1. ÇELİŞKİLİ HAYATIMIZ



Sabah kahvaltıdan sonra işe gitmek için evden çıktım. Aşağıda güzel ve çok iyi hazırlanmış tatlı çocukların bir kısmının okula doğru yola koyulduklarını, bazılarının da servislerini beklediğini gördüm. Birden karşı binada dördüncü kattan bağıran bir bayanın sesiyle irkildim. Çocuğuna yol gösterdiğini sanan bu bayan “Aptal nerede bekliyorsun sen, servis seni oradan mı alıyor, yine servisi kaçıracaksın! diye çocuğuna bağırıyordu. Bu sesin hem tonu hem de içeriği beni irkiltti ve derinden üzdü. Ben bayana seslenerek, “Bu çocuk buna inanır” dedim. “Neye inanır? diye sordu. “Çocuğunuz aptal olduğuna inanır” dedim. Bayan bana “Ama hep böyle yapıyor, servisi kaçırıyor” dedi. Zavallı bayan iyi niyetle çocuğuna yolu göstermeye çalışıyor, ama yanlış davranışlarıyla farkında olmadan çocuğu yanlış yola itiyor. Sonuç olarak hem çocuğu hem de kendisi mutsuz bir yolculuğun içersindedir.

Etrafımıza baktığımız zaman, birbirini suçlayan, kendi sorumluluklarının farkında olmayan bir toplumun içinde olduğumuzu görebiliyoruz. Herkes kendini haklı ve diğer herkesi suçlu görüyor.

Sağımıza solumuza baktığımızda çevremizdeki insanların ne kadar mutsuz ve huzursuz olduklarını da görebiliyoruz.

Bir gün İstanbul’da vapurla karşıya geçerken ilgimi çeken bir durumu yanımda oturan arkadaşıma sordum. “Bu vapurda sana ilginç gelen bir şey var mı?” dedim. Arkadaşım bir göz gezdirdi ve “Evet çok ilginç; burada kimse mutlu ve neşeli değil, herkesin morali bozuk” dedi. Gerçekten de öyleydi. Hiç kimse tebessüm etmiyor ve normal bir ruh halinde gözükmüyordu. Herkeste moral bozukluğu ve umutsuz bir ruh hali vardı. Sadece İstanbul değil, nerede olursanız olun etrafınıza şöyle bir baktığınızda toplumun hemen hemen büyük bir çoğunluğunda mutlu ve sevinçli bir ruh halini göremezsiniz. Hâlbuki insanlar olarak her zaman mutluluğun, yani doyumlu hayatın peşinde koşuyoruz veya koştuğumuzu sanıyoruz.

İnsanlar ruh hallerini yüz ifadelerinden belli ederek gerçekten derin problemler içerisinde olduklarını gösteriyorlar. Ama inanın, insanların yüzde doksanı bir problemleri olduğundan bile habersizdir. Kimisi yapay bir mutluluk maskesi takıp içlerindeki derin huzursuzluğu örtmeye çalışıyor. Kimisi ise çok ciddi sorunların içinde boğulduğunu az çok fark edip yardım için sağa sola başvuruyor.

İnsanlar hangi niyetle gelirse gelsin, benim asıl işim danışmanlıktır. Ben de bu çevrenin bir insanı olduğum için tabii ki, onların bu problemlerinden etkileniyorum ve insanlara elimden gelen yardımı yapmaya çalışıyorum. Ben genelde kendi durumlarının farkında olan, ama problemlerini henüz tespit edemeyen insanlarla uğraşıyorum.

Geçenlerde, gelinini ve gelinin kardeşini yanına alarak problemleri için danışmaya gelen bir teyze ile konuştum. (Burada adı geçen şahısların gerçek adları yerine farklı adlar kullanılmıştır.) Kendisinin adı Ayşe, gelininin adı Elif ve problem yaratan oğlunun adı ise Ali’ydi. Elif kendisine değil kaynanasına acıdığı için, kaynanasının tansiyonu çıkar ve ölür diye benden çare arıyordu. Hâlbuki Elif’in kendisi acınacak bir durumdaydı. Kocasını anlatırken hayret ettim. Kocası internet aracılığıyla İzmir’de bir bayanla tanışmış, bunlar ilişkiyi ilerletmişler ve adam İzmir’e gitmiş. İzmir’de bu bayanla bir süre yaşadıktan sonra adam İzmirli bayanı alıp kendi şehrine, ailesinin yanına yerleştirmiş. Annesine ve karısına, “Fatoş benim karımdır, bundan sonra burada yaşayacak” demiş. Tabii ki Fatoş kocasının evli ve üç çocuğu olduğunu yeni duymuştur, ama bu gerçek umurunda bile değildir. Ben anlamam deyip geçmiş evin içerisine. Bu şekilde yaşarlarken, hem kocasının korkusundan hem de misafirperverlik anlayışından ötürü bütün hizmeti Elif yapıyormuş. Ama Fatoş, yani İzmir’den gelen bayan, bir süre sonra bu hayattan sıkılmış. İzmir’de istediği gibi gezen kadın Diyarbakır’da kendini eve hapsolmuş gibi hissediyormuş. Bir de eve gelen kadınlar ve akrabalar ona gerçekten iğrenerek ve çok soğuk bir şekilde bakıyorlarmış.

