X. SAHİP OLMA PROBLEMİ (Çölde Sayım 32)


Eğer O’nun ardınca yürümekten vazgeçerseniz, bütün bu halkı yine çölde bırakacak; siz de bu halkın yok olmasına neden olacaksınız.

Çölde Sayım 32:15


Bütün “çöl yürüyüşü” boyunca esasında en çok işittiğimiz şey kişilerin yani Yaratan’a yürüyenlerin özellikle yabancıların da yani imanda zayıf olanların da telkinleriyle kolaylıkla yakınmaya başlamalarıdır. Bu gerçekten o günde bir problemdi, esasında bugün de büyük problem olarak karşımıza çıkmaktadır. O zaman esas olan bu problemi iyi irdelemek ve bu problemi kökünden halletmek olmalıdır. Çünkü aksi takdirde bu problem bizle birlikte büyüyecek olan bir problem olmakla birlikte “yeni yaşamımızı”, yeni başlangıcımızı da helak edecek olan bir problemdir. Çünkü “çöl fırtınası” her ne kadar çöl içinde yaşanacak olan bir durumsa da bu aynı zamanda çölle bütünleşmiş bir gerçektir. Yani çölde kum fırtınası ihtimali her zaman olabilecek bir ihtimaldir. Bu fırtınayı durdurabilmemiz ancak aldığımız tedbir ve daima kendimizi bir vahada yani Yaratan’la buluşma çadırında buluşmayla bağlantılıdır. Fakat böyle bir yakınma esasında sürekli olarak bulunduğumuz noktada elimizde olanların farkında olamamak ya da bize verilenlerin ne için, ne şartlarda ve ne şekilde kullanılabileceğini bir türlü algılayamamakla bağlantılıdır. Yani demek ki, insan olarak bir yanda yaşam sürdürmek için sahip olmamız gerekli olan şeyler varken diğer taraftan da sahip olduklarımızı bir türlü gönenememe problemimiz vardır. Bazen de bu problemde yakınmadan elimizde ne kadar çok şeye sahip olduğumuzu aslında görememe derdimiz vardır.


İsra-el bu çöl yürüyüşünde esasında bizler gibi Mesih İsa’da “yeni yaşama kavuştum” diyenlerin harikulade bir aynasıdır. İsra-el, Mısır’da yani kendi benliklerinin bir başka deyişle Firavun’un köleliğinde olduklarında sahip olduklarını çölde sahip olduklarına değişmeye kalkacak kadar farkındalıklarını yitirme durumuna inebilmişlerdir. Oysa çöl yürüyüşünün bütün zorluklarına rağmen bir firavuna köle olmaktansa “Kâinatın Efendisi’nin” o muhteşem önderliği altında olmak çok daha büyük bir özgürlük ve zenginliktir. Ama insan olarak sorunların bitmesi zaten mümkün değildir. Kaos yoksa ilerleme yoktur. Duvarlar yoksa ışığın çarpma alanı olmadığı için ışıma, aydınlanma da yoktur.


O zaman esas olan bir gerçek vardır, bazen “sahip olma bir problemdir.” Ne kadar sahip olduğumuzu görememek, bir türlü tatmin olamamak, yeterliliğin ne olduğunu tespit edememek de problemdir. Bazen birçok şeye sahip olmadığını düşünen insanlar gerçekten de haklıdırlar. İstisnalar elbette kaideyi bozacak değildir. Bugün Afrika çöllerinde, Asya’nın bağrında hatta medeni olarak gördüğümüz birçok ülkenin kenar mahallelerinde gerçekten de birçok şeyden mahrum hakiki yokluk içinde insan kardeşlerimiz vardır. Ama bütün bunlar da diğer insanların paylaşmayı bilmemeleri ve hep sahip olduklarının yetersizliğinden yakınmaları çok ama çok büyük payı vardır. Yani insan insanı bir anlamda ateşe atmış olmaktadır. Yine karşımıza “insanın o doymak bilmez kendi için alma olgusu” çıkmakta ve insanı insanı ezmeye yönlendirip durmaktadır.




