapmakta olduğunu sordum? O’nun hizmetine adanmış olan yaşamımı neden sona erdirmeye mecbur edilmekteydim? Bir akşam küçük penceremden dışarı baktığımda, kararmakta olan gökyüzünde ilk yıldızın ışığının belirdiğini gördüm. Bize ulaşana dek, belki de görünüşte “anlamsız” gibi gelen, milyarlarca yıllık bir yolculuk yapan bu ışığı, Tanrı’nın göndermiş olduğu düşüncesi beni kendime getirdi. Bu ışık, işte şimdi hücremin penceresinden içeri süzülerek beni teselli ediyordu.

Ertesi sabah gardiyan geldi ve içinde sakladığımı haplarla birlikte yedek şilteyi alıp bir başka mahkûma götürdü. Önce biraz üzüldüm. Ama daha sonra güldüm ve haftalar boyunca hiç yaşamadığım bir dinginlik hissettim. Tanrı intihar etmemi istemiyordu ve gelecekteki sıkıntılara dayanma gücümü O sağlayacaktı.

Bana Gizli Polis’in sabırlı olduğu söylenmişti. Ama artık sonuç alma zamanı da gelmişti. Beni sorgulayan ünlü sorgu yargıcı Albay Dulgheru bu konuda asla başarısız olmamıştı. Sakin ama tehditkâr bir şekilde, ellerini masasının üzerine koymuş oturuyordu. “Bizimle oyun oynuyorsunuz!”

Dulgheru savaştan önce Sovyet Elçiliği’nde çalışmıştı. Daha sonra Faşistlerle birlikte çalışmış, gözaltına alınmış, tutuklanmış, bu arada Gheorghiu-Dej ve diğer tutuklu Komünistler’le yakınlık kurmuştu. Sert mizacı, zekası ve acımasızlığıyla dikkatleri çekmişti. Şimdiyse insanların ölümüne ve yaşamına karar vermekle yetkilendirilmişti.

Albay Dulgheru beni Rusya’ya Kutsal Kitap sokmaya çalışırken yakalanan bir Kızıl Ordu askeri konusunda sorguya çekmeye başladı. Soruşturmamın o evresine dek sorgulayıcıların Ruslar’a yönelik çalışmalarım hakkında hiçbir bilgileri yokmuş gibi görünmüştü. Yakalanan asker beni ele vermemiş olsa da, onunla tanıştığımız ortaya çıkmıştı. Şimdi her sözcüğüme çok dikkat etmem gerekiyordu, çünkü o genci kendim Bükreş’te vaftiz etmiş ve kampanyalarımızda görevlendirmiştim.

Dulgheru sorularında çok ısrarcıydı. Önemli bir şeyin kokusunu aldığını düşünüyordu. Bunu izleyen haftalar boyunca türlü yollarla direncimi kırmaya çalıştılar. Hücremdeki yatağı kaldırdılar, bir sandalye üzerinde kestirmeye çalışıyordum. Dakikada iki kez kapıdaki izleme deliğinin kapağı gürültüyle açılıyor, bana bakan gardiyanın gözleriyle karşılaşıyordum. Uyukladığımda içeri girip tekmeyle beni uyandırıyordu. En sonunda zaman kavramını yitirdim. Bir gün uyandığımda kapının aralık olduğunu fark ettim. Koridordan hafif bir müzik sesi mi geliyordu yoksa ben mi öyle sanıyordum? Birden müzik kesildi, yerini hıçkıran bir kadın sesi aldı. Sesin sahibi çığlık atmaya başladı. Bu, eşim Sabina’ydı!

Hayır! Hayır! Lütfen beni tekrar dövmeyin. Artık dayanamıyorum!”

Çıplak tenin üzerinde yankılanan kamçı sesini duyabiliyordum. Çığlıkları gitgide şiddetlendi. Vücudumun her yanı dehşetten gerilmişti. Ses yavaşça iniltilere dönüşerek kesildi. Sonunda her yeri tam bir sessizlik kapladı. Tüm duyularım uyuşmuştu; ter içinde titreyerek kalakaldım. Daha sonra bunun bir teyp kaydı olduğunu, her tutuklunun da yakaran sesin kendi eşine ya da sevgilisine ait olduğunu zannettiğini öğrendim.

Dulgheru kibar bir zalimdi. Bu özelliğini birlikte çalıştığı Sovyet diplomatlarından edinmişti. “İşkence emrini üzüntüyle veririm” dedi. Cezaevlerindeki en üst yetkili olması nedeniyle istediği an hücreme gelip sorguma devam edebiliyordu. Her sorgulama saatlerce uzuyordu. İngiliz Kilisesi Heyeti’yle ilişkimi sordu. O ülkede ne yapmıştım? Kendisine Westminster Katedrali’ni görmeye gittiğimi söyledim. Bu yanıtıma daha da öfkelendi.

Biliyorsunuz, bir devrim karşıtı olarak şu an infaz edilme emrinizi verebilirim!”

Albay, size bir şeyi deneme fırsatı veriyorum. Beni kurşuna dizdirebileceğinizi söylüyorsunuz. Bunu yapabileceğinizi biliyorum. Elinizi yüreğimin üzerine koyun. Eğer hızla çarptığını hissederseniz, bu korktuğumu gösterir ve bilirsiniz ki Tanrı ve sonsuz yaşam yoktur. Fakat eğer yüreğim sakince çarparak adeta, ‘İşte, çok sevdiğim O’na kavuşuyorum’ diyor gibiyse, yeniden düşünmeniz gerekir. Tanrı ve sonsuz yaşam vardır!

Bana sert bir tokat attı, ancak hemen ardından kendini kaybettiği için pişman oldu.

Ahmak adam! Tümüyle elimdesin –Kurtarıcın ya da ne isimle çağırıyorsan, O bile senin için hiçbir şey yapamaz– bunu anlamıyor musun? Bir daha Westminster Katedralini asla göremeyeceksin!”

O’nun adı İsa Mesih’tir. O isterse beni özgür kılabilir ve Westminster Katedralini de tekrar görebilirim!”

Dulgheru öfkeyle köpürdü, nefesi kesilmiş gibiydi, “Nasıl isterseniz. Yarın Yoldaş Brinzaru ile tanışacaksınız.”

Bu gelişmeyi bekliyordum. Brinzaru Albayın yardımcısıydı ve işkence gereçlerinin olduğu bölümün başındaydı. İri ve uzun kıllarla kaplı kollarıyla bir gorili andırıyordu. İsmi bile tutukluları korkutmak için diğer sorgulayıcılar tarafından kullanılırdı. Çağdaş Rus şairi Voznesensky şöyle yazar: “Sayısız ıstıraplarla dolu şu günlerde, kişinin kalpsiz olması gerçekten büyük bir talih.” Brinzaru da bu şekilde şanslı sayılırdı. Bana işkence araç gereçlerini tanıttı. “İçlerinde beğendiğiniz bir şey var mı? Biz burada demokratik olmayı severiz.”

Bana en sevdiği işkence aletini gösterdi – kalın siyah bir cop. “Etiketini oku!” dedi. Etikette “Amerikan Malı” yazıyordu.

Sararmış dişlerini göstererek, “Bu aletleri Amerikalı dostların bize sağlıyor” dedi. Sonra da bu konuda düşünmem için beni hücreme gönderdi.

Gardiyan bana Brinzaru’nun savaştan önce önemli bir politikacının evinde çalışmış olduğunu ve hatta aileden biri gibi kabul edildiğini anlattı. Daha sonra Komünistler başa geçince, Gizli Polis teşkilatında üst mevkilere atanmıştı. Bir gün karşısına sorgulanmak üzere yanında çalışmış olduğu politikacının genç oğlunu getirmişlerdi. Delikanlı milliyetçi bir hareket başlatmaya çalışmıştı. Brinzaru gence, “Bebekken seni dizlerimde sallardım!” demişti. Daha sonra da ona işkence edip kendi elleriyle öldürmüştü.

Ancak her nedense Brinzaru’dan beklemekte olduğum dayak gelmedi. Gece devriyesinde izleme kapağını açıp bir süre beni izledi. “Hâlâ orada mısınız, Georgescu? İsa Mesih bu gece ne yapıyor?”

Ona, “Senin için dua ediyor” dedim. Yanıt vermeden gitti.

Ertesi gün yeniden geri geldi. Onun gözetimi altında yüzüm duvara dönük, kollarım başımın üzerinde hafifçe birleşmiş bir şekilde durmam emredildi. Brinzaru gitmeden önce gardiyana, “Öylece ayakta dursun” dedi.

En sonunda işkence başladı. Fazlaca ayrıntıya girmek istemiyorum, fakat bu gibi uygulamalar bütün Gizli Polis cezaevlerinde yaygın olduğu için anlatılması gerektiğini düşünüyorum. İlk önce saatlerce ayakta tutuldum. Kollarım uyuştu ve bacaklarım ilk önce şişip, sonra titremeye başladı. Yere yıkıldığımda, ağzıma bir yudum su ve bir parça ekmek verilerek tekrar ayağa kaldırıldım. Nöbetçilerim sürekli olarak değiştiriliyordu. Bazıları aşağılayıcı ve uygunsuz pozisyonlarda durmamı emrediyordu. Bu işkence, çok kısa aralıklar dışında, günler ve geceler boyunca sürdü. Bakabileceğim sadece bir duvar vardı.

Kutsal Kitap’ta sözü edilen duvarları düşündüm ve Yeşaya kısmından beni hüzünlendiren bir ayeti anımsadım: Rab, İsrail’in günahları yüzünden Kendi halkıyla arasında bir duvar oluştuğunu söyler. Hıristiyanlık’ın başarısızlıkları, Komünistler’in zafer kazanmasına izin vermişti ve bu nedenle önümdeki duvar oluşmuştu. Ardından bir ayet daha anımsadım: “Seninle surları aşarım, Tanrım.” Ben de önümdeki bu suru aşıp, Tanrı’yla paydaşlıkta bulunacağım ruhsal aleme geçebilirdim. Kenan ülkesinden geri dönen ve kentlerin büyük ve yüksek surlarla çevrili olduğunu haber veren öncüleri hatırladım. Ancak Tanrı’nın iradesiyle Eriha’nın surları nasıl yıkıldıysa, benim duvarım da öyle yıkılacaktı. Acı dayanılmazlaştığında, Ezgiler Ezgisi’nden bir ayeti kendime söylüyordum, “Sevgilim ceylana benzer, sanki bir geyik yavrusu. Bakın, duvarımızın ardında duruyor.” İsa Mesih’in duvarın arkasında durarak, bana güç verdiğini düşünüyordum. Musa, dağda asasını yukarıda tuttuğu sürece seçilmiş halkının zafer kazanacağını anımsadım. Belki çektiğimiz bu acılar da, Tanrı’nın halkına kendi savaşlarında zafer kazandırıyordu.