Fatoş, bu durum karşısında fazla dayanamamış. Ali’yi ikna edip kocanın adına olan evin tapusunu da alıp tekrar İzmir’e gitmişler. Kocanın ya şehvetten ya da gerçek aşktan ötürü gözü artık kesinlikle hiçbir şeyi görmüyormuş. Kadının onu kandırmasıyla evin tapusunu Fatoş’un üzerine geçirmiş. Elif artık ortada kalma tehlikesi içerisindeymiş. Evi üzerine geçiren kadın evi satacağım deyince zavallı kayınbaba oğlunun ayıbını kapatmak, gelin ve torunlarının ortada kalmasına mani olmak için evi biz alacağız deyip borç harç yapıp kadına evin parasını vermiş. Ama bu para da suyunu çekince Fatoş, Ali’yi evden kovmuş. Bir de Elif’e ve Ali’nin annesine telefon açarak “Ben oğlunuzu istemiyorum başıma bela ettiniz, alın onu başımdan” deyip telefonda olmadık hakaretleri etmiş.

Ali bütün bunların parasızlıktan başına geldiği kanaatindeymiş. Eve telefon açmış, “Ben eve geliyorum, hemen bana beş bin lira para ayarlayın” demiş. Ama evde gerçekten de beş kuruş para yokmuş. Bunu söylediklerinde, “Ben geliyorum sizleri parçalayacağım” demiş. Elif ve anne korku ve çaresizlik içinde beklemeye koyulmuşlar. Ali gerçekten gelmiş, evi viraneye çevirmiş, kendisini de jiletleyerek göğsünü ve kollarını paramparça etmiş. Elif ve annesi Ali’yi hastaneye götürüp pansuman ve gerekli müdahaleleri yaptıktan sonra beraber eve dönmüşler. Ama Ali hâlâ o kadını arıyor “Ben Fatoş’suz yaşayamam” diyormuş.

İşte bu şekilde kadın kocasının evde yine ortalığı dağıtacağını ve kaynanasının bu durumu kaldıramayacağını düşünerek gelip bizim kapımızı çaldı.

Peki, beni hayrete düşüren şey neydi? Beni hayrete düşüren şey, kadının üzerine gelen ikinci bir kadına razı olması, üç tane çocuğunun bundan sonra mahvolmasını normal karşılaması, kocanın kendisini bir kadın değil köle olarak kullanmaya kalkacağı gerçeğini normal görmesiydi. Fakat Elif bütün bu problemleri göremeden kaynanasının tansiyonu için kaygılanıyordu. Oysa üç çocuğuyla birlikte kendisi ömrünün sonuna kadar zaten her gün ölecekti. Bu psikoloji çocuklarını mahvedecek, onları da ileride babalarına benzetecekti.

Nedir onları bu hale getiren etken? Bu kadınları sağlıksız bir psikolojinin içerisine sokan ve bu hale getiren etken ne olabilir? İsteyerek mi bu hale geldiler, yoksa haberleri olmadan birileri mi onları bu noktaya itti? Yoksa mutsuzluk onların kaderi midir?

Ben öyle bir şeye inanmıyorum, çünkü bizi yaratan mutlu olalım diye yarattı.


Ortak Hayalimiz:

Her insanın amacı mutlu olmak ve sorumlu olduğu insanları mutlu etmektir. Tabii ki mutluluk anlayışı kişiden kişiye değişir. Eğer mutluluk, en azından kısa bir süre için de olsa işteki veya evdeki sorunları unutup arkadaşlarınla kafa dağıtmaksa kişi kendince mutlu hissedebilir. Bunun dışında, evindeki ve çevrendeki sorunları görmeyip vurdumduymaz davranabiliyor ve bu şekilde mutlu oluyorum diyorsan, gerçekten mutlu olduğunu sanarak kendini avutabilirsin.

Ama benim arzuladığım ve çoğu insanın yaşamak istediği mutluluk bu değildir. Benim arzuladığım mutluluk kişinin kendisiyle barışık olması ve ‘keşkesiz’ bir yaşama sahip olmasıdır. Kişi kendisiyle barışıksa gerçekten o hayattan zevk alır ve doyuma erişir. Doyumlu hayat budur. Ama kişi kendisiyle barışık değilse, her durumda, ister zengin ister fakir olsun, yaşamı doyumsuzdur. Mutluluğu bir anlıktır; yaz yağmuru gibi çarçabuk biter, ardından sıcaklar daha etkin bir şekilde canını sıkar. Geçmişine bakıp yaşadığı hayatı gözden geçirdiğinde, sanki hiç yaşamamış, sadece dünyada dert ve hüsranla geçen bir ömür sürmüş olduğunu görecektir.