TARİHİ SORUN


Bu sorun oldukça “kadim zamanların” sorunudur. Vaat edilen topraklarda olduğunu söyleyen insan yani Yaratan’ın saran ışığında Mesih’i düzeyin o kurtarışına nail olmuş insan dahi şimdi vaat edilen topraklarda “kendi için alma arzuları üzerinde” savaşımını sürdürüp durmaktadır. Bu nedenle Efendimiz İsa Mesih “Bende meyve vermeyen”derken yani Kendisi gibi tamamen “Baba ile bütünleşme” formatını bir türlü edinemeyen ve Mesihleşme yolunda ilerlemeyen talebelerini uyarıp durmaktadır. Çünkü “Bende kalırsanız meyve verirsiniz” ifadesinde Mesih gibi “vermek almaktan hayırlıdır” ilkesinde devamlılık olgusunda olma esası hayat prensibimiz olmalıdır. O zaman o noktada kişinin kendini kurtarma derdi, kendini tatmin derdi yoktur. Aksine başkalarına umut ışığıdır. Işıktır.


Çölde yürüyüşün vaat edilen topraklar kısmına girme durumundaki ikinci nesli yani yeni nesil esasında o sınırı bir o tarafa bir bu tarafa geçip durmakta ve bir yandan da bu yeni duruma adapte olma çabaları içindedir.


Elimizdeki metinde Rubenliler ve Gadlılar’ın çok sayıda hayvanları için bir yer tespit ettiklerini okuyoruz. Elbette ki burada bu konuyu maddi olarak algılarsak “yeni yaşam” içinde mal, mülk sahibi olmak Yaratan’ın sistemi içinde genelde bir sorun olarak algılanacak değildir. Çünkü insan zaten bir “kahya” gibi “hükmetmek ve çoğalmak” için vardır. Gereklilik olarak sonsuzluk birimi içinde mevcudiyeti olan insan bu gerekli olduğu noktada en iyi şekilde hükmeden ve çoğalan olmak durumundadır. Ama girişte dediğimiz gibi “sahip olma” aynı zamanda “ben için alma ile bağlantı” kurma eğilimini teşvik eden bir durumdur. Ve aynı zamanda “doyumsuzluğu” da su yüzüne çıkarabilecek olan bir durumdur. Bu noktada yürek eğer saran ışık ile hakikaten aydınlanmaz ve Mesih’te Yaratan’ın “sevgi ve ihsan” vasfı doğamız olma yolunda ilerlemezse ki, bu çoğu zaman “mana yolunda azimle yürümeyi gerektirir” ve “manevi bir derinlik ister”, işte o zaman zorluklar kapıdadır. Bu zorluklardan bir tanesi artık Yaratan’a yürüyüşte “iç yolculuğun dikkati dışa maddeye yöneldiği için” ağırlaşma, vizyon kaybıdır. Bir diğeri ise “maddeye kayan bakış açısında mananın etkisizliğiyle tatminsizliğin” gündeme gelmesidir.


ARZULAR NERDEYSE EV ORDADIR


Daha önce demiştik ki, çöl yürüyüşünde olan birinci nesil maalesef bulundukları ortamı kendi evleri, sahip oldukları yer olarak algılamak istedikçe hep sorunlar yaşadılar. Oysa esas ev Yaratan’dan çıkma noktamızdır. Yani “sonsuzluk” dediğimiz şu an için kabımızın algı sınırları ötesindeki “hiç” konumu. Yani ışık ötesi ışınlar kapasitemiz dışında olduğu için onları ilimle bildiğimiz halde göremiyoruz ve sanki “hiç” sanki “yok” addediyoruz. Ve hakikaten de bulunduğumuz noktada bizim için bu tarz ışıklar “hiç” ya da “yoktur.” O zaman Yaratan’a yürüyenler yani “mana yolunda olanlar”, bir başka deyişle firavun diyarını “kendi benliklerinin idaresini” terk edip bu dünyada Yaratan’a yürümeye kalkanlar için esasında ev “ruhlarının çıktığı o esas noktaya dönüşleridir.” Ev, Efendimiz Mesih İsa’nın kurtarışı ile Mesih’te biçimlenmemizle “Baba’nın ve İsa Mesih’in” birliği misali bizim de bir olduğumuz o noktadadır. O nokta “sonsuzluk” birimidir. O nokta çok mecaz ifadelerle “taht ve taht yanındaki kuzu” ve elbette bizim o kuzu ile olan kurtuluşumuzda irdelenmektedir. Bu bir temsili anlatım olmakla birlikte sonsuzluk birimi içinde esasında “suretle ifade edilemeyecek” bir suret olma durumudur. Yani kişi Yaratan suretini tam aksettirdiği an esasında “evin yolunu bulmaktadır.”