Binbaşı Brinzaru ara sıra gelip, onlarla işbirliği yapıp yapmayacağımı soruyordu. Bir gün ben yerde yatarken, “Haydi kalk, acele et! Sonunda Westminster Katedralini görmene izin vermeye karar verdik” dedi.

Gardiyan, “Yürü!” diye emretti. Ancak ayaklarım davul gibi şişmişti, ayakkabılarımı giyemedim. “Haydi, çabuk ol, yürümeye devam et! Dışarıdan seni izleyeceğim!” diye bağırıyordu.

Hücrenin duvarları toplam on iki adımdı. İlk duvar dört adım, ikinci duvar iki adım, sonraki duvar dört, diğeri ise iki adım... Yırtık çoraplarımla zorlukla sendeleyerek ilerledim. İzleme kapağı açıldı. Gardiyan, “Daha hızlı!” diye bağırıyordu. Başım dönüyordu. “Daha hızlı, yoksa dayak yemek mi istiyorsun?” Acıyla bir duvara çarptım. Akan terlerim gözlerimi yakıyordu. Sürekli olarak hücrenin içinde dönerek yürüyordum. İzleme kapağının sesi duyuldu. “Dur, geri dön! Yürü!” Ters istikamete dönerek tekrar yürümem emredildi. “Daha hızlı!” Sendeledim ve kendimi toparladım. “Yürümeye devam et!” Yere düştüğümde kalkmaya çalışırken gardiyan dirseğime copla vurdu. Acı o kadar fazlaydı ki tekrar yere yıkıldım. “Haydi kalk! Haydi yürü! Burası talim alanın!”

Tutukluların neredeyse tamamı “talim alanı” ya da “manej” (atların eğitiminin yapıldığı yer) diye bilinen bu uygulamadan geçmek zorundaydı. Bir bardak su ya da bir lokma ekmek verilene dek, saatlerce yürümek zorunda bırakılırdınız. Susuzluk açlığı bastırırdı. Bu, bacakların kızgın demirlerle dağlanmasından daha beterdi. Yerde birkaç saatlik yarı baygın bir uykudan ya da birkaç dakikalık bir dinlenmeden sonra tekrar yürümek zorunda kalmak en korkuncuydu. Kaskatı kesilen eklemler, sızlayan adaleler ve parçalanmış ayaklar bedenin ağırlığını taşıyamazdı. Duvarlara tutunmaya çalışırken nöbetçiler size haykırarak emirler verirdi. Artık ayakta duramaz hale gelince, emekleyerek devam ederdiniz.

Manej”de kaç gece geçirdiğimi hatırlamıyorum. Hareket ettikçe gardiyanlarım için dua etmeye başladım. Ezgiler Ezgisi’nde, Mesih’in Gelini’nin, Damat için ettiği kutsal dansın anlatıldığı o bölümü düşünüyordum. Kendi kendime, “Adeta İsa Mesih’e duyduğum o ilahi sevgiyle dans ediyormuşçasına zarafetle yürümeye çalışacağım” dedim. Bir süre için başarılı oldum. Eğer kişi gerekli kararlılığı gösterirse yapması gerekenler konusunda başarılı olur; böylelikle en zorlu denenmeler bile kolaylaşır. Manej’de dönüp durdukça çevremdeki her şeyin de etrafımda döndüğünü sanıyordum. Artık bir duvarı diğerinden ya da kapıdan ayırt edemez olmuştum; ilahi sevginin iyi ve kötü arasında ayırım yapmadan herkesi kucaklayabilmesi gibi.

Gardiyan gözlerimi bağlayıp, yeni bir sorgulama odasına götürüldüğümde aslında bir aydır hiç uyku uyuyamamıştım. Burası geniş ve boş bir odaydı. Masanın çevresinde üç ya da dört kişi oturuyordu. Yüzüme tutulan reflektörlerin parlak ışığı nedeniyle kim olduklarını seçemiyordum. Ellerim kelepçeli, çıplak ayakla önlerinde durdum. Üzerimde sadece kirli ve yırtık bir gömlek vardı. Aynı sorular tekrarlandı. Aynı cevapları verdim. Bu defa aralarında bir kadın vardı. Bir ara tiz bir sesle, “Doğru dürüst cevaplamazsan, seni askıya alacağız” diye bağırdı. En son 300 yıl önce İngiltere’de kullanılmış olan bu alet, Parti’nin işkence yöntemleri arasına katılmıştı. Onlara şöyle dedim, “Aziz Pavlus, Efesliler’e Mektup’ta, ‘İsa Mesih’in olgunluk düzeyine erişebilmek için elimizden gelen çabayı göstermemiz’ gerektiğini söyler. Eğer beni askıya alacaksanız bu benim amacıma yardımcı olacaktır.” Kadın görevli masaya öfkeyle vurdu, keskin reflektör ışıklarının ardında kendi aralarında bir şeyler tartışıyorlardı. Bazen hazır bir cevap, gelecek olan darbeyi farklı bir yöne çevirebilir. Beni “askıya” almadılar; onun yerine, “Engizisyona” geri döndük ve “bastinado” diye adlandırılan falakaya götürüldüm.

Başka bir hücreye götürüldüm. Başıma bir başlık geçirdiler. Yere çömelip kollarımı dizlerimin çevresinde kavuşturmam emredildi. Dirseklerimin ve dizlerimin altından bir metal çubuk geçirildi ve bir sehpaya kaldırıldım. Başım aşağı sarkık, ayaklarım ise yukarı bakıyordu. Tabanlarıma falakayla vurulurken birisi başımı aşağıya tutuyordu. Her darbe adeta bir patlama gibiydi. Bazıları kalçalarıma ve belkemiğimin alt kısmına rastlıyordu. Bayıldığımda soğuk suyla uyandırıyorlardı. Her seferinde istedikleri isimlerden birini onlara verirsem falakaya son vereceklerini söylüyorlardı. Falaka sona erdiğinde o kadar bitkindim ki, beni hücreme taşımaları gerekti.

Cezaevinin planını öğrenmemem için her falakaya götürülüşümde gözlerim bağlanıyordu. Falaka sırasında gözlerimdeki bu bağ bazen çıkarılmıyordu. Darbenin geldiğini fark ettiğinizde kendinizi kasarak buna hazırlanabilirsiniz. Ancak gözleriniz kapalı, darbenin nereye ya da ne zaman ineceğini bilmemek korkuyu iki kat daha arttırıyordu.

Bunun dışında farklı işkenceler gördüm. Brinzaru’nun naylon bir kamçısı vardı. Birkaç darbeden sonra kendimi kaybediyordum. Bir kez boğazıma bir bıçak dayayıp Brinzaru her şeyi itiraf etmemi ve hayatta kalmak istiyorsam konuşmamı haykırdı. İki kişi beni tutuyordu. Bıçağın derimi deldiğini hissettim. Uyandığımda göğsüm kanla kaplıydı. Boğazıma sokulan bir huniyle midem adeta patlayacak hale gelene kadar su verildi, ardından da gardiyanlar üzerime çıkıp beni tekmeledi. İki kurt köpeğinin bulunduğu bir hücreye koyuldum. Bu köpekler aldıkları eğitim nedeniyle en ufak bir hareket karşısında hamle yapıp hırlıyor, fakat ısırmıyorlardı. Yakın bir yere bir parça ekmek konulurdu, ancak tutuklu onu almak için hareket etmeye cesaret edemezdi. Zamanla, köpeklerin saldırmayacaklarının farkına vardım. Yine de hamle yaptıklarında keskin dişlerinin sesi yüzümün birkaç santim önünde işitilirdi. Bir kez de kızgın demirle dağlandım.

Sonunda benden istedikleri bütün “itirafları” imzaladım. Yani onlara göre bir zinacı, aynı zamanda bir homoseksüeldim; kilisenin çanlarını satıp parayı zimmetime geçirmiştim (aslında kilisemiz bir dua eviydi ve çanları da yoktu); Dünya Kiliseler Konseyi için çalışmak adı altında mevcut yönetimi devirmek amacıyla casusluk yapmıştım; ve daha önceleri de birkaç kişiyle birlikte gerçek dışı bahanelerle Parti’nin içine girerek gizli bilgileri dışarı sızdırmıştım.

Brinzaru bunları okudu ve, “Gizli bilgileri sızdırdığın kişilerin isimleri nerede?” diye sordu.

Ona bir isim ve adres listesi verdiğimde çok memnun oldu. Bu başarısı ona bir ikramiye ya da terfi kazandıracaktı. Birkaç gün sonra tekrar dayak yedim. İsimler kontrol edilmişti. Bu kişilerin çoğu ya Batı’ya iltica etmişti ya da ölmüşlerdi. Ben de bu arada dinlenerek biraz güç kazanmıştım.

Aslında en korkunç işkence beklemekti. Öylece yatarak haykırış ve inleyişleri dinlemek ve az sonra sıranın bana geleceğini bilmek… Ancak Tanrı bana yardım etti ve ağzımdan kimseye zarar verebilecek bir söz alamadılar. Kendimi çabuk kaybediyordum, oysa onlar beni canlı istiyorlardı. Her tutuklu hayatta kaldığı sürece, Parti amaçlarına farklı biçimlerde hizmet edebilirdi. İşkencelere mahkûmun nabzını ve genel direncini kontrol eden bir doktor nezaret ediyordu. Ölmene izin verilmeyen, sonsuz işkence ve ıstırabın hüküm sürdüğü Cehennemin bir görüntüsüydü.

Kutsal Kitap’ı anımsamak benim için zorlaşıyordu. Yine de İsa Mesih’in bu dünyaya bir kral gibi gelebileceği halde bir suçlu gibi kırbaçlanmayı seçmiş olduğunu hatırlayabiliyordum. Romalılar tarafından kırbaçlanmak korkunçtu. Ben de bedenime inen her darbede, O’nun da aynı acıları çektiğini düşünüyordum. Bu acıları O’nunla paylaşmış olmanın sevinç veren bir yanı vardı.

Alay ve küçük düşürülmek de bir insanın dayanabileceğinin üzerindeydi. İsa Mesih sık sık, kırbaçlanacağını, alay edilip küçük düşürüleceğini ve çarmıha gerileceğini bildirmişti. Çarmıha gerilmek ve kırbaçlanmak ile karşılaştırıldığında küçük düşürülmenin bir hiç olduğunu düşünürdüm. Ancak bu kanım, izleyenlerin gülmeleri ve tezahürat arasında, bir kişinin ağzı zorla açılıp diğerleri tarafından içine tükürebileceğini ya da idrar yapabileceğini öğrenmemden öncesine aitti.

