2. DOYUMSUZ HAYATIN SEBEBİ



Tespit ettiğimiz gibi, insanlarımız çok ciddi bir çelişki içinde yaşıyorlar. Mutlu bir hayat arzularken bu hayatı kendi elleriyle yıkıyorlar. Peki, eksik olan nedir? Sorun bizim gerçeklerimizle asıl gerçeklerin farklı olmasıdır. Mesela biz sevgiyi nasıl anlıyoruz? Birileri bizimle ilgilendiği zaman bu bir sevgi eylemidir DİYE YORUMLUYORUZ. Hâlbuki asıl sevgi senin birileri ile ilgilenmen ile başlıyor. Sevgi vermekle başlar. Ama bize öğretilen şey kendimize almaktır. Yani önce BEN! Eğer önce sen olursan her şey sen olursun ve her şeyi de kaybedersin. Neden? Çünkü sadece senin olduğun yerde bir başkasına yer yoktur. Bir başkasının olmadığı yerde bir sevgi alışverişi de olamaz, çünkü sen yalnızsın.

İnsanlar olarak bizler gerçekleri hep havada uçuşan, ama yüreğimizde olmayan gerçekler olarak yaşadık. Asıl gerçek yürekte olan ve hayata dökülendir. Yürekte bir gerçek varsa size bir güç sağlar ve sizi harekete geçirir. Ama bizim gerçeklerimiz havada uçuştuğu için bunları sadece insanları etkilemek veya kandırmak için kullanıyoruz. Bir bayana veya hoşlandığım birine bu sözü sarf etmek çok basit ve kolaydır. Ama sevgi kolay bir şey değildir. Sana sorumluluk yükler. Eğer birini seviyorsan, onun üzerindeki sorumluluğunu yerine getireceğini söylemiş oluyorsun. Ne yazık ki, bu böyle olmuyor. Nereden anlıyoruz bunun böyle olmadığını?

Sadece hedefe erişene kadar bunu devam ettirmemizden anlaşılıyor. Çünkü biz arzumuza kavuştuğumuz zaman ilgimiz ve sevgimiz tükenmeye başlıyor. Öyleyse bu sevgi havada uçuşan bir sevgidir. Havada uçuşan sevgi istediği zaman istediği yere konar ve kalkar. Ama gerçek sevgide bir bağlılık, yani devamlılık esastır. Sorumluluğunun sonu gelmez.

Peki, bendeki sorun ne? Sorun ne biliyor musunuz? Sorun günde belki onlarca kez duyduğunuz bir kelimedir. Size miras olarak verilen ve isteseniz de istemeseniz de sahip olduğunuz içinizdeki günahtır. Ne yazık ki, her insanın hafife aldığı, ama bir türlü başa çıkamadığı bu illet bizi bu durumlara getirmiştir. Şimdi siz de bu illeti hafife alıp bu olaya sırtınızı dönebilirsiniz. Ama şunu bilin ki, bunu yaparsanız hayatınız tekrar ve tekrar ‘keşkeler’ ve ‘pişmanlıklarla’ dolacaktır. Hayatımızın kamburu, taşınamayacak kadar ağır olan yükü, bizi bizden uzak tutan kalın duvar, eşimiz ve çocuklarımızla aramızı bozan bu beş harften oluşan ‘günah’ gerçeğidir. Bütün hayatımızı bozan da bu illettir.

İçinde bulunduğumuz durumun portresini çok net bir şekilde çizen şu sözlere dikkat edin:


Aranızdaki kavgaların, çekişmelerin kaynağı nedir? Bedeninizin üyelerinde savaşan tutkularınız değil mi? Bir şey arzu ediyor, elde edemeyince adam öldürüyorsunuz. Kıskanıyorsunuz, isteğinize erişemeyince çekişip kavga ediyorsunuz. Elde edemiyorsunuz, çünkü Tanrı'dan dilemiyorsunuz. Dilediğiniz zaman da dileğinize kavuşamıyorsunuz. Çünkü kötü amaçla, tutkularınız uğruna kullanmak için diliyorsunuz. (İncil: Yakup bölümü 4:1-3)


Peki, bu sorun sadece bu çağın mı sorunudur? Hayır, bundan iki bin yıl önce de bu sorun vardı, bundan dört bin yıl önce de bu sorun aynıydı.