Şimdi buradaki metine göre Rubenliler ve Gadlılar mallarının çokluğuna göre bir yere yerleşmektedirler. Yaratan’ın hakikaten yaşamları içinde aydınlattığı noktalarda yerleşmek yerine tamamen “kendi benlikleri için alma” noktasında böylesi bir hareketle kendilerine mekân edinmişlerdir. Daha önce de “çöl yürüyüşünde” bu tür insanlar hep bulundukları noktada bir ev arayışı ve beklentisi içinde olmuşlar ve bu durum onlara hep bilinmez bir huzursuzluk ve dolayısı ile bir yakınma durumu getirmişti. Esasında vaat edilen topraklar içinde de ilerlerken bazı “Yaratan’a yürüyenler” bu kez kendilerine durumları ve koşulları itibariyle ilahi aydınlatma ve yönlendirişle tahsis edilmiş alanlar yerine kendi “benliklerinin doğrultusunda” kendilerine bir ev noktası arayışına gitmişlerdir.


Burada “uygun bir yer olduğunu gördüler” ifadesi sorunu dile getiren bir ifadedir. Esasında “görme” farklı farklı anlamlarda algılanmaya oldukça müsait bir kelimedir. Gönül gözüyle görmek esasında Yaratan’ın vasıflarını yansıtan olarak “muktedir olmaktır.” Ama “kendi sınırlılığı ve alma arzusu içinde “görmek” ise esasında kendini “kısıtlama yani “muktedir olamama” görüşüdür. Bu nasıl olacaktır. Bu vasıfların yürek içinde sürekli tutulmasıyla “kendiliğinden içten gelişecek olandır.” Bunun esasında dışarıya naklen anlatılabilecek, ilan edilebilecek, reklam yapılabilecek bir hali yoktur. Bu “kâl halinin yani kelimelerin hâl haline dönüşmesi yani suskunluğunda” kendiliğinden daha doğrusu saran ışık Kutsal Ruh’un işleyişinde gelişen bir haleti ruhaniyedir. Bu görüş incedir, mülayimdir, Yaratan’ın o ince tatlı sesidir. Efendimiz İsa Mesih’in haleti ruhaniyesini giyinmektir. O kendini bilme halidir. Ama bu metinde olduğu gibi “onlar kendileri için iyi olanı gördüler.” Bakın maddi manada çıkarcılık ve faydacılık karışımında bir görüş var. Evet, eğer İsra-el olmasalardı yani normal bir tüccar haletinde malları için elbette kişi iyi olanı arayacaktır hak, hukuk çerçevesinde ama burada normal bir durumdan ziyade bize anlatılan mana yolu olduğuna göre o zaman “manada yürüyen” kişinin burada kendi arzularının depreşmesinde, kendi sahip olduklarının çokluğunda kafa karışıklığı söz konusudur. Nerede olduğunu unutması söz konusudur, kim olduğunu fark edememesi söz konusudur.

Adem kıssasında da farkındaysanız olan aynı durumdur (3:6), “…kadın (yani burada insan düşüncesinin işlevi dişi taraf) ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğu gördü...” Durum aynıdır. Kim gördü, kadın. Yani daha manalandırma mahiyetinde kişinin işlevi kişinin düşüncesinden, hangi düşünceden? Sınırlı kısıtlı düşüncesinden etkilendi ve ne oldu? Olmaması gereken oldu. Bütün bunlar oldukça önemli hayat adımlarının ne şekilde atılması gerektiği üzerine bize çok önemli dersler vermek için oradadırlar.


Lut kıssasında da Lut için yine aynı durum söz konusuydu. Ürdün tarafının Mısır gibi bereketli olduğunu görerek o tarafı seçti Lut (13:10). Yani “o da Adem kıssasında olduğu gibi sadece kendi çıkarı için alma arzusunda “gördü.” Ve birden kendisini “Sodom” bölgesinde buldu. Gönül gözünü Avram’ın yürüyüşünü fark edemedi bile ve helak olma yoluna yönlenmiş oldu.


O zaman şu gerçek gözümüzün önünde olmalıdır. Sahip olduklarımız bize ya çok yetersizdir ya da çok fazla olma durumunda da bize farklı bir “görüş açısı” verir. Çöl yürüyüşü esasında vaat edilen topraklara girdiğinde dahi hala bizi etkileyen bir yürüyüştür. Çünkü insan-ı kamil olup Yaratan suretini tam yansıtana dek yani tam anlamıyla Mesih İsa’yı giyene dek, kurtuluşu gönene dek bu sorundan kurtuluş mümkün değildir. Çünkü vaat edilen toprakların bir kısmı dünya bir kısmı ise Mesih’le yükseliş ve sonrasıdır.