İspanyol Engizisyon görevlilerinin, sapkınları ateşte yakmanın ulvi bir görev olduğunu düşünmeleri gibi, Parti fanatikleri de bu yaptıklarında haklı olduklarını düşünüyorlardı. Albay Dulgheru da aynı düşünceye sahipti. Sık sık, “Toplumun korunması amacına yarar sağlayacak bir bilgiyi vermemekte direnen kişiye her türlü zulmün yapılması toplumun yararınadır” derdi. Daha sonra benim enkaza dönmüş durumumu görünce acıdığını gösteren bir ses tonuyla, “Neden bu inadından vazgeçmiyorsun ki? Boşuna direniyorsun. Et ve kemiktensin, en sonunda teslim olacaksın?” diye konuşmuştu. Ancak ona bunun aksini ispat edecek bir kanıtım vardı. Eğer sadece etten yapılmış olsaydım, direnemezdim. Beden ruhun geçici barınağıdır. Komünistler ise, insanın kendini koruma içgüdüsüne dayanarak, bir kişinin yok olmamak için her şeyi yapabileceğini düşünüyorlardı. Oysa yanılıyorlardı. Tanrı’nın Sözü’ne inanan Hıristiyanlar fiziksel ölümün, yaşamın sonu değil, bir bütünleşme; bir yok oluş değil, sonsuzluk vaadi olduğunu biliyorlardı.

Calea Rahova’da aylarım geçmişti. Ekim ayıyla birlikte kış mevsimi geldi. Hem açlık hem soğuk hem de kötü muamele hepimizi yıldırıyordu. Önümüzde ise uzun bir kış vardı. Penceremden avluya düşmekte olan sulu karı izliyordum. Soğukta titriyordum, ama yine de ruh halim kötü değildi. Cezaevinde sabırlı bir sevgiyle Tanrı için yapabileceklerim küçük kalacaktı, ama zaten yaşamdaki iyiliklerin, kötülüklerin miktarıyla karşılaştırıldığında daima küçük göründüğünü düşündüm. İncil’de İblis, yedi başlı büyük bir canavar olarak betimlenirken, Kutsal Ruh bir küçük güvercin gibi iner. Canavarı yenecek olan bu güvercindir!

Bir gece bir tabak gulaş ve dört dilim ekmekten oluşan yemeğimi henüz yiyemeden nöbetçi geri geldi ve eşyalarımı toplayıp kendisini takip etmemi emretti. Diğer tutukluların sıralanmış olduğu bir alana götürüldüm. Daha sonra bir kamyonetle İçişleri Bakanlığı’na götürülürken, aklımda yiyemediğim yemeğim kalmıştı. Bu muhteşem bina turistlerin hayranlığını fazlasıyla çekiyordu, oysa onlar bu binanın, labirente benzer koridorların ve yüzlerce çaresiz mahkûmun bulunduğu büyük bir cezaevinin üst kısmında yer aldığını bilmiyorlardı.

Hücrem yeraltındaydı. Çıplak duvarları cılız bir ampul aydınlatıyordu. Demir karyolanın üzerine birkaç kalas ve saman bir şilte atılmıştı. Duvardaki bir borudan içeri hava giriyordu. Tuvalet kovasının olmadığını fark ettim; ihtiyacımı gidermek için gardiyanı beklemek zorunda kalacaktım. Bu, bir mâhkum için en kötü cezaydı. Tuvalete gidebilmek için bazen saatlerce beklemeniz gerekirdi, yalvarışlarınıza alayla karşılık verilirdi. Kadın erkek tüm tutuklular bu korkuyla yemeden içmeden kesilirdi. Bense ihtiyacımı verilen tabakta gidermiş, ancak su olmadığı için yıkamadan üzerinden yemeğimi yemek zorunda kalmıştım.

Her yerde tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bu kasıtlı olarak yapılmaktaydı. Gardiyanların hepsi keçe tabanlı ayakkabı giydiklerinden, hücreye girdikleri ancak anahtar sesinden anlaşılıyordu. Ara sıra kapıyı yumruklayan ve çığlık atan bir mahkûmun sesi duyuluyordu. Hücrem üç adım genişliğindeydi. Yatağıma uzanarak gece boyunca hiç söndürülmeyen tavan ışığına bakmaya başladım. Uyumam olanaksızdı. Dua etmeye başladım. Dış dünyayla ilişkim kesildi. Duymaya alışık olduğum tüm sesler –avluya düşen yağmurun sesi, taş zemin üzerinde yankılanan metal çivili çizmeler, bir sineğin vızıltısı, bir insan sesi– kesildi. Yüreğim, bu cansız sessizlikte adeta duracakmış gibi daralıyordu.

İki yıl boyunca bu hücrede tek başıma tutuldum. Bu süre boyunca okuyacak ya da yazacak hiçbir şeyim olmadı. Sadece düşüncelerim bana eşlik ediyordu. Daha önceleri derin düşünme alışkanlığı olmayan, nadiren sessiz kalan bir ruha sahiptim. Tanrım vardı. Ancak, gerçekten O’na hizmet ederek mi yaşamıştım, yoksa sadece mesleğimi mi yapmıştım?

İnsanlar rahiplerin saflık, hikmet, sevecenlik ve doğruluk örneği olmalarını beklerler. Oysa insan doğası gereği onlar her zaman bu standartlara erişemez, bu nedenle, öyleymiş gibi davranırlar. Zaman geçtikçe bu iki durumu ayrıt etmek onlar için iyice güçleşir.

İtalyan Dominiken rahip Savonarola’nın (1452-98) cezaevindeyken 51. Mezmur üzerine yazdığı etkileyici yorumunu anımsadım. Bedeni işkenceden öylesine harap olmuştu ki, itirafını bile sol eliyle imzalayabilmişti. Yorumunda iki tür Hıristiyan’ın var olduğundan söz ediyordu. Tanrı’ya tüm yüreğiyle ve içtenliğiyle inanmış olanlar; ya da Tanrı’ya inandığına tüm içtenlikleriyle inananlar. Bu kişiler karar anında sergiledikleri davranışlarına göre ayrıt edilebilirler. Zengin bir eve girmeye hazırlanan hırsız çevrede polisi andıran bir yabancı görürse, eve girmekten vazgeçer. Ancak tekrar düşünüp eve girmeye karar verirse, bu eylemi, yabancının polis olmadığına olan inancını kanıtlar. İnancımız eylemlerimizle kanıtlanır.

Tanrı’ya inanıyor muydum? Benim için bunu deneme zamanı gelmişti. Tek başınaydım. Düşünmem gereken ne parlak bir mesleğim, ne de maaşım vardı. Tanrı bana sadece acılar sunuyordu – O’nu sevmeye devam edecek miydim?

Eskiden okuduğum ve çok sevdiğim bir kitabı anımsadım. “Pateric” adlı bu yapıt 4. yüzyılda Kilise zulüm altındayken azizlerinin çölde manastırlar kurmalarını anlatıyordu. Dört yüz sayfalık uzun bir kitaptı, ancak elime alır almaz bir solukta bitirivermiştim. Hıristiyanlık üzerine yazılmış kitaplar kaliteli şaraba benzer – ne kadar eski olurlarsa o kadar değerlidirler. Bu kitaptan bir alıntı:

Bir kardeş, kilise ihtiyarına, “Peder, sessizlik nedir?” diye sordu. Yanıt şu oldu: “Oğlum, sessizlik yüreğini delici düşünce oklarından koruyan Tanrı korkusu ve bilgeliğiyle hücrende tek başına oturmaktır. Böylesi bir sessizlik iyiliğe gebedir. Kaygısız bir sessizlik göklere yükselen basamaklar gibidir. Kişinin sadece en önemli olanla, yani İsa Mesih’le konuşması ve birleşmesidir. “Yüreğim seni övmeye hazırdır, Rab!” sözleriyle sessiz kalmaktır.

Yaşam boyu sessiz kalarak Tanrı nasıl övülebilir diye düşündüm. Önceleri serbest kalmak için bol bol dua ettim. Tanrı’ya şöyle sordum: “Bana Söz’ünde, ‘Adem’in yalnız kalması iyi değil’ diyorsun. O zaman neden beni tek başıma bırakıyorsun?” Günler yerini haftalara bıraktı, tek ziyaretçim gardiyandı. Sulu bir çorba ve bir parça kara ekmek getirip tek söz etmeden çıkıp gidiyordu.

Onun günlük ziyaretleri bana şu sözleri anımsatıyordu: “İlahlar sessiz adımlarla yürür.” Eski Grek inancına göre ilahi varlıkların gelişi hissedilmezdi. Bu sessizlik ortamında belki de Tanrı’ya daha çok yaklaşıyordum. Bu da benim daha iyi bir rahip olmamı sağlayabilirdi. Çünkü en iyi vaizlerin İsa Mesih gibi içsel bir sessizliğe sahip olduklarını fark etmiştim. İyi şeyler söylemek için de olsa ağzımızı çok fazla açarsak –açık kapılardan ısısını kaybeden bir oda gibi– ruhsal ateşimizi kaybedebiliriz.

Zaman geçtikçe sessizlik ağacının üzerinde esenlik meyvesinin olduğunu öğrendim. Gerçek kişiliğimin farkına varmaya başladım ve onun sadece Mesih’e ait olması için gerekeni yaptım. Düşüncelerim ve duygularım tümüyle Tanrı’ya yönelmişti. Gecelerim dua etmekle, tefekkürle ve Tanrı’yı övmekle geçiyordu. Şimdi artık rol yapmadığımı biliyordum ve gerçekten de iman ettiğime emindim.

Daha sonraki iki yıl boyunca uygulayacağım belirli bir düzen belirledim. Geceleri uyumuyor, saat 22.00’de çalan yatma ziliyle programıma başlıyordum. Bazı geceler üzgün, bazı geceler de mutluydum. Yine de geceler, tüm yapmam gerekenleri gerçekleştirebilmek için sanki yeterince uzun değildi.

Her geceye genellikle şükran gözyaşlarımın eşlik ettiği bir duayla başlıyordum. Dualar radyo sinyalleri gibidir, geceleri daha iyi işitilir. Fakat en zorlu ruhsal savaşlar da geceleri yapılır. Duamın ardında sanki kilisemdeymişim gibi, ama kısık bir sesle, “Sevgili Kardeşlerim” diye başlayan ve “Amin” ile biten bir vaaz veriyordum. Nihayet tüm içtenliğimle vaaz verebiliyordum. Söyleyeceklerim hakkında piskopos ne düşünecek, cemaat sözlerimi nasıl karşılayacak ya da casuslar hangi konuları ihbar edecek gibisinden kaygılarım yoktu. Bir boşluğa konuşmuyordum. Tüm vaazlarımın Tanrı, melekler ve kutsallar tarafından işitildiğini biliyordum. Beni izleyenler arasında iman etmeme yardımcı olmuş kişileri, kilise cemaatimi, ailemi ve dostlarımın varlıklarını da hissediyordum. Bunlar Kutsal Kitap’ta sözü edilen “tanıklar bulutunu” oluşturuyordu. “Kutsalların Paydaşlığını” yaşıyordum.