Kendisiyle barışık olamayan kişilerin göstermiş oldukları başlıca belirtiler yaptıklarının, düşündüklerinin ve söylediklerinin birbirini tutmamasıdır. Bu tür insanlar çok iyi birer öğütçü olabilirler, ama o öğütleri kendileri uygulamazlar. Böyle bir kişi nasıl mutlu olabilir? İşte ne yazık ki, toplumun büyük bir çoğunluğu bu tür insanlardan oluşuyor.

Başımdan geçen çok ilginç bir öyküyü sizinle paylaşmak istiyorum. Büroma bir kadın geldi, “Sorunumu sizin çözeceğinizi söylediler” diye hemen söze başladı. “Nedir sorununuz” dedim. “Ben kendi kocamı tanıyamıyorum, onun davranışları bana çok tuhaf ve tutarsız geliyor, hâlbuki biz birbirimizi severek evlendik, evlilikten önceki ve evliliğimizin ilk yıllarındaki kocam değil artık çok değişti; bu da bana çok acı çektiriyor” dedi. Bayan kocasını anlatmadan, ben “Bir dakika ben size kocanızı anlatayım” deyip lafını kestim. “Kocanız size evde hiç iyi davranmıyor, ama bir misafirliğe gittiğinizde başka insanların yanında mutluluk tablosu çiziyor. Kendi çocuklarınıza zaman ayırıp gerekli ilgiyi göstermiyor, ama arkadaşlarınızın veya misafirliğe gittiğiniz evin çocuklarına ilgi gösteriyor. Hatta çocukların babalarına çocuklara daha fazla nasıl yaklaşabileceğini anlatıp nasihat veriyor. Size kaba, başka bayanlara harikulade nazik ve sevecen davranıyor. Komşularınız size ne harika, ne kadar iyi bir kocanız olduğunu ve çok şanslı olduğunuzu söylüyor. Yani kocanız dışarıda farklı evde farklı, iş yerinde çok daha farklıdır.” Kadın gözlerini fal taşı gibi açmış bana bakıyordu. Sonra o şokla “Kocamı nereden tanıyorsunuz?” dedi. “Ben kocanızı tanımıyorum genel insan portresini çizdim” dedim. Kadın hayretle devam etti “Ama tıpkı benim kocamı anlatıyorsunuz” dedi. Ben ona “Sadece senin kocan değil insanların çoğu böyledir” dedim.


Aynı Hayal Kırıklığı:

Gerçekten de insan olarak hep bu durumları yaşıyoruz. Hayatımız, düşüncelerimiz ve söylediklerimizle çelişiyor. Düşüncemizde harika bir evlilik yapıp mutlu olmak ve bu mutluluktan da harikulade çocuklara sahip olacağımızı düşledik. Aklımızda bir hedef vardı: “Ben babam gibi, ben gördüğüm evlilikler gibi bir evlilik yapmayacağım. Ben eşimle harika bir şekilde, mutlu ve sevgi dolu bir hayat kuracağım. Evliliğimi asla soğutmayacağım ve elimden gelenin daha fazlasını yapıp evliliğimi devamlı mutlu ve huzurlu tutacağım. Eşimle devamlı zaman geçirip devamlı ona sevgimi yansıtacak ve bunu ona söyleyeceğim. Çocuklarıma sadece baba değil, arkadaş ve dost olacağım. Onlarla oyun oynayacak, gezecek onlarla olabildiğince zaman geçireceğim. Onların bana paylaşmadıkları bir problemleri olmayacak. Beni sadece bir baba değil bir arkadaş ve dost bilecekler. Eşim beni işten dönerken özlemle kapıda bekleyecek, her saniyem mutluluk ve huzur olacak.”

A. Aile içi Sıkıntılar:

Şimdi dönüp hayatınıza baktığınızda, çocuklarınız büyümüş, her biri kendi düşüncesine göre hareket ediyor ve sizinle aralarında uçurumlar var. “Acaba nerede hata yaptım?” diye düşünüyorsunuz. “Eşimle aramda bir sürü problem, oğlum ayrı telden kızım ayrı telden çalıyor. Bunu mu hayal etmiştim ben?” diye soruyorsunuz kendinize.

Başkalarının hayatlarında irkilerek, yadırgayarak gördüğümüz bu tür şeylerin aynıları bizim de arkamızdan geliyor. Biri bizi uyandırıp bu gidişatı düzeltene kadar da böyle gideceğe benziyor. Tavır ve davranışımızın kimlere, nasıl ve hangi şekilde yansıdığını düşünmeden yaşıyoruz. Ağzımızdan çıkan her sözün ileride birçoklarının hayatına etki edeceğinin farkında değiliz; bu etki olumlu da olabilir olumsuz da. Böylece her gün geleceğin tohumlarını yakınlarımızın hayatlarına çoğu zaman pek düşünmeden ekiyoruz.