Efendimiz İsa Mesih bu nedenle “esas hazinemizin göklerde olması” gerekliliğinden bahsetmektedir. Çünkü yeryüzünde yatırımımızın sabitliği esasında sabitlik değildir. Çöl yolculuğunun geçici ikametgâhıdır. Bu nedenle esas ikametgâha gönlün bizi hazırlamasına fırsat vermemiz esas olandır.




SAHİP OLMA GÜNAHI


Efendimiz İsa Mesih talebelerine ve dolayısı ile bize öğrettiği o meşhur duasında Yüce Yaratan’a, Yaratan düşünceye yakarırken “Göklerdeki Babamız” demektedir. Dikkat edilirse Musa’nın önderliğinde çölün aşılmasında da sürekli olarak “benlik” yenilmesi söz konusu olduğu için “ben” yoktur “biz” vardır. Ve vaat edilen toprakların fethinde de savaşım esasında “biz” mücadelesidir “ben” değil. Tabii bunu bütün varlığımızın arzularının Yaratan’a yürüyüşü olarak da düşünürsek sadece “Pazar günü ibadet eden ben” ya da “ondalık veren” ben değil ama “her şeyimin Yaratan yoluna baş koyması” esastır. Burada ise görüldüğü gibi birçok şeye sahip olan “Ruben ve Gadlılar” için öncelikle kendi yerleşimleri, kendi benlikleri ve refahları öncelik taşımaktadır. Bu adeta bir taşıta bindiğimizde birçoğumuzun yaptığı “kendimize yer bulup oturma arzumuz” gibi bir durumdur. Yorgun olmadığımız, hasta olmadığımız halde bunu yaptığımızda ve büyük bir iştahla bunu yaptığımızda dahi burada anlatılmak istenileni bir anlamda gerçekleştirmiş olmaktayızdır.


O zaman “sahip olma problemi” öncelikle kendisini “kendi kişisel yaşam standardımıza yoğunlaşma” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu görüldüğü gibi Efendimiz’in kendi mübarek varlığını başkaları yani bizler uğruna feda etmiş olma prensibini ortadan kaldırmaktadır. Yani Yüce Yaratıcımız’ın o muhteşem “sevgi ve ihsan prensibi” kendisini bu noktada iptal ettirmiş olmaktadır. Yaratan’la eşit forma giriş, O’nu edinme dolayısı ile Mesih İsa’da hakiki ve samimi günahlardan kurtuluş gönenilmemiş olmaktadır. Bu maalesef özellikle çok gelişmiş ülkelerin kiliseleri için de maalesef geçerli olmaya başlamıştır hatta hakikaten samimi yürekleri olan birçok samimi inananı da dolaylı olarak ve farkında olmaksızın etkilemektedir.


İkinci nokta, Yaratan’a saran ışığın aydınlattığı yolda Mesih’leşerek yürüyen, insan-ı kamil beden olan yani Mesih bedeni olan topluluğun adanmışlığı için bir teşviksizlik olma durumudur. Yaratan’ın vaat ettiği o manevi diyarlara doğru yani sonsuzluğa, en üst hazza doğru Yaratan’a doğru yürüyen bazı kişilere sahip olmadan ötürü bir noktada oturup kalanlar evet büyük bir cesaret kırıcılık rolü oynamaktadırlar. Gönül gözü ile mana yolunda ilerleyen birçok insan zaman zaman Mısır özlemi içinde ve hatta çöl fırtınaları yani yakınmalar içinde “bak bu zenginler, birçok şeye sahip olanlar hiç böyle manevi şeylerin peşinde değiller ve rahatlar” deyip yönlerinden yüz çevirmeye kalkmaktadırlar. Esasında bu hep birlikte yürünülen ve hatta bu şekilde sahip oldukları yüzünden duranların bile eninde sonunda yürüyecekleri, yürümek zorunda oldukları yoldur. Efendimiz’in o muhteşem kurtarışında Yaratan’la bütünleşmede “her diz çökecek, her dil diyecektir.” Çünkü O’nda başlayan yolculuğun sonu eninde sonunda O’ndadır. Birçok zaman biz “kendimizden” sorumluyuz deriz ama esasında bizim yaptığımız her hareket bütün kâinatı etkileme durumundadır. O zaman yalnızca kendimizden sorumlu olmadığımızın bilincinde sahip olma problemini iyi algılamak ve bir kâhyalık hizmetinde Ruh’a ve Mesih’e tabi olarak Yaratan’a esas evimize, esas mekânımıza doğru yol almalıyız.