Her gece eşimle ve oğlumla konuşuyordum. Onların iyi ve güzel yönleri üzerinde uzun uzun düşünüyordum. Bazen düşüncelerim hücre duvarını aşıp Sabina’ya ulaşıyordu. Onun, bu günlere dair Kutsal Kitap’ın içinde sakladığı bir notu var: “Bu gece Richard’ı gördüm. Ben yataktayken üzerime doğru eğilip konuştu.” O sırada ben de tüm zihin gücümle ona bir sevgi mesajı iletmeye çalışıyordum. Her gün –adeta bir armağan gibi– aramızda birkaç dakika süren bir yakınlaşmayla ödüllendiriliyorduk. Oysa cezaevi hayatı birçok evliliğin sona ermesine neden olmuştu. Bizimkisi ise eskisinden daha da güçlenmişti.

Ailem hakkında düşünmek de bazen acı verici olabiliyordu. Sabina’nın benden boşanmaya zorlanacağını biliyordum. Eğer bu baskılara direnip kilise işlerine devam ederse, er geç kesinlikle tutuklanacaktı. On yaşındaki oğlumuz Mihai ise tek başına kalacaktı. Bunları düşünmek bana acı veriyordu. Bir gün yatağa uzanıp, üzerindeki şilteye Mihai’yi kucaklarmışçasına sarıldım. Sonra aniden ayağa fırlayıp kapıyı yumruklamaya başladım, “Bana oğlumu geri verin!” Gardiyanlar beni zapt etmek için koştular. Bu arada bana sakinleştirici bir iğne yapıldığını gördüm. Birkaç saat süreyle kendimden geçmiştim. Ayıldığımda, delirmeye başladığımı düşündüm. Aklını yitiren birçoklarını biliyordum.

İsa Mesih’in annesinin, O’nun çarmıhı altında ağzından tek bir şikayet sözcüğü çıkmadan sessizce beklemiş olduğunu düşünmek beni yüreklendiriyordu. Ancak onun bu sessizliğini keder olarak yorumlamanın doğru olup olmadığını bilemiyordum; İsa Mesih’in insanlar için yaşamını feda etmesi nedeniyle annesi mutlaka gurur duymuş olmalıydı. O gün Fısıh olduğundan, akşam vakti Yahudi adetlerine göre Rab’bi ilahilerle övüp şükretmiş olmalıydı. Ben de, küçük oğlumun çekebileceği sıkıntılar için Tanrı’ya şükretmeliydim. Birden yüreklendim. Sabina’yı götürseler bile Mihai’ye iyi bakacak dostlarımız vardı.

Sürekli uyguladığım derin düşünme (tefekkür) anlarımdan birinde, zihnimde bir resimde canlandırırmışçasına, tüm yaşamımı, tüm geçmişimi ve geleceğimi, ailemi, arkadaşlarımı, kilisemi, tutkularımı, gizli düşüncelerimi, bedenimin her parçasını İsa Mesih’e teslim ediyordum. Eski günahlarımı Mesih’e itiraf ediyordum; O da elleriyle hepsini siliyordu. Sık sık ağlıyordum.

İlk günlerde ruhumu sorgulamakla uzun zaman harcadım. Hata etmişim. Sevgi, iyilik ve güzellik, izlendiklerini anlayınca saklanan utangaç yaratıklar gibidir. Oğlum beş yaşındayken bu konuda bana bir ders vermişti. Yaramazlık yaptığı için onu şöyle azarlamıştım: “İsa Mesih’in büyük bir defteri var, bir sayfasında da senin ismin yazılı. Bu sabah annene karşı geldiğini yazmak zorunda kalacak. Dün ise bir çocukla kavga etmiştin. Bunlar da yazıldı.” Mihai biraz düşündükten sonra şunu sordu: “Baba, İsa sadece yaptığımız kötü şeyleri mi defterine yazıyor, yoksa yaptığımız iyi şeyleri de yazıyor mu?”

Oğlum öylesine sık aklıma geliyordu ki! Bana tanrıbilim konusunda bir ders vermiş olduğunu anımsadım. Ona 2.Korintliler’e Mektup’tan, “İman yolunda olup olmadığınızı anlamak için kendi kendinizi sınayın, kendinizi yoklayın” ayetinin yer aldığı bölümü okurken bana, “Baba, kendimi nasıl sınayıp yoklayabilirim?” diye sormuştu.

Ona, “Kalbinin üzerine bir yumruk at ve ‘Yüreğim, Tanrı’yı seviyor musun?’ diye sor” derken, göstermek için kendi göğsüme de hızla vurdum.

Oğlum “Ama bu doğru değil” dedi. “Tren istasyonundaki görevli adam bir keresinde çekiçle tren tekerleklerine vurarak kontrol etmeme izin vermişti. O zaman bana, ‘Yumuşakça vurmalısın, eğer sert vurursan kırılır’ demişti. Bu nedenle İsa Mesih’i sevip sevmediğimi anlamam için kendime hızla vurmama gerek yok”

Şimdi, “İsa Mesih’i seviyor musun?” sorusuna yüreğimden sessizce verdiğim “Evet” yanıtının yeterli olduğunu biliyordum.

Her gece bir saatimi baş düşmanlarımın; örneğin, Albay Dulgheru’nın zihninde yaşıyormuş gibi yaparak geçiriyordum. Kendimi onun yerine koyuyor, bana ve diğerlerine yaptıkları için binlerce neden bulmaya çalışıyordum. Böylelikle hem onu, hem de diğer işkencecilerimi sevebilirdim. Ardından onun bakış açısından hatalarımı değerlendiriyor ve böylelikle kendime dair yeni bir anlayışa sahip oluyordum. İnsanın kendi kendisini avutması, diğerlerini teselli etmesinden daha zordur. Bu, giyotine götürülen masum mahkûmlara dair yazılmış olanları dingin bir halden anlayışla okumaya, fakat bir ihtilal bizi tehdit ettiğinde dehşetle sarsılmaya benzer. Ben de şimdiki zamanı, geçmiş zamana döndürerek, şimdiki olaylar sanki geçmişte olup bitmişler ve geçmiştekiler de şimdi oluyormuş gibi davranmaya başladım. Böylelikle kişi geçmişin kutsallarıyla karşılamayı bile umut edebilir.

Büyük bir devlet adamı, Çin İmparatoru, bir milyarder ya da Papa olsaydım ne yapardım diye düşündüm. Bir çift kanadım ya da beni görünmez kılan bir pelerinim olsaydı, yaşam nasıl olurdu diye düşündüm ve dünyayı değiştirebilecek olan görünmez kanatlı gücün, insan ruhunun bir tanımlaması olduğuna karar verdim. Bunlar beni avutan fantezilerdi, ama zaman kaybıydı. Bir mimar plan yaparken var olmayan malzemeler –örneğin, ağırlığı olmayan bir taş ya da esneyebilen bir cam– üzerinde kafa yormaz. Derin düşünmek de mimarlık gibi yapıcı olmalıdır. Konudan bu tür uzaklaşmalar, zıt öğelerin ruhla nasıl birleşebileceğini anlamama yardımcı oldu. Ve artık Mesih’in –hem Yahuda aslanı olsun, hem Tanrı Kuzusu olsun– her şeyi nasıl içinde barındırabildiğini anladım.

Boş hücremde eğlencesiz de kalmıyordum. Kendi kendime fıkralar anlatıyor ya da yenilerini yaratıyordum. Ekmek parçalarıyla kendi kendime satranç oynuyordum. Zihnimi ikiye bölüp, tarafların birbirinin hamlelerinden haberdar olmamasına gayret gösteriyordum. İki yıl boyunca her oyunu kazandığıma göre sanırım usta bir oyuncu olmuştum.

Sevincin bir alışkanlık gibi zamanla edinilebileceğini keşfettim. Tıpkı katlanmış bir kağıdın, tekrar hep aynı yerden katlanması gibi. “Sevinin”, Tanrı buyruğudur. John Wesley, hiçbir zaman –on beş dakika bile– kederli kalmadığını söyler. Kendim için aynısını söyleyemeyeceğim, ama en kötü koşullarda bile sevinçli olmayı öğrendim.

Komünistler mutluluğun salt maddesel tatminden kaynaklandığını ileri sürerler. Ben ise her gece aç, susuz ve soğuktan korunmasız hücremde sevinçle dans ediyordum. Bu fikri bana küçükken izlediğim dervişlere dair anılarım verdi. Onların, İslam inancında Tanrı’nın ismi olan “Allah” diye seslenerek coşkuyla kendilerinden geçip, zarif hareketlerle dönmeleri beni hayran bırakmıştı. Daha sonra farklı inançtaki insanların tıpkı Davut ve Meryem gibi, Tanrı için dans ettiğini öğrendim. İnsanın kutsal varlıkla olan yakınlaşması sözcüklerle anlatılamaz. Bazen içim büyük bir coşkuyla doluyor ve bunu dışa vurmak için sevinçle dans ediyordum. İsa Mesih’in şu sözleri aklıma geliyordu: “İnsanoğlu'na bağlılığınız yüzünden insanlar sizden nefret ettikleri, sizi toplum dışı edip aşağıladıkları ve adınızı kötüleyip sizi reddettikleri zaman ne mutlu size! O gün sevinin, coşkuyla zıplayın!” (Luka 6:22-23). Kendi kendime, “Ama ben bu buyruğun sadece yarısını yerine getirdim. Sevinç duyuyorum, ancak bu yeterli değil” dedim. İsa Mesih coşkuyla zıplamamızı da buyuruyor.

Bir sonraki gardiyan geldiğinde beni hücremde zıplarken buldu. Ruhsal çöküntü belirtileri gösteren mahkûmları yatıştırması talimatını almış olduğu için aceleyle uzaklaştı. Geri geldiğinde, elinde görevlilerin odasından getirdiği koca bir ekmek somunu, peynir ve şeker vardı. Bunları alırken aklıma İncil’in Luka kısmındaki ayetin devamı geldi: “Sevinin, coşkuyla zıplayıp! Çünkü gökteki ödülünüz büyüktür.” Getirdiği ekmek, haftalık istihkakımdan daha fazlaydı.