İnsan öyle bir yaratıktır ki, her şeyi hisseder. Anne karnına düşen bir cenin bile Tanrısal bir yaratıktır ve o da belli bir olgunluğa eriştiğinde anne karnından kendisini ilgilendiren şeyleri hisseder ve bu şekilde olgunlaşır veya ölür. Çocuk, anne karnında annesi veya babası tarafından istenip istenmediğini hissedebilir. Peki, bunun tepkisini ne zaman gösterir? Onu pek tahmin edemeyiz, ama bunu bilmeliyiz ki, bu istenme veya istenmeme durumu hayatının her anını karartan koyu bir bulut gibi onu kaplar. Bunun tam tersini de düşünebiliriz. Bu çocuk dünyaya meydan okuyan bir kişi olarak özgüvenli bir yapıya da kavuşabilir. Peki, kendisi bunun farkında mıdır? Hayır. Ama farkında olduğu şey hayatındaki kısırlık veya tam tersi verimliliktir.

Çocukların karakterleri birbirlerinden çok farklıdır. Tanrı onları apayrı ve özenle yaratmıştır. Ama bizler ne hikmetse, onları hep birbirlerine benzetmek için uğraşıyoruz. “Bak Ali dersini bitirdi, ama sen daha uğraşıyorsun!” “Bak Ali her verileni giyiyor, ama sen hiçbir şeyi beğenmiyorsun, dersini yapmaz, odanı temizlemez, hiçbir sorumluk taşımazsın; sen ne biçim çocuksun, aklın fikrin oyun oynayıp yaramazlık yapmakta. Sen ne zaman adam olacaksın!” Bazen komşunun veya bir akrabanın çocuğuyla kıyaslarız. “Bak Ersin’in dersleri hep beş, ama senin derslerinin tümü zayıf. Sen adam olmazsın! Benim dediklerim zaten bir kulağından girip öbüründen çıkıyor; ben kime anlatıyorum ki!”

Kız çocuklarını ise çok daha fazla aşağılayarak işliyoruz. Bu işlemde anneler çok daha büyük bir rol oynarlar. “Senin saçın uzun ama aklın kısa, sen neye yararsın ki, şimdi baban eve gelsin sana yapacağını bilir.” Ya da “Kardeşin geldiğinde senin haddini bildirir” der. Bu çocuk şöyle bir sonuç çıkarır: “Beni erkek olan herkes dövebilir, erkek olan herkes bana haddimi bildirebilir, bunu normal karşılamalıyım!” Bu sonuca aklıyla varmaz, ama her zaman yaşadığı için doğal olarak kabullenir.

Erkek çocuklarımızla daha çok ilgilenerek, onları her durumda etkili kılmaya çalışarak veya bir şey verilecekse önceliği onlara tanıyarak, kız çocuklarımıza şunu anlatıyoruz: “Sen olmasan da olur, benim oğlum var ve kimseye ihtiyacım yok. Senin hiçbir değerin yok.”

Ailelerin çok büyük bir çoğunluğu dünyaya bir kız çocuğu geldiği zaman erkek çocuk olmadığı için buruk bir sevinç yaşar. Bu istememe duygularını çocuğun hissetmemesi mümkün değildir. Ayrıca eğer evde başka bir kız çocuğu yani abla varsa, bu onu çok daha derinden etkileyecektir. Çocuk, “Demek ki kız olduğum için babamın ve annemin yanında benim hiçbir değerim yok. Keşke hiç var olmasaydım” der ve içine kapanır. Büyük olan kız çocuğu, Anne dünyaya yeni bir çocuk getirdiği için anneye hayırlı olsun ziyaretine gelen kişilerde de bunu görür. Kız çocukları olduğu için aile hiç üzülmese, aksine kız çocuğundan dolayı sevinse bile onlar, “Hiç üzülmeyin inşallah Allah size ileride hayırlı bir evlat verir” derler. Bunu demekle kız çocuğunun aileye hayırsız bir yük olduğunu söylemiş olurlar.

Artık bu çocuk evde her olumsuz olaya kendisinin sebep olduğunu düşünecektir. Anne baba tartışıp kavga ettiğinde sorumlu kendisidir diye inanmaktadır.

Artık bu çocuk evde her olumsuz olaya kendisinin sebep olduğunu, anne baba tartışıp kavga ettiğinde sorumlunun kendisi olduğunu düşünecektir


Peki, bu şekilde büyüyen çocuklar hangi psikolojiye sahip olacaklar? Bu çocuklar büyürler ve yuva kurmak için evlenirler. Her zaman sizin yetiştirdiğiniz hatta sizin yetiştiğiniz gibi pısırık, içine kapanık ve kendilerinin değersiz olduğunu bildiğinden dolayı kocasına hiçbir zaman güvenemez. Kocası gerçek bir sevgi ile onu sevse bile o sevginin asla gerçek ve karşılıksız olduğunu kabul edemez. Dengesiz davranış ve sözlerle kocasına savunmasız ve çaresiz olduğunu hissettirir. Kadın dövülmeye, aşağılanmaya, fırçalanmaya ve tüm suçu kendi üstüne almaya zaten hazırdır. Kocası onu suçlayıp aşağıladığı zaman, hiç itiraz etmez veya kendisini savunmaz. Kendi gözünde zaten işe yaramaz ve değersiz biridir. Onuru ve özgüveni çocukluğunda elinden alınmıştır.