Üçüncü nokta, bu tarz davranışları olanların esasında hep arka planlarında bir kök “ben için alma, günah yattığı gerçeği” çoğu zaman nettir. Çölde Sayım 13. bölümde Rubenliler ve Gadlılar için geçmişleri konusunda kayıtlar vardır. Bu kavimlerin bir nesil öncesinden gelen imansızlığı, şüpheciliği esasında kök günahlılığı yani “ben için alma arzusu üzerinde bencil” bir gelişimi bize göstermektedir.


Aslında çoğu zaman kaoslara anlam vermemiz zordur. Ama zorlu zamanlar hep bizi uyanık tutan zamanlardır. Çoğu zaman rahata erdiğimizde sahip olduklarımızla ya daha fazla yakınmayla meşgul oluruz ya da sahip olduklarımızın rehavetinde manevi yürüyüşümüzü kaybeder ve maddeye takılır otururuz. Ve biz kendimiz için bereketleneceğimizi düşündüğümüz noktalar için kararlar veririz. Bir müddette bu kararların bereketinden istifade ederiz ta ki, sınırlılık unsuru yolumuzu tam olarak kesene kadar. Oysa Yaratan’ın vaadi arkasında sükûnetle devamlılık esas kâinatın meyline tabi bir meyli yakalamış olmaktır. Yani “uyum talebesi” olarak bir yaşam sürmek ve dolayısı ile ruhumuzu Mesih ile birlikte kurtarışında Yaratan’a yükseltmek. İşte esas olan budur.


DÜŞÜNCEYİ YENİDEN ŞEKİLLENDİRME


Bu metinde güzel olan şey yeni yaşama kararlı bir başlangıç yapan samimi kişilerin yani Yaratan’a yürüyen “mana yolunun” hakiki talebelerinin birinci nesle benzememiş olmalarıdır. Daha önceki çalışmalarımızda gördüğümüz gibi elbette bu kişiler yani “yeni nesil” bir taraflarından soylarının etkisi altındadırlar ama öbür taraftan da kendi varlıklarında yukarıdan uyandırılmayla uyandırılmaya gönüllerini açmış durumdadırlar. Çünkü yeni nesil tükenmişlerden değil, sona kadar sebat edenlerdendir. Bu da saran ışığın yüreklerinde çalışmasında “sevgi ve ihsanı” sadece duyup iman etmelerinde değil içlerine almalarında yani edinmelerindedir. İşte Efendimiz’i kurtarıcı ve efendimiz olarak yüreğimize almamız ve O’nun yaraları ile şifa bulmamız bu vasıfları edinmemizle olan bir durumdur. Bu durumdaki kişi vaat edilen toprakların fethindeki İsrael gibidir. Yani bu manevi duruma yürüyüş esnasında bütün o topraklarda yani arzularda oturan kavimler yani “ben için alma” durumlarını tek tek yenme ve oralara Yaratan’ın sevgi ve ihsanını edinimle yerleşme esası vardır. Bu tarihi bir devlet oluşumu gibi falan algılanmamalıdır. En azından bizim yorumumuzda burada bütün bu kavimler, bütün bu milletler bizim içimizdeki “doymak bilmez arzuların temsilidir.” Ve dikkat edilirse burada bu yeni nesle dahil olan yani “yeni yaşama” kararlı olarak adım atmış Rubenliler ve Gadlılar günlük hayatlarında bir önceki büyüklerinin yaptığı hatayı yapmış oldukları halde Musa’nın uyandırması sonucu hemen ıslah olmayı tercih etmişler ve sahip oldukları şeylere ağıllar yapmışlar ama “mana yolundaki” mücadeleleri için savaşa devam etmeyi seçmişlerdir. İşte bu noktada bizim hayatımız yani Mesih’le yaşamamız hem de bugünkü günde bu çağda o karmaşık toplum hayatımız içinde “birçok benlerin sadece kendilerini düşündüğü” ortamlarda yaşamamız için büyük bir örnek, bir ışık, bir rehber vardır. Demek istediğim, düşmüşsek, yanlışlık yapmışsak, manevi manada ilerleyişten “acılar yoluna” düşmüş ya da maddenin esiri olmuşsak hemen Rubenliler, Gadlılar gibi kendimizi toparlamamız esas olmalıdır. Onları Musa’nın uyandırışı etkin kılmışken bizim için bu saran ışık Kutsal Ruh’un varlığımızdaki işlevi ve Efendimiz ve Kurtarıcımız Mesih’in önderliğidir. Ve birçok şeye sahip olanlar olarak bu kavimler doğrudan bütün İsra-el için bereket olmayı tercih etmişlerdir.