O günden sonra her gece sevinçle dans edip zıpladım, ancak bir daha ekmekle ödüllendirilmedim. Kendi kendime yaptığım ilahileri söyleyip dans ettim. Gardiyanlar bu davranışlarıma artık alışmışlardı. Sessizliği bozmuyordum; onlar da bazı hücre mahkûmlarının böylesi garip davranışlarını kanıksamışlardı. Daha sonra dostlarıma coşkuyla dans edişimi anlattığımda bana, “Neden, ne yararı oldu ki” diye sordular. Yararlı bir şey değildi. Oysa bu benim için tıpkı Davut’a olduğu gibi sevincin dansa dönüşmesi; Tanrı’nın tapınağında Rab’be adanan kutsal bir sunu gibiydi. Beni hapsedenler çıldırmış olduğumu zannetseler bile bu umurumda değildi, çünkü İsa Mesih’te o güne dek yaşamadığım bir güzelliği keşfetmiştim.

Bazen görümler görüyordum. Bir gün bana kendi adım olmayan, ama burada açıklayamayacağım bir isimle seslenildiğini işitim. O anda, nedendir bilmiyorum, birden bana seslenenin Cebrail olduğunu düşündüm. Hücremin içi birdenbire ışıkla doldu. Bir daha o sesi duymadım. Fakat kötülükten iyiliğe uzanan bir köprü kurabilmem için İsa Mesih ve kutsallarla birlikte çalışmam gerektiğini anladım. Gözyaşı, dua ve özveriyle oluşan bu köprü, üzerinden günahkârların geçip kutsallarla birlikte olabileceği bir köprüydü. Bu köprünün, iyilik yapmakta en zayıf olanların bile kullanabileceği bir köprü olması gerektiğini anladım. İsa Mesih, Yargı Günü’nde açları doyurup yoksulları giydirenlerin kendisinin sağında oturacağını, kötülerin ise sonsuz karanlığa atılacaklarını bildirir. Her insan muhtaçlara bazen yardım edebilir bazen de edemez: beden tektir; ruh ise değildir. Kutsal Kitap’ta kişinin “içi”nden ve “dışı”ndan; “eski”den ve “yeni”den; “doğal” ve “ruhsal” olandan söz edilir. Ruhsal olan kişi sonsuz yaşamda mutluluk bulur.

İnsanları olması gerektikleri gibi değil, oldukları gibi sevmem gerektiğini anladım. Bir gece büyük bir melekler ordusunun karanlığın içinden yavaşça yatağıma yaklaştığını hissettim. Bana yaklaştıkça, hep birlikte Romeo’nun Juliet’e söylemiş olabileceği türden bir sevgi ezgisi söylüyorlardı. Bana çok gerçekmiş gibi gelen bu harika ve tutkulu ezgiyi gardiyanların nasıl olup da işitmediklerine hayret ettim.

Uzun süre tek başlarına kalan mahkûmlar sık sık görümler görürler. Bu tür olayların doğal bir açıklaması bulunsa da, bu, görümün kendisini geçersiz kılmaz. Ruh, bedeni kendi amaçları doğrultusunda kullanır. Bu görümler beni ayakta tutuyordu; bu da onların sadece birer halüsinasyon olmadığının kanıtıydı.

Bir gece hücremin duvarına hafifçe vurulduğunu işittim. Yan hücreye gelen yeni mahkûm bana işaret veriyordu. Onu yanıtladığımda heyecanlı vuruşlarla karşılık verildi. Sonradan bunun bir şifre olduğunu anladım: “A” tek vuruş, “B” iki vuruş, “C” üç vuruş.

Sen kimsin?” ilk mesajı oldu.

Bir rahibim.”

Bu garip başlangıçtan sonra kendi aramızda “tek vuruş alfabenin ilk beş harfi; iki vuruş ikinci beş harfi” diye oluşan bir iletişim yöntemi geliştirdik. Yani “B” harfinin karşılığı tek vuruş, kısa bir ara ve ardından iki vuruş; “F” harfi ise iki vuruş, bir ara ve tek vuruş oluyordu. Ancak bu yöntem de yeni komşumu tatmin etmedi. Mors alfabesini biliyordu. Zaman içinde bana tüm harflerin vuruşlarını tek tek öğretti.

Kendi ismini bu yöntemi kullanarak bana bildirdi.

Kendisine, “Tanrı seni kutsasın. Hıristiyan mısın?” diye sordum.

Bir aradan sonra, “Öyle olduğumu iddia edemem” yanıtı geldi.

Elli iki yaşında bir radyo teknisyeniydi; sağlığı çok bozuktu ve ağır ceza mahkemesinde yargılanacağı günü bekliyordu. Yıllar önce imansız biriyle evlenip Tanrı’dan uzaklaşmıştı ve büyük bir çöküntü içindeydi. Gün geçtikçe Mors alfabesini daha kıvrak kullanmaya başlamıştım. Her gece onunla konuşuyordum.

Bir süre sonra bir mesaj aldım: “Günahlarımı itiraf etmek istiyorum.”

İtirafları aralıklarla kesilerek geliyordu. “Yedi yaşındayken… Yahudi olduğu için bir çocuğu tekmeledim… Beni şöyle lanetledi… ‘annen ölürken… seni göremesin…’ Beni tutukladıklarında… O sıralar annem ölmek üzereydi...”

Komşum yüreğinin yükünü bana açtıktan sonra yıllardan beri hiç yaşamadığı bir mutluluk duyduğunu bildirdi. Mektup arkadaşı gibi, biz de Mors alfabesi arkadaşı olmuştuk. Ona Kutsal Kitap’tan ayetler öğrettim. Birbirimize fıkralar anlatıp, satranç oynadık. Bu yöntemi kullanarak ona İsa Mesih’e dair vaazlar verdim. Gardiyan olan bitenin farkına varınca beni başka bir hücreye naklettiler. Oradaki yeni hücre komşumla da aynı yöntemi uyguladım. Mahkûmların yeri sıkça değiştirildiğinden, zaman içinde birçokları bu gizli haberleşme yöntemini öğrendi. Birkaç kez ele verildim. Bu nedenle yalnızca Kutsal Kitap ayetleri ve İsa Mesih’e dair sözcükler kullanıyordum. Siyasi tartışmalar için acı çekmeye hazır değildim.

Kişiler tecrit hücresinde tutularak geçmişin derinliklerine gömülmüş bazı olaylara yeniden geri dönmek zorunda bırakılırlar. Geçmişin ihanetleri ve yalanları ısrarla kendilerine geri döner. Anne, baba, terk edilmiş sevgililer, iftira edilen ya da aldatılan dostlar, hepsi de sanki sizinle aynı hücrenin içindeymiş ve kınayan gözlerle size bakıyorlarmış gibidir. Mors alfabesiyle gönderilen günah itirafları hep aynı şekilde başlıyordu: “Ben çocukken”, “Öğrenciyken…!” Geçmiş isyanların anıları, Tanrı’nın esenliğinin sağladığı sığınağın kapısında, insanı vahşi bekçi köpekleri gibi beklerdi. Ancak Cennet’e giden tüm kapılar insanın yüzüne kapandığında, Yahudilikte gizemci bir felsefe olan Kabala’da, bir kapının, yani “gözyaşı kapısının” (bab hadimot) kaldığını bildirir. Biz mahkûmlar işte bu kapıdan geçmek zorundaydık.

Bir sabah komşum bana o günün “Kutsal Cuma” (İsa Mesih’in ölüm günü) olduğunu bildirdiğinde, tuvalette bulduğum bir çiviyle hücremin duvarıma “İsa”nın ismini kazıdım. Bu harika ismin benden sonra gelecek olanlara bir umut kaynağı olacağını düşünüyordum. Gardiyan bu davranışıma çok öfkelenerek, “Tabuta gidiyorsun” dedi.

Beni koridorun sonunda bulunan duvara gömülü bir dolabın içine soktular. Bu dolap bir insanın ayakta durmasına izin verecek kadar yüksekti. Zemini yaklaşık 50 x 50 cm kadardı, birkaç hava deliği ve bir de yemek uzattıkları bir delik vardı. Gardiyan beni dolabın içine sertçe içeri itip, kapıyı üzerime kapadı. Bir anda sivri uçların sırtıma battığını hissettim. Ani bir tepkiyle öne doğru eğildim. Bu seferde aynı sivri uçların göğsüme battığını hissettim. Dehşete kapılmıştım. Yine de sakin bir şekilde ayakta durmaya gayret ettim. Karanlıkta yavaşça ellerimi dolabın içinde gezdirdim. Dolabın kapaklarının keskin ve sivri çelik uçlarla kaplanmış olduğunu anladım. Ancak dimdik ayakta durarak bu uçların bedenime batmalarını önleyebilirdim. Şimdi buraya neden tabut denildiğini anlıyordum.

Bacaklarım ağrımaya başladı. Birinci saatin sonunda tüm adalelerim sızlıyordu. Daha önce “manej”de yapılan işkenceler yüzünden yaralanan ayaklarım yeniden şişmeye başladı. Yere yıkılıp bedenim sivri uçlarla zedelendiğinde, beni dışarı çıkarıp biraz dinlendirdikten sonra tekrar içeri soktular. Tüm düşüncemi İsa Mesih’in çektiği acılar üzerinde yoğunlaştırmaya çalışıyordum, fakat kendi acılarım ağır basıyordu. Oğlum Mihai küçükken bana şöyle sormuştu: “Ne yapsam acaba? Çok sıkılıyorum.” “Tanrı’yı düşün Mihai.” “Benim kafam çok küçük, oysa O’nunki o kadar büyük ki. Niye O’nu düşüneyim ki, O’nun beni düşünmesi gerekir!” Bu yüzden kendi kendime, “Tanrı’yı düşünmeye çalışma. Hiçbir şey düşünme!” diye tekrar etmeye başladım. İçinde bulunduğum o boğucu karanlıkta, Hintli yogilerin gizli bir formülü sürekli tekrar ederek zihinlerini arındırdıklarını anımsadım. Yunanistan’ın Athos Dağı’ndaki keşişlerin de benzer bir yöntemle bitmez tükenmez “yürek duası” ettiklerini biliyordum. Bu duada her kalp atışı için bir sözcük söylenir, “Rab İsa, Tanrı’nın Oğlu, bana merhamet et!” İsa Mesih’in merhamet dolu olduğunu zaten biliyordum. Eşime her gün onu sevdiğimi söylediğim gibi, İsa Mesih’e de aynı şeyi tekrarlamaya karar verdim. “İsa Mesih, ruhumun biricik damadı, seni seviyorum.” Yüreğin sessiz atışları çok uzaklardan duyulabilen bir müziğe benzer. Bu nedenle ben de sözlerin ritmini bozmuyordum. Önceleri İblis’in küçümseyici sesini işitir gibi oldum: “Sen O’nu seviyorsun, ama O senin acı çekmene izin veriyor. Her şeye gücü yetiyorsa neden seni bu tabuttan dışarı çıkartmıyor?” Ben ise sessizce duamı sürdürdüm, “İsa Mesih, ruhumun biricik damadı, seni seviyorum.” Kısa bir süre sonra sözcüklerin anlamı belirsizleşti ve ardından kayboldu. Artık düşünemez olmuştum.