Bu kadın çocuklarını büyütüp evlendirdikten sonra her bir çocuğuyla dengesiz ilişkiler içerisine girecektir. Doğru bir anne ve baba emsali göremediği için gözünde doğru olanı uygulayacaktır. Bu da çocuklar arasında taraf tutma nadiren de olsa kız çocuklarından yana bir yakınlık şeklinde görülebilir ama erkek çocuklarından karakteri güçlü olan tarafı tutar zayıf olandan ise nefret etme olasılığı yüksektir. Aslında farkında değildir, o nefret çocuğuna değil kendisinedir. Annesi babası kendisini sevmeyip dışladığı için kendi kendisini suçlamış ve kendisinden nefret etmiştir. Kafasında ben erkek olsaydım, ben bu kız gibi olsaydım ve ya böyle bir yapıda olsaydım diye kendisini başka kardeşlerle ve ya çocuklarla kıyaslamıştır. İşte bu yüzden problemin kökünü bilmeden karakterde zayıf olan kendi çocuğundan nefret edip daha güçlü olan çocuğunun tarafını tutar. Gelinleriyle ise genelde barışık bir yaşam içerisinde olamaz. Hatta nefrete varan sözlerle gelinlerini kendisinden uzaklaştırır. Kendisine göre elinde tek kalan değerleri oğullarıydı ama bu değerleri de gelinler almıştır. Gelinler kendisine yaklaştıkça kendisi gerilip daha saldırganlaşır ve hatta hakaret ederek kendisini savunur. Gelinlerden gelen sevgi sözcükleri içten içe onu heyecanlandırır ve hoşuna gider. Ama şimdiye kadar bu şekilde bir yaklaşım görmediği için hem bunun samimi olduğuna inanmaz hem de gururundan dolayı bu sevgiye ihtiyaç duyduğu halde bunu kabul etmez.

Erkek çocuklarda gözüken en büyük belirtiler ise ergenlik yaşta aşırı cinselliğe yönelme özellikle pornografi içerikli kaynaklar edinme ve mastürbasyona düşkün olmadır. Ruh hali devamlı huzursuz ve mutsuzdur. İçine kapanık, dıştan bakıldığında sanki güçlü ve tuttuğunu koparan bir eda ama içyapısı ne yazık ki hasarlı ve hastadır. Evdeki kardeşler arasında hiç doğru bir ilişki yoktur. Her zaman farkında olmadan birbirlerini aşağılama ve birbirleri üzerinde egemenlik kurma yarışı içerisindedirler. Genelde kardeşler arasında devamlı küsmeler, birbirini suçlamalar, şiddet ve hakaret yaşanmaktadır. Ne yazık ki bu yapıdaki bir genci sağlıklı bir şekilde uyarsan bile kendisi bunu bir hakaret ve aşağılama olarak algılayacaktır. Çünkü şimdiye kadar doğru bir şekilde teşvik edilip düzeltilmemiş aksine olur olmaz yerde azarlanmış ve aşağılanmıştır. Bu yüzden iyi niyetle düzeltilip teşvik edilse bile bunu yanlış bir şekilde algılamaya hazırdır. kardeşler büyüyüp evden ayrıldıktan sonra artık birbirini arayıp sormayan, mesafeli bir ilişki içersinde olurlar. Bir araya geldikleri zamanlar ise ya bir cenaze ya düğün ve ya özel törenlerdir.

Bazen durumlar bu kadarla da kalmayabilir. Yukarıdaki kişilik bozukluğunun kaynağı sevgisiz ve ilgisiz bir aile yapısının sonuçlarıdır. Ama ne yazık ki toplumda çok daha vahim sonuçlar görmekteyiz. Bu da ilgisiz ve sevgisizliğin yanında evde şiddet ve alkolün de olmasıdır. Evde alkol ve şiddet olduğu zaman –bu sadece şiddet de olabilir- çocuklar her zaman tedirgin ve huzursuz bir şekilde babanın hangi psikolojiyle eve geleceğini tahmin edemeden beklemek zorunda kalmaktadır. Bu belirsizlik ve kaygılar çocuklarda ileride belki de hiçbir zaman aşılamayacak iç tahribatlar yaratacaktır. Bunun sonucunda da çocuklar genelde pısırık, korkak olur ve asla yetki olarak kendisinden üstün hatta yetki bakımdan eşit olan kişilere bile kendilerini ifade edemezler. Her zaman insanları hoşnut etmek için yarış içerisinde olacaklardır. Bu yapıdaki yetişkinler asla otorite olarak gördükleri kişilere hayır demesini beceremezler. Kendisinden istenen göreve ne zamanı vardır ne de kendisinin işidir. Buna rağmen çekindiğinden dolayı hayır demesini beceremez. Çekinme konuları farklılıklar gösterebilir. Bunlar bana zarar verebilir, bana kırılabilir, benimle arası bozulur, benimle arkadaşlık etmez, ayıp olur gibi nedenler olabilir. Ama karşıdaki kişiye hayır diyemediği için de hem içten içe kendi kendisini suçlar hem de kendisine görev veren bu kişiyi suçlar.