Bizim sorunumuz çevre sorunu olsaydı, ilk atamız olan Adem’in oğlu Kayin’in zamanında çevre harikulade bakirdi ve onu kötü bir şekilde etkileyecek hiç kimse yoktu. Kayin’i etkileyerek günaha sürükleyen ve kardeşini öldürmeye teşvik eden çevresi değil kendi yüreğiydi. Yüreği günahın verdiği yozlaşmayla kıskançlık ve nefretle doldu. Bu kin ve nefret de onu harekete geçirdi; kalktı ve kardeşini öldürdü. Kabil’in kardeşini öldürmesi için hiçbir sebebi yoktu. Dünya onun önündeydi. İstediği her şeyi sağlayabilecek bir durumdaydı. Ama yüreği onu aldattı ve kardeşini katletti.

Eğer sorunumuz mevki olsaydı, olağanüstü bir hikmet ve anlayışla donatılmış olan Kral Süleyman, fazla kadın alıp onların etkisi altında kalarak putperestliğe düşmezdi. Çünkü zaten ülkenin tek hükümdarıydı, bunların hiçbirine ihtiyacı yoktu. Ama Süleyman, bir kral olduğu halde günah onu da aldatıp düşürdü. Eğer sorunumuz eğitim olsaydı, bundan iki bin yıl önce yaşamış Resul Pavlus, yüksek bir eğitim almasına rağmen önceki hayatını anımsayarak şunları söylemezdi:


Ne yaptığımı anlamıyorum. Çünkü istediğimi yapmıyorum; nefret ettiğim ne ise, onu yapıyorum. Öyleyse bunu artık ben değil, içimde yaşayan günah yapıyor. İçimde, yani benliğimde iyi bir şey bulunmadığını biliyorum. İçimde iyiyi yapmaya istek var, ama güç yok. İstediğim iyi şeyi yapmıyorum, istemediğim kötü şeyi yapıyorum. İstemediğimi yapıyorsam, bunu yapan artık ben değil, içimde yaşayan günahtır. (İncil: Romalılar bölümü 7:15,17-21)


Yukarıda da belirttiğim gibi, bu ayetlere bakarak şunu anlamalıyız; bizim hayatımızın kontrolü her ne kadar bizim elimizde gözükse de aslında elimizde değildir. Çünkü eğer hayatımızın kontrolü bizim elimizde olsaydı, bizler hem iyi şeyleri arzular hem de yapardık. Şimdi ise iyi şeyleri arzuluyoruz, ama hayatımızın meyvesi olarak arzularımızın tersi olan kötülükle karşılaşıyoruz. İnsanların hayatının kontrolü kendilerinin elinde olsaydı, herkes kesinlikle mükemmel birer insan olurdu. Ama kime sorarsanız sorun, kendisinin günahkâr olduğunu itiraf edecektir.

Peki, neden aklımızda iyiye istek, yüreğimizde merhamet, şefkat ve acıma duyguları var da eylemlerimiz farklıdır? Aklımızın iyi, kutsal, adil, merhametli ve şefkatli şeyleri arzulaması, bizim Tanrı’nın benzeyişinde yaratılışımızın sonucudur. Yani Tanrı bizleri kendi suretinde yaratmıştır. Bu yüzden Tanrı gibi iyi olan şeyleri düşünüyor ve arzuluyoruz. Ama eylemlerimizin tam tersi, yani kötü yönde işlemesi ise bizim Adem’in soyundan gelmemizden kaynaklanıyor. Yani Adem’in soyundan gelen her erkek ve kadın, kabul etse de etmese de doğal olarak kendisiyle çelişen bir hayat yaşar. Yani ağzıyla doğruları söyler ve bu doğruları savunur, ama ne yazık ki hayatının işleyişinde bu doğruların genelde tersini görür. Bu da bizim Tanrı’nın benzeyişinde yaratıldığımızı, ama Adem’in günahından dolayı aynı onun gibi kötülüğün pençesine düştüğümüzün göstergesidir. Düşkün bir yaratık olduğumuz için sadece istemlerimizde iyi şeyler var, ama ne yazık ki, eylemlerimizde başka bir kanun yani kötü eylemler vardır. Bu bize nasıl bir yaşam sağlıyor? Her zaman doyumsuz ve kısır hayat yaşıyoruz.