Bu ruhsal alıştırmayı (ayrışmayı) daha sonraki kötü anlarımda sık sık uyguladım. İsa Mesih, İncil’in Matta kısmında şöyle bildirir: “İnsanoğlu ummadığınız bir saatte gelecektir.” Benim O’nunla deneyimin bu olmuştu. Düşünme – İsa Mesih ummadığım bir anda gelip beni şaşkına çevirecek. Ama O’nun ışığının berraklığına dayanılması zordur. Bazen bu süreci tersine çevirip kendi düşüncelerime bir kaçış yolu olarak kullandım.

Tabut’ta iki gün geçirdim. Bazı mahkûmlar iki hafta ya da daha fazla kalmışlardı. Doktor durumumun kötüleştiğini bildirdiği için beni çıkarmak zorunda kaldılar. Zaten ölümle yaşam arasındaki dar geçitteydim. Uzun süren cezaevi hayatımda gıdasızlık, açık hava ve gün ışığını görmemem nedeniyle saçlarım artık uzamıyordu. Artık günlerce tıraş edilmem gerekmiyordu. Tırnaklarım güneş görmeyen bitkiler gibi solgun, renksiz ve yumuşaktı.

Halüsinasyonlar zihnimi ele geçirmeye başlamıştı. Büyük umutsuzluk anlarında (hiç su bulunmayan) cehennemde olmadığımdan emin olmak için teneke kupamın içindeki suya bakıyordum. Bir süre sonra bu kupa bir miğfere dönüşüyordu. Hücremin çok ötesinde leziz yemeklerden oluşan bir şölen sofrası görüyordum. Uzaktan eşimin içi iri sosislerle dolu bir tabakla geldiğini görüyordum, ama ona kızıp, “Hepsi bu kadar mı?” diye bağırıyordum. Bazen de hücrem büyük bir kütüphaneye dönüşüyordu. Raflar dolusu üst üste sıralanmış ciltli kitaplar karanlığa doğru uzanıyordu – ünlü romanlar, biyografiler, dini ve bilimsel eserler. Bu kitaplar büyük bir kule gibi yukarı doğru yükseliyordu. Bazı zamanlarda ise, binlerce istekli yüz bana çevriliyordu. Vaaz etmemi bekleyen büyük kalabalıklarla çevrelenmiştim. Yüksek sesle sorular soruluyor ve birtakım sesler bu soruları yanıtlıyordu. Sevinçli tezahüratlar duyuluyordu. Çehrelerden oluşmuş bir deniz, sonsuzluğa dek uzayıp gidiyordu.

Beni hapse atanlara şiddetle karşılık verdiğim düşlerim ve erotik fantezilerim yüzünden de sıkıntı çekiyordum. Bu “cehennem” yaşamamış olanların kolaylıkla anlayabileceği bir deneyim değildir. Cezaevine girdiğimde otuz dokuz yaşında, sağlıklı ve canlıydım. Fakat şimdi eskiden geçirdiğim tüberkülozun tekrarlaması, cinsel arzularımın artmasına neden olmuştu. Yatakta gözlerim açık, güzel kadınlarla tensel zevkler yaşıyordum. Bu düşünceleri uzaklaştırmaya çalışırken cinsellikle ilgili sapkın ve aşırı imgeler beni teslim alıyordu. Hüsran ve günah duyguları korkunç acılar çekmeme neden oluyordu. Bu acı bazen çok keskin, bazen de belli belirsizdi; ama her zaman vardı.

Bu tür halüsinasyonlardan kurtulmak için bir yöntem geliştirdim. Onları bedenimdeki tüberküloz mikrobu gibi saldırgan bir düşmana benzetiyordum. Böylelikle mevcudiyetleri nedeniyle kendimi suçlamak yerine, onlara direnebildiğim için kendimi kutluyordum. Bu halüsinasyonları bir günah değil de, bir düşman olarak kabul etmeye başladıktan sonra, onları nasıl yok edebileceğimi de tasarlayabilirdim. Şeytani düşünceler, doğuracağı sonuçlar sağduyuyla muhakeme edildiği takdirde, bastırılabilirler. Bu yüzden onları kovmaya çalışmadım, çünkü açık buldukları kapıdan tekrar gireceklerini biliyordum. Bunun aksine, eğer onlara teslim olsaydım gerçek yaşamda bunun bedelini nasıl öderdim diye düşündüm. Bu tür ayartmalara teslim olmak hem benim, hem başkalarının ailelerini perişan edecekti. Eşimin benden boşanması gerekecekti. Oğlumun geleceği mahvolacaktı. Kilisemdeki cemaat bana olan güvenini yitirecekti. Herkes benden nefret ederken, neden olduğum bu zararın hesabını Tanrı’ya vermek zorunda kalacaktım. Tıpta bir virüsü yok etmek için başka bir virüs kullanılır. Bizler de İblis’in “parçala ve ele geçir” sözünü onu yenmek için kullanabiliriz. Gururun kötülüğü –küçük düşme korkusu– tutkunun kötülüğüne karşı kullanılabilir. Açgözlülüğün kötülüğü, bedeli parayla ödenen düşkünlüklerden nefret eder!

Bir gün mahkûmların kullandığı tuvaletler tıkandığı için bizleri gardiyanların kullandığı bir tuvalete götürdüler. Lavabonun üstünde küçük bir ayna vardı. İki yıldır kendimi ilk defa görüyordum!

Hapse girdiğimde genç ve sağlıklıydım. Hatta yakışıklı bile sayılırdım. Oysa şimdiki durumumu gördüğümde, yüksek sesle acı bir kahkaha attım. Birçokları beni beğenip sevmişlerdi, ama korku dolu gözlerle aynadan kendine bakan bu ihtiyarı görselerdi dehşete düşerlerdi. Bu olaydan, içimizdeki gerçek güzelliklerin gözle görülmediğini öğreten bir ders çıkardım. Daha da çirkinleşecek, bir kafatası ve iskelete dönüşecektim; bunu hatırlayarak, ruhsal yaşamla bağlantımı sürdürme arzum ve imanım güçlendi.

Tuvalette yırtık bir gazete parçası gördüm. Bu, tutuklandığımdan beri gördüğüm ilk gazeteydi. Haberde, Başbakan Groza’nın, zenginliği (zenginleri) ortadan kaldırmaya kararlı olduğu yazıyordu. Bu bana komik geldi. Tüm dünya yoksulluğu yok etmeye çalışırken, hükümetimiz zenginliği tasfiye etmeye kararlıydı. Gözlerim gazetede, belki de yetkileri iade edilmiştir diye, Patrascanu’nun ismini aradı. Fakat Groza’nın konuşmasını yaptığı Kabine’nin bakanları arasında onun ismine rastlayamadım.

Nezaretçi eşliğinde hücreme geri dönerken çılgın bir şekilde ağlayan ve inleyen bir kadın sesi işittim. Haykırışları cezaevinin alt katından geliyor gibiydi. Gitgide yükselen bu ses aniden kesildi.

Birkaç gün sonra yan hücreme yeni bir mahkûm geldi. Ona duvara vurarak, “Kimsiniz?” mesajını gönderdim ve hemen yanıt aldım. Kendisi savaş öncesi hükümetlerde görev almış ve ünlü siyasi lider Iuliu Maniu’nun yakın arkadaşı Ion Mihalache idi. Komünist Parti terörü başladığında, Mihalache bir grupla birlikte yurtdışına kaçmaya çalışmıştı. Havaalanında tutuklanmış ve Ekim 1947’de müebbet hapse mahkûm olmuştu. Yaşı altmışın üzerindeydi. “Tüm yaşamım boyunca ülkeme ve milletime hizmet etmeye çalıştım; ödülüm bu oldu” dedi.

Ona şu mesajı gönderdim: “Vaki olanı diliyorsan, o zaman sadece dilediğin şeyler vaki olur! Her şeyden feragat etmek, esenliğe giden yoldur.”

Özgürlük olmadan esenlik de olamaz” yanıtı geldi.

Onu, “Zorbalığın hüküm sürdüğü bir ülkede cezaevi onurlu bir mekandır” diye yanıtladım.

Kendisi için Tanrı’nın kayıp olduğunu söyledi.

Tanrı hiç kimse için kayıp değildir… Kaybolan bizleriz… Eğer kendimizi bulursak… içimizdeki Tanrı’yı da bulabiliriz… Cezaevi bize bu arayışımızda yardımcı olabilir.”

Tekrar deneyeceğini söyledi.

Başka bir hücreye götürülmeden önce bana ağlayan o kadının eski Başbakanlardan Ion Gigurtu’nun karısı olduğunu söyledi. Çığlıkların aniden kesilmesi, ona sakinleştirici iğne yaptıklarını gösteriyordu. Ertesi sabah duvara vurdum, ancak bir yanıt alamadım. Mihalache’yi götürmüşlerdi.

Bu olaydan bir süre sonra sorgulamam yeniden başladı. Sorgulamam çoğu kez zeki ve kendinden emin genç Teğmen Grecu tarafından yapılıyordu. Grecu daha mükemmel bir dünya yaratmakta olduklarına inanıyordu. Sorgulama konularında sıra tekrar İskandinav Kilisesi cemiyeti adına açlıkla mücadele etmek ve yardım sağlamak üzere üstlendiğim hizmete geldi. Grecu bana bu fonların casusluk amacıyla kullanıldığını neden hâlâ inkâr ettiğimi sordu.

Amerika ve İngiltere’nin bu ülkede casusluk amacıyla para harcadığına inanmanızı anlayabiliyorum. Ancak İsveç ve Norveç gibi ülkeler hangi çıkarlar uğruna bu faaliyetlerin içinde olabilir ki?”

Her ikisi de emperyalist güçlerin oyuncaklarıdır” diye sertçe çıktı.

Ama Norveç güçlü demokrasisiyle tanınıyor; İsveç ise kırk yıldır sosyalist bir hükümet tarafından yönetiliyor.”

Saçma! Onlar da diğerleri gibi faşist” dedi.

Bir sonraki karşılaşmamızda, Grecu ona anlattıklarımı kontrol ettiğini ve haklı olduğumu düşündüğünü bildirdi.

Daha sonra bana Rusça İncil dağıtımıyla ilgili sorular yöneltti. Kendisine, Kutsal Kitap Şirketi’nin Müdürü Emile Klein’ın bu işin arkasında olabileceğini söyledim. Bana, sürekli olarak (bu çalışmanın merkezlerinden biri olan) Iasi isimli kasabaya neden gittiğimi sordu. Kendisine, oraya Patriğin davetiyle onu ziyaret amacıyla gittiğimi bildirdim.

Ertesi sabah yeniden çağrıldım. Grecu elinde lastik bir copla masasında oturuyordu.