Genelde aldığı işi ya zamanında bitiremez ya da hiç başlamaz. Bu yüzden her zaman yüreğinde kaygı ve tedirginlik vardır. Telefon çaldığında tedirginidir biri seslense bile tedirgin olur.

İster arası iyi olan biri olsun ister mesafeli bir arkadaşlığı olsun hatta eşi bile kendisini telefonla aradığı zaman telefonu açmakla açmamak arasında gider gelir. Çoğunlukla da telefonlara cevap vermez. Bu onu çok daha agresif ve öfkeli bir adam yapar.

Hayatından hiçbir zaman memnun değildir. Zevksiz bir hayat ve: “hayat bu mudur?” diye, içinden çıkılmaz bir sorgunun içerisine girer. Eğer aile o anı göremezse bu kişi intihar bile edebilir. Genelde de bunu aile göremeyecektir. Ne yazık ki şiddetin olduğu aile ortamında bunlara sık sık rastlamak mümkündür.

Kişilik bozukluğu olan bu şahıs zamanı geldiğinde evlenip yuva kuracaktır ama ne yazık ki evlikte kendi üzerine düşen hiçbir sorumluğu kabul etmeyecektir. Suçlu eşidir, suçlu çocuklarıdır ama kendisi ise elinden geleni yaparak tüm sorumluğunu yerine getirmiştir! Eşi aptal ve beceriksiz, çocukları yaramaz ve soytarıdır! Onlarla ilgili sorunlar kendisine zamanında iletilmemektedir, iletilmiş olsaydı o çözebilirdi! Çocuklarını ve eşini kendine layık görmemektedir! Sanki bir başkası, onu sevmeyen biri uzaydan bu baş belalarını onun eline bırakmıştır!

Koca aslında bir yönden haklıdır. Eşi, çocukların evde veya dışarıda çıkardıkları hiçbir problemi kocasına açmamaktadır. Neden? Çünkü sağlıklı bir çözüm şeklini önceden ailesinde görememiştir. Kendi annesi sorunları babasına açtığında babası ortalığı dağıtmış, çocukları döverek perişan edip tehdit savurarak işi çözmeye gitmiştir. Bunu gören kız çocukları, korkuyla büyüdükleri ve aynı olayları yaşamak istemedikleri için o yöntemden kaçınır. Evde kavga çıkmasını engellemek için tüm olup bitenleri kocalarından saklar ve kapatmaya çalışırlar. Bu neyi getirir? Çocuklarının sorunlarını gizleyip yalan söylediğinden hem kocasının hem de çocuklarının güvenini yitirir. Haliyle de kocasının suçlamasıyla karşı karşıya kalacaktır.

Bu suçlama ve problemlerden kaçış erkeği rahatlatmış mıdır? Hayır, vicdanı rahatsızdır, ama elinden gelen bir şey olmadığı için suçlayıcı tavrını sürdürür. Bunun üzerinde düşünür, çare arar ama çözemez. Çünkü önceden gerçekten böyle problemlerin çözümünü görmemiştir. Kendisi hata yaptığında aşağılanmış ve azarlanmıştır. Bu yüzden bu sorunlarla karşı karşıya kaldığında kendisi de çözüm şeklini, yanı çıkış yolunu bulamayınca öfkelenip aynı yolu çıkış yolu olarak kullanır. Bu yapıdaki bir baba çocuk küçükken pek problem yaşamaz. Ama çocuk büyür doğal olarak problemler yaşamaya başladığı an çaresiz kalır ve baba bunu öfke ve şiddetle çözmeye çalışır. Bunun sonuncunda çocuğuyla arasında mesafe oluşur ve gittikçe de bu mesafe derinleşir. Bazen de baba fiziki olarak aile ile birliktedir ama ruhsal olarak aileden uzaktır. Hiçbir sorumluluğu yerine getirmez. Sadece maddi olarak elinden geleni yapar ama evdeki hiçbir sorumluluğu yerine getirmeyip eşine bırakır. Kadın da doğal olarak kendisine ait olmayan bu yükün de altına girecektir. Ama taşıyamayacağı kadar ağır bir yük altında olduğu için kendisine ait asli görevini de ihmal edip ileride ailede daha da kötü sorunların ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Anne hem babanın ilgisizliğinden hem de ağır yükten aşırı stresli ve öfke nöbetlerine girer Çocukları eğitip terbiye etmekte yetersiz kalır. Bu da çocuklara küfür ve şiddet olarak yansımaya başlar. Artık çocuklar anne ve babanın varlığıyla yokluğu arasında gidip gelmektedir. Babaya aksettirilen problemler baba tarafından öfke, küfür ve şiddet şekline aileye yansır. Baba kendi ruh halinin içerisinde huzursuz bu defa kendince işin öncesine gider ve hayatını irdeler. Aklına ana babası gelir. O zaman onları da suçlamaya başlar. “Annemden babamdan güzel bir evlilik mi gördüm, annem babamla kavga eder, küserler ve aylarca konuşmazlardı. Bir sorun çıksa, suçu bana atarlardı. Beni hiç dinlemezlerdi ki! Ne zaman beni insan yerine koyup karşılarına aldılar ki. Karşılarına aldıklarında da babam bana hep sen adam olmazsın, sen işe yaramaz birisin, sana yaptığım masraflara yazık der beni aşağılardı. Annem zavallı biçare hiçbir şey bilmez, bilse de elinden gelip de bunu bana aktaramazdı. Bana ne verebildiler ki şimdi ben aileme ve çocuklarıma bir şeyler verebileyim.”

