Yetimhanenin birinde büyük bir telaş varmiş. Çok zengin bir hanınefendi gelmiş, küçük bir kızı evlat edinmek istemiş. Seçilen kızcağız ise kendisine yapılan teklif üzerine çok şaşırmış. Kadın ona, “Benimle gelip kızım olmak ister misin?” diye sormuş. Kızcağız kekeleyerek, “Bilmiyorum,” demiş.
Kadın kızı ikna etmeye çalışarak, “Kızım, sana yeni elbiseler alacağım, tamamen sana ait bir oda vereceğim. Sana rahat bir yatak, bir masa, sandalyalar, lezzetli yemekler ve canının istediği kadar oyuncaklar vereceğim,” demiş.
Kızcağız biraz düşündükten sonra, “Peki, bunların hepsine benim borcum ne olacak? Ne yapmamı istiyorsun?” diye sormuş.
Hanımefendinin gözleri yaşlarla dolarak, “Benim evladım olup, beni sevmen. Senden bütün istediğim bu,” diye yanıtlamış.
İşte, Allah da bizden aynısını istemektedir. Biz biçare, sahipsiz günahkârlar iken Rab İsa bize göksel bir miras ve ebedi bir mesken sunuyor. Bütün bunlar için bizden istediği O’nun ruhsal evladı olup O’nu sevmemizdir.
Sıradan bir hapishanenin küçük, karanlık bir hücresinde, kendisinin de tam anlayamadığı bir nedenle göz altına alınmış biri yatıyor. Dışarda olan herhangi biriyle bağlantı kurma, hukuki yardım isteme olanağı verilmemiştir kendisine. Korkuyor.
Koridorun dibindeki odadan bağırtılar geliyor. Zaman zaman duyulan çığlıklar—bazen erkek, bazen kadın sesi—karanlık perdesini yırtarcasına yankılanıyor. Hücrenin önünden yüzü gözü kan içinde bir tutuklu gardiyanlar tarafından sürüklenerek kendi hücresine geri götürülüyor.
Bizimki dehşete kapılmış, kendi sırasını bekliyor. İçerdeki sorgulama odasının kapalı kapıları ardından olup bitenleri hayallerinde canlandırmaktan alamıyor kendini. Gazetelerde okuduklarını, sağdan soldan duyduklarını bire yüz katarak aklına getiriyor. Dayak, elektrik şok, pislik, psikolojik baskı, alışılagelmiş işkence türleri çoktur, herkes biliyor. Biliyor ve korkuyor.
Korku temeli üzerinde kurulmuş bir toplumsal düzen sağlam olmaktan uzaktır. İşkence nerede ve nasıl uygulanırsa uygulansın, devlet için, insan için korkunç bir yüzkarasıdır, insanlığa aykırı bir rezalettir. Üstelik Tanrı’nın kutsal karakterine hakarettir.
Tanrı’nın bununla ne ilgisi var? diye sorarsanız, ilk yaradılış olayına dönmeliyiz. Bütün evreni ve içindekileri “iyi” yarattıktan sonra Tanrı insanı “kendi benzeyişinde yarattı” (Kutsal Kitap: Yaratılış 1:27). Tanrı’nın vücudu olmayan bir varlık olduğuna göre, söz konusu benzeyiş elbette ki fiziksel yönde olamaz. Burada anlatılmak istenilen, insanın, ruhsal yönüyle yüce Tanrı’yla kişisel bir ilişki içinde yaşayabilecek kapasitede olmasıdır. İnsan, Tanrı’yı sevebilecek ve Tanrı’nın sevgisini duyabilecek bir varlık olarak yaratıldı. Bu dünya üzerindeki yaşamında Tanrı’nın kutsal karakterini yansıtması amaçlanmıştı.
İnsanın öz değeri bu gerçekte yatmaktadır. Yüce Yaradan’ın benzeyişinde yaratılmış bir varlık olarak insan sonsuz bir değere sahiptir. Bu değer kesinlikle kendisinin üstün kişiliğine, yaptığı büyük işlere, sahip olduğu servete, güç ve mevkiye dayanmamaktadır. Dünyaya gelen tüm insanlar özde eşdeğerdir. Diğer insanlarca en çok horlanan kişi, Tanrı’nın gözünde sonsuz ve değişmez bir değere sahiptir.
Bu temel görüşü kabul etmeden işkenceyi kınamak oldukça güçtür. İnsan sadece birtakım moleküllerin kaza sonucu birleşmesi ise, sadece hayvan türlerinin çok gelişmiş bir örneği ise, Tanrı’yla özel bir ilişki içinde yaratılmamışsa, neye dayanarak bir değer, bir hak iddia edebilir: Bu durumda “güç eşittir hak” ilkesi yürürlükte olmaz mı? Şöyle ki, hayvan dünyasında olduğu gibi güçlü olan istediğini yapar, kendisinden zayıf olanı ezer geçer. Sopayı elinde tutan dayağı atar.