Anlattıklarınızın hepsi düzmeceydi! Emile Klein siz tutuklanmadan çok önce ölmüş. Onun adını bu yüzden verdiniz. Iasi’ye gidiş tarihlerinizi de kontrol ettirdim, o günlerde Patrik makamında değilmiş” diye bağırdı.

Sandalyeyi geri itip ayağa fırlayarak, “Artık yeter! İşte kağıt burada. Mihalache ve diğer mahkûmlarla da gizlice haberleştiğinizi biliyoruz. Hepsinin size neler anlattığını bir bir yazmalısınız. Başka hangi cezaevi kurallarını ihlal ettiğinizi de bilmek istiyoruz. Gerçeği söyleyin, aksi takdirde…”

Copla masaya vurarak, “Yarım saatiniz var” dedi ve odadan çıktı.

Oturup yazmaya başladım. İfadem “Bildiri” sözcüğüyle başlamalıydı. İki yıldır elime kalem almadığımdan, yazmaya başlamak zor oldu. Cezaevi kurallarını ihlal ettiğimi itiraf ettim. Müjde’yi hücre duvarlarına vurarak kullandığım haberleşme yöntemiyle diğerlerine duyurmuştum. Kendimi öldürmek için uyku haplarımı biriktirmiştim. Teneke parçasından bir bıçak yapmıştım. Ekmek parçaları ve tebeşirle satranç takımı yapmıştım. Diğer mahkûmlarla haberleşmiştim, ama hiçbirinin ismini bilmiyordum (Mors alfabesi aracılığıyla insanların bana günahlarını itiraf ettiğinden ve hatta İsa Mesih’e iman ettiklerinden söz etmedim). Şöyle devam ettim: “Hiçbir zaman Komünistler’in aleyhinde konuşmadım. Bizlere düşmanlarımızı sevmemizi buyuran İsa Mesih’in bir öğrencisiyim. Onları anlayabiliyorum. Tanrı’yı tanımaları ve imanda kardeşlerim olmaları için dua ediyorum. Diğer mahkûmların bana ilettikleri şeylerin hiçbirini burada yazamam, çünkü bir Tanrı adamı bir insanın zulüm görmesine neden olabilecek bir tanıklık yapamaz. Benim çağrım suçlamak değil, savunmaktır.”

Grecu yarım saat sonra copunu sallayarak geri döndü. Diğer mahkûmları dövmekten geliyordu.

Bildirimi” okumaya başladı. Az sonra copunu masaya bıraktı. Okumayı bitirdiğinde bana sıkıntılı gözlerle bakmaktaydı. “Bay Wurmbrand (bana daha önce hiç Bay sıfatıyla hitap etmemişti), neden beni sevdiğinizi söylüyorsunuz? Bu hiç kimsenin yerine getiremeyeceği Hıristiyan buyruklarından biri. Beni yıllar boyu hapsedip, aç bırakıp döven birini sevemezdim.”

Bunun salt buyrukları yerine getirmekle bir ilgisi yok. İsa Mesih’e iman ettiğimde, sevgi dolu yepyeni bir kişiliğe kavuşarak dönüşerek adeta yeniden doğdum. Kaynaktan nasıl sadece su akarsa, sevgi dolu bir yürekten de sadece sevgi akar.”

İki saat boyunca Hıristiyanlık ve onun Marksizm ile olan ilişkisi üzerinde konuştuk. Kendisine Marx’ın ilk yapıtının İncil’in Yuhanna kısmı üzerine bir yorum olduğunu söylediğimde çok şaşırdı. Marx’ın, “Kapital” adlı yapıtının önsözünde Hıristiyanlık’ın –özellikle Protestanlık biçimiyle– “günahtan mahvolmuş yaşamların yenilenmesi için ideal bir din olduğunu” yazdığını bilmiyordu. Ben de ona, Marx’ın bu önerisi uyarınca günahtan mahvolmuş yaşamımı yenilemek için Protestan Hıristiyan olduğumu söyledim.

Bu olaydan sonra Grecu her gün bir iki saatliğine beni odasına çağırmaya başladı. Ona aktardığım alıntıları kontrol etmişti. Bu, Hıristiyanlık üzerine uzun konuşmalarımız için bir fırsat yarattı. Bu konuşmalarda Hıristiyanlık’ın ilk döneminde etkin olan demokratik ve devrimci ruhu vurguluyordum.

Grecu sürekli, “Ben bir ateist olarak yetiştirildim ve asla farklı bir şey olmayacağım” diye tekrarlıyordu. Kendisine, “Ateizm Hıristiyanlar için kutsal bir sözcüktür. Atalarımız inançları uğruna aslanlara yem olarak atıldıklarında, Neron ve Caligula tarafından ateist olarak adlandırılıyorlardı. Bu nedenle biri, ben ateistim derse, ona saygı duyarım.”

Grecu gülümsedi. Devam ettim: “Teğmen, atalarımdan biri 17. yüzyılda yaşamış bir hahamdı. Biyografisinde onun bir ateistle karşılaştığında, ‘Seni kıskanıyorum, sevgili kardeşim! Ruhsal yaşamın benimkinden çok güçlü olmalı. Sıkıntıya düşmüş birini gördüğümde genellikle, ‘Tanrı, ona yardım eder!’ diyerek geçip gidiyorum. Oysa sen Tanrı’ya inanmıyorsun, bu nedenle onun yükünü üstleniyor ve her karşılaştığın kişiye yardım ediyorsun’ dediği yazılıdır.”

Hıristiyanlar, Parti’yi ateizm için değil, yanlış tip ateistler yetiştirdiği için eleştirir. İki tip ateist vardır: Birincisi, ‘Tanrı yoktur, istediğim her türlü kötülüğü yapabilirim’ diyenler; ikincisi de, ‘Tanrı olmadığına göre, eğer O var olsaydı yapacağı her türlü iyiliği ben yapmalıyım’ diyenler. Bu ikinci tip ateistlerin bir anlamda en büyüğü İsa Mesih’in kendisiydi. Açlık çeken, hasta ve zavallı insanları gördüğünde, ‘Tanrı onlara yardım eder’ demedi. Tüm sorumluluk kendindeymişçesine hareket etti. Bu nedenle insanlar aralarında şöyle sormaya başladılar: ‘Bu adam Tanrı mı? O, Tanrı’nın işini yapıyor!’ Onlar İsa Mesih’in Tanrı olduğunu böylelikle keşfettiler. Teğmen, siz de bu tip bir ateist olabilirseniz; yani herkesi seven ve hizmet eden. İnsanlar çok geçmeden sizin Tanrı’nın bir oğlu olduğunuzu fark edecektir; siz de içinizde etkin olan Tanrı’yı keşfedeceksiniz.”

Bu tartışmalarımız bazı insanları şaşırtabilir. Ancak Aziz Pavlus bizlere, Tanrı hizmetkârlarının Yahudiler’in arasında Yahudi, Grekler’in arasında Grek olması gerektiğini söylüyor. Bu nedenle, benim de bir Marksist olan Grecu’yla birlikteyken bir Marksist olmam ve onun anlayacağı dilden konuşmam gerekiyordu. Bu sözlerim onu yüreğinden yakalamıştı. Grecu, İsa Mesih’i düşünmeye ve O’nu sevmeye başladı. İki hafta sonra, yakasında Gizli Polis’in mavi apoletleri bulunan haki renkli üniformasıyla gelip, yamalı cezaevi giysileri içindeki bana günahlarını itiraf etti. Kardeş olduk.

O günden sonra, Grecu güç ve tehlikeli olsa da, elinden geldiğince ve cesaretle mahkûmlara yardım etmeye başladı. Dıştan ise Parti‘ye bağlılığını sürdürüyor gibi görünerek rol yaptı. Fakat bir gün ortadan kayboldu. Hiç kimse ona ne olduğunu bilmiyordu. Gardiyanlara ihtiyatlı bir biçimde ona ne olduğunu sordum, onun tutuklandığını sanıyorlardı. Gerçek imanı saklamak çok zordur.

Gizli Polis teşkilatının içinde diğer gizli imanlılarla da karşılaştım ve onlardan bazıları hâlâ görevlerini sürdürmekteler. Bir insanın aynı zamanda hem dua edip hem de işkence edemeyeceğini söylemeyiniz! İsa Mesih, bizlere bir günahkâr olarak merhamet dileyen ve evine “aklanmış” olarak giden bir vergi görevlisinden (Roma döneminde vergi toplama görevi zorbalık yapmak ve haraç almakla birlikte yürürdü) söz eder. İncil bizlere o kişinin bu tatsız görevi hemen bıraktığını söylemiyor. Tanrı insanın yüreğine bakar ve iyi niyetli bir duada gelecekte yeni bir yaşamın vaadini görür.

Tutsaklığımın ikinci yılında, böyle bölünmüş ruhlardan birisi hücreme getirildi. Elleri arkadan zincirlenmişti. Bu nedenle ona yemek yedirmem ve diğer ihtiyaçlarına yardım etmem gerekiyordu.

Dionisiu, yoğun talebin sadece Stalin’in büstlerine olduğu bir dünyada beyni yeni fikirlerle dolu genç bir heykeltıraştı. Yiyecek alacak parası olmaması nedeniyle Gizli Polis teşkilatında mahkûmları dövmesini gerektiren bir işe girmişti. Bu işi yaparken aynı zamanda tutuklulara çevredeki ihbarcıları bildiriyor ve büyük risk altına giriyordu. Dionisiu, kendisinden şüphelenmeleri üzerine ülkeden kaçmaya karar vermişti. Ancak özgürlüğe çok yaklaşmışken son anda dayanılmaz bir dürtüyle geri dönüp kendisini ele vermişti. Bu şekilde bölünmüş kişiliğe sahip insanlara Komünistler arasında sıkça rastlanır. Dionisiu tüm yaşamı boyunca iki zıt yöne doğru çekilmişti.

On gün boyunca, her gece, Dionisiu’ya Kutsal Kitap’tan öğretiler verdim. Taşıdığı suçluluk duygusu üzerinden atılmıştı. Hücreden alınıp götürülmeden önce bana, “Eğer küçük kasabamdaki on beş rahipten biri daha gençken benimle konuşmuş olsaydı, İsa Mesih’i çok daha önce bulmuş olacaktım” dedi.

Sorgulamam Teğmen Grecu’nun ayrılışından sonra da devam etti, fakat Tanrı beni, başını derde sokabileceğim kişilerin isimlerini unutabilme yeteneğiyle ödüllendirmişti. Mahkûmiyetim sırasında zihnimde toplam 100.000 sözcükten oluşan 300 şiir oluşturmuş ve özgür kalmamın ardından bunları yazıya dökmüş olmama rağmen, sorgulamam sırasında belleğimi tümüyle boşaltabiliyordum. Bu nedenle benim için farklı bir yöntem uygulanmaya başlandı.