Bunlar sürekli insanlardan duyduğum gerekçeler. Belki kendilerince haklılar. Gerçekten ideal bir evlilik, ideal bir anne baba görmedik. Ama peki anne-babamız gördüler mi? Yok onlar da görmediler, o zaman biz kimi suçlayalım?

Şimdi de suçlamalarımızı biraz hafifletip anne-babamıza biraz merhamet ederek şöyle bir suçlama getirebiliriz: “Annem babam eğitim görmemiş zavallılardı, eğitim görmüş olsalardı, böyle bir duruma düşmezlerdi. Ben de onlardan emsal alabileceğim harika bir örnek görebilirdim.” Ama bir de etrafınızdaki eğitimli insanların evliklerine bakın, aynı değil mi? Belki farklı problemleri yaşıyorlar. Aslında en yüksek boşanma oranı da eğitimli insanların arasındadır.

Bu defa da şöyle bir mazeret aklımıza gelir. “Aslında çevre bizi etkiliyor. Çevremiz iyi olsa, aydın insanların olduğu, ekonomik bağımsızlığın olduğu, insan haklarının tam olduğu bir yerde olsaydık bu durumları yaşamazdık.” Sizce gerçekten bu böyle midir? Eğer böyle düşünüyorsak, dönüp Avrupa’nın zayıflamış aile yapısına bakmamız yeterli olur. Aile ve ahlak kavramı neredeyse kalmamıştır. Tabii ki her Avrupalı böyledir demiyorum. Ama Avrupa’nın genel aile yapısı bu değil midir?

Bu mazeretler sadece yüreğimizden kaçmak, kafamızı kuma gömmekten başka bir şey değildir. Belki bilinçli bir şekilde açık açık bu mazeretlerin arkasına sığınmıyoruz, ama genel olarak insanımızın portresi budur.

Mazeretleri bırakıp en baştaki hayalinizi ve isteklerinizi tekrar anımsayın. İdeal bir evlilik, ideal bir yuva, ideal bir hayat, ideal bir çevre, peki bunlar için ne yaptınız? Eşinize yaklaşıp onu anlayarak onun sizden ne beklediğini bilmek için hangi çabayı harcadınız? Eşiniz sizinle zaman geçirip konuşmak istediğinde, siz ona “Her zaman yan yanayız zaten, ne konuşacağız ki?” dediğinizde neleri yitirdiğinizi hiç fark ettiniz mi? Bunu yapmakla onu yabancılaştırıp onu kendinizden yavaş yavaş uzaklaştırdınız. Çocuğunuz size ne zaman yakındı? Bir ile on yaş arasındaki dönemde. Peki, ondan sonra ne oldu? Çocuğunuzdan uzaklaştınız; çocuk kendi dünyasını kurdu ve bu dünyada siz yoksunuz. Hâlbuki çocuğun en çok ihtiyaç duyduğu zaman bu dönemdir. Çocuk artık dışarıdaki hayatla tanışmakta, karakteri hızlı bir şekilde şekillenmektedir. Eğer bu süreçte siz onunla ilgilenmiyorsanız bilin ki başka etkenler onunla ilgilenir. Bunların sebebi de çevre, ekonomik bağımsızlık veya insan haklarının olmayışı değildir.

B. Toplumsal Sıkıntılar:

Sadece aile hayatının üzerinde durmayalım. Her insan gibi biz de toplumda saygın, sözü dinlenen, insanların hürmet ettiği biri olmak isteriz. Bir düşünün, hayallerinizin içeriği nedir? Toplumda methedilen, girişkenliğiyle övülen, fikrine başvurulan bir kişi olmak istemiyor muydunuz? Siz konuşurken hikmetinizden ötürü herkes susup sizi dinleyecek. Gençler sizin fikirlerinizden ve bilgeliğinizden söz edip size saygı duyacaklar. Kim arzulamaz bunu, kim istemez böyle bir yaşamı? Herkes bunu arzular ve herkes böyle bir yaşamı ister. Peki, kimde var böyle bir yaşam?