Peki, bu dünyada doyumlu hayatı yaşayan var mı? Çelişkisiz ve keşkesiz bir hayata erişmek mümkün mü? Eğer hayatınızdaki çelişkiyi ortadan kaldırabilirseniz, yani söyledikleriniz, düşündükleriniz ve yaptıklarınız birbiriyle çelişen bir durumda değilse bunu başardınız demektir. Ama ne yazık ki bunu istesek de ortadan kaldıramayız; bu bizim elimizde olan bir durum değildir. Çünkü zamanın başlangıcından bu yana tüm insanların didinip durdukları konu bu değil mi? Ama neticeye baktığımızda mutsuz ve umutsuz bir dünyadan başka bir şey görmüyoruz. Yine de içimizde bunu arzulayan bir haykırış varsa, demek ki erişilmesi de mümkün olmalı. Ama nasıl?

Şimdi önce içinde bulunduğumuz bu hayatın çelişkisinin sebeplerini iyice anlamamız gerek. Sonra da nasıl çözebiliriz ona bakalım.


Çelişkinin Sebepleri:

Günah, insanın önce düşüncesini ve sonra da hareketlerini kısırlaştırır. Yani insan yüreğinde ve düşüncesinde hedeflediği ideal yaşamı yaşayamaz durumdadır. Arzuladıkları genelde iyidir. İnsan, yukarıda belirttiğim gibi merhametli, sevecen, acıyan ve adaletli bir yapıdaymış gibi görünür. Ama ne yazık ki bu erdemler sadece düşüncede ve söylemde kalmaktadır. Etrafınızdaki insanlara bakın; bu tür insanları hiç mi görmüyoruz? Tabii ki görebiliyoruz. İnsan olarak her zaman gerçekleri bilen bir yapıdayız. Her insan gerçekleri bilir ve konuşur. Fakat bildiği bu doğruları uygulamaz. Başka birisi uygulamadığı taktirde onları şikâyet eder durur. İster manevi değerlere inanan isterse inanamayan birisi olsun, insanın yüreğinde doğruluk ve adalet duyguları vardır.“Ben Allah’a inanmıyorum” diyen bir adamın bile yüreğinde yine de adalet ve merhamet duyguları vardır. Bunun kaynağı, Tanrı’nın insanları kendi benzeyişinde yaratmış olmasıdır. Burada yanlış anlaşılmasın, Tanrı’nın bir şekli veya şeması yoktur. Tanrı Ruh’tur. Tanrı bizi kendisine benzer yarattı, derken bize kendi adaletini, sevgisini, merhametini, şefkatini, iyiliğini, doğruluğunu, kutsallığını, kısmen yaratma özelliğini ve buna benzer daha nice sıfatları vererek yarattı demek istiyoruz. Bu yüzden insanlar Tanrı’ya inanmasalar da Tanrı’nın bu güzelliklerini yansıtırlar. Ama ne yazık ki Tanrı’ya benzer olma özelliğimiz, çoğunlukla günahtan ötürü hasar görmüştür. Artık yüreğimizdeki günah bizi Tanrı’nın benzeyişinden çıkarmak için uğraşır. Her vicdan eğitilebilir. Bir örnek vererek bunu daha iyi bir şekilde izah edebiliriz. Örneğin, hırsızın vicdanı ne zaman rahatsız olur biliyor musunuz? İşinde başarısız olunca; yani hırsız ya iş üstünde yakalanınca ya da işini tam göreceği zaman birileri işini bozunca vicdanı rahatsız olur. Bu demektir ki, hırsızın vicdanı günah tarafından eğitilmiştir.

Şimdi tekrar içinde bulunduğumuz bu çelişkinin sebeplerine dönelim. Nasıl oldu da bu duruma düştük?

A. Günahın Kaynağı: Bizler nasıl kendi çocuklarımız için iyilik diliyor ve bunun için çocuklarımıza zemin hazırlamaya çalışıyorsak, Allah’ın kendisi de Adem ve Havva’yı yarattığında onlar için iyilikten ve kutsallıktan başka bir şey amaçlamadı. Onları özgür bir şekilde yarattı. Amacı Aden bahçesinde mutlu, huzurlu ve barış içinde ebediyen yaşamaları ve çoğalmalarıydı. Eğer Adem ve Havva, Tanrı’ya itaat etmiş olsalardı kesinlikle hiç ölmeyecek ve ebediyen mutlu bir şekilde yaşayacaklardı. Ama ne yazık ki, Tanrı’nın sözünü dinleyeceklerine Şeytan’ın sözünü dinlediler ve günah işlediler. Şeytan’ın kendisi aslında Tanrı’nın daha önce yarattığı baş meleklerden biriydi, ama ne yazık ki onun yükselme hırsı kendisini mahvetti ve yıkıma uğrattı. Şeytan öbür melekler gibi mutlu ve esenlik içerisinde ebediyen yaşayıp gidebilirdi. Ama onun gururu kendisini Tanrı’dan uzaklaştırdı. Tanrı “İnsan kime yenilirse onun kölesidir” der. Şeytan gururuna yenilip onun kölesi oldu.