Tüberkülozumun ağırlaştığı –aslında bu doğruydu, öksürüklerim hiç kesilmiyordu– bahanesiyle doktorlar bana yeni bir ilaç yazdılar. Sarı kapsüllü bu hap bana hoş rüyalarla dolu uzun bir uyku veriyordu. Uyandığımda tekrar hap veriyorlardı. Birkaç gün bilinçsizce uyudum, sadece artık daha besleyici ve hafifletilmiş olan yemeğimi getiren gardiyanlar hücreme geldiğinde uyandırılıyordum.

Bunun ardından devam edilen sorgulamamı belli belirsiz anımsıyorum. Bana verdikleri bu ilacın dostlarımı ihbar etmemi sağlamadığını biliyorum. Çünkü daha sonraki duruşmam sırasında tek başıma yargılandım. Dünya Kiliseler Konseyi’nin “casusluk şebekesi” adına çalışan kişiler, hiçbir zaman yüksek mahkeme karşısına çıkarılmadılar. Bana verdikleri bu ilaç Kardinal Midszenty’e, Troçki yandaşlarına ve diğer birçoklarına daha verilmişti. İlaç kişinin iradesini gitgide zayıflatarak sonunda çılgınca kendini suçladığı bir ruh haline girmesini sağlayan bir etki yaratıyordu. Daha sonraları, bu ilaç küründeki mahkûmların hücrelerinin kapısını yumruklayarak sorgulama görevlisini çağırdıklarını ve kendileri aleyhinde yeni suçlamalarda bulunmak istediklerini işittim. Bu kürün uzun vadeli sonuçları da olabiliyordu: Bu ilacı aylar önce almış olan kişiler çok daha sonra bana, aslında hiç işleme şansları olmadığı bazı günahları işlediklerine dair itiraflarda bulunmuşlardı. Belki de, bedenimdeki tüberküloz mikropları verdikleri ilacı etkisiz hale getirmişti. Belki de, aldığım doz çok fazlaydı. Her durumda, Tanrı’nın lütfuyla, dostlarıma ihanet etmekten kurtulmuştum.

İlaç küründen sonra daha da güçsüzleştim ve nihayet bir gün tümüyle yıkıldım. Yatağımdan son derece güçlükle kalkabilmeme rağmen, zihnim bir süre daha açık kaldı. Artık zihnimin açıklığından bile kuşku duymaya başlamıştım.

Büyük Aziz Antonios’un (yaklaşık İ.S. 251-356), Martin Luther’in (1483-1546) ve daha sıradan birçok kişinin İblis’i görmüş oldukları bir efsane değildir. Ben onu, sadece bir kez, çocukken görmüştüm. Bana sırıtarak bakmıştı. Bu konuyu yarım yüzyıldır ilk defa şimdi burada dile getiriyorum. Hücremde, tek başımayken onun varlığını bir kez daha hissettim. Her yer karanlık ve soğuktu; o da benimle alay ediyordu. Kutsal Kitap’ta (Yeşaya 13:21’de “tekeler oynaşacak” diye yazar) “yarı insan yarı keçi bedenli yaratıkların dans ettikleri bir yerden” söz edilir; hücrem böylesi bir yere dönüşmüştü. Günlerce ve gecelerce sesini işittim: “İsa Mesih’in nerede? Kurtarıcın seni kurtaramaz! Aldatıldın; sen de başkalarını aldatmıştın! O, Mesih değil ki, yanlış adamı izlemişsin!”

O zaman, gelecek olan gerçek Mesih kim?” diye acıyla haykırdım. Verdiği yanıt son derece açıktı, ancak burada tekrar edilemeyecek kadar küfür doluydu. İsa’nın Mesih olduğunu kanıtlayıcı kitaplar ve makaleler yazmıştım, fakat o anda söyleyecek bir şey bulamıyordum. Norveçli büyük müjdeci Hans Nielsen Hauge’nin (1771-1824) cezaevindeyken imanının sarsılmasına, hatta Vaftizci Yahya’nın zindandayken kuşkuya düşmesine neden olan kötü ruhlar, hiddetle bana saldırıyorlardı. Onlara karşı silahsızdım. Sevincim ve esenliğim yok olmuştu. Daha önceleri karanlığımı aydınlatan, acılarımı dindiren Mesih’i kendime çok yakın hissetmiştim, ancak şimdi acıyla haykırıyordum, “Eli, Eli, lema şevaktani?” (“Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?”)1 Kendimi tümüyle terk edilmiş hissediyordum.

O karanlık ve korkunç günlerde zihnimde, fiziksel ve ruhsal durumumun benzerini yaşamamış kişiler tarafından kolaylıkla kabul edilemeyecek, uzun bir şiir oluşturdum. Bu benim kurtuluşum oldu. Sözcüklerle, vezinle ve şiirlerle İblis’i yenmeyi başardım. Şiirimin Rumence anlamının tam karşılığını veren, düz yazıya uyarlanmış (yani kafiyesiz) şeklini aşağıda veriyorum:

Küçüklüğümden beri kiliselere ve tapınaklara giderdim. O mekanlarda Tanrı yüceltilirdi. Farklı rahipler ilahiler söyler ve coşkuyla dolarlardı. Seni sevmenin doğru olduğunu iddia ederlerdi. Ancak büyüdükçe, Tanrı’nın bu dünyasında öylesine büyük acılar gördüm ki, kendi kendime şöyle dedim: “O’nun kalbi taştan yapılmış. Öyle olmasaydı yolumuzun üzerindeki zorlukları düzleştirirdi.” Küçük çocuklar ateşler içinde hastanelerde ıstırap çekerken; kederli aileleri onlar için dua ediyor. Gökler sağır olmuş. Sevdiklerimiz, onlar için ettiğimiz dualar uzun olsa bile, ölüm vadisine gidiyorlar. Masum insanlar fırınlarda yakılıyor. Ve Gökler sessiz kalıyor. Olayları oluruna bırakıyor. Çok sessizce de olsa, imanlıların kuşku duymaya başlayıp başlamadıklarını Tanrı merak etmiyor mu? Kendi topraklarında aç bırakılmış, işkence ve zulüm görmüş bunca insanın bu sorulara verecek yanıtları yoktur. Başımıza gelen korkunç şeyler, Gücü Her Güçten Üstün Olan’a utanç getiriyor.

İnsan bedenini parçalayan mikropların ya da kaplanların yaratıcısını nasıl sevebilirim? Birisi ağaçtaki meyveyi yedi diye bütün hizmetkârlarına ıstırap çektiren O’nu nasıl sevebilirim? Eyüp’ten daha kederliyim; beni teselli edecek ne karım ne de çocuğum var. Yönetimi dayanılmaz olan bu cezaevinde ne güneş var, ne de hava.

Tabutumu yatağımdaki tahtalardan yapacaklar. Oysa şimdi yatağımda yatarken, neden düşüncelerim hep Sana koşuyor, neden yazdıklarım hep Sana yöneliyor diye merak ediyorum. Ruhumdaki bu tutkulu sevgi nedir, neden ezgim hep Sana sesleniyor? Reddedilmiş olduğumu biliyorum; çok geçmeden bir mezarda çürüyeceğim.

Ezgilerin Ezgisi’ndeki gelin, Seni sevildiği için sevmiyor. Sevmek için bir neden yoktur. Sevginin bilgelikle bir ilişkisi yoktur. Onun sevgisi binlerce sıkıntıdan geçse bile tükenmeyecektir. Alevler yaksa, dalgalar boğsa bile kendine acı veren eli öpecektir. Sorularına hiçbir yanıt bulamasa bile kendinden emin bir şekilde bekleyecektir. Bir gün, gizli yerlerin üzerine güneş parlayacak ve hepsi açığa çıkacaktır.

Günahlarının bağışlanmış olması Mecdelli Meryem’in sevgi ateşini körükledi. Ama o, Sen Bağışlayıcı Sözünü söylemeden önce, Sana kokulu yağını ve gözyaşlarını sunmuştu. Ve Sen, Bağışlayıcı Sözünü söylememiş olsaydın bile, o yine günahları içinde oturup Sana beslediği sevgi için ağlayacaktı. O Seni, kanın dökülmeden önce sevdi. O Seni, sen onu bağışlamadan önce sevdi. Sana, Seni sevmemin doğru olup olmadığını da sormuyorum. Sana olan sevgim kurtuluş umuduyla değildir. Sonsuz felaketler içinde olsam bile Seni severdim. Yok eden ateşin içinde olsam bile Seni severdim. Eğer insanların arasına inmekten vazgeçseydin, Sen benim uzak bir düşüm olurdun. Eğer Sözünün tohumunu ekmekten vazgeçseydin, Sözünü işitmeden bile Seni severdim. Eğer duraksayıp çarmıhtan kaçsaydın ve ben kurtarılmamış olsaydım, Seni yine severdim. Ve, eğer Sende günah bulmuş olsaydım; bunu sevgimle örterdim.

Şimdi sevgimin ne denli büyük olduğunu herkesin anlaması için çılgınca şeyler söylemeye cüret edeceğim. Şimdi dokunulmamış tellere dokunacak ve Seni yepyeni bir müzikle yücelteceğim. Eğer peygamberler farklı bir şey söylemiş olsalardı, onları değil, Seni tercih ederdim. Bırak onlar binlerce kanıt göstersinler, ben Sana olan sevgimi koruyacağım. Aldatıcı olduğunu hissetsem, Senin için ağlayarak dua ederdim ve bu aldatmacada Seni izleyemesem bile, Sana olan sevgim azalmazdı. Samuel, Saul için oruç ve gözyaşı dolu bir yaşam sürdürdü. Bu nedenle, yenildiğini bilsem bile Sana olan sevgim sürecektir. Eğer, İblis değil de Sen Göklere karşı isyan etmiş ve kanatlarının güzelliğini kaybederek yükseklerden umutsuzca düşen baş melek gibi olsaydın bile, Baba’nın Seni affedeceğini ve bir gün Senin, O’nunla birlikte tekrar Göklerin altın sokaklarında yürüyeceğini umut ederdim.

Eğer Sen bir efsaneysen; o zaman ben de gerçeği terk edip Seninle birlikte bir düşte yaşardım. Eğer Senin var olmadığını kanıtlasalardı; Sen benim sevgimden yaşam bulurdun. Benim Sana olan sevgim, Senin sevgin gibi delicedir ve herhangi bir nedene bağlı değildir. Rab İsa, bu sözlerde biraz mutluluk bul. Çünkü Sana daha fazlasını veremiyorum.

Bu şiiri bitirdiğimde, İblis’i artık yakınımda hissetmiyordum. O gitmişti. Sessizlik içinde İsa Mesih’in beni öptüğünü hissettim. O öperken tüm dünya durur. Sevincim ve esenliğim geri gelmişti.