Sadece hümanist prensiplere dayanarak işkence belasıyla başa çıkmak olanaksızdır. İnsanın, kendisinin dışında bir ölçüte başvurmadan yalnız kendi kendisine danışarak neyin iyi neyin kötü, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu kararlaştırması bekleniyorsa, her şey rölatif ve değişken olur. Salt adalet kavramı yok olur. Devletin çıkardığı yasalar da sağlam bir temelden yoksun kalır. Senin için kötü olan benim için iyi olabilir. Ben senden güçlüysem ve sana işkence etmek benim işime geliyorsa, senin görüşlerinden bana ne?
Devlet tarafından uygulanan “hafif” işkenceleri “gerekli bir kötülük” olarak görenler var. Terörizm gibi belalarla başka türlü nasıl başa çıkabiliriz? diye soruyorlar. Devletin varlığını bile tehdit eden bu gibi kötülükleri bastırmak için her yöntemin kullanılabileceği görüşündedirler. Ne var ki, devlet bile Tanrı’nın ilkelerini ayak altında çiğnemekte serbest değildir. Kendisi insanlardan oluşan ve uyruklarının haklarını korumakla yükümlü olan devlet, nasıl olur da Tanrı’nın benzeyişinde yaratılmiş, yüce Tanrısal varlığın yansıması olan insanlara böyle davranabilir? İnsana uyguladığı insanlık dışı işlemlerin, aslında Tanrı’nın kendisine yöneltilen bir saldırı olduğunu anlamıyor mu?
Hiç kuşkusuz devlet kendi kendini korumak zorundadır. Adil yasaların çerçevesi içinde kendisinin ve dolayısıyla yurttasşlarının haklarını var gücüyle savunmalıdır. Ama devlet insanlık dışı yöntemlere başvurmakla kendi saygınlığını yitirir, kendi insanlığını zedeler, kendi geleceğini tehlikeye düşürür. İşkence, uygulayanı aşağı çeken ve insanlıktan uzaklaştıran bir beladır.
Terörizmden söz açmışken, şuna dikkati çekmek gerekir ki, terörist hareketler de başka türlü bir işkence uygulamasıdır. Siyasal davasını ileri götürmek amacıyla bir diğer insanı öldüren ya da rehine alan, sırf karışıklık ve korku yaratmak amacıyla saldırılarda bulunan terörist de insanın sahip olduğu öz değeri anlamamaktadır. Karşısındakini Tanrı’nın benzeyişinde yaratılmış bir varlık olarak görmediği için onu hiçe sayabiliyor, ortadan kaldırılması gereken bir engel olarak değerlendirebiliyor. Böylelikle terörist de işkenceci de aynı hataya düşmüş oluyor. İkisi de bir paranın iki yüzüdür.
Devletin güvenliğini korumakla görevlendirilmiş polis, asker, ve diğer yetkililerin her biri için aynı prensipler geçerlidir. İlk kez dayak atan polis büyük olasılıkla vicdanında bir sızıntı duyar. Yaptığının, insanlık dışı bir hareket olduğunu bilir. Ama bir kez dayak attıktan sonra ikinci kez aynı hareketi tekrarlamak kolaylaşır. Üstelik diğer polis arkadaşlarının da aynı şeyi yaptığını görür. Derken, bütün sistem bu belayı sindirmeye başlar, belirli işkence türleri kurulu düzenin içinde “normal” sayılacak duruma gelir. Halkın böyle bir durumda yetkililere olan saygısını yitirmesi şaşılacak bir gelişme olmasa gerek.
İşkence belası 20. ve 21. yüzyıllara özgü yeni bir gelişme değildir. Tarihin görmüş olduğu en korkunç işkence olayı bundan yaklaşık iki bin yıl önce olmuştur. Bu olayın korkunçluğu sadece uygulanan işkence türlerinin ustalığına dayanmamaktadır. Söz konusu olayın başlıca önemi, işkence çekenin kimliğine bağlıdır. Tanrı özünden olduğu halde insan benliğini alıp dünyamıza gelen İsa Mesih otuz küsür yıl eksiksiz, kusursuz bir yaşam sürdü, bizlerden farklı olarak tek bir günah işlemedi. Yine de kendisini çekemeyen insanların kötülüğüne kurban oldu. Korkunç dayak ve kırbaç yedi, hakaretlere uğradı, sonunda o cağın en gelişmiş işkence aleti olan çarmıha gerilerek idam edildi.
Bütün bunlar niye? Yüce Tanrı’nın özünden olan İsa Mesih kendini savunamaz mıydı, düşmanlarına karşı koyamaz mıydı? Tabii, karşı koyabilirdi. Ne var ki, O’nun çektiği işkenceler biz insanların günahın tutsaklığından kurtulması için oldu. O çarmıh üzerinde bizim günahları yüklenip bize ait olan cezayı çeken İsa, Tanrı’nın biz insanlara biçtiği sonsuz değeri kanıtladı. İsa Mesih işkence çektiği için, kendisine iman eden insan sonsuz yaşama sahip olup cehennem işkencesinden kurtulur. İsa Mesih işkence çektiği için, biz de insanların gerçek değerini anlayabilir, sağlam temele dayanan bir adalet kavramına sarılabiliriz. İsa Mesih işkence çektiği için, biz de sadece işkence belasına karşı koymakla kalmayıp, çevremizdeki insanlara çok daha üstün olan sevgi yolunu gösterebiliriz.