İnsanlardan bu sözü hep duydum: “Şimdiki aklım olsaydı…” Şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, bu hayatı tekrar ve tekrar yaşama şansına sahip olsak dahi asla ideal bir eş, ideal bir baba, ideal bir kişi olamayız.

Bizler ne zaman mutluyuz biliyor musunuz? Belirli bir hedefe erişene kadar! Fakat hedefe eriştikten hemen sonra arzumuz ölüyor. Evliyseniz evlenmeden önceki süreci bir hatırlayın. Eşinizle tanışıp ondan hoşlandınız. Onu tam sizi mutlu edecek bir yapıda hatta mükemmel buldunuz. Giyimi, gülüşü, hareketleri, terbiyesi, insanlarla olan diyalogu, ne kadar güzel ve tutarlı biri diye düşündürdü sizi. Tam sizi mutlu edecek bir kadın. Hayalinizin tamamlanması veya devam etmesi böyle bir eşe bağlıdır. Onunla hayatınızı birleştirmeniz en büyük amacınız oldu artık. Ama nasıl olacak bu? Onun sizi fark etmesi ve çekici bulmasını sağlamanız gerekiyor. Bunu yaptınız, kibarlığınız, gülüşünüz, nezaketiniz, fedakârlığınız bir anda onun ilgisini uyandırdı. Artık aranızda bir elektriklenme başladı. Ona o kadar ideal bir erkek portesi çizdiniz ki, kısa bir süre sonra ilişkiniz ciddileşti. Onunla geçirdiğiniz her saniye size zevk veriyor, sizi mutlu ediyordu. Onunla olduğunuz her an çiçekler bir başka güzel, ağaçlar bir başka güzeldi. Her şey anlamlı geliyor, sizi mutlu ediyordu. Artık dünyalar sizindi. Hayatınız eskisi gibi olmayacaktı, çünkü artık hayalleriniz yavaş yavaş gerçekleşiyordu. Sonra kızı isteyip nişanlandınız. O kadar mutlusunuz ki, nişanlınızdan bir dakika bile ayrılmak istemiyor her saniyeyi onunla yaşamak istiyorsunuz. Gördüğünüz her güzelliğe, hatta tüm olumsuzluklara bile hep olumlu bir yön bulup bakmaya başladınız; kuşların sesi, çiçeklerin rengi ve kokusu, manzaralar; anlayacağınız her tatlı ve güzel olan şey size nişanlınızı hatırlatıyor. Bu süreçte onunla geçirdiğiniz zaman size müthiş bir zevk veriyor.

Nihayet evlendiniz! Artık hayatınıza hayal ettiğiniz gibi yön verebilecektiniz. Ama bu heyecan ne zamana kadar sürdü? Onunla evlenip birkaç ay geçirene kadar. Artık o sizindir ve onu kazanmak için ayrıca bir enerji harcamanıza gerek yoktur.

Birden o esrarengiz, hayran olduğunuz kız gitmiştir ve çok sıradan bir insan karşınızda durmaktadır. Onu nasıl tanıyıp sevmiştiniz? Ona has davranışı ve güzelliğiyle onu sevmiştiniz değil mi? Ama şimdi o kendine has davranışı ve güzelliği kalmamış, tam sizin istediğiniz gibi, sıradan biri olarak öylece karşınızda duruyor. Çünkü artık siz onun her şeyine karışır oldunuz. “Bunu giyemezsin, bu şekilde davranamazsın, bu şekilde saçını tarayamazsın, bu kişilerle bu şekilde konuşamazsın” diye diye kendi stilinizi kıza uyguladınız. Sonra ne oldu; hayran olduğunuz ve sizi cezbeden o tatlı ve güzel kız gitti. Onun yerine karşınıza sıradan bir kız çıktı.Çünkü O’nu siz bu hale getirdiniz.

Tabi ki, bütün evlilikler yukarıda bahsettiğimiz şekilde olmuyor, görücü usulü veya beşik kertmesi ile yani örf ve adetlerin, aile geleneklerinin baskın olduğu yerlerde ailemizin istemi doğrultusunda evlilik yapmak zorunda kalabiliyoruz. İster severek ister görücü usulü olsun, eğer beklentilerimiz bizi mutlu eden mükemmel bir eş ile ilgili ise asla mutlu olamayacağız. Ama bizim mutlu edeceğimiz bir eş arıyorsak her şey farklı olur. Siz yüreğinize “Eşimi mutlu etmek en büyük hazinem ve ayrıcalığımdır” diye koyarsanız bu sizi özgür kılacaktır. Özgürlük de sizi gerçek mutluluğa kavuşturacaktır. Ama şunu da söyleyeyim, doğal insan yapısında bu istem yoktur. Çünkü insan doğal haliyle bencildir ve kendi çıkarını arar. Kendi mutluluğunun ötesinde bir şey düşünemez. Hâlbuki gerçek mutluluğun sırrı bunun tam tersidir: Kendimizinki değil başkalarının mutluluğu için uğraşırsak o zaman gerçek anlamda mutlu olmaya başlarız. Çünkü her zaman için vermek almaktan çok daha yücedir.