Tanrı Aden bahçesini yaratırken harika ve eksiksiz yaratıp insanlığın hizmetine sundu. Amacı insanların o bahçede kendisiyle diyalog halinde kalıp doğayla ve birbirleriyle barışık bir şekilde yaşamalarıydı. Tanrı onlardan öyle zor kurallara uymalarını istemedi. Bahçedeki her şey onlara verilmiş ve hiçbir şey onlardan esirgenmemişti. Tanrı onlardan, kendisine itaat ettiklerini göstermeleri için iyiliği ve kötülüğü bilme ağacından yememelerini istemişti sadece. Bu da onların yapamayacağı bir şey değildi. Tabii ki onlara kalsaydı belki de hiçbir zaman bu ağacın meyvesinden yemeyeceklerdi. Ama Şeytan artık sapmış ve yola gelmez bir melek olduğu için önüne gelen her yaratığı Allah’a karşı isyan ettirmeye çalışıyordu.

Şeytan insana yaklaştığında her zaman bizim zayıf yönümüzü bilir. Kesinlikle mantıksız bir sebeple insana yaklaşmaz. İnsanın yüreğinde yer edecek ve akla uygun şeyler sunar. Adem ve Havva’ya yaklaştığında aynı tutarlı mantığı onlara sundu. Ortamı hazırlamak için Şeytan yılan kılığında Adem ve Havva’ya yaklaşıp şunları söyledi: “Tanrı gerçekten, 'Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin' dedi mi?” Tanrı’nın böyle bir şey söylemediğini Şeytan zaten biliyordu, ama bu konuya girmek için iyi bir yoldu.

Dediğim gibi, Şeytan insana çok sinsi ve kurnaz bir şekilde yaklaşır. Kadın da hemen tuzağa düştü: “Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz” diye yanıtladı, “Ama Tanrı, 'Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz' dedi.” Artık Şeytan’la bir diyalog başlamıştı. Eğer Şeytan’la bir diyalog başlamışsa genelde kazanan Şeytan olur. Bu diyaloğu sürdürmek isteyen Şeytan: “Kesinlikle ölmezsiniz” dedi, “Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.” Sunduğu ve söylediği şeyler insan için çok arzulanan ve cazibeli şeylerdi. Gözleri açılacak iyiyi ve kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaklardı. Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi.” (Tevrat: Yaratılış 3:1-7)

Şeytan, Tanrı gibi olma arzusuyla kendini mahvetmiş ve düşmüştü. Şimdi de aynı ayartıyla insanlığın atasını ayartmak istiyordu. Ne yazık ki, Adem ve Havva bu cazibeli teklifi kabul ederek Tanrı’ya sırt çevirdiler. Adem ve Havva meyveyi yedikleri için günahlı olmadılar, Tanrı’nın “yapmayın” dediği şeyi yapıp itaatsizlik ettikleri için günahlı oldular. Meyveyi yemek hiç kimseyi günaha sokup ölüme mahkûm etmez. İnsanı günaha sokup ölüme mahkûm eden Tanrı’ya itaatsizlik etmektir.