Musa, onların Yaratan’ı edinme yolundaki kararlılıklarına şöyle cevap vermektedir: “Ama söylediklerinizi yapmazsanız, RAB’be karşı günah işlemiş olursunuz, günahınızın cezasını çekeceğinizi bilmelisiniz”(23). Bu zaten hepimiz için geçerlidir. İşlerimizin, tavırlarımızın, konuşmalarımızın hep geri dönüşümü vardır. Her şey bir sonuç olarak eninde sonunda bizi bulacaktır. Yani bir “bumerang” söz konusudur. Bir başka şekilde Yaratan’a yürüyen kişi aşkla, zevkle ve şevkle başladığı bu kainatın en önemli yürüyüşünü aynı şekilde aşkla, zevkle ve şevkle bütün zorluklara rağmen tükenmeden ama sabır ve sebatla sürdürmelidir. Çünkü gaye zaten sonsuzlukta “gereklilik” sonucu görünür olmanın getirdiği sorumluluğu tam ve hakkıyla yerine getirmektir. Musa, böylesi bir farkındalığın sonucu öneriyi kabul etmiştir. Evet, sürülerin bir ağılda tutulması ve sürü sahiplerinin ise bütün camia ile, beden ile yani bir “uyum talebesi” olarak devamı esastır. İşte mana yolunda zenginlik esas anlamı ile budur. Elbette dünya işlerinde hakkıyla, sevgi ve ihsanla başarılı olmak harikulade bir “hükmetme ve çoğalma” buyruğunu yerine getirmedir. Ama zenginliği bütün kainata Yaratan’ın sevgi ve ihsanında ve çoğaltarak bütün kainata takdim de esaslı bir biçimde Yaratan’a yürümektir. Böylelikle Yaratan’a maddi manada da yoksul bir durumda yürüyenler için büyük bir bereket hasıl olacak ve Elçilerin İşleri’nde dediği gibi; “aralarında yoksul olan” kalmayacaktır. Bu öncelikle ve elbette manevi manada olacak ve sonra da maddeye intikal edecektir. Ve özellikle metinde 33. ayet ve sonrasına bakarsak “yeni nesile” dahil olan bu iki kavmin vaatlerini yerine getirmelerinde bereketlendiklerini görüyoruz. Ve daha sonra Yeşu 22:28’de bu durumu gelecek nesillere hatırlatmak için bir “anma taşı” diktiklerine de tanık oluyoruz. Esasında bu taşın dikilme sebebi bu kavimlerin daha önce kendi rızaları için seçtikleri yer konusunda İsra-el arasında neredeyse kavga çıkmasıdır. Yani herkes yerine yerleştikten sonra bile daha önce çok önceleri bu iki soyun yapmış oldukları ağıllar yani o günkü “alma arzuları” başlarına bela olmuş ve neredeyse Yaratan’a yürüyen bütünü birbirine düşürmüştür. İşte ancak böyle bir taşın o gün olanları hatırlatması bu bölünmeye bir mani oluşturmuştur. Kısacası kendi “görülerimize” göre maneviyat esasında “maddedeki günahlarımız” gibidir. Eninde sonunda gelir ve bizi bulur.


Kısacası burada Yaratan’ın “sevgi ve ihsan” vasfını edinmek hakikaten Ruh’ta ve gerçekte ibadetle birlikte samimi bir “kâinat uyumu” getirmekte ve bir insan için beklentisinin üstünde Yaratan’dan haz almasına ve O’nu yüceltmesine sebep olmaktadır. Bütün bu öğretiler Yaratan’la eşit formda olmanın yani O’nun Mesih’ini giyinmenin, sevgi ve ihsan vasıflarında Mesih’i düzeye erişmenin ve Ruh’un aydınlığında sonsuza yürümenin ne olduğunu açıkça göstermektedir.