B. İnsanlara Yansıması: Yıllardır bu soruyla karşı karşıya kalıyorum. Adem’in günahı neden beni bağlasın ki! Bakın aslında içinde devindiğimiz bu hayatın her saniyesinin insanları ne kadar etkilediğini göremiyoruz. Eğer anne babanız mutsuzsa ve evde huzurları yoksa bu sizin ruh halinize yansıyor. Şöyle bir örnek vermek mantıklı olabilir: Düşünün, babanız kendisine emanet edilen serveti bir çırpıda kaybetti. Bu sizi etkiler mi, etkilemez mi? Tabii ki etkiler. Adem Tanrı’dan emanet aldığı kutsallığı ve hayatı itaatsizlikten dolayı bir çırpıda kaybetti. Bu beni ilgilendirmez deseniz de, bu sizi ilgilendiriyor. Çünkü Adem gibi siz de Aden bahçesinden kovuldunuz ve şimdi buradasınız. Şunu diyebilir misiniz: “Adem, Aden bahçesinden kovuldu ama ben hala Aden bahçesindeyim.” Hayır, hepimiz Adem’in bedeninde Aden bahçesinden kovulduk ve şimdi dünyada doğduğumuz için dünyada yaşıyoruz. Günahın içerisindeyiz ve Adem gibi zamanı geldiğinde öleceğiz. Eğer öleceksek bu günahlı olduğumuzun mutlak kanıtıdır.

Adem’in günah işlemesi bizim hayatımızı da elimizden aldı. Adem dokuz yüz otuz yılına kadar yaşayabildi. Neden, çünkü zaten insan hiç ölmemek üzere yaratılmıştı. Günah işledikten sonra hem ruhsal olarak hem de fiziksel olarak ölüme mahkûm oldu. İtaatsizlik onun hem hayatını elinden aldı hem de kısırlaştırdı. Doyumsuz ve çelişkili hayatı ilk yaşayan, atalarımız Adem ve Havva’ydı. Bir bakıma en fazla acı çeken de onlar oldu. Çünkü onlar hem Aden bahçesindeki o yüce ve doyumlu yaşamı gördüler hem de bu dünyadaki yaşamı yaşadılar. Bu dünyadaki yaşamlarını sürdürürken hem kendilerinin hem de gelecekte doğacak çocuklarının hayatlarını da mahvettiklerini görerek vicdan azabı çektiler.

Bir düşünün; siz arabanın direksiyonundayken kuralları hiçe sayıp kaza yaptığınız için arabanızın içerisinde olan çocuk ve torunlarınızın hayatını da mahvediyorsunuz. Siz bu çocuklarınızın ve torunlarınızın sakat ve verimsiz hayatlarını gördükçe her zaman “neden kurallara itaat etmedim” deyip vicdan azabı çekmez misiniz? Adem’in durumu da bu şekildeydi.


C. Sonuçları: Dünyanın haline baktığımız zaman sorunu görmemek mümkün değildir. Herkes harika bir şekilde birbirine akıl veriyor, ama verdiği o harika öğütlerin tersini yapıyor. Herkes insan haklarından ve eşitlikten söz ediyor, ama herkesten önce ihlal eden kendisidir. Adem ve Havva hiçbir sorun olmaksızın harika bir şekilde yaşayıp gidiyorlardı. Ama Tanrı’ya itaatsizlik edip günah işledikten sonra Adem hemen eşi Havva’yı suçladı. Havva’nın mazereti de kendini haklı çıkarır bir biçimdeydi. Çocukları daha kötü ve iğrenç şeyler yaptılar. Kayin kalkıp hiçbir sebep yokken kardeşini öldürüp sanki hiçbir şey yokmuş gibi eve döndü. Kardeşinin canını, geleceğini çaldığını hiç düşünmedi.

Sadece atalarımız değil, hiç tereddüt etmeden her birimiz bir diğerinin geleceğine el uzatabiliyoruz. Herkes mazeretini harika bir şekilde uydurmuş bir şekilde kendini haklı görmekte. Torpille iş görüyor, mazereti hazır; elektriği, suyu kaçak, mazereti hazır; işe gitmez, mazereti hazır; karnesi yok, ama ilacını ücretsiz alır, mazereti hazır; malı mülkü var, ama sosyal güvence kartını bir yolla devletten almış, mazereti hazır. Bunların tümü günahın size vermiş olduğu rahatlıktır. Hâlbuki siz bir başkasının geleceğini hatta çocuklarınızın geleceğini çalmaktasınız. Peki, neden bu kadar rahatız? Çünkü günah bizi uyuşturmuştur. Her şeye bir mazeret ve kılıf bulmak için çaba harcıyoruz. Vicdanınız da rahattır. Gerçekten vicdanınız rahattır, çünkü vicdanınız günah tarafından uyuşturulmuştur. Nasırlaştırılmış, duyamaz hale gelmiştir. Peki, günaha esir olmuş insanın çaresi ne olabilir? Var mı öyle bir çare? Evet